Samimi bir itiraf: Muhsin Yazıcıoğlu
Peren BirsaygılıBirer yolcuyduk aynı ormanda kaybolmuş
Aynı çıtırtıyla uyanan birer serçe
Hep aynı yerde karşılaşırdık tesadüf bu
Birer tomurcuktuk hayatın kollarında
Birer çiğ damlasıydık
Bahar sabahında gül yaprağında
Dedim ya;
Hiç yoktan susturuldu şarkımız
Göğsüm daralıyor
Yüreğim kanıyor
Olmasaydı sonumuz böyle
Öyle zamanlar vardır ki hayatta, kendinizi bir anda büyük bir hesaplaşmanın ortasında buluverirsiniz.
Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşlarını taşıyan helikopterin düştüğünü ilk öğrendiğimde, benim de iki kişi kıyasıya kavga etmeye başladı adeta içimde…
Birinin gözünden yaşlar akıyor, öteki bu yaşları silmeye uğraşıyordu tüm gücüyle.
Birinin yüreği yanıyor, öteki “evet üzücü ama abartmıyor musun biraz? ”diye azarlamaya çalışıyordu onu.
Birisi “ben de üşüyorum” diyor, öteki “yeter artık bu kadar saçmaladığın” diye kaşlarını çatıyordu…
Birisi “ben aslında seviyordum onu” diyor, öteki “yuh artık ya” diye öfkeleniyor ve ihanetle suçluyordu onu…
Ve öyle büyük bir imtihandı ki bu…
Zira bir vefat haberi, miras olarak bu denli acı bir hesaplaşma bırakmamıştı bana şimdiye kadar hiç.
Bu denli şiddetli bir deprem tesiri yaratmamıştı üzerimde. Böylesine acı bir yüzleşmeyi getirmemişti beraberinde…
Ve ben artık savaş meydanında yapayalnız kalmıştım. Adına türküler yakıp, uğruna ölmekle övündüğümüz bu topraklarda bir başınaydım adeta.
Hayatımın büyük bir kısmı boyunca düşman bildiğim insan yoktu artık işte…
Oysa ben çok üzgündüm…
Senelerce ölçüsüz bir husumet beslediğim o insan gidivermişti ansızın.
Oysa benim yüreğim yanıyordu.
Onun gidişinin ardından yüzlerce haber çıkıyor, ben ise kendime bile itiraf etmekten korktuğum büyük bir ızdırap içerisinde yalnız kalmak istiyordum sadece.
***
Yüreğimin sesini dinlemek için yalnız kaldım ve öyle çok düşündüm ki…
Uzaklaştım, öyle uzaklaştım ki kendimden…
Ve Allah biliyor ya; Hepimiz eşit derecede masum ya da eşit derecede suçlu idik, diye itiraf edebildim en sonunda.
Birimiz Mahir olmuş, bir başkası Muhsin, bir başkası ise Metin ne fark ediyordu ki? Adına türküler yakıp, uğruna ölmekle övündüğümüz bu topraklar üzerinde sahnelenen koca bir oyunun kurbanları değil miydik hepimiz de?
Sözcüklerimiz, gizlemeye çalıştığımız tereddütlerimiz, kırık ve örselenmiş yüreklerimiz yok muydu her birimizin de? Ve tıpkı şarkıdaki gibi aynı ormanda kaybolmuş birer yolcu ya da aynı çıtırtıyla uyanan birer serçe değil miydik?
Ve galibi olmayan bir kavga değil miydi bu aslında?
***
Zaten sahici değildi yüreklerimize ekilen bu nefret tohumları.
Zira senelerce ölçüsüz bir husumet beslediğim o insan gidivermişti ansızın oysa ben düşmanımı değil de, sevdiğim bir insanı yitirmiş gibi büyük bir sızı duyuyordum içimde.
Üşüyorum şiirini defalarca dinledim, üzüntüm daha da arttı.
O an anladım ki; Kendime bir türlü itiraf etmeyi başaramasam da, asla gerçekten nefret edememiştim ben ondan.
Ve düşündükçe resmin bütününü görmeye başladım iyiden iyiye.
İşte bu yüzden içimdeki zehri akıttım ve günlerdir benimle kıyasıya dalaşan o sesi susturdum.
Sessizlik oldu. Esaslı bir tokat yemiş gibiydim suratımın ortasına.
Düşünmekten yorgun düşmüştüm, bu hesaplaşma öyle yormuştu ki beni…
Ancak huzurluydum en azından.
Zira artık kolaylıkla telaffuz edebiliyordum; Evet, Türkiye mert bir evladını kaybetmişti.
Ve biliyordum ki; Bu topraklarda yaşanacak güzel günler, ezber değil vicdan sahiplerinin eseri olacaktı.
perenbirsaygili@gmail.com