Kadri “SENG-İ MUSALL”da bilinen bir güzel insan: Muhsin YAZICIOĞLU Dr. Mehmet GÜNEŞ
3 Nisan 2009
Yine dayanılmaz bir elem gönüllerimizi kanattı… Yine katlanılması zor bir ıstırap rûhumuzu bunalttı… Yine gözlerimize derin bir hüznün melâli çivilendi ve bakışlarımıza koyu gölgeler demir attı… Yine büyük bir acı yüreğimizin tam ortasına düştü… Yine hissiyâtımız târiflere sığmayan mâtemler bölüştü… Ve 48 saatlik çaresiz bir bekleyişin ardından, umut kandillerimizi söndüren “o acı haber”le birlikte, gözlerdeki yaş sele dönüştü… Bu âni ve “zamansız ölüm” karşısında, gönlümüzü saran kasvetli duygular, inleyen bir ney gibi kalbimizi dağladı… Ciğerimiz alev alev yanarken; “Âh” diyen, “Allah” diyen, “El-hükmi lillâh” diyen gönüldaşlarımız ellerini yüzüne kapatıp, hıçkıra hıçkıra ağladı... Keş Dağı’nın zirvesinden Hakk’a yürüyüp, herkesin yüreğine ateş düşüren “Muhsin Başkan” ve arkadaşlarının bütün Türkiye’ye yaşattığı hüzün yüklü bu atmosfer, bizlere Yunus Emre’nin;
“Bu dünyada bir nesneye, Yanar içim, göynür özüm; Yiğit iken ölenlere Gök ekini biçmiş gibi…”
dizelerini hatırlatıyor ve son mısrâları terennüm ederken de bulutlu gözlerimizden sicim gibi bir yağmur iniyordu… Ama ne yaparsın ki, vâkî olan İlâhî takdîr... Emir Yüce Rabb’imizden geliyor... Elbette ki, mü’min bir kul olarak kazâ ve kadere îmanın tevekkül iklimine teslim oluyor; takdîrin, tedbirden önce Levh-i Mahfûz’da yazıldığına ve “Kaderin üstünde bir kader” olduğuna îman ediyoruz… Kanayan gönlümüze, “Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” mısraını merhem etmeye çalışıyoruz… Aslında, inanan insanlar için ölümün; son nokta değil, yalnız bir noktalı virgül olduğunu da çok iyi biliyoruz… Bütün bunları bilmemize rağmen, ölümü sevdiklerimize yakıştıramıyoruz... Dilimiz varmıyor “öldü” demeye... Ölüm, hayatın öbür yüzü olsa da, bunu kabullenmek çok zor geliyor bize... Parti binasının önünde -çok nâif de olsa bir ümit taşımak adına- açıklama yapıp; “Genel Başkan’ımızı, orada bulunan bir arkadaşımız görüp de teşhis etmeden öldüğüne inanmayacağız.” diyen Hasan Çağlayan’ı dinlerken, hep bu duygularla hemhâl oluyoruz... Milletimiz ve bütün bir ülkücü câmiâ da televizyonlardan verilecek müjdeli bir haberi bekliyor, ama ne yazık ki, son demde gözyaşları ve hıçkırıklar arasında yine hicrân, yine firak ve yine koyu bir mâtem bölüşüyoruz... İşte kelimelerin târife muktedir ol/a/madığı böyle bir hüzün sağanağı içinde Muhsin Başkan’ı yâd ederken; “mâsum Anadolu’nun” bu yiğit evlâdının; “Allah yolu”na adanmış hayatı, çileyle yoğrulmuş hâtıraları, Türk-İslâm Dünyası’nı kuşatan hayâlleri, kutsî ideâlleri ve siyâsî mücâdeleleri zihnimden âdeta bir film şeridi gibi geçiyor... Ahmet Yesevî’nin nefesiyle tüttürülen “Ocak”lar, “Seksen öncesi”nin toz-duman ortamında yaşananlar, “Eylül” darbesi yemiş ideâlist insanlar, Yusûfiyelerde verilen ağır imtihanlar, “Seksen sonrası”ından günümüze “ Nizâm-ı Âlem Ülküsü” için yapılanlar ve “yatağına kırgın akan” ya da akıtılanlar hayâlhânemde peş peşe resm-i geçit yapıyor… Bir anda, 12 Eylül Dönemi’nin karanlık günleri; çileli, işkenceli, mahkemeli (?!) devirleri ve o ideâlist “kayıp nesil”lerin hâtıraları gözlerimin önünde yeniden canlanıyor… Ve zaten; “Mamak gâzisi” olan ve bir “hükmî şehit” olarak vefât eden Muhsin Yazıcıoğlu’nun “Sıcak yatakta ölmek acep olmaz mı çile” fehvâsınca, mukaddes bir dâvânın mücâdelesini yaparken metrelerce karla kaplı buz gibi soğuk zirvelerden Hakk’a yürümesi; Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle haşrolunursunuz.” hadîs-i şerifini bir kere daha hatırlamamıza ve Mahşer’deki mükâfatını düşünerek teselli bulmamıza vesîle oluyor... Ve Bahaettin Karakoç’un:
“Bahar böyle mi öpecekti yüreğinden, Yağmur böyle mi yağacaktı saçlarına? Böyle mi donup kalacaktı gözlerindeki gülücükler, Ezgiler nasıl kilitlendi dudaklarına? Gece vakti vay!
Saat nasıl durdu, can nasıl karıştı kuşlara Ve son perde nasıl bitti? Genç bir meşe gibi sağlamdın, dost ve sevilgen Toprak mı çağırdı, dostlar mı itti? Yıldızın aktı vay!”
dizeleri dilimize düşüyor…
Böylesine elim bir kazanın ardından, -bidâyette ifâde etmeye çalıştığım- iç içe girmiş farklı duyguları yaşayıp, büyük bir hüznü yudumlarken; “dinde dindaşım, kanda kandaşım, yolda yoldaşım” olan efsâneleşmiş bir “Ocak Genel Başkanı”nı, kadim bir gönül dostunu, bir dâvâ, bir hac arkadaşını, akıncılar çağından yolu günümüze düşmüş bir serdengeçtiyi ve sıra dışı bir lideri kaleme alabilmenin zorluklarını kendi içimde yaşıyorum... Tanıyan herkesin gönlünde büyük bir muhabbet hâlesi oluşturan; yalnız ülkücüleri değil, bütün Türk Milleti’ni gözü yaşlı bırakan “Muhsin Başkan”ı yazabilmenin ve bu “güzel insan”ı hakkıyla anlatabilmenin ne kadar zor bir iş olduğunu -O’nun hakkında bu kırık dökük cümleleri kaleme alırken- bir kere daha bizâtihî idrâk ediyorum... “Muhsin Başkan”ı anlatmaya başlamadan önce şunu özellikle belirtmek istiyorum ki, bu yazı, bir müteveffânın ardından âdet olduğu üzere onu övmek için kaleme alınmış “Bir Muhsin Yazıcıoğlu Methiyesi” aslâ değildir… Hatta O’nu anlamak, anlatmak, daha yakından tanımak ve örnek almak adına yazılmış olan bu yazıda, mübalağa zannedilebilir endişesiyle “Muhsin Başkan”ın bazı husûsiyetlerine de olması gerekenden daha az yer verilmiştir… Model bulmakta güçlük çektiği için, kendisine yabancı sanatçıları (!?) ya da “sanal dizi karakterlerini” örnek alan günümüz gençliği, Muhsin Yazıcıoğlu gibi bir şahsiyeti “model insan” olarak tanıyabildiği -ya da tanıtabildiğimiz- ölçüde millî, İslâmî ve insanî değerlerle hemhâl olacak, aslî kimliğini bulacak;“Lâle” ye müştak, “Gül”e meftûn, vatanına bağlı, bayrağına sevdâlı bu güzel insanı örnek alacak ve O’na benzemeye çalışacaktır…
* * *
Muhsin Yazıcıoğlu; sıradan bir insan gibi görünmesine rağmen, sıradışı pek çok özelliğin sahibiydi... O; şahsında cem ettiği cümle fazîletlerin içini tam olarak ve kâmilen dolduran, önce “adam gibi bir adam”, sonra “bir dâvâ adamı” ve “bir gönül eri” olan, Allah (c.c.) ve Resûlullah(s.a.v.)’a bütün kalbiyle bağlanan, inandığı gibi yaşayan ve millî çizgiden hiç ayrılmayan bir güzel insandı… O’nun “adam gibi bir adam” olduğu hususunda siyâsî muarızları dâhil herkes hemfikirdi… 12 Eylül’ün Mamak Zindanları ve C-5’ler dile gelip, Muhsin Başkan’ın en ağır işkenceler ve insanlık dışı muameleler karşısında gösterdiği direnci, omurgalı duruşu, ketumluğu, ferâgat ve fedakârlığı anlatsaydı, onu yakından tanımayanlar da; O’nun nasıl sağlam karakterli bir insan, nasıl vakur bir ideâlist, nasıl emânete aslâ ihânet etmeyen bir dâvâ adamı, nasıl bir gâzi-derviş ve nasıl “çetin yollar aşmış” bir Alperen olduğunu, “darlıkta belli olan erliğin” nasıl bir izzet, metânet ve cesâretle ortaya çıktığını ve “Gül”e mümâsil bir ahlâkın nasıl olması gerektiğini çok daha iyi öğrenirdi… Çünkü O; Cenâb-ı Allah’ın çizdiği yoldan ayrılmamayı en büyük hayat gâyesi bilen, herşeyi Kur’ân ve Sünnet ölçüleriyle belirleyen, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın ahlâkıyla ahlâklanan, “Emrolunduğu gibi dosdoğru olmak” için âhiret merkezli yaşayan, bir ömür “istikâmet sahibi” olan; Türk Milleti’ne sevdâlı ve “ülkü denen nazlı gelin”e âşık bir güzel insandı… O; vezinsiz bir dünyada yaşayan, fakat hayatın “Gül” kokulu kâfiyesi olmak isteyen, ihtişâmlı bir mâziyi muhteşem bir âtiye taşımak için mücâdele eden, kandilleri sönmeye yüz tutan bir medeniyetin“Ay-Yıldız”lı bir ışıkla yeniden hayat bulacağına inanan ve “Gül Şavkı”nda “geleceğin Osmanlısını” muştulayan; alnı ak, başı dik, gözü pek, sevdâsı Hak olan ve her zaman istikbâle ümitle bakan civanmert bir Alperendi… Bu duygu ve düşüncelerini dizelere de döken Muhsin Başkan “Benzerlik” adlı şiirinde;
“Meyveye dönüştü nar çiçekleri, Bahara işaret kar çiçekleri, Ufukta boy verir nur çiçekleri, Ülkümün güneşi doğuyor gibi…”
diyerek istikbâlden ümitvâr olduğunu bir şâir duyarlılığıyla dile getirmişti… O; Üstad Necip Fâzıl tarafından; “Dışı pırıl pırıl Türk, içi alev alev İslâm; içi dışına hâkim, dışı içine köle” diye târif edilen, vatan ve millet yolunda her türlü çileyi cana minnet bilen ülkücü gençliğin efsânevî lideriydi… O, “Ölçü İslâm Olmalı” adlı bir yazısında; “İslâm, hayatın her safhasında ‘mutlak belirleyici’ rolünü almalı ve istikâmet tayin edici bir ibre olma vasfını kazanmalıdır.” diyerek çok net bir ölçü ortaya koyan, hiçbir zaman Kur’an ve Sünnet ikliminden ayrılmayan, hayata hep bu zâviyeden baktığından dolayı; Allah (c.c.) için seven, Allah (c.c.) için öven, Allah (c.c.) için buğz eden; Allah (c.c.) için, taşlı-dikenli yollara, işkenceli-hücreli zindanlara, karlı-fırtınalı dağlara düşen; Allah (c.c.) için gülen, Allah (c.c.) için solan ve Allah (c.c.) için ölen muttakî bir dâvâ adamıydı...Çünkü O; milliyetçiliği İslâm’a hizmet yolunda bir düşünce ve aksiyon hareketi diye niteleyen; İslâm parantezindeki Türk Milliyetçiliği’nin husûsî adını “İ’lây-ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü” olarak adlandıran; “Ülkücülük; ülkemiz ve yeryüzünde Allah’ın nizâmını hâkim kılmak için kendine metot olarak Allah (c.c.) ve Resûlü(s.a.v.)’nü ölçü alan bir îmân hareketinin adıdır” diyenlerdendi... Aynı zamanda O; “Yaslı, yaralı Türklerin” dinmeyen sızısını, bitmeyen derdini, azalmayan çilesini yüreğinde duyan, nabzı Türk Dünyası’nda vuran, yüreği bütün Osmanlı coğrafyasını kucaklayan, güçlü bir Türkiye ve Türk-İslâm Dünyası hayâlini kuran, bu aziz millete olan takdir ve muhabbet hislerini dile getirirken;
“Ben Türküm, Türk esir olmaz… Ben Türküm, Türk devletsiz olmaz… Ben Türküm, Türk bayraksız olmaz… Ben Türküm, Türk ezansız olmaz… Ben Türküm, Türk hürriyetsiz olmaz…”
diye haykıran; îmanla ideâlin, inançla asâletin, gönülle aklın, ruhla bedenin terkibini yapan bir Osmanlı çelebisiydi… O; insanımızın derûnunda -küllenmiş olsa da- bütün saflığıyla yatan İslâm îmanının, İ’lây-ı Kelimetullah Sancağı’nı “Bayrak, düştüğü yerden kaldırılır” fehvâsınca Anadolu’da yeniden ayağa kaldıracağına inanan, “Yitik, kaybedildiği yerde aranır” anlayışını dile getiren, tarih şuuruyla, millî kültür anlayışıyla, ilmî bir bakış açısıyla hâdiseleri değerlendiren, medeniyet tasavvuru olan millî bir hareketin mutlaka gerekliliğini savunan ve mübârek ecdâdımız Osmanlı’nın muazzez mirâsına yeniden sahip çıkmamızın şartın ötesinde bir mecbûriyet olduğuna yürekten îman edenlerdendi… O, varlık sebebimiz ve hayat gâyemiz olan Müslümanlığımızla, hayatın gerçeği olan Türklüğümüzü; dînî, millî ve ilmî bir çerçevede mezceden “Türk-İslâm Ülküsü”nü fikriyâtımızın anayasası olarak görürdü… O, Türk olmayı İslâm’a hizmetle anlamlı kılan, milliyetçiliği İslâm’a hizmet yolunda bir düşünce sistemi olarak gören Büyük Birlik Hareketi’nin Genel Başkanı ve “hor, öksüz ve büyük” bir dâvânın da davâcısıydı… O, ülkücülüğün siyâsî bir hareket olmanın ötesinde, bir ahlâkî duruş, bir ideâlist tavır olarak idrâk edilmesi gerektiğini savunurdu… O; ölümü hayatın merkezine koymanın, âhiret menzilli bir hayat yaşayarak nefsin belini kırmanın, Allah (c.c.) ve Resûlullah (s.a.v.) yolunda ter dökmenin, milletin birlik ve dirliği için gayret göstermenin önemini sık sık vurgulardı…
O; “Sevgiyle bakıp, ‘Gül’ gibi gören, gönüllere ‘Gül’ sevdası fideleyen” cümle Allah Dostları’na yürekten sevdâlıydı… Bir şiirinde;
“Gül, gül ki gül yüzünde Binlerce güller açsın… Gül bahçesi, “Gül” yüzünden Sevgi topla demet, demet… Sevgide güller açsın, Güller sevgi dağıtsın; Sevgiyle bakıyor; “Gül” gibi görüyorsan Sen bahtiyarsın...”
diyen Muhsin Başkan; Hakîkat sırrına ermek için dervişâne bir anlayışa sahipti ve “Gül” kokulu bir “Menzil”e bağlıydı… “Yaratılanı Yaradan’dan ötürü” sevdiği, “Gül” kokulu rahle-i tedrîsinden geçtiği için; O’nun gönlü uçsuz-bucaksız bir sevgi bahçesiydi... Muhsin Başkan; dıştan sert görünse de; ciddiyet ve delikanlılık ona çok yakışsa da, O; vakarlığıyla mütenâsip bir kalbî yumuşaklığa, fıtrî bir hassâsiyete ve bir şâir duyarlılığına sahipti... Mamak Cezaevi’nde yatarken, çay içme meselesi yüzünden bir arkadaşının kalbini kırdığını fark edince, o kasvetli zindanların “üç vazgeçilmezi”nden birisi olan -diğer ikisi sigara ve tesbihtir- çayı, 4,5 yıl hiç içmeyerek nefsini terbiye edecek kadar muttaki, disiplinli ve hassastı... Çünkü O, hem kendi kendisiyle, hem milletiyle, hem cümle Muhammed ümmetiyle, hem de bütün insanlarla barışık yaşayan “Yavuz” tavırlı, “Yunus” gönüllü bir gâzi-dervişti...
Artık günümüzde karşılıklarını yitirmeye başlayan, lügâtlerin tozlu sayfaları arasında kalan ve hatta bâzıları “tedâvül”den kaldırılmaya çalışılan bizim medeniyetimize ait kelime, kavram ve meziyetler, Muhsin Yazıcıoğlu’nun hayatında ve davranışlarında hep vârolmuştu… Ahlâk, erdem ve fazîlet; ihlâs, takvâ ve ibâdet; tevâzu, tevekkül ve teslîmiyet; vefa, dostluk ve muhabbet; merhamet, şefkât ve emniyet; sabır, sadâkât ve samîmiyet; sağduyu, kararlılık ve metânet; yiğitlik, vakar ve cesâret… gibi değer ve davranış biçimleri Muhsin Başkan’ın hayatında, hep kesâfet kesbetmişti… Meselâ O, “seksen sonrası”nda Selçuklu Sosyal Güvenlik ve Yardımlaşma Vakfı’nda görev yapmış, Galip Erdem Ağabeyimiz’den sonra vakfın 3. Genel Başkan’ı olmuştu… Muhsin Başkan; bu vakıf vâsıtasıyla; ihtiyaç sahibi insanımızın, Eylül Darbesi yemiş kardeşlerimizin, cezaevinde bulunan ya da tahliye olan ülküdaşlarımızın ve ailelerinin her derdiyle, her meselesiyle cân-ı gönülden ilgilenmiş ve hayatının sonuna kadar da mazlûm ve mağdurlar için elinden ne geliyorsa yapmıştı… Çünkü O; ismiyle müsemmâ bir insandı, yani “iyilik sahibiydi, ihsan eden”di…
O, varlığıyla herkese güven vermiş, en zor zamanlarda dâvâ arkadaşlarının yanında olmayı, kederli ve sevinçli günlerinde onlarla bir arada bulunmayı ihmâl edilmemesi gereken bir vazife bilmiş, dostlarını hiç unutmamış, sosyal statüsüne bakmadan her ülkücünün dâvetine icâbet etmiş ve her vesîleyle onları arayıp sormuştu… O; ne dâvâsına, ne de ülküdaşlarına hiçbir zaman ihânet etmemiş; dâvâsını aslâ satmamış, statüko merkezli bir milliyetçilik düşüncesi yerine İslâm mihverli, millet eksenli ve demokrat duruşlu bir ülkücülük anlayışını tercih etmişti… Muhsin Başkan; hiçbir zaman arkadaşlarını yarı yolda bırakmamış, kader birliği yaptığı insanlara hiç vefâsızlık etmemiş, hiç kimsenin arkasından kötü söz söylememiş, her zaman ve her şartta onlara sadâkât göstermişti… İşte çarpıcı bir misâl: 2002 yılında DYP ile “seçim işbirliği yapma” hususûnda görüşmeler sürdürülürken, sayı ve yerler üzerinde anlaşma sağlanmış, seçilebilecek yerlerden yirmiye yakın mebus kontenjanı alınmış olmasına rağmen, DYP’liler tarafından “iki kişinin” isminin listelerde kesinlikle yer almaması şart koşulunca; Muhsin Başkan, artık sadece imzaya kalmış olan ittifak müzâkerelerinden çekilmiş ve arkadaşlarına sadâkâtsizlik etmektense meclis dışında kalmayı tercih etmişti… Çünkü O; Allah Resûlü(s.a.v.)’nün her sünnetine büyük bir aşkla bağlı olduğu gibi, “Vefâ îmandandır” hadîsine de titizlikle ittiba etmiş çok vefâkâr bir insandı…
Muhsin Başkan, bu toprakların yetiştirdiği en namuslu, en ideâlist, en ilkeli, en dürüst ve en mütevâzı siyâsîlerden birisiydi… O, makam-mevkî derdine hiç düşmemiş, paraya-pula hiç tamah etmemiş, şana-şöhrete hiç değer vermemiş; “akçalı işlere” hiçbir zaman meyletmemişti… O; vurguncu, soyguncu, hortumcu sömürü düzeniyle ve onun düzenbazlarıyla hiç uzlaşmamış, onlarla devamlı mücâdele etmiş, dünya malına ehemmiyet vermezken, Beytü’l-mala gözünün içi gibi bakmış, tüyü bitmemiş yetim hakkını korunmak için elinden ne gelirse yapmış, savunduğu değerleri aslâ pazarlık konusu yapmamış ve yaptırmamıştı... O, dürüst politikayı sadece “kâl”iyle değil, her “hâl”iyle ortaya koymuştu... Zaten dâvâ ve gönül adamlığı “kâl”den çok “hâl”i gerektirirdi… Dâvâ adamlarının; yazdıklarıyla yaşadıklarının, fikirleriyle zikirlerinin, söyledikleriyle davranışlarının birbirini nakzetmemesi lâzımdı… O, kâliyle hâlini birleştiren, söylediklerini yaptıklarıyla güzelleştiren bir “hâl” ehliydi... O, günümüz siyâsetinin “geçer akçesi” olan; “Helâl, haram ver Allah’ım / Bizimkiler yer Allah’ım” anlayışının en büyük muhalifiydi... Gayri ahlâkî yollarla zengin olup saraylar dikmektense, helâlinden kazanıp fakirâne yaşamayı yeğlerdi/yeğledi... O, haram üzerine kurulan binaların çok çabuk çökeceğine îman edenlerdendi... O’nun en büyük özelliklerinden birisi, samîmiyetin zirvesini temsil etmesi ve “hâl” ehli olmasıydı... Zâten ruh hamurkârlarımız da her zaman “hâl”e ehemmiyet verir ve bu mevzûda; “Artık bu milletin lâfa karnı doydu; bir kazan “kâl” olacağına, bir kaşık “hâl” olsun bize yeter.” derlerdi… Muhsin Başkan da, “kâl”den çok “lisân-ı hâl” ile kendisini ifâde eder, “gardaş” diye söze başlar; muhatabına, gözlerinin içi gülerek, içten ve sımsıcak bir bakışla nazar eder, candan bir atmosfer oluşturur ve O’nu hiç tanımayan ya da ön yargılı olan kişileri bile kısa sürede samîmiyetine inandırırdı… Bir sol aydının televizyonda söylediği; “Yazıcıoğlu’nun siyâsî görüşünü kendime yakın hissetmesem de, O’nun dürüstlüğünü, samîmiyetini ve yurtseverliğini takdir ediyorum…” cümlesi bile O’nun nasıl bir insan olduğunu açıkça ortaya koyuyordu…
Muhsin Başkan; siyâsî hayatı boyunca; hem fikri, hem zikri, hem de fiilleri îtibâriyle, yani her hâliyle dürüst politikanın ne demek olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini herkese gösterdi... O, günlük politikanın menfaat hesaplarına kesinlikle prim vermediği gibi, siyâsetin mahâret zannedilen o meşhur ‘Ankara ayak oyunları’na da hiçbir şartta tenezzül etmedi… O; kamu kaynaklarının talan edilmesine, siyâset adamlarının devlet imkânlarından yararlanıp ahlâkî olmayan metotlarla servet sahibi olmasına, irtikap, hırsızlık ve rüşvet olaylarında “bizdendir” diyerek çifte standart uygulanmasına şiddetle karşı çıkan ve en sert tepkiyi veren siyâsetçiydi… Bununla birlikte, hep belli bir nezâket seviyesinde tenkitlerini dile getirdiği, iftira ve çirkin ithamlara tenezzül etmediği için, beyefendiliği ve nezih üslûbu herkes tarafından takdir edilen bir liderdi… O, hitâbet sanatını konuşturarak laf ebeliği yapma, cilâlı sözler söyleyerek milleti aldatma, gerçek dışı beyanlar ve ucuz kahramanlıklarla oyuna oy katma, karşılıklı seviyesiz tartışmalara girerek milleti kamplaştırma gibi atraksiyonlara aslâ tevessül etmezdi/etmedi... O; hiçbir kirliliğe, yolsuzluğa, karanlık işe karışmadı, O’na atılan çamur ve iftiralar tutmadı ve Muhsin Yazıcıoğlu ismi her zaman tertemiz kaldı... O, siyâsî rakiplerinin bile saygı duyduğu, sevdiği, güvendiği ve takdir hislerini dile getirdiği bir siyâsetçiydi… Zâten, “temiz ve ilkeli siyâset” denilince herkesin ilk aklına gelen isim Muhsin Yazıcıoğlu olduğu için; O, 2001 yılında “Yolsuzlukla Mücâdele Edenler Ödülü”yle taltif edilmiş, 2006’da “Temiz Siyâsetçi Ödülü”ne lâyık görülmüş, 2008’de ise “Yılın Siyâset Adamı” ödülü de yine O’na verilmişti...
Çünkü O; Allah (c.c.) hatırından üstün bir hatır, vatan ve millet menfaatinden yüksek bir menfaat tanımayanlardandı… O; koltuk kazanmak için değil, Allah(c.c.)’ın ve Resûlullah(s.a.v.)’ın sevgisini kazanmak, milletin gönlünü kazanmak, doğruluktan ayrılmamak ve hesap günü kazançlı çıkmak için siyâset yapmıştı… O; fâni lezzetlerden vazgeçmeden, Bâkî Olan’ın rızasının kazanılamayacağını hakkıyla bilenlerdendi… O’nun için önemli olan iktidar vizesi değil, Yüce Rabb’imizin rızasıydı… O; hiçbir zaman dünyevî ikbâl peşinde koşmayanlardandı... O; hiçbir şartta şahsının ya da partisinin menfaatlerini ön plâna çıkarmayanlardandı… O, basit dünyevî hesaplar, ihtiraslar ve çıkarlar için başkalaşım geçirip, ideâllerini rafa kaldırmayanlardandı... O; kalbini ve beynini hiç bir zaman midesinin emrine vermeyenlerdendi... O, hep inanç değerlerinin kendisine emrettiği mükellefiyetleri her şeyin üstünde tutanlardandı… O; ahlâkî değerler bakımından ters yüz edilmiş olan politika sahnesinde, prensiplerinden hiçbir zaman tâviz vermeyen ilkeli tavrı, dimdik duruşu ve “yay gibi bükülmeyen, ok gibi dosdoğru çizgisi”yle en çok yadırgananlardandı… Çünkü O; sıradan bir siyâsetçi ve hesap adamı değildi... O, gerçek bir dâvâ ve gönül adamıydı…
O; her zaman ve her şartta “hakkı tutup” kaldıran, bu toprağın değerleriyle hemhâl olan, mertliği ve cesaretiyle tanınan, zâlimlerin karşısında hiç eğilmediği gibi, hiçbir zaman bizim başımızı da öne eğdirmeyen, vakur, idealist, mütevekkil, alçakgönüllü, korkusuz bir vatan evlâdı, gani gönüllü bir derviş, “Bir Güzel Ülkü”ye sevdâlanan ve hep bizim türkülerimizi söyleyen yiğit bir Anadolu delikanlısıydı… O; Anadolu’ydu, Anadoluluydu, Anadolu kadar saf, Anadolu kadar temiz ve Anadolu kadar güzeldi…
O hep millî davâların dâvâcısıydı... O; hiçbir şartta güç odaklarının ve haramzâde sermayenin yanında yer almadı… O; karanlık odakların ve vurguncu finans çevrelerinin yardım tekliflerini hiçbir zaman kabul etmedi ve hiç kimseye diyet borcu olmadı... Bu sebeple O’nun ve evlatlarının; gayri meşrû edinilmiş malları, haram üzerine binâ edilmiş mülkleri, alın teri değmemiş bol sıfırlı banka hesapları yoktu… O, baştan sona bütün siyâsî hayatında; hep yokluk, hep imkânsızlık, hep çile ve hep zorluk yaşadı… Siyasetteki “çile”nin ne demek olduğunu, hortumcu holdinglere yaslanan ya da hazineden trilyonlar alan “tuzu kuru” politikacılar elbette anlayamazlar… Çünkü onlar, şatafatlı genel merkezlerinde kış mevsiminde yazı yaşarken, ne hazindir ki Muhsin Başkan ve arkadaşları, çoğu zaman parasızlıktan parti binasının kaloriferlerini bile yak/a/madıkları için odalarında paltoyla oturmak mecbûriyetinde kalıyordu… Yaptığı son konuşmada da belirttiği gibi, siyâsî faaliyetlerini arkadaşlarıyla birlikte “çocuklarının nafakalarından kestikleri paralarla” sürdürmeye çalışıyor ve 2009 seçimleri için ilk defa kiralanan “o helikopteri” bile “acı-zulüm” tuttuk diyordu…
Muhsin Yazıcıoğlu; siyâsetin, hiçbir maddî menfaat elde etmeden, sırf inanç ve ideâller için yapılması gerektiğini fiilleriyle ortaya koydu… Meclis’te 7 milletvekiliyle “anahtar” durumunda olmasına, her istediğini elde edecek konumda bulunmasına rağmen, RP-DYP Koalisyonu’nu hiçbir pazarlık yapmadan, hiçbir talepte bulunmadan destekledi… O, her zaman dürüst oldu, dürüst davrandı ve dürüst kaldı… Böylece O; Türk siyâsi tarihinde örnek alınacak bir duruşa imza attı… Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları, siyâsetin; dürüst, ilkeli, menfaat gözetmeden yapılabileceğini ve “hiç bir şey almadan da, inançları doğrultusunda bir hükümete destek verilebileceğini” herkese gösterdi... O, siyâsete bir seviye ve erdem getirdi… Çünkü Refah-Yol Hükümeti’ne güvenoyu verirken Meclis’te yaptığı konuşmada; “Sadece ‘Müslümanların iktidarını engellediler’ demesinler diye size kerhen destek veriyoruz.” meâlindeki açıklaması bile onun ne kadar ilkeli davrandığının tarihî bir göstergesiydi…
Muhsin Başkan; zinde güçlerle iyi geçinmek ve statükoyla uzlaşmak adına millî irâdeye kat’iyen gölge düşürmedi… Ne inanç hürriyetinden, ne vatanın bölünmez bütünlüğünden, ne millî kültürden, ne demokrasiden, ne insan haklarından, ne de hukukun üstünlüğünden aslâ tâviz vermedi… O; “Millete çevrilen namluya selam durmam!” diyerek 28 Şubat post modern darbesine karşı en cesur ve en haysiyetli duruşu sergileyen, milletin hissiyâtını erkekçe dile getiren, halkın irâdesine ve inançlarına saygı gösterilmesi gerektiğini hiç kimseden sözünü çekmeden ve çekinmeden söyleyen, böylece demokrasinin daha fazla yaralanmasını önleyen büyük bir mücâdele adamı ve gerçek bir demokrattı… O; süslü laflar etmek yerine, icraatlarını konuşturur, herkesin sustuğu yerde en gür erkek sesi O’ndan çıkardı… O, zor zamanların adamıydı… O, 28 Şubat Dönemi’nde; “Türkiye İran olmayacak, Cezayir olmayacak, ama Suriye olmasına da biz aslâ izin vermeyeceğiz!” diye korkusuzca haykıran; inandığı yolda dimdik yürüyen, kırılmayı göze alan, fakat hiç bir zaman bükülmeyen yiğitlik âbidesiydi... AKP iktidarına muhâlifti; fakat bu iktidar aleyhindeki askerî müdahale teşebbüsüne, millete yönelik yıldırma hareketlerine en sert tepkiyi yine O gösterdi ve millî irâdenin yanında olduğunu çok net bir biçimde bir daha ortaya koydu…
Çünkü O, tâvizsiz, dik duruşlu bir mücâdele adamıydı… O’nun tâviz vermediği, esnek olmadığı, müsâmaha etmediği hususlar; inanç, îman, millî mefkûre, insan hak ve hürriyetleri ve vatanın bölünmez bütünlüğüydü… Çünkü O, inançları için yaşayan, inanç değerlerinin ve millî ülkülerin yaşatılması için mücadele veren, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” anlayışını baştâcı eden ve dayatmalara sonuna kadar direnen bir serdengeçtiydi... O, cunta rüzgârlarının en sert estiği, ihtilâl mahkemelerinin ölüm kustuğu ve Şubatların 29 çekmediği dönemler dâhil, hiçbir zaman ve hiçbir dönemde aksiyoner ve demokrat çizgisini değiştirmedi… Çünkü “Muhsin Başkan”; Hakk’a giden bütün yolları kapatıp, “Girilmez” levhaları dikenlere, bilcümle küfür labirentlerine açılan dehlizleri “Mecbûrî istikâmet” oklarıyla donatanlara karşı en şahsiyetli ve en dik duruşu gösteren siyâsetçiydi… O, demokrasiyi darbelerle darp eden birilerine, birileri gibi hiçbir zaman alt perdeden kelâm etmedi… Konuşmanın tehlikeli olduğu dönemlerde, ne zaman bu milletin hissîyâtını dile getirecek gözü pek bir adam aransa, ekranlarda ve meydanlarda hep O vardı… Kritik ve tehlikeli dönemlerde konuşmaya pek cesâret edemeyen “bizim mahallenin muhafazakâr medyası”, ne hikmetse daha önce hiç yer vermediği “Muhsin Başkan”ı zor dönemlerde hergün ekranlarına taşıdı… O’da Allah’tan başka hiçbir güçten çekinmeden, hiç kimseden sözünü çekmeden ve hiçbir zaman recüliyyet eksikliği göstermeden, inandıklarını yiğitçe dile getirdi, bu milletin inançlarını erkekçe savundu… Çünkü O, bu ülkenin hiç kısıl/a/mayan sesi, bu milletin en sivil, en demokrat ve en millî damarlarından birisi ve hiçbir zaman ne inancından, ne milliyetinden, ne haysiyetinden, ne de dik duruşundan tâviz vermeyen gerçek bir Alperendi… Çünkü O, “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” marşını söyleyerek yetişen, her türlü ihânetin kol gezdiği dönemlerde canı pahasına gözünü daldan budaktan sakınmadan mücadele eden tâvizsiz bir ülkücüydü… Muhsin Başkan Mamak Zindanları’nda;
“Bir elime güneş’i, Bir elime ay’ı verseler; İşte sana bu dünya, Sonsuz nimet deseler... Vallahi vazgeçmem Bana verilen şu Hak Dâvâ’dan, Ya bu yolda can verip Ya ‘Hedef’e varmadan...”
diye duygularını dizelere dökerken; inanç dünyasını, iç âlemini, hayat felsefesini, mücâdele azmini, hudutsuz ideâlizmini, dâvâsına bağlılığını, özlemlerinin kutsiyetini, hedefinin ulviyetini de ortaya koyuyor ve tebliğini hayatıyla temsil eden büyük bir dâvâ adamı olarak “Dikeni Gül Eylemek” adına neler yapabileceğini şiir diliyle de haykırıyordu… Çünkü O; hiçbir zaman ve hiçbir şartta; ne mevsimlik ideâlist, ne seyyar kıbleli muhafazakâr, ne sentetik milliyetçi, ne cihatsız mücâhit, ne fason dâvâ adamı, ne tatlı su demokratı, ne fırdöndü liberal, ne de tabansız politikacı aslâ olmadı... Çünkü O; “Seksen öncesi” “Muhsin Başkan” ismiyle bütün ülkücülerin gönlünde taht kurmuş, 12 Eylül Zindanları’ndaki duruşu ve içerden çıktıktan sonraki yaptıklarıyla adeta efsâneleşmişti… Çünkü O; îdam sehpalarının altından gülerek geçmiş, Medrese-i Yusûfiye’de çileyle pişmiş, îmanı daha da kâvîleşmiş, ruh dünyası tasavvûfî güzelliklerle iyice zenginleşmiş, zindanların demir parmaklıklarına ve hücrelerin beton duvarlarına “Peygamber çiçekleri” fidelemişti… O; Mamak’ta fikrî gelişimini sağlıklı sorgulamalarla tekâmül ettirmiş; yakın tarihin muhâsebesini ve geçmişteki hatâlarımızın murâkabesini ciddî bir şekilde yapmış; bunlardan çok önemli dersler çıkarmış; hâdiselere ideolojik olarak değil, millî, İslâmî ve insâni değerler penceresinden bakmış; karakteriyle, değer yargılarıyla, mücâdele azmiyle, hayata bakışıyla, yaşadıkları ve yaşattıklarıyla tam bir ülkü devi olmuştu... O, “seksen öncesi”ndeki ülkücülerin; “Eylül’ün Kırdığı Gül”lerin; vatana can, bayrağa kan verenlerin; “...bir ekmeği bölüşen, bir battaniyeyi, bir endişeyi, bir ümidi, bir ülküyü paylaşan, ölümle hayat arasındaki ince çizgide hayatla ve ölümle cilveleşen...” yiğitlerin; “Kevser akan, “Gül” kokan” şehitlerin; yâni Türk’ün yürek sesi, Türkiye’nin beşik kertmesi, ideâlizmin son efsânesi olan ‘Mazlum ve mahzun bir neslin’ yâni “Onlar”ın numûne-i imtisâliydi...
O, gençliğini yaşamadan en güzel yıllarını hapishanelerde geçirmiş; izbe zindanların, rutubetli hücrelerin, karanlık koğuşların, gergin voltaların, tezgâhlara açık maltaların bütün zorluklarını görmüştü… O, ağır işkencelerden, sorgulamalardan ve eziyetlerden geçmişti ve çok büyük çileler çekmişti... O, mahkûmiyetin, mağduriyetin, mazlûmiyetin her türlüsünü yaşamış, ama duruşunu ve vakarını hiç bozmamıştı… Muhsin Başkan, “öpmek istediği el” tarafından darp edilenlerin yaşadığı işkenceleri ve şokları da “Gül ve Sabır” şiirinde;
“ Karanlık bak ufuklar, Gözler ışığa hasret… Gözde kırmızı tülbent Düşün diren ve sabret…
Bağlı tavanda kollar, Vücut sıcağa hasret… Titre ceryan gereği, Direnç gelin çiçeği…
Bitti beden direnci, Bir baygın ana hasret… Ruh bedenin gerçeği, Direnç iman ölçeği…
Gençliğim?” dedim, “Ver!” dediler. “İstikbalim?” dedim, “Yok!” dediler. “Kanım?” dedim, “Dök!” dediler. “Canım?” dedim, “Milletin” dediler. Sevdim !... “Suçtur !” dediler. Ve Çığlıkla yarıldı karanlık, Sevgimi Çarmıha gerdiler...”
diye dizelere dökmüştü… O, 12 Eylül öncesi ve sonrasının muhasebesini yaparken; “Bir zamanlar okullara sığmadık, mahallelere sığmadık, şehirlere sığmadık, Türkiye’ye sığmadık… Birbirimizi sığdırmadık… Ama arkasından sağcısıyla-solcusuyla iki buçuk metrekarelik hücrelere sığdık… Dışarıda birlikte yaşayamayanlar hücrelerde birlikte yaşamaya mecbur oldular… Dışarıda yaşamanın yolunu bulamayanlar hücrede birlikte yaşamanın kültürünü geliştirebildiler. Onun için yeni gençliğe benim tavsiyem, nüansları derinleştirerek farklılığa dönüştürmek ve onları bir çatışma sebebi yapmak yerine, nüanslarımızı zenginlik sayarak, fikirlerimizi, yaşama tarzlarımızı birbirimize dayatmadan, birlikte yaşamanın yolunu bulmak zorundayız.” demişti... Bu sebeple Muhsin Başkan gençleri anarşiden ve derin tezgâhlardan uzak tutmak için çok büyük gayret göstermiş, onlara; “Fikrî tartışmalarda her zaman yer almak, fakat fiilî çatışmalardan kesinlikle uzak durmak” gerektiğini söylemiş ve bu kanaatini de her vesîleyle tekrar edip vurgulamıştı… Ve zâten bizim nesil, “asgarî müştereklerde” buluşamayanların, “askerî müştereklerde” bir araya derdest edilerek getirildiklerini bizâtihî yaşayarak çok iyi öğrenmişti...
Bütün bu tarihî tecrübeleri fazlasıyla yaşayan Muhsin Başkan;12 Eylül vurgunuyla kırık bir saza dönen gönlündeki fırtınaları, Medrese-i Yusûfiye’de yaşananları, bir şâir duyarlılığıyla dizelere dökmüş; inanç değerlerini, duygularını, düşüncelerini, ülkülerini, bu toprağın bütün renk ve kokularını şiirlerine taşımış, metafizik bir ürpertiyle duyduğu âşina seslerden ve zindan karanlığında dokuduğu ışıklı nağmelerden oluşan Mamak Şiirleri’ni “Dikeni Gül Eylemek” adlı bir kitapta toplamıştı… Çekmediği eziyet kalmamış, suçsuz yere 9 yıla yakın cezaevinde yatmış, bunun 5,5 yılını tecrit hücresinde geçirmiş, ama bir gün bile ceza almadan berat etmişti… “Ben kırk kere İsmail / Babam İbrahim değil” dese de, kendisine bunca zulmü revâ gören cuntacılara buğz etmiş olsa da, bu devlet bizim devletimiz demiş ve AB İnsan Hakları Mahkemesi’ne Türkiye’yi şikâyet etmeyi zül kâbul etmiş, bırakın bu işe tevessülü, bu düşünceyi hatırından bile geçirmemişti… O, böylece; emdiği sütün, içtiği suyun, yediği ekmeğin, bastığı toprağın, astığı bayrağın hakkını vermişti… Ama jakoben anlayıştaki “hâkim devlet”i sorgulamış, milletin olmadığı yerde devletten bahsedilemez demiş, aslî unsur olan millet, ona ittibâ etmesi gerekenin de devlet olduğunu beyân etmiş, yani “hâdim devlet”i savunmuştu…
Netice olarak şunu söylememiz gerekir ki, Muhsin Yazıcıoğlu; Allah(c.c.)’tan başka hiç kimseden korkmayan, yiğitliği ve cesâreti dillere destan olan, yüreği serapâ îman ve insan sevgisiyle dolup taşan, mukaddesâtına ve milliyetine aslâ söz söyletmeyen, milletin birlik ve bütünlüğünden hiç tâviz vermeyen, bölücülüğe aslâ müsâmaha etmeyen, farklıklarımızı zenginlik ve “bir kilimin desenleri” olarak gören, bidâyetten beri ifâde etmeye çalıştığımız pek çok fazîlet ve erdemi şahsında cem eden “bir güzel insan”dı… O; kalemi, kelâmı ve selâmı Kıble’ye dönük olan, İ’lây-ı Kelimetullah için Nizâm-ı Âlem Ülküsü’nü savunan, gönlü bütün Türk Dünyası’nı kucaklayan, kalbi Türkiye için çarpan sıra dışı bir siyâsetçi, çizgisinde kat’iyen kırıklık olmayan bir dâvâ adamı, tasavvufun güzellikleriyle kemâl bulan Yesevîzâde bir gönül eri, bir îman, bir ahlâk, bir ülkü, bir ilke ve bir aksiyon âbidesiydi...
Anadolu insanı; Muhsin Başkan’ın değer yargılarında, hassâsiyetlerinde, ahlâkında, vakarlı duruşunda, tavır ve davranışlarında hep kendisini ve inançlarını görmüştü… Muhsin Yazıcıoğlu da onlar arasında hiçbir ayrım yapmamıştı/yapmazdı… Çünkü O’nun “yüreği rozetinden çok büyük”tü... Muhsin Başkan; anlatmaya çalıştığımız bütün bu özellikleri dolayısıyla milletimiz tarafından çok sevilmiş, insanımız O’nun her hâlinde kendinden bir şeyler bulmuştu… Bu sebeple olsa gerek, her parti mensubunun en çok sevdiği ve güvendiği, Anadolu’da hemen herkesin; “Dürüst, îmanlı, iyi bir insan; doğruları hiç kimseden çekinmeden söyleyen yiğit bir adam” dediği tek lider Muhsin Yazıcıoğlu’du... Bu hâli bilen Muhsin Başkan da; “Beni sevenler, beni iyi bilenler oy verseydi Büyük Birlik iktidar olurdu” demişti…
Fakat bu aziz millet; Muhsin Yazıcıoğlu’nu çok sevmesine, gönlünde O’na çok özel bir yer verip takdir etmesine, O’nu ve arkadaşlarını hep Meclis’te görmek istemesine rağmen, “barajı aşamazlar” düşüncesiyle, seçimlerde kerhen de olsa oylarını başka partilere verdi… O da bundan dolayı -çoğu siyâsetçiler gibi- halkı hor görmedi, onlara hakâret etmedi ve sırtını dönmedi… Bir milliyetçi olarak kendine oy verse de, vermese de Türk Milleti’ne kızmadı, küsmedi, darılmadı ve onları incitecek en ufak bir söz söylemedi… O; her zaman milletini çok sevdi, ölümü hayatın merkezine koyarak devamlı âhiret menzilli yaşadı, istikâmetini hiç değiştirmedi ve hep dosdoğru oldu… Bir konuşmasında; “Şimdi bakın yoldan geldik, yola gideceğiz. Hiç birimizin garantisi yok. Şurada ayakta duranın da, oturanın da garantisi yok. Yani, ruh bir saniyeliktir. ‘Küf’ dedi mi gitti. Bunun da nerede geleceği, nasıl geleceği, ne şekilde yakalayacağı belli değil. Bir saniyenize bile hâkim değilsiniz. Bir saniyesine bile hâkim olamadığınız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz. Allah’ın izniyle hayatım boyunca hep böyle gittim. Allah’ın izniyle, olsak da milletle olacağız. Olmasak da, milletle olmayacağız. Yarın âhirette Allah, bize ‘Niye iktidar olmadın’ diye sormayacak. Sorsa da ‘Vermediniz’ diyeceğiz.” sözleriyle; istikâmet ve ölçü sahibi olduğunu, kader-i İlâhî’ye tevekkül ve teslimiyetin zirvesinde bulunduğunu ortaya koydu… O, düşünce ve ideâllerinin sağlamasını oyla ölçmeyecek kadar yüksek bir inanca sahipti… Çünkü O’nun; inancından ve teşkilatçılığından gelen kalitesi ve siyâsî kıymeti, “ölçmeyle” değil, ancak “tartmayla” değerlendirilebilecek bir “özgül ağırlık”taydı…
Bunun böyle olduğu da vefâtı sırasında çok açık bir biçimde görülmüş, büyük bir sevgi ve saygı seline muhâtap olmuş, herkes O’nun için duâ etmiş, sağlığında olmasa bile vefâtında “en büyük mitingini” yapmış ve Türk Milleti’ni bir “Büyük Birlik” şemsiyesi altında toplamıştı… Zaten “Büyük Birlik”; O’nun gönülden istediği kutlu bir dâvâ, ulvî bir ideâl ve mukaddes bir hayâldi… “Büyük Birlik Dâvâsı”, günlük politikaya mâtuf siyâsi bir amaç değil; millî, İslâmî ve insânî değerleri baş tacı eden, Türk-İslâm Âlemi’nin birlik, bütünlük ve tesânüdünü esas alan; vatana, millete, bayrağa ve İstiklâl Marşı’na sevdâlı olan bu aziz milletin “tek dişi kalmış canavar” karşısında vâroluşunu sağlayan mukaddes bir dâvâydı… “Büyük Birlik” ideâli, aslında millet olarak devamlı hasret çektiğimiz, bütün kalbimizle arzuladığımız ve ellerimizi her semâya kaldırdığımızda Yüce Rabb’imizden niyâz ettiğimiz müşterek ve millî bir duâydı...
* * * Muhsin Yazıcıoğlu’nun genç yaşta hayata veda ederek, karlı dağların zirvesinde Rabb-i Râhîm’ine kavuşması, bu aziz milletin büyük bir acı yaşamasına, O’nun kadr ü kıymetini anlamasına ve gönlünde taşıdığı bu engin muhabbeti ortaya çıkarmasına vesîle oldu... Yâni O’nun değeri yaşıyorken bilinemedi, kıymeti yanı başımızdayken fark edilemedi, mütevâzı görüntüsünün altında ne kadar çok haslete sahip olduğu hissedilemedi, ama yokluğunda “eyvaaah” dedirtti, herkesin yüreğinden bir parçayı alıp götürdü ve değeri kaybedilirken anlaşıldı… Gerçekten de baştan beri ifâde etmeye çalıştığımız gibi Muhsin Yazıcıoğlu; İslâm mihverli, millet merkezli, sivil ve demokrat bir düşünceye sahip olan, pek çok özellik ve fazîleti şahsında cem etmiş bulunan, Türk Milleti’nin son dönemde yetiştirdiği örnek gösterilecek güzel insanlardan birisiydi… Bir dâvâ, bir îmân, bir aksiyon ve bir gönül adamı olan Muhsin Yazıcıoğlu’nun milletin gönlünde ne büyük bir sevgi hâlesi oluşturduğu cenâze merasimiyle çok açık bir biçimde ortaya çıktı... Muhsin Yazıcıoğlu’nun vefâtı, milletin O’na olan vefâ borcunu hatırlattı… Sağlığına nasip olmayan bir “Büyük Birlik” vefâtıyla hayata geçti… Bu tespitimizin ispatı da, Muhsin Yazıcıoğlu’nun cenâzesine gösterilen ve çok az insana nasîp olan o muhteşem teveccühtü...
Bütün bu söylediklerimizi özetleyecek olursak; evet Türk Milleti, Muhsin Yazıcıoğlu’na oy vermemişti; fakat O’na kalbinde çok özel bir yer vermişti… Belki O, “sandığın sultanı olamamıştı, ama gönüllerin sultanı” olmuştu…
Türk Milleti Muhsin Yazıcıoğlu’nun kıymetini sandıkta bilmese de “seng-i musallâ”da çok iyi bilmiş, O’na çok büyük bir muhabbet göstermiş, bir milyondan fazla insanın katıldığı cenâze merâsimi sırasında tekbirlerini, salâvâtlarını, dualarını ve Fâtihalarını gözyaşıyla yıkamış ve çok büyük bir sevgi seliyle toprağa vermiştir… Cenâzesine her meşrepten, her meslekten, her siyâsî görüşten insan katılmış, hiç tahmin edilmeyecek kimseler bile O’nun için gözyaşı dökmüştür... Bu aziz millet; Muhsin Yazıcıoğlu için muhteşem bir tören yapmış, kelimelere sığmayan güzelliklerle tezyin edilen çok samimi ve derûnî bir merasimle O’nu bâki âleme uğurlamıştır...
Ankara Kocatepe Camiî’nde cenâze namazını kıldıran DİB Ali Bardakoğlu’nun da dediği gibi “Muhsin Bey, herkes tarafından sevilen, sayılan, bu millet için gayret gösteren, istikâmet ve vakar sahibi bir insan olarak ‘Sonsuzluğun Sahibi’ne yöneldi”... Ve Kocatepe Camiî’nin avlusunu, çevredeki meydanı, civardaki bütün cadde ve sokakları hınca hınç dolduran mâşeri bir kalabalığın katıldığı cenâze namazında herkes gözyaşları arasında; O’na rahmet diledi, “hüsn-ü şahâdet” etti, “helâllik verdi” ve daha da önemlisi “O’ndan helâllik istedi”... Ayrıca Türkiye’nin her yerinde, Almanya ve Hollanda başta olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinde büyük katılımlarla gıyâbi cenâze namazları kılındığı gibi, Bosna-Hersek’te, Kosova’da, Arnavutluk’ta Buhara’da, Semerkant’ta, Kırım’da, Kerkük’te ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde... Mevlîdler okundu, binlerce Hatm-i Şerif ve milyonlarca Kelime-i Tevhîd bağışlandı...
Ölümünden sonra olsa da gösterilen bu kadirşinaslık; “Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî Durup el bağlayalar karşına yârân, sâf sâf” dizelerini yâdımıza düşürdü... Kemâlpaşazâde’nin, ikindi güneşi gibi ömrü kısa, fakat gölgesi uzun olan Yavuz Sultan Selim Han için söylediği; “Zılli memdûd olur, zamâni kasîr.” mısrâını hatırlattı... Ve Hayyam’ın; “Efsâne söylediler, uykuya daldılar” dizesini terennüm ettirdi... Çünkü Muhsin Yazıcıoğlu; “Herkes ölür, ama her insan gerçek hayatı yaşayamaz.” kelâm-ı kibarındaki “gerçek hayatı” yaşadı, ömrünü inancına ve ülküsüne adadı... O; “Gökkubbede hoş bir sadâ” değil, binlerce hoş sadâ bıraktı…
Takvimler 25 Mart 2009 gününü gösterirken son mitingini yaptı ve millete son sözlerini söyleyerek; “Adaylarımızı size, siz de Allah’a emânet ediyorum… Allahaısmarladık” dedi, göklere yükselerek uçmağa vardı ve “Sonsuzluğun Sahibi”ne ulaştı... Muhsin Başkan hep zirveydi, zirvedeydi, zirvelerde mücâdele etti ve Türk Milleti’ni öksüz bırakarak zirvelerden Hakk’a yürüdü…
O, “Üşüyorum” derken, bu aziz milletin yüreği daha çok yandı… Muhsin Başkan’ın cenâzesine eski-yeni cümle dâvâ arkadaşları iştirâk etti ve bozkurtların yüreğindeki “gönüldaşlık” koru, “ülküdaşlık” hukuku yeniden alevlendi… Farklı siyâsî partilerde politika yapan, ya da siyâsetin dışında kalmış olan “gönülleri birleşen, uzaklarda dertleşen” genç-yaşlı bütün dâvâ arkadaşları; gözlerindeki yaş, gönüllerindeki sızı ile kucaklaştı, -birbirlerine göstermemeye çalışsa da- hep birlikte “Muhsin Başkan” için ağladı…
Bu “Güzel İnsan”ın hayatı gibi ölümü de, milletimize bambaşka güzellikler yaşattı… Muhsin Yazıcıoğlu’nun geçirdiği elim kaza; seçimler dolayısıyla çok yükselmiş olan siyâsî tansiyonu bir anda düşürdü, liderler arasındaki sert tartışmaları bitirdi, kamplaşmaları ortadan kaldırdı, partilere mitinglerini iptal ettirdi, partililerin öfkeleri yatıştı, ülkeye bir sevgi ve hoşgörü havası hâkim olarak seçim öncesi yaşanması muhtemel olayları ve provokasyonları önledi… Muhsin Başkan; vuslata ermek için Hakk’a yürüyüp bu dünyadan gurûb ederken, âdeta Ramazanlarda yaşadığımız ruhanî bir huzur atmosferinin ülkemizi sarmasına ve Türkiye’de bir barış güneşinin doğmasına sebep oldu… Ülkede yeni bir sevgi hâlesi oluştu… Muhsin Başkan’a duyulan muhabbet, herkesin gönlünde rengârenk sevgi çiçeklerinin açmasına ve Türkiye’nin bir sevgi bahçesine dönüşmesine yol açtı… Yaşarken istikrârın sembolüydü, vefâtıyla da, gönüllerimize rahmet ve güzellikler bahşetti... Muhsin Yazıcoğlu’nun vefâtı; milletimizin, Türk Dünyası’nın ve İslâm Âlemi’nin O’nu ne kadar da çok sevdiğini ortaya çıkardı… Toplumun her kesimi O’na böylesi büyük bir muhabbet duyuyorsa, avamdan havasa, köylüden kentliye, sağcıdan solcuya, ulemâdan sülehâya, şuarâdan evliyâya herkes Muhsin Yazıcıoğlu’nu böylesine seviyorsa, Cenâb-ı Hak da; kullarına sevdirdiği Muhsin kulunu, inanıyoruz ki çok sevmiştir... Çünkü Yüce Rabb’imiz “sevdiği kulunu kullarına da sevdirir.”... Ve -bu fakirin düşüncesine göre- Cenâb-ı Hak da; ötelere müştak bir hayat yaşayan, ömür boyu “sırât-ı mustakim”den ayrılmayan, bu dünyada dayanılmaz çileler çeken, “Gül” kokulu bir hayat süren ve; “Huzur dolu içimde, Ben sonsuzluğu düşünüyorum, Ey Sonsuzluğun Sahibi Sana ulaşmak istiyorum” diyen Muhsin Yazıcıoğlu’nu; üç gün karlı dağlarda bırakarak, insanlara daha çok sevdirdi ve O’nun için daha çok duâ ettirdi… İnancımız odur ki, “günahsız dille” yapılan bu duâlar ve tertemiz yüreklerden yükselen mağfiret niyazları vesîlesiyle Yüce Rabb’imiz de, “İrcıî” fermânına icâbet eden Muhsin kulunu rahmet ve mağfiretiyle perde-pûş eyler… Zâten Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de konuyla alâkalı bir hadîs-i şeriflerinde meâlen şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah(c.c.)’ı ve Resûlullâh(s.a.v.)’ı çok severse, Yüce Rabb’imiz de bu sevgiyi karşılıksız bırakmaz ve herkesin sevmesini Cebrâil ve melekleri vâsıtasıyla temin eder…” Hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, sözüne çok sâdık olduğu için; milletin kalbinde Muhsin Yazıcıoğlu’na karşı büyük bir sevgi çerâğı uyandırdı, büyük bir sevgi volkanı oluşturarak O’nu sevdiğini izhâr etti… Ne yapalım ki Muhsin Başkan da “Bu dünyadan gider olduk/Kalanlara selâm olsun” diyerek âhireti dünyaya tercih etti... Fâni dünyada bir yudum su içmektense, Cennet Bahçeleri’ndeki Kevser dolu şadırvanlardan kana kana içmeyi arzulayarak Rahmet-i Rahmân’a kavuştu... Vatan-ı aslîsine vâsıl odu... O, Hakk’a kavuşmanın nûruyla bayram ederken, bizleri hasretin acısıyla mahzûn bıraktı... Çünkü O, bir daha âhirette buluşuncaya kadar hep hayır dualarla yâd edeceğimiz gerçek bir Alperen ve samîmi bir Allah Dostu’ydu...
Ve her şeyin Allah(c.c.)’tan geldiğine, bütün yolların da Allah(c.c.)’a çıktığına bütün kalbiyle îman eden Muhsin Yazıcıoğlu toprağa verilmek üzere; Tâceddin Dergâhı’na getirildi… Tâceddin Dergâhı, Allah Dostları’nın -dergâhın yanındaki türbede Tâceddin-i Velî Hazretleri’nin, câmi haziresinde ise bazı mâneviyat büyüklerinin- medfun olduğu, İstiklâl Marşı’nın kaleme alındığı yer olan Mehmet Âkif Ersoy Evi’nin de içinde bulunduğu mübârek bir mekândı… “Dergah, Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı ve Muhsin Yazıcıoğlu” ne kadar da güzel bir birliktelik oluşturmuştu… “Dergâh”taki dervişler çilesini kırk günde tamamlarken, Muhsin Yazıcıoğlu Medrese-i Yusûfiye’de 5,5 yıl hücre çilesi çekmiş, her ânını zikir, ibâdet ve tefekkürle geçirmiş, bu esnada Kur’ân-ı Kerim’i de 350 defa hatmetmiş bir gâzi-dervişti… “Mehmet Âkif”, Muhsin Başkan’ın hayran olduğu, her yıl 12 Mart’ta büyük bir coşkuyla anmaya gittiği ve gönlünde çok özel bir yer verdiği ahlâk âbidesi bir millî şâirdi… “İstiklâl Marşı”, Türk Milleti’nin mâşerî vicdanının tecessüm ettiği muhteşem bir manzûmeydi… Zaten İstiklâl Marşı, Muhsin Yazıcıoğlu’nun mücâdele azminin, değer yargılarının, düşünce dünyasının ve hayata bakışının özetiydi… “Muhsin Yazıcıoğlu”, İstiklâl Marşı’nın ruhunun bütün hücrelerinde duyan ve yüreğiyle yaşayan bir insandı… Bu îtibarla “Kendisine mezar hazırlamayan”, fakat “kendisini mezara hazırlayan” ve “Âsım’ın nesli”nden olan Muhsin Yazıcıoğlu için seçilen mezar yeri çok isâbetli olmuş, hem şahsına, hem hayat felsefesine, hem misyonuna çok yakışmış, hem de evliyânın mâneviyatıyla komşuluk yapma, onların rûhaniyetinden istifâde ve istimdât etme imkânına kavuşmuştu… Mezar yeri seçimindeki bu isabet ve tevâfuk; milletimize Âkif’i ve Muhsin Yazıcıoğlu’nu bir arada ziyâret etme ve Fâtiha gönderme imkânını bahşedecek, unut/tur/ulan Taceddin Dergâhı yeniden milletimizin zihninde ve gönlünde mâkes bulacak, yapılan duâları dergâhın rûhâniyeti saracak ve İstiklâl Marşı’nın TBMM’nce kabul edildiği gün olan 12 Mart’ta yapılan törenler daha bir canlılık kazanacaktı… Defin için cenaze beklenirken, Taceddin Dergâhı’nın çevresi ve civârındaki bütün yollar, çok büyük bir kalabalık tarafından hınca hınç doldurulmuştu… Cenâze törenine iştirak eden insan selinin bir ucu Taceddin Dergâhı’nda, diğer ucu Kocatepe Camiî’ndeydi… Bu esnada Câmi Hazîresi’nin önünde devamlı Kur’an tilâvet ediliyor, yollardaki izdiham sebebiyle cenâze arabası çok yavaş ilerleyebiliyordu…
Nihâyet ikindi vakti cenâze aracı Taceddin Dergâhı’na gelebildi… Bu sırada tabutun üzerine O’na çok yakışan iki bayrak örtülüydü… Birisi Kelime-i Tevhid’in remzi ve istiklâlimizin sembolü olan Albayrağımız, diğeri ise esir Türk illerini simgeleyen Doğu Türkistan’ın Gökbayrağıydı… Muhsin Yazıcıoğlu, Ay-yıldızlı bir sevdâyı ve esir Türklerin ıstırabını bir ömür yüreğinde taşıdığı gibi, Albayrakla, Gökbayrağı tabutunda da taşımıştı…
Güzel yaşayan, güzelliklerle anılan, çok güzel bir yere defnedilen ve güzelliklerle aramızdan ayrılan bu güzel insanın nâşı; bir insan selinin tekbirleri ve duâlarıyla kabre konulurken büyük bir Türk bayrağı mezarın üzerine gerildi… Bu sırada gençlerin elinde dalgalanan; Osmanlı Sancağı, Azerbaycan, Doğu Türkistan, Kırım, Irak Türkmen Cephesi, Çeçenistan ve Eski Türk Devletleri’nin bayrakları da merhûma selâm durdu… Muhsin Yazıcıoğlu defnedilirken; Mekke-i Mükerreme’den, Medîne-i Münevvere’den, Sivas’tan ve Türkiye’nin çeşitli illerinden getirilen toprakların konulduğu mezara zemzem ve gülsuyu döküldü…
Kâinatın Solmayan Gülü’ne hudutsuz bir muhabbet duyan, “Gül” gibi yaşamaya çalışan ve “Lâle”ye müştâk bir aşkı “Gül” sevdâsıyla yaşatan Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nu Tâceddin Dergâhı’nda toprağa verirken, Mehmet Âkif’in;
“Ey şehîd oğlu şehîd isteme benden makber, Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber…”
mısraları dilimize düşüyor, dudaklarımızdan dökülen duâlar ve gözlerimizden akan yaşlar birbirine karışıyordu…
Ve bu “Güzel insan”a vedâ ederken, dudaklarımızdan ıslak bir beyit dökülüyordu:
“Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde; Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler…”
* * *
Hatm-i Kelâm: Defin sonrası Muhsin Yazıcıoğlu’nun mezarını -büyük bir izdiham olduğu için- binbir güçlükle ziyâret ediyor, Fatihâlar gönderiyoruz… Ve hep birlikte Muhsin Başkan’ın; kabrinin nûr, rûhunun şâd, makâmının âli ve mekânının Cennet olması, kabrinin “Gül” kokularıyla dolması için bütün kalbimizle Cenâb-ı Hakk’a duâ ediyoruz... Türkiye’nin, Türk Dünyası’nın ve İslâm Âlemi’nin başı sağ olsun...
Allah (c.c.) kandım diyene kadar rahmet eylesin...
Ve sözün bittiği yerde İlâhî kelâm başlıyor:
“..Küllü nefsin zâigatül mevt..” ..İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn..”
“El Fâtiha...”
_________________ " Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."
|