Bir Sultan: Fatma Feride Topbaş Abla
Aynur Mısıroğlu
Zât hakîkati, beşer idrâkini yüksek voltaja tutulmuş bir ampül gibi patlatacak vasıfta olan Allâhu Azîmüşşân, ezel ve ebed mefhumlarından önce zamansız ve mekânsız bir âlemde sadece kendisi varken, “ehadiyyet” sıfatından “vahidiyyet”e iltifat ve tenezzül buyurarak “Nûr-i Muhammedî”yi yaratmıştır. Vücûd-ı mutlaktan nasip alarak vücûd-i izâfî sahibi olabilen varlıkların teşkil eyledikleri “âlem-i halk” ve bu tecelliden mahrum olan “âlem-i emr”in ilk sermayesi, bu “Nûr-i Muhammedî” veya “Hakâik-i Muhammediye” olmuştur. Bu sebepledir ki, o nûrun sahibi olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “Allah’ın yarattığı ilk şey benim nûrumdur.” buyurmuşlardır.
Hâl böyleyken yaratılışta ilk olan, dünya bezmine en son teşrif buyurmuşlardır. Bu, hilkatte, yaratılışın kemal itibariyle zirvesini teşkil etmiş olmasındandır. Nûrlar nûru veya ruhların babası “ebu’l-ervah” tâbir olunan Kâinâtın Efendisi’nin en son ba’s olunması hâiz olduğu şerefin tabiî bir neticesidir. Bu sebepledir ki, o yüce varlık, “Biz ilkler ve sonlarız.” beyânıyla bu hakîkate işaret etmiştir. Herhâlde insan aklı ve fıtratının da îcâbı olan bu keyfiyet, beşerin lisânında “Âhir gelir bezme ekâbir…” darb-ı meseliyle meşhur-i âlem olmuştur.
Bir insanın, hayat macerası esnasında güzel kullara muhatab olması tâlihlerin en büyüğüdür. Çünkü ruhlar, dâimî bir alışveriş hâlindedir. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak: “Sâdıklarla beraber olun!..” buyurmuştur. Ben de, -hatta bu emr-i ilâhîyi henüz bilmediğim- gençlik yıllarımdan itibaren Cenâb-ı Hakk’ın bir lütuf ve keremi ile bir çok güzel kul tanıdım. Onları bu yazılarımızın teşkil eylediği sohbet meclisine birer birer dâvet ederek, örnek insanların azaldığı bir zamanda muhataplarıma onların “nümûne-i imtisal” olacak şahsiyetlerini tanıtmaya çalıştım. Kendi takdirimce, bunlar arasında en erken tanıdığım ve en mükemmeli olan, -nûr-i Muhammedî’deki tecellîye benzer bir hissiyât ile- huzurunuza en son olarak dâvet etmeyi tercih ettim. Sohbet meclisimizin bu son misafiri, müstesnâ insan, Fatma Feride Topbaş hanımefendidir. Onun emsal gösterilmesiyle bu yazılar nihayet bulacaktır.
* * *
Yeni nişanlanmıştım, bir gün Sultantepe’de o muhteşem ahşap köşke davet olunmuştuk. Beni içeri dâvet ederken nişanlımın arkadaşı:
“-Anne!..” diye seslendi. Kapıya çok genç ve çok güzel bir hanımefendi çıktı.
Gülümseyerek:
“-Hoş geldiniz.” dedi.
Selîm bir zevkle döşenmiş, muhteşem boğaz manzaralı bir odaya çıktık. Yaşlı hanımların elini öperken, acaba hangisi annesi diye düşünüyordum. Meğerse anne, kapıyı açan o genç, güzel hanımmış. Orada birçok insan varken misafire kapıyı, ev sahibesinin açmış olabileceğini düşünemiyordum. Böylesine müthiş bir tevâzuun, böyle ihtişamlı mekânlarda kolay kolay barınamayacağını, hiç olmazsa hissen bilecek kadar tecrübem vardı. Lâkin define, her zaman harabelerde bulunmaz ya… Bu da, içinde yaşadığımız süflî hislere mağlub cemiyette kolay kolay müşâhede olunamayacak ve hatta tahayyül bile edilemeyecek olan bir tecellî idi ki, o büyük insanın ruh iklimine girişimde bu müşâhede, benim için bir ilk adım oldu.
Hayretimi ifade ettiğim zaman, daha sonra pek çok kez görecek olduğum, o asîl tebessümüyle mukabele etti.
Çok kısa bir zaman sonra anlayacaktım ki, bu yüzü kadar ahlâkı, huyu güzel; hayata bakışı her cihetten müsbet, çok zekî, mütevâzî olan bu hanımefendi, benim bir daha emsâline rastlayamayacağım kadar yüksek bir irtifâda yaşamaya memur müstesnâ kullardan birisidir.
Temâdî eden münâsebetlerimiz esnasında defaatle şâhid olmuşumdur ki, kültürlü, mevkiini hazmetmiş, gerçek bir hanımefendi idi. Bir psikolog kadar insan hâlet-i rûhiyesinden anlar; insanlara, cemiyete âit meseleleri öylesine güzel tahlil eder; İslâmî istikamette hakikî ve mantıkî neticelerini görürdü. Fetânet, zekâ ve şefkat; güzelliği kadar ona yakışmıştı.
Evine, yuvasına, âilesine sahip; orayı âdeta bir saray hâline getiren muhtereme bir ev sahibesiydi. Fakat ne hâcet, kapısından içeriye âbid ve zâhid olanlardan başkasının girmediği bu köşkün zâhiri, zâten bir yavru saraydı. Fakat bâtınını ev sahibi ile bu mübârek sâhibe bir tekke rûhâniyetiyle doldurmuş bulunuyorlardı. Bunun birinci vasfının (köşkün zâhirinin) âmili devr-i kadim ustaları, ikinci vasfının (bâtınının) mimarları ise, bu evin sahibi ve sâhibesiydi.
O, muhterem zevci gibi nizam ve intizam düşkünü gâyet mükemmeliyetçiydi. Niyet ettiği her şeyi, en güzel bir şekilde îfa ederdi.
Zengin bir âileden gelmiş, zengin biri ile tezevvüc etmiş, her zaman bir çok hizmetkâr çalıştırmıştı. Ama o, misafirlerine, insanlara, hattâ mahlûkâta bizzat kendi hizmet etmenin olgunluğuna sahib ve bundan zevk alan birisiydi.
Emsalsiz bir sofra âdâbını ondan görüp öğrendik. Zira o tam mânâsıyla bir devr-i kadîm hanımefendisiydi. Hizmetçi, aşçı, evde kim varsa, hep beraber aynı sofraya oturur, aynı yemeği yerdik. Bir gün iş yapan kadınlardan biri, evde beyi hasta olduğu için işini bitirir bitirmez gitmek istedi. Ona:
“-Sofra hazır, sen otur, hemen başla!..” dediyse de kadıncağız, bir an evvel gitmek istiyordu.
“-Ben bu yiyeceklerden sen yemeden yiyemem. Biz bekleriz; pişenleri paket yapıp ona verin. Bir şey olmaz, biz biraz daha geç yeriz.” diye tâlimât verdi. Böyle daha nice asil, ince tavırlarına benimle birlikte bir çok kimse şahit olmuştur.
Eski ve yaşlanmış hizmetkârlarına, kendi öz evlâtları bakıp yanlarına almazken, o sahip çıkar, gözetir, hâl ve hatırlarını hoş ederdi. Bu yaşlı hizmetkârlar, evin baş köşesinde otururken biz evin gelinleri onun elini öperdik.
Bahçesinde birçok sokak kedisi beslenirdi. Sık sık türbeleri, câmileri, mezarlıkları ziyaret eder, çantasına hazırladığı paraları, oralarda çalışanlara, yaşlılara, dullara, çocuklara tasadduk ederdi.
Gerçekten onun büyük bir mücâhid olan babası Fahri Kiğılı, kemal yaşından sonra işi-gücü bırakarak Allah yolunda ölünceye kadar hizmette berdevam olan bir mübârek şahsiyetti. Çarşıdan pazardan topladığı fakir-fukara çocuklarını arabasına alır, kendi tesis ettiği Kur’ân kursuna götürür, önce bir adamıyla bu çocukları bir hamama göndererek bir temiz yıkattıktan sonra iç çamaşırlarına kadar tamamen yeni elbiselerle giydirip donatır, sonra da onları hâfız yetiştirinceye kadar besleyip büyütürdü. Âhir ömründe hayır ve hizmete iştihası pek büyük olan bu büyük zât, vârislerinden bıraktığı servetin bir kısmıyla yine hayır yapılmasına devam edilmesini vasiyet etmişti.
Onun hayru’l-halef olan üç kızı:
“-Biz üç kardeş de zengin kimselerle evliyiz, babamızdan kalan bir şeye ihtiyacımız yok. Allah yolunda hepsini harcayalım!..” diyerek babalarının rûhunu şâd etmişlerdir. Bu işte başı çeken de Fatma Feride abla olmuştu. Zira onun da, babası gibi, hayır ve hizmete iştahı sonsuzdu.
O, sokaktaki adamın ölçüsüyle titiz, hatta “temizlik hastası” denecek şekilde bir nizam ve intizam düşkünü idi. Buna rağmen yaşadığım bir hâdise, onun bu hassasiyetini gölgede bırakacak kibarlık ve âlicenablığının da alâmeti idi. Bir Yalova gezisinde yaşlı bir eski hizmetkârı ziyarete gittiğimizde, alelâde bir tencereden elleriyle bir şeyler çıkardı. Hep beraber yedik. Belki o derece temiz ve titiz olan bir hanım için çok zor olan bu durumu, o güler yüzle, nazikçe karşıladı. Muhatabına incitmek bir tarafa, içinden geçirdiği duyguları hissettirmedi bile… Herkesten hayır duâ aldığına bizzat şâhidimdir.
Yalnız âilesindeki genç kızlarla değil, gözünün gördüğü elinin ulaştığı herkesle meşgul olur, onlara ne gerekiyorsa o hususta yardımcı olurdu. Kimine nasihat verir, kimine maddî destek olur, kimine de duâ ederdi. Hayat dolu, bakımlı, zevkli olduğu için herkese daha kolay tesir edebiliyordu. Şık, zarif, bilgili, ama takva ehli bir gönül dostuydu.
O komünistlerin taşkınlık yaptığı, köşklere musallat olduğu zamanlarda bile hiç üzülmedi.
“-Malın mülkün esas sahibi Allâh’tır; dilerse alır, dilerse bağışlar.” dedi. İtikadı hiç sarsılmadı, cesurdu.
Onu da çekemeyenler, herkese sadece hayrı dokunan bu mübarek hanıma bile zıt gitmek isteyen nâdanlar oldu. Ama o, terbiyesini ve vakarını hiç bozmadı; çirkinliği kendisine muhatap bile almadı.
Bir şeyh hanımı olmağa en fazla lâyıktı; öyle de yaşadı. O bir sultandı, asâletiyle hepimize ışık oldu. Her cihetçe güçlü bir hanımdı.
Bir gün, bir hanım kucağında küçük bir kedi yavrusu, bakacak birini arıyordu. Yavru kedi civardan gelmiş, annesini bulamamıştı. Fatma Feride Hanım:
“-Kırk kedinin içinde o da bakılır.” diyerek kediyi sahiplenmiş. Ancak bahçedeki kediler, dışarıdan gelen bu yavruyu dışlamışlar, hırpalıyorlarmış. Bundan muzdarip olmuş, bir dost sohbetinde yavru kedinin hâlini anlatmıştı. Oradaki hanımlardan birisi:
“-Beyim pek kedi sevmez, ama ben alırım.” dedi. Fatma Feride anne, buna karşı çıkarak:
“-Yoo, evinizin huzuru bozulmasına râzı olamam.” diye ona vermedi. Onun için evde huzur, her şeyden mühimdi.
Kendisini çok iyi yetiştirmiş, çok okuyan birisiydi. Sohbetlerini Hazret-i Mevlânâ’dan, Gazâlî hazretlerinden kıssalar ekleyerek zenginleştirirdi.
Tavsiyeleri her zaman çok nezâketliydi. Bu tavsiyelerden riâyet edebildiklerimden istifade ettim, saadet duydum; riâyet edemediklerimden pişmanlık duydum.
O, gerçek bir dosttu. Hâfızdı. İhtiyarlamadan “Allah, Allah…” diye Rabbine koştu.
Sahra-i Cedid’deki hâmuşhânesinde rahmet duâlarıyla ziyaret ediyoruz.
Kaynak :
http://www.sebnemdergisi.com/Dergi.php? ... d037s023m1