Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Mustafa Merter:Pseudo-spirituality "Sözde Maneviyat" tehdidi
MesajGönderilme zamanı: 13.11.11, 00:57 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 08.11.09, 20:20
Mesajlar: 57
Freud sahte bir peygamberdi

NURİYE AKMAN

01.08.2004


Mustafa Merter, dünyada "transpersonel" diye adlandırılan, Türkçeye "benötesi" ya da "maneviyatçı" diye çevrilebilecek bir psikiyatri okulunun Türkiye'deki temsilcisi. İsviçre'de okudu, uzun yıllar yurtdışında yaşadı.

Türkiye'ye döndükten sonra Bodrum'a yerleşti. Mesleğini iki yıldır İstanbul'da icra ediyor. Üsküdar'da bir merkezi var. Hastalarını kabul ederken, bir yandan da genç meslektaşlarını deneyimlerinin ışığında eğitiyor. Kendisiyle birlikte çalışmak isteyen psikolog ve psikiyatrlara ‘benötesi'nin katmanlarını aktarır, uygulama konusunda onları yüreklendirirse, toplum sağlığı için geleceğe tohum ekmiş olacağını düşünüyor. İnsanları new age grupların tuzağına düşmemeleri için uyarıyor.


Efendim, siz kimsiniz?

Ah efendim, kim olduğumu bilsem. Adamın biri tenha bir yerde avaz avaz bağırıyormuş. Ahmeet, Ahmeet! diye. Sormuşlar “Kim o Ahmet? "Benim, ben" demiş, "kendimi arıyorum". Ben de bağırıyorum bazen kendimi bulmak için. 1947 doğumluyum. Çok genç yaşta Avrupa'ya gittim. 1963'lerde İsviçre'ye paketlendim, yatılı okullarda okudum.

Sizi neden gönderdiler?

Ailede bazı problemler vardı. Geriye dönüp baktığımda, acılı dönemlerimin beni güçlendirdiğini görüyorum. Gittiğim okulda aristokrat çocuklar vardı. Onların yanında bir Türk olarak tek başına var olmak kolay değildi. Ama olumlu yanları da var o eğitimin. Hayat disiplinini öğreniyorsunuz, daha global bir bakış açınız oluşuyor.

Kim olduğunuzu hâlâ söylemiş değilsiniz.

Var oluşumun odak noktasını şimdi Mesnevi oluşturuyor. Hasbelkader, varlıklı bir insan olduğum için, ticaretle de, dünya işleriyle de uğraşma durumu hasıl oldu. Ama onu ikinci plana attım ve kendimi mesleğime verdim. Hayatta oynadığımız bir dizi rol var. Bu rollerin ortasında esas kimliğimiz var. Sabah uyandık. Gözlerimizi açtık, bir benlik duygusu vardır. Daha üstünüzde hiçbir kılıf, tanımlama yok. O insanın en çekirdekte olan kimlik duygusudur. Benim içimde de biraz muzip, haylaz bir çocuk var.

Kimliğinizi önce mesleğinizle bağdaştırdınız. Şimdi içinizdeki çocuğa atfediyorsunuz. Bütün bunlar bilmecenin birer parçası. Hiçbir zaman kim olduğunuzu söyleyemeyeceksiniz.

Tabii, tabii. Yunus’umuzun dediği gibi, bir ben vardır, benden içeri. İçimizdeki o en güzel şekilde yaratılmış kimliğimizle özdeşleşmemiz lazım. Hepimizin bir uzantısı, o kutsal yönümüze gider. İçteki bu potansiyeli yaşamak, ancak insan-ı kamile nasip olur. Bizler arada sırada ona yaklaşırız. Sonra rollerimize geri döneriz.

"Benötesi psikoloji"nin Türkiye'de ilk temsilcisisiniz. Beninizin ötesine geçebildiniz mi?

Böyle bir şey olduğu takdirde, onu bilmek mümkün değildir. Geçtim diyorsanız demek ki bir şeyler yerine oturmamıştır. Çünkü oradaki haller, bizim buradaki, cüzi aklımızla anlayabileceğimizin çok ötesindedir. Anlamak, orada yaşamakla olur. İnsan-ı kamil, kendi yaşantısıyla o makamda olduğunu bize hissettiren ve bundan söz etmeyi hiç sevmeyen kişidir. Ne mutlu o dervişe ki, kim olduğunu bilmez. O rollerden o kadar uzaklaştırılmıştır ki, artık kim olduğunu düşünmeye zaman bile bulamaz.

Benötesi psikoloji nasıl ortaya çıktı?

Bu çağın başında, ruh biliminin gelişmesi ile Freud ve ekolü, insanı o zaman ellerinde bulunan enstrümanlarla tanımladılar. İnsanlık bir başarı sarhoşluğu içindeydi. Kendisini dünyaya istediği gibi hükmetmeye muktedir bir şekilde gördü. İnsan ruhunu da mekanik bir şekilde anlayabileceklerini sandılar. İnsanın maddi dünyada "Tanrı’yı oynaması", dışarıda izlediğimiz ekolojik felaketle sonuçlandı. Sonuçta ekolojik kirlenme, insan ruhunun kirlenmesine yol açtı. Freud'un torununun 2002 Dünya Psikoterapi Kongresi’nde bir konuşması var. Konuşmanın başlığı "Sahte Peygamberler". O da mı psikiyatr?

Zannediyorum, psikolog. Çok saygıdeğer bir hanım. Bütün kongre ayakta alkışladı. O 90 yaşındaki kadın konuşmasına, "Benim dedem, sahte bir peygamberdi" diye başladı. Öyle spekülasyonlar yapılmış ki insan ruhu üzerine. Mesela Freud'un hocası Fetner diyor ki, "İnsanın aslı kaostur". Bu bir spekülasyondur. Psikanaliz teorisi oluşturulurken, bu spekülasyonlar, neredeyse vahiy alan bir peygamber edasıyla yapılmış. Torunu böyle söylüyor. Evvela Allah, sonra Freud gelir, derlermiş, o zamanki psikanalistler. Bu süreç, daha değişik bir tarzda insana bakan Jung'da da devam ediyor. Jung ölünce papaz, "Çağımızın peygamberi gitti" diye bir konuşma yapıyor.

Hıristiyanlığın temel kültüründe zaten daha doğarken insanın günahkar olduğu fikri var. Freud ve Jung bunu içselleştirmiş olamaz mı?

Eğer o kültürle sınırlı kalsaydı bu süreç, olabilirdi. Ama bu sınırlı insan telakkisinin sonuçları tüm dünyayı ilgilendiriyor. Bu çağın nöbetini tutan Batı medeniyeti, bütün dünyaya kendi görüşlerini, mutlak görüşler gibi empoze ediyor. İnsanlar tekrardan bir "sözde maneviyat" uyanması yaşamaya çalışırken, 60'lı, 70'li yıllarda bazı sorular sorulmaya başlandı. Ekolojik felaket daha meydanda yok. Aile birimi daha parçalanmamış. Ama havada bir duman var. Maddiyatın dar görüşlülüğüne sıkışmış Batı medeniyetine alternatif olarak Doğu bilgeliğini araştırıyorlar. Bir bakıyorlar ki, insan, çok daha bilinç katmanları olan bir varlık. Bu şekilde maneviyat psikolojisi yavaş yavaş yerleşmeye başlıyor. Mesela Maslow "Kendini aşmış insanlar var. Nasıl olur da bazı insanlar, böyle bir düzeye gelebilirler." diyor. Bu sefer, sağlıklı insanların psikolojisi araştırılarak, onların bazı özelliklerinin her insanda olduğu görülüyor ve bu psikolojinin temelleri atılıyor. Benim California sendromu diye tanımladığım bir hastalık var. Evvela Batı Avrupa'ya, sonra da üçüncü dünyaya yayılıyor.

Bulimia hastalığı mı yoksa?

İçinde o da var. Almanya'daki ergen kızların yüzde 30'u kusuyor. Bir hastalık bu seviyelere ulaştığı zaman dünyada alarm zilleri çalar. Modern insan, git gide kendine yaramayan şeylerin bağımlısı haline geliyor. Zayıflama, bilgisayar oyunları, tehlikeli sporlar, tüketim, başarı bağımlılığı, işkoliklik, madde bağımlılığı. Yani bedeninin ön plana çıkartılması, sergilenmesi ve bu bedenin hem rant aracı olması, hem de insanların o bedenin esiri haline gelmesi. Estetik ameliyatlardan tutun da, kusma hastalığına, kozmetik endüstrisine kadar "body orianted people" meydana çıkıyor. Buna ruhun neojenik depresyonu deniyor.

Ruh ebedi bir varlıksa, depresyona girebilmesi bana mümkün görünmüyor.

Haklısınız. İslami telakkiyeye göre, insan en güzel şekilde yaratılmış, ruh patolojinin girmediği bir yer. Benim kastettiğim, nefsin değişik katmanları. Bildiğimiz patolojiler, nefsin alt katmanlarını ilgilendirirken, nefsin üst katmanları, yani rahatsızlığı olmayan insanları da ilgilendiren bir patoloji bu. Narsist, sadece kendine odaklaşmış, diğer insanlara baktığı zaman onları göremeyen bir insan modeli ortaya çıktı. Bu insan aynı zamanda şizoid. İlişki kuruyor görünse bile, iç dünyasında olağanüstü bir yalnızlık, bir çölleşme yaşıyor.

Bu bunalımı dindar kesim nasıl yaşıyor?

İslam’ı yaşayanlarda bu yeni tür depresyona daha az rastlanıyor. Ama bu var oluş tarzı, tüketim alışkanlıkları, televizyon, moda, vs. hayata nüfuz ettikçe, korunma altında olan Müslümanlar daha fazla maruz kalıyorlar bu tehlikeye. Bir Amerikalı babanın oğlu Müslüman olmuş, California'da. Adama soruyorlar, diyorlar ki, "Oğlunuz Müslüman oldu, ne diyorsunuz?" "What is this?" diyor .

Her halde 11 Eylül'den evveldi.

Evet. İşte anlatıyorlar, yeni bir dine inanıyor diye. "Well" diyor, "Oğlum içki içerdi, bıraktı. Bütün parasını kumarda harcardı, kumarı bıraktı. Önüne gelenle düşüp kalkardı, evlendi. Artık kavga etmiyor. Panik atakları yaşardı, huzur içinde. Ne oldu oğlum demiştiniz?" "İslam." diyorlar. "The thing you call İslam must be a life insurance (İslam dediğiniz şey hayat sigortası olmalı)." diyor.

Psikiyatrın dindar olmasının bilimsel açıdan sakıncaları yok mu?

Bazı meslektaşlarımız diyorlar ki, psikiyatr seküler olmalıdır. Bana kalırsa bu bir hayal. Konuşurken, satırlar arasında ikinci bir iletişim daha var. Düşünün ki bir hasta iki yıl psikoterapiye geliyor. Ben ateistsem, hiç din mevzusu olmasa bile, satırlar arasında, ateizm propagandası yapmışımdır. Dindarsam, satırlar arasında size din konusunda bazı mesajlar vermişimdir. En dürüst yaklaşım, "Bakın ben dine karşıyım veyahut ben Müslümanlığı yaşayan bir psikiyatrım. Beraberliğimiz boyunca benden etkilenebilirsiniz. İsterseniz, daha uygun birisine gidebilirsiniz" demek gerekir.

Dünyada böyle bir uygulama var mı?

Var. İnternete girin, catholicpsychiatrist.com, jewispsychiatrist.com sitelerini görürsünüz. New York'lu bir yahudi niye bir katoliğe gitsin ki. Gitmez. Budist psychiatrist var. Psikiyatr ve psikologlarda, din eğitimi eksikliğinin tedavi açısından da mahsurlar çıkartabileceği kanıtlanmış Amerika'da. Psikiyatrların yüzde yirmisi, halkın yüzde sekseni Allah'a inanıyor. Karar almışlar, bu meslek grubuna din eğitimi veriyorlar. İnanan insanın halet-i ruhiyesini anlamak için, ruh bilimcinin böyle bir eğitimden geçmesi elzem görülmüş.

Her psikiyatrın hasta ile bir iletişim tarzı vardır. Sizinki nasıl?

Ben, daha yoğun bir ilişki halinde, duyguları beraberce yaşayarak, bir ahenkli rezonans haline geçiyorum.

İslam kültürünü almış bir insan için meditasyonun hangi tipi yararlı?

Avrupa'daki uzun hayatım boyunca, yoğun bir şekilde meditasyon uyguladım. Türkiye'ye gelip İslamla müşerref olduktan sonra, git gide meditatif aktivitelerim ikinci plana düştü. Meditasyonu ben, psikoterapide bazı yardımcı metodlara ek olarak telakki ediyorum. Meditasyonu eğer bir dinsel uygulama gibi algılarsak bir süre sonra, zehir haline dönüşebilir. Çünkü meditasyon esnasında değişik bir bilinç boyutuna giriyor ve çıkıyor insan. Bir bağımlılık oluşabiliyor. Oradan bu boyuta geldikleri zaman, bir boşluk hissediyorlar. Dünyadan zevk alan, o hazları hissedemez hale dönüşüyor. Tekrar öbür tarafa dönmek istiyor. Fakat öbür taraftaki hali bulamadığı için, iki cami arasında binamaz oluyor. Bu gidip gelmelerin sonunda insan, çok ağır depresyona girebiliyor.

Nasıl tezahür ediyor?

Senelerce beraber olduğumuz bir arkadaşım, gül gibi bir karısı, güzel çocukları var. Psikiyatristlerin tanımını koyamadıkları bir depresyon yaşıyor. 70'li yıllarda Budist mabetlerinde kalıp, uzun süre meditasyon yapan bir çocuk. Ne bu dünyadan zevk alabiliyor, ne öbür tarafa gidebilir halde. Sokaklarda ruh gibi dolaşıyor. Ve o münferit bir vaka değildir.

Geçen bir olay aktarıldı: Birisi, Azerbaycan'dan gelen bir şifacıya gidiyor. Kendinde bir rahatlama hissediyor. Ve yakınlarını da oraya gitmeleri için teşvik ediyor. Yakınlarından bir tanesi, "bana vahiy geliyor" demeye başlıyor. Eşi de, paranoid bir krize giriyor. O aile parçalanmak üzere. İnsan ruhuyla oynanmaz. Kendin pişir, kendin ye maneviyatı olmaz. İnsanın bu dünyada bir haz kredisi var. Eğer bu haz kredisi aşılırsa, artık hiç haz alamaz hale geliyoruz.

Bu enerji alıp vermelere ne diyorsunuz?

İşin içinde enaniyet var. İşin rahmani boyutu bitmiş. Büyük bir ego şişmesi oluyor. Bu insanlar yalnız şifada kalmıyorlar, ondan sonra "Ben Hz Mevlana'yım, reenkarnasyonum. Ben peygamberim, ben Allah'ım" diyenler var. New age grupların temel öğesi, insanların ben yaptım duygusunu yaşamalarıdır. Kulluk bilinci yoktur. Dünyanın her tarafından insanlar geliyor, değişik uygulamalar yaptırılıyor. Ve bunlar öyle yaldızlı paketlerde sunuluyor ki, insanlar bunu bir kurtuluş olarak görüyorlar. Halbuki uzun vadede bunun zararı gelecek.

http://www.zaman.com.tr/haber.do?habern ... berSayfa=0


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Pseudo-spirituality "Sözde Maneviyat" tehdidi
MesajGönderilme zamanı: 13.11.11, 23:17 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 20.01.09, 10:20
Mesajlar: 238
"Allah'ın sâdık kulu"

Ali Ünal
ali.unal@zaman.com.tr

1907'de İstanbul'a gelişini gazeteler, "Şark'ın yalçın dağlarından bir ateşpare-i zekâ İstanbul ufkunda tulû etti." diye haberleştirmişlerdi.

İngiltere'de başbakan Gladstone'nun 1883'te İngiliz Avam Kamarası'nda "Kur'ân Müslümanların elinde oldukça onlara hakim olamayız. Ya bu kitabı onların elinden alacağız, ya da Müslümanları ondan soğutacağız!" sözünü 1899 yılında Van Valisi Tahir Paşa'dan işitince şöyle ahdetmişti: "Kur'ân'ın söndürülemez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ispat edeceğim."

Bütün hayatı, bu gayeyi gerçekleştirmek için geçecekti. İslâm âleminin ve İslâm'ın maruz kaldığı hücumlar varlığını o derece derinden sarsıyordu ki, "Bana ızdırap veren, yalnız İslâm'ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Âlem-i İslâm'a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum." diyecekti. Meşrutiyet yıllarının Osmanlı Devleti sınırları içinde en hareketli kişisiydi. Kâh Rumeli'de konferanslarda, kâh Sirkeci'de hamallar arasında, kâh İttihad-Terakkî'nin ileri gelenleriyle, kâh Saray'la, kâh ulema ve meşayihle bir arada, bir gün Tiflis'te Şeyh San'an tepesinde, bazen Güneydoğu'da aşiretler arasında, Şam'da Emeviye Camii'nde hutbede, Sultan Reşat'la Rumeli gezisinde, bazen de cephedeydi. 5-6 gazetede birden yazıyordu. 31 Mart hadisesinde Sirkeci'den Yeşilköy'e kadar yaya gidip, önüne gelen herkesi isyana katılmaktan alıkoymuştu. Birinci Dünya Savaşı'nda Doğu Anadolu'da milis kumandanı olarak savaştı ve esir düştü. Bir gün geldi ve "Artık siyaset âleminde kayda değer yapacak bir şey yoktur." diyerek, bütün himmetini iman ve Kur'ân hizmetine hasretti. Bundan sonra ömrü sürgünlerde, memleket mahkemelerinde ve hapishanelerinde geçecek, bir cani gibi takip edilecek, defalarca zehirlenecek, türlü türlü hakaretlere maruz kalacak, fakat o, bunların hepsine "Elimde iki can taşıyorum. Tek can taşıyan karşıma çıkmasın!" diyerek tahammül edecekti. Çünkü, "Karşımda müthiş bir yangın var. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cennet'i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennem'in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur." diyordu.

Yolu, bütün insanî lâtifeleri içine alan Sahabe yoluydu; ilim, iman, teslimiyet ve aksiyon yoluydu. Bir yandan yazdırıyor, diğer yandan sabahlara kadar 3 Kur'ân büyüklüğündeki Mecmuatü'l-Ahzab'ı 15 günde bir okuyordu. Allah'ın İrade ve Kudret Sıfatları'ndan gelen ve bizzat Kur'ân'ın baştan sona İlâhî âyetler meşheri olarak takdim buyurduğu yaratılmış Kur'ân kâinatı inceleyen ilimleri aklın nuru, dinî ilimleri kalbin ışığı olarak görüyor; Kur'ân, kâinat ve Peygamber Efendimiz'i (insan-ı kâmil) Allah'ı tanıtan üç küllî muarrif olarak anlatıyordu. "Sus! Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor!" diyor, Kur'ân'la kâinatı, kâinatla Kur'ân'ı tefsir ediyordu. Kıyamet'e kadar her seviyede insanın İslâm iman ve düşüncesi adına aklına gelebilecek bütün şüpheleri cevaplandıran, Tefsir, Hadis, Fıkıh gibi İslâmî ilimlere yeni bir temel kazandıran, İslâm adına aksiyonun Sünnet kaynaklı yolunu çizen, kâmil bir zihin ve kalb inşa eden eseri Risale-i Nur, İngiltere'nin Durham Üniversitesi'nden Collin Turner'ın da itirafıyla, Lâ ilâhe illa'llah'ın manâsını bütün boyutlarıyla en iyi ve gerçekten anlatan eser oldu.

Açtığı yolda, yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada milyonlarca insan, Allah'ın izniyle imanını kurtardı ve kurtarıyor; açtığı cereyan, geleceğin dünyasının temellerini inşa ediyor.

Vefatından önce veda ziyaretlerinde İnönü'nün dehşetli muhalefeti karşısında Ankara'ya alınmadı. Buna biraz içerledi. 1909'da Divan-ı Harp'te idamla yargılanırken, "Ölümüm Nevruzumdur!" demişti. 1960 Nevruzu'nda Kadir Gecesi Hakk'a yürüdü. 2 ay 3 gün 27 gün sonra ise 27 Mayıs "bomba"sı patladı.

Bütün Müslümanların mübarek bayramlarını tebrik ederim.



07 Kasım 2011, Pazartesi


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Mustafa Merter:Pseudo-spirituality "Sözde Maneviyat" tehdidi
MesajGönderilme zamanı: 28.11.11, 09:30 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.04.09, 13:19
Mesajlar: 55
“Avatar” muradına erdi mi?

Yavuz Gencer


Avatar, tutarlı söz dokusu ve görsel ihtişamıyla maneviyat altı sahte teselli vasıtalarını meşrulaştırmakta...

En iyi film Avatar, en iyi yönetmen Cameron

Altın Küre “en iyi film” ödülünü, son zamanların en çok kazanan ikinci filmi haline gelen "Avatar" alırken film, yönetmeni James Cameron’a da “en iyi yönetmen” ödülünü getirdi.

"Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü"nün de hasılatını geçerek, dünya genelinde tüm zamanların en çok kazanan ikinci filmi olan “Avatar” hakkında neler söylenmedi ki…

Yüksek bütçesi, konusu, sahneleri ve kullandığı teknikle sürekli gündemde kaldı.

Filmin kahramanının Na'vi halkını kurtarması ve liderleri olması, ırkçılık tartışmalarına yol açtı.

Genetik mühendislik sonucu oluşturulan "yerli bedeni"yle Na'vi kabilesinin içine misyoner olarak giren, Sam Worthington'un oynadığı Jake Sully adlı karakterin, gezegeni ve yerli halkı insan ırkına karşı koruması ve "kurtarıcı-lider" olması akıllara, Hollywood'un kalıp "kahraman beyaz adam" figürünü getirdiği söylendi.

Kullandığı sinematografik metaforları uzun uzun konuşuldu. Bazı film yorumcuları, "Avatar"ın eski Hollywood kalıplarını kullandığını ve "beyaz mesih masalı"nı sürdürdüğü görüşünü ifade ederken, bazı eleştirmenler, filmin, Avrupalı göçmenlerin Amerika Kızılderililerini yerinden etmesi metaforunu kullandığını öne sürdü.

Hayır, dedi yönetmeni; Hayır! Filmin gerçek teması diğerlerinin farklılıklarına saygı duymaktır!...

Bizde ise, Ahmet Taşgetiren, Avatar filmindeki bazı sahnelerde Kur'an'daki Fil Sûresi'nden etkilenmiş olunabileceğini yazdı. Konu hakkında önemli vurgularda bulunan Ali Ünal ise, “Herhalde, vahşî dünyalıların Pandora gezegenindeki "ilkel" silahlar kullanan insanımsı varlıklar, yani, modern insanî vahşet ve zulmün "tabiî" basitlik karşısındaki mağlûbiyetine duyduğu sevinç, onu böyle bir "yanılsama"ya götürmüş olmalı. Çünkü filmde ne ebabil kuşları var, ne de attıkları taşlar.” diyerek bu görüşe tekzipte bulundu.

Bütün bunlar olup biterken filmde canlandırdığı Jake Sully rolüyle beğeni toplayan 33 yaşındaki aktör Sam Worthington, ikinci film için yapımcılarla anlaşma imzalamış ve 'Avatar 2' için yeniden masmavi olmaya hazırlanmıştı bile…

İyi de ne diyor bu Avatar diye soracak olursak,

Hakiki manevi âlemin temel unsurlarıyla gönül bağı kuramayan insanın, "sahte maneviyat" öğeleriyle teselli bulması, dahası bu sahte ritüellerin kendisine kalıcı bir gelecek getireceğine inanması, manayla irtibatı kopmuş çağ insanın en büyük yangını.

Avatar, görsel ihtişamıyla bu sahte teselli vasıtalarını meşrulaştırmakta ve ipi kopmuş uçurtmalar gibi sallanan insanı “hakikat”ten uzaklaştırmakta önemli bir rol üstlenmiş vaziyette.

Evet, dünyayı irfan ile birleşmiş ilim kurtaracak. Fakat insan, ilmini kendininden bilerek mağrurlaştığı müddetçe Pandora’nın kutusundan kalbî hastalık haşereleri fışkırmaya ve dünyayı helâke sürüklemeye devam edecek.

İlminin “El-Alîm esmasının yansıması olduğunun şuurunda ârif-i billah âlimler yetişinceye kadar insanlık, "sahte maneviyat" okyanusunda çırpınmaya ve binlerce insanı da bu anafora doğru çekmeye devam edecek gibi görünüyor.

YAVUZ GENCER / WWW.HABERKULTUR.NET


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye