Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 8 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Abdullah Dehlevî'den Birkaç Mektub
MesajGönderilme zamanı: 01.12.09, 10:24 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
Abdullah Dehlevî'den Birkaç Mektub


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Abdullah Dehlevî'den Birkaç Mektub
MesajGönderilme zamanı: 01.12.09, 10:28 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
Abdullah Dehlevî; "Mekâtib-i Şerife" kitabından Mektublar

85. ci MEKTÛB

Konusu: Biat, İcâzet, Hilâfet, Mürşid, Talib, Mürid, Derviş, Tevhid hakkındadır.



Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm olsun! Gulâm-ı Alî ismi ile meşhûr olan fakîr Abdüllah-i Kâdirî müceddidînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektûbudur. Hindistânda müslimânlar için yazmışdır. Allahü teâlâ, onun günâhlarını afv eylesin!

BÎ’AT, söz vermek ve bu sözünde durmak demekdir. Tesavvuf yolunda çok kullanılan bir kelimedir. Bunu kullanmak, Eshâb-ı kirâmın sünnetidir “radıyallahü teâlâ anhüm”. Bî’at, üç kısmdır: Birincisi, bir büyüğün önünde, günâh işlememek için söz vermekdir. Buna, (tevbe bî’ati) denir. Büyük günâhlardan biri işlenince, bu bî’at bozulur. Yeniden bî’at etmek lâzım olur. Gıybet edince bozulup, bozulmamasında şübhe edildi. Bir müslimânı tahkîr ederek, onu kötüleyerek gıybet yapmak, elbet büyük günâhdır. Yanlış söyliyen ve yazan din adamlarını ve bid’at i’tikâdında olan tarîkatcıları müslimânlara haber vermek, duyurmak gıybet olmaz. Müslimânların bunlara aldanmaması için bunları söylemek lâzımdır.

Bî’atin ikincisi, intisâb etmek, bereketlenmek için bir Velîye “rahmetullahi teâlâ aleyh” veyâ onun hakîkî mensûblarına bî’at etmekdir. Böylece, onlar için bildirilmiş olan müjdelere ve şefâ’atlarına kavuşulur. Meselâ, gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, (Benim talebelerim tevbe etmeden ölmezler) buyurmuşdur. Bu müjdeye kavuşmak için, bu yolun büyüklerinden birine bî’at olunur. Bu bî’ati tekrâr etmek lâzım değildir.

Bî’atin üçüncüsü, Evliyânın feyzlerine kavuşmak, fâidelenmek için yapılır. Tesavvuf büyüklerinden birine bî’at edip, Onun gösterdiği vazîfeleri ve ihlâs derecelerini yapıp fâide elde edemezse, Üstâdı râzı olsa da ve olmasa da, başka birine intisâb etmesi, başka bir âlime bî’at etmesi câizdir. Fekat, birinci âlimi inkâr etmemesi lâzımdır. Ondan nasîbi, kısmeti yok demekdir. Üstâdının islâmiyyete uymakda gevşekliğini görürse ve zenginlere yanaşdığını, dünyâya düşkün olduğunu anlarsa, Allahü teâlânın feyzlerini, sevgisini ve ma’rifetini başka birinde aramalıdır. Çocuk iken bî’at etmiş olan, akl ve şü’ûr sâhibi olunca, onun hakîkî âlim olduğunu anlarsa, bî’atine ve vazîfelerine devâm eder. Yâhud beğendiği başka birine bî’at eder.

Mürşid, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine [ya’nî islâmiyyete] tâbi’ olan, sımsıkı sarılan ve zâhir ve bâtın bid’atlerden kaçınan ve selef-i sâlihînin i’tikâdında olan kimsedir. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ve Şeyh-ül-islâm Ferîdeddîn-i Genc-i Şeker hazretlerinin doğru olan i’tikâdında olur. Fıkh bilgilerinden zarûrî lâzım olanları bilir. (Mişkât-i şerîf) hadîs kitâbını ve Kur’ân-ı kerîm tefsîrlerini çok okur. İmâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin, (Minhâc-ül-Âbidîn) ve (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbları gibi tesavvuf yolundakilerin yazdığı ahlâk kitâblarını ve tesavvuf büyüklerinin hâllerini ve sözlerini bildiren kitâbları okur. Bu kitâbları okumak, kalbin tasfiyesi ve tezkiyesi için çok fâidelidir. İslâm âlimi, dünyâya düşkün olmaz ve dünyâya düşkün olanlarla birlikde bulunmaz. İslâmiyyetin bildirdiği iyi işleri yapar. Çalışdıklarının dünyâdaki ve âhıretdeki karşılığını yalnız Allahdan bekler. Ondan başka kimseden birşey beklemez. Kur’ân-ı kerîmi çok okur. Evliyânın kalblerine gelen feyzlerden, ma’rifetlerden nasîb almışdır. Her işinde tevbe, inâbet, zühd, vera’, takvâ, sabr, kanâ’at, tevekkül ve rızâ yolunu tutar. Onu görenler Allahü teâlâyı hâtırlar. Dünyâ düşünceleri kalbinden kaçar. (Çeştiyye) yolunun büyükleri ile birlikde bulunan sâdık bir kimsede zevk, şevk, harâret, râhatlık, yalnızlık, ya’nî dünyâya düşkün olanlardan uzaklaşmak hâsıl olur. (Kâdirî) yolunun büyükleriyle berâber bulunmak, kalbde safâ hâsıl eder. Rûhlar ve melekler âlemi ile bağlılık hâsıl olur. Geçmiş ve gelecek şeylerden çoğu kendisine bildirilir. (Müceddidî) yolunun büyükleri ile berâber olanda huzûr ve cem’ıyyet ve yâd-i dâşt ve dünyâya şü’ûrsuzluk ve Allahü teâlânın cezbeleri hâsıl olur. Kalbine, rûhuna birçok şeyler ihsân edilir. İslâm âlimi müceddidî ise, bütün latîfelerinde keyfiyyetler, hâller, safâ ve letâfet ve nûrlar, sırlar hâsıl olur. Bu söylediklerimiz hâsıl olmazsa, sâdık olan tâlib, hakîkî âlime kavuşamadığı için ne kadar âh etse yeridir.

Mürîd (Tâlib): Sâdık olan insan demekdir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine kavuşmak arzûsu ile yanmakdadır. Bilmediği, anlıyamadığı bir aşk ile şaşkın hâldedir. Uykusu kaçar, gözyaşları dinmez. Geçmişdeki günâhlarından utanarak başını kaldıramaz. Her işinde Allahdan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavuşduracak işleri yapmak için çırpınır. Her işinde sabr ve afv eder. Her geçimsizlikde, sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefesde Allahını düşünür. Gaflet ile yaşamaz. Kimseyle münâkaşa etmez. Bir kalbi incitmekden korkar. Kalbleri Allahü teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini, “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” diyerek iyi bilir. Hepsinin iyi olduğunu söyler. [Şimdi, böyle hakîkî tâlib kalmadı.] Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâm arasında olan şeyleri konuşmamağı emr buyurdu. Sâlih müslimân, bunları konuşmaz, yazmaz ve okumaz. Böylece, o büyüklere karşı bir edebsizlikde bulunmakdan kendini korur. O büyükleri sevmek, Allahın Resûlünü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sevmenin nişânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi ile, kendi görüşü ile Evliyâ-yı kirâmı birbirinden aşağı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin dahâ yüksek, dahâ üstün olduğu ancak âyet-i kerîme ile ve hadîs-i şerîf ile ve Sahâbe-i kirâmın sözbirliği ile bildirmeleri ile anlaşılır. Muhabbet serhoşluğu elbet başkadır. Aşk sâhibi ma’zûrdur.

Simâ’, bir kişinin veyâ birkaç kişinin okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve ahlâkı güzelleşdiren, şi’rleri, kasîdeleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek demekdir. Tesavvuf büyükleri, çalgısız olan ve kadın erkek karışık olmıyarak okunanları Simâ’ etmişler, dinlemişlerdir. Sultân-ı meşâyıh [Nizâmüddîn-i Dehlevî]nin sohbetinde, meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zemân görülmedi. O sohbetde bulunanlar, gizlice ağlar, ciğerleri yanardı. (Fevâid-ül-füâd) ve (Siyer-ül-Evliyâ) kitâbları bunu uzun anlatmakdadır. Tesavvuf büyüklerinin yolundan ayrılmak kalbi karartır. O büyükler, kalbde hâsıl olan kabzı, bast hâline çevirmek için veyâ inbisâtı ya’nî bast, râhatlık, ferahlık hâlini artdırmak için simâ’a izn vermişlerdir. Simâ’ kalbdeki Allah sevgisini ve rikkati artdırır buyurmuşlardır. Gâfillerin ya’nî kalblerinde Allah sevgisi bulunmıyanların simâ’ları câiz değildir. Böyle simâ’ meclisleri, toplantıları, fısk [günâh] meclisi olur. Her müslimân böyle simâ’lardan sakınmalıdır. Tesavvufculardan, ney gibi çalgılara câiz diyenler oldu ise de, bunu aşk ve muhabbet serhoşluğu hâlinde söylemişlerdir. İslâmiyyetin yasak etdiği böyle sözlere uyulmaz.
Allah ismini yüksek sesle söylemek, kalb hastalığının ilâcıdır dediler. Fekat sessiz söylemek, dahâ fâidelidir. Sessiz yapılan zikrin dahâ efdal olduğu hadîs-i şerîfde bildirildi. Kalbdeki ateşi artdırmak ve gevşekliği gidermek için sesle söylemek câiz olabilir. Çok söyleyince ve riyâzetler çekilince, kalbde Allah sevgisi çoğalır, (Vahdet-i vücûd) sırları hâsıl olur. (Vahdet-i vücûd), mümkinâtı ya’nî mahlûkâtı tek bir varlık görmekdir. Yoksa, mahlûkları Allahü teâlâ bilmek değildir. Aşk-ı ilâhînin kalbde hâsıl etdiği hâl sâhiblerinin vahdet-i vücûd sözlerini işiterek, kendi görüşleri ile ve hayâlleri ile böyle konuşup kendini vahdet-i vücûd sâhibi göstermek akla da, islâmiyyete de uygun değildir. Rüknüd-dîn Alâüddevle-i Semnânî ve müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî “rahmetullahi aleyhimâ” ve bunların izinde giden büyükler, vahdet-i vücûd ma’rifetinden başka ve Peygamberlerin hepsinde hâsıl olan “aleyhimüssalevâtü vesselâm” me’ârif de bulunduğunu görmüşler ve anlamışlardır.

Dervişlik (yani tasavvuf), Allahü teâlâ ile olmak ve iyi ahlâk edinmek ve şeriata uymakdır. Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbden çıkarıp bütün a’zânın Muhammed Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine uymasıdır. Allahü teâlâ ile olmağa, (Hudûr) denir ki, hadîs-i şerîfde bildirilen (İhsân) mertebesidir. İnsanın kalbi bu mertebede olmalıdır. Bu ni’meti kime ihsân ederlerse, büyük se’âdet bilsin!

Tevhid :
Tevhîd-i ef’âlî, mahlûkların bütün işlerini, bütün hareketlerini, tek bir yapıcının işlerinden olarak görmekdir.
Tevhîd-i sıfâtî, mahlûkların sıfatlarını, özelliklerini, Hak teâlânın sıfatlarının görüntüleri bilmek ve her varlığı Allahü teâlânın varlığında yok görmekdir. Evliyâyı kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hep böyle idiler.

İcâzet ve Hilâfet, tâliblerin kalblerine ihlâs yerleşdirmesi için, olgun birisine izn vermek demekdir. Kendisine izn verilen zâta "Halîfe" veyâ "Vesîle" denir. Kendisine izn verilecek zâtın bâtınının [ya’nî kalbi ve diğer dört latîfesinin] nisbete ve hâllere kavuşmuş olması, kötü huylardan temizlenmiş, iyi huylarla süslenmiş olması ve sabr, tevekkül, kanâ’at, rızâ, teslîm sâhibi olması, dünyâya düşkün olmaması lâzımdır. Bu yüksek mertebe, ancak (Selef-i sâlihîn)e uymakla ele geçebilir. Bu hâller ve keyfiyyetler kalbde hâsıl olmadan, va’z etmesi için izn vermek harâmdır. Tesavvuf büyüklerinin yolunu bozmak olur. Birisini mağrûr yapmak [kendini beğenmesine sebeb olmak], bir tâlibi, bir âşıkı da acemi ellere düşürerek mahrûm etmek, akla da, islâmiyyete de uygun değildir.

Namâzı cemâ’at ile kılmak ve (Tümânînet) ile kılmak, rükü’dan sonra (Kavme) yapmak ve iki secde arasında (Celse) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden (Kâdîhân), bu ikisinin vâcib olduğunu, ikisinden birisini unutunca (Secde-i sehv) yapmak vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın nemâzı tekrâr kılmasını bildirmişdir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafîf görerek, ehemmiyyet vermiyerek terk etmek küfrdür. Nemâzın kıyâmında, rükü’unda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zemânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyyetler, hâller hâsıl olur. Bütün ibâdetler nemâz içinde toplanmışdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek [ya’nî sübhânallah demek], Resûlullaha salevât söylemek ve günâhlara istiğfâr etmek ve ihtiyâcları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek Ona düâ etmek nemâz içinde toplanmışdır. Ağaçlar, otlar, nemâzda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükü’ hâlinde, cansızlar da nemâzda (Ka’de)de oturur gibi yere serilmişlerdir. Nemâz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmakdadır. Nemâz kılmak, mi’râc gecesi farz oldu. O gece, mi’râc yapmakla şereflenen, Allahın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek nemâz kılan bir müslimân, O yüce Peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaşdıran makâmlarda yükselir. Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne karşı edebi takınarak huzûr ile nemâz kılanlar, bu mertebelere yükseldiklerini anlarlar. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük ihsânda bulunmuşlar, nemâz kılmağı farz etmişlerdir. Bunun için Rabbimize hamd ve şükr olsun! Onun sevgili Peygamberine salevât ve tehıyyât ve düâlar ederiz! Nemâz kılarken hâsıl olan safâ ve huzûr şaşılacak şeydir. Üstâdım [Mazher-i Cân-ı Cânân] buyurdu ki, (Nemâz kılarken, Allahü teâlâyı görmek mümkin değil ise de, görür gibi bir hâl hâsıl olmakdadır). Bu hâlin hâsıl olduğunu tesavvuf büyükleri sözbirliği ile bildirmişlerdir. İslâmiyyetin başlangıcında nemâz Kudüse karşı kılınırdı. Beyt-ül-mukaddese karşı kılmağı bırakıp, İbrâhîm aleyhisselâmın kıblesine dönmek emr olunduğu zemân, Medînedeki yehûdîler kızdılar. (Beyt-ül-mukaddese karşı kılmış olduğunuz nemâzlar ne olacak?) dediler. Bekara sûresinin 143. cü âyet-i kerîmesi gelerek, (Allahü teâlâ îmânlarınızı zâyı’ eylemez!) meâlinde buyuruldu. Nemâzların karşılıksız kalmıyacakları bildirildi. Nemâz, îmân kelimesi ile bildirildi. Bundan anlaşılıyor ki, nemâzı sünnete uygun olarak kılmamak, îmânı zâyı’ etmek olur. Resûlullah efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Gözümün nûru ve lezzeti nemâzdadır) buyurdu. Bu hadîs-i şerîf, (Allahü teâlâ nemâzda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme râhatlık geliyor) demekdir. Bir hadîs-i şerîfde, (Yâ Bilâl “radıyallahü teâlâ anh”! Beni râhatlandır!) buyuruldu ki, (Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve nemâzın ikâmetini söyliyerek, beni râhata kavuşdur) demekdir. Nemâzdan başka bir şeyde râhatlık arıyan bir kimse, makbûl değildir. Nemâzı zâyı’ eden, elden kaçıran, başka din işlerini dahâ çok kaçırır.

Fâidesiz şeyler söylemek, müslimânları gıybet etmek, orucun sevâbını giderir. Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâblarını yok eder. Gıybetden sakınmak vâcibdir. Zahmet çekerek, sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevâbını yok etmek ne kadar aklsızlıkdır. İbâdetler Allahü teâlâya arz olunur. Gıybeti ve fâidesiz sözleri sâhibinin huzûruna çıkarmak, Ona karşı edebsizlikdir.

Şarkı, çalgı ve tanbur dinlemek ve raks [dans] seyr etmek ve hazret-i Hasen ile Hüseynin “radıyallahü anhümâ” şehîd edilmelerini [Kerbelâ vak’asını] anlatmak, yazmak müslimânlığa yakışmaz. Zemânımız şeyhleri, tarîkatcılığı bunları yapmak şekline sokdular. Din büyüklerinin resmlerini yaparak ziyâret ediyorlar. Bunları ziyâret, Allahü teâlânın rızâsına kavuşdurur diyorlar. İslâmiyyetde böyle şeyler yokdur. Görmeden uydurma yapılan resmlere büyüklerin ismini koymak iftirâ olur. Allahü teâlâ bunlara tevbe etmek nasîb eylesin! Medîne-i münevverenin büyük âlimlerinden, hadîs ilmi mütehassısı seyyid İsmâ’îl efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ulûm-i müceddidîye kavuşmak için Medîne-i münevvereden Hindistâna kadar bu fakîri görmeğe geldi. Bu zâtı (Âsâr-ı şerîf)i [ya’nî mukaddes emânetleri] ziyâret etmesi için büyük mescide [ya’nî Asyânın en büyük câmi’i olan Delhîdeki Şâh Cihân Câmi’ine] gönderdim. Hemen geri gelip, orada Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” nûrları bulunmakla berâber, putların zulmeti de duyuluyor dedi. Câmi’deki vazîfelilerden araşdırdım. Odadaki bir sandıkda büyüklerin ismini taşıyan resmlerin bulunduğunu öğrendim. Seyyid İsmâ’îl efendinin, bu zulmetlerin te’sîri altında kaldığını anlamış oldum. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem”, hazret-i İbrâhîm aleyhisselâmın resmini gösterdiklerinde, mübârek eli ile bu resmi yırtdı. Yûsüf sûresinin 106. cı âyetinin, (Onların çoğu Allahü teâlâya îmân ediyoruz derler. Fekat îmânsızdırlar. Başka şeylere ibâdet ederek müşrik olmuşlardır) meâl-i şerîfi, bu hâli haber vermekdedir. Horoz döğüşdürmek, güvercinle oynamak gibi her oyun harâmdır. Bir taşı yontarak, (Kadem-i şerîf) adını takıp, Peygamberin ayağının izidir demek de resmlere, putlara tapınmak gibidir.

Nevruz günü [ve Noel gecesi] mecûsîler gibi bayram yapmak, kâfirlere teşebbüh olur. Tarîkatcılar, şeyhler bu çirkin işleri yapınca mürîdlerine nümûne olur. Sened olur. Onlar da bu felâkete, bu akıntıya kapılırlar. Hakîkî müslimânlık, takvâ ile olur. Şirkden ve harâmlardan sakınmakla olur. Kalbde hâllerin hâsıl olması ve ba’zı şeylerin keşf olunması, görülmesi ve fen bilgilerinin dışında aklları şaşırtacak işlerin yapılması, kâfirlerde de hâsıl olur. Riyâzetler çekmek, belli şeyleri ibâdet olarak yapmak, muska yazmağı, hastaları, büyülenmiş olanları okumağı, üflemeyi, san’at hâline getirmek, din işleri değildir. Câhilleri, ahmakları toplamak ve dünyâlık ele geçirmek için yapılmakdadır. İslâmiyyetde bunların kıymeti ve ehemmiyyeti yokdur. İslâmiyyetde kıymeti olan ve ehemmiyyeti olan ve insanı Allahü teâlâya yaklaşdıran şey, ancak, Onun Resûlüne, Peygamberine “sallallahü aleyhi ve âlihi ve sellem” uymak, O yüce Peygamberin izinde bulunmakdır. Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızâmın “radıyallahü anhüm” yolu budur. Kur’ân-ı kerîm bu yolu göstermek için gönderilmişdir.

Allahü teâlâ, hepimizi sevgili Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızâmın yolunda bulundursun!

Âmîn.

KAYNAK: Abdullah Dehlevî; Mekâtib-i Şerife, s.141-148, (Farscadan Tercume Eden: Süleyman Kuku) DAMRA Yayınları...


En son rabbani tarafından 01.12.09, 10:50 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Abdullah Dehlevî'den Birkaç Mektub
MesajGönderilme zamanı: 01.12.09, 10:48 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
Abdullah Dehlevî; "Mekâtib-i Şerife" kitabından Mektublar


61. MEKTÛB

Hâce Hasen Mevdûd'a yazılmış olup, ilmu'l-yakîn, aynu'l-yakîn ve hakku'l-yakîn hakkındadır.

Üstünlüğünü gösteren kelimeleri yazmağa lüzûm olmıyan kıymetli hâce Hasen Sâhibin [Vahdet-i vücûdü bildiren] yazılarının hepsi doğru, akla uygun, lüzûmlu ve büyüklerin kabûl edeceği, kıymetli bilgilerdir. Evliyâ-yı kirâmın “rahmetullahi aleyhim” beğendikleri şeylerdir. O büyükler şiddetli sıkıntılar çekerek, canlarını tehlükelere atarak bu hâllere kavuşdular. Tevhîdin sırları, çok zikr ve murâkabe yaparak ve aşırı muhabbetden ortaya çıkmakdadırlar. Tevhîd hâllerini böyle açık yazmanız, bu fakîri çok sevindirdi. Allahü teâlâ sizi mubârek eylesin! Bu hizmetinize, iyi karşılıklar ihsân eylesin!

Bu konuda bildiğimi yazmazsam, hakkınızı ödememiş olurum. Eğer yazarsam, büyük bir zâta karşı saygısızlık yapmış olurum. Büyüklerimiz, ihlâs ile olan süâllere cevâb vermeği emr buyurmuşlardır. Emre uymak, edebi gözetmekden önce gelir. Onun için yazıyorum.

Müceddidiyye büyükleri, [ya’nî, imâm-ı Rabbânî talebelerinden tâ bu zamâna kadar gelenler] buyurdular ki, murâkabe ve zikr ederken, keyfiyyetlerin, hâllerin ve nûrların hâsıl olmasına "İlm-ül-yakîn" denir. Hadîs-i şerîfde bildirilen (İhsân) mertebesinden bir ışık’ın kalbde parlamasına, "Ayn-ül-yakîn" denir. Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmağa da "Hakk-ul-yakîn" dediler.

Zikr ederken, bunun ma’nâsını düşünmek lâzımdır. Bu ma’nâ insanın şu’ûrunu kaplayınca, kalb nûrlanır. Bu ma’nâ hâsıl oldu sanılır. Hak teâlâ ile ittihâd, birlik varmış görülür. Kıymetli efendim! Büyüklerin bu sözlerine kim karşı gelebilir? Ruzbehân-ı Baklî ve molla Aliyy-ül-kârî, bu ma’rifeti red etmekde inâd etdiler. Bu fakîr, onlara cevâb olarak yazdım ki, Mecnûn-i Âmirî, Leylâya olan aşırı aşkından dolayı, yimez içmez oldu. Herşeyden yüzçevirdi. Leylâ adını dilinden düşürmedi. Sonra da Leylâyım demeğe başladı. Herşeyi Leylâ gördü. Çok riyâzetler [sıkıntılar] çekerek, nefs tasfiye bulunca, bedenin maddî özellikleri, te’sîrleri kalmaz, rûh hâline girer. Çok zikr edince, bunun ma’nâsı kendini kaplarsa, kendisini tenzîh mertebesi ile de birleşmiş görür. Hüseyn bin Mensûr “rahimehullah”, [böyle görünce], (enel-Hak) [ben Hakkım] dedi. Biz zevallılar, bu ince ma’rifet üzerinde duramayız. (Ben, mimsiz Ahmedim) [ya’nî Ehadim] ve (Ben, aynsız arabım) [ya’nî, ben Rabbim] gibi sözler, hadîs değildir. Tevhîd mertebesinde olanlara uyanların uydurdukları sözlerdir “Allahü teâlâ hepsini afv eylesin!”. (Nehc-ül-belâga) kitâbındaki, hazret-i Alînin hutbeleri denilerek yazılmış olanlar da doğru değildir.

[(Nehc-ül-belâga) kitâbını Radî isminde bir şî’î yazmış olduğunu islâm âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Hindistân âlimlerinden Abdül’Azîz-i Dehlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) adındaki büyük kitâbında, bu kitâbı yazan Radînin yehûdî olduğunu uzun yazmakdadır. Hindistânda Rampur şehrinde, İmtiyâz Alî Arşî isminde bir şî’î 1389 [m. 1969] senesinde, (İstinâd) isminde kitâb yazarak, Nehc-ül-belâganın doğru olduğunu isbâta kalkışmış ise de, vesîka olarak ileri sürdükleri, Abduh gibi masonlar ve belli şî’îlerdir. İstinâdın, 1393 [m. 1973] de Tahranda ikinci baskısı yapılarak islâm memleketlerine dağıtılmakda, (Sünnî) olan gençler aldatılmağa çalışılmakdadır. İmâm-ı Zehebî ve İbni Hacer-i Askalânî gibi derin islâm âlimlerinin, (Bu kitâbı, şerîf Radî yazmışdır) dediklerini, İstinâd kitâbı da önsözünde yazıyor. Bu üç büyük âlimin her sözü huccetdir, sağlam vesîkadır. (Nehc-ül-belâga)nın bozuk olduğunu göstermek için, başka şâhid aramağa lüzûm yokdur. Müslimânlar böyle bozuk, şübheli kitâbları okumamalıdır. (Buhârî) ve (Müslim) ve benzerleri sağlam hadîs kitâblarını ve bunların şerhlerini [açıklamalarını] okumalıdır].

(Tevhîd-i vücûdî)nin sırları, riyâzet çekenlerin ve muhabbet deryâsına dalmış olanların kalblerine doğmuşdur. Bu yüksek insanların sayısı o kadar çokdur ki, inanmamak imkânsızdır. O büyüklerin yolunda olanların, Onların sözlerini isbât etmek için, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerine ve hadîs-i şerîflere, değişik ma’nâlar vermeğe kalkışmalarına lüzûm yokdur. Bu ma’rifetin varlığında kimsenin şübhesi yokdur. Fakat, bu ma’rifeti tesavvufun gâyesi ve seyr ve sülûkün nihâyeti sanmak, (İlmleri Ona varamaz!) meâlindeki Tâhâ sûresinin 110. cu âyet-i kerîmesi ile men’ olunmuşdur. Âlimler de bu ma’rifet üzerinde durmamışlardır. (Bu ma’rifete inanmıyan vâsıl olamaz!) sözünüzü açıklıyarak irşâd buyurmamışsınız. Bunun için, önce, vâsıl olmak ne demek olduğunu açıklamak da îcâb eder.

KAYNAK: Abdullah Dehlevî; Mekâtib-i Şerife, s.91-93, (Farscadan Tercume Eden: Süleyman Kuku) DAMRA Yayınları...


En son rabbani tarafından 01.12.09, 10:57 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Abdullah Dehlevî'den Birkaç Mektub
MesajGönderilme zamanı: 01.12.09, 10:53 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
88. ci MEKTÛB

(...)

Abdullah Dehlevî'nin “rahmetullahi aleyh” (Mekâtib-i şerîfe) kitâbındaki seksensekizinci mektûbu onbir sahîfedir. Bu uzun mektûbun son kısmının fârisîden tercemesi:

Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde öyle bilgiler vardır ki, bunlar te’vîl edilmeden anlaşılamaz. [Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve Resûlullah tarafından, açık bildirilmemiş ma’nâlarından, islâmiyyete uygun olanı seçmeğe (Te’vîl) denir. Bunu herkes yapamaz.] Evliyânın sözlerini de te’vîl etmek, meâlen bildirmek lâzımdır. Te’vîl edilmezse, yanlış anlaşılır. Te’vîl edilince, Velîye iftirâ etmek tehlükesi olmaz. İftirâ etmek harâmdır. Evliyâ-yı kirâmın, sekr hâlinde [şu’ûrsuz] iken veyâ kavuşdukları ni’metleri anlatırken, yâhud talebesini teşvîk için veyâ maksadını anlatacak kelime bulamadıkları zemân, söyledikleri ba’zı kelimeleri te’vîle muhtâc olur. İmâm-ı Rabbânînin de, böyle kelimeleri vardır. Abdülhak-ı Dehlevî “rahime-hullah”, Abdülkâdir-i Geylânînin (Fütûh-ul-gayb) kitâbının fârisî şerhinde buyuruyor ki, (Âriflerin kalblerine ince ve anlaşılmaz bilgiler geldiği zemân, bunları anlatacak kelime bulamazlar. Böyle sözlerini işitince, (doğrusunu Allahü teâlâ bilir) demeli, inkâra kalkışmamalıdır). Tesavvuf yolundan maksad, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâda ve islâmın güzel ahlâkına ve fıkh kitâblarının gösterdiği işleri yapmağa ve bid’atlerden sakınmağa ve Allah dostlarının kalblerine gelen hâllere kavuşmakdır. Elhamdü-lillah bizim yolumuzda, bu ni’metler hâsıl olmakdadır. Allahü teâlâ bu yolun feyzlerini, bu fakîre de ve doğru yolu arayan bütün müslimânlara da nasîb eylesin! Bâtına [kalbe] gelen ni’metlerin sonsuz olduğu, bu zemân anlaşılır.

Bir kimsenin maksadı bilinmeden, yalnız sözüne bakarak, ona kâfir denilemez. Bir müslimânın, bir sözünün, yetmiş ma’nâsı, küfrünü, bir ma’nâsı ise, îmânını gösterse, o kimseye kâfir denilmez. Hadîs-i şerîfde, (Küfrü açık bilinmiyen kimseye kâfir diyen, kâfir olur) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî için, (Her zemân, Resûlullaha tâbi’ olmak lâzımdır diyorsunuz. Hâlbuki, Resûlullahın riyâzetleri, mücâhedeleri ve kâfirlerle cihâdları sizde hiç görülmiyor) diyenler var. Buna cevâb olarak deriz ki:

Her müslimânın, farzlarda, vâciblerde ve müekked sünnetlerde, Resûlullaha tâbi’ olması lâzımdır. Âciz olmak, mücâhede ve gazâ yapamamak için özrdür. Hem de, geceleri, mubârek ayakları şişinceye kadar teheccüd nemâzları kılması ve çok açlık çekmesi ve muhârebelerde kahramanlıklar göstermesi, Onun hasâisinden idi. Ya’nî yalnız Ona ihsan olunmuşdur. Allahın arslanı, emîr-ül-mü’minîn Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Muhârebenin en şiddetli zemânlarında, Resûlullahın yanına sığınırdık). Cihâd-i asgar olan muhârebeler için ve cihâd-ı ekber olan, nefs ile mücâdele için, kuvvetli olmak şartdır. İmâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler de âcizdir. Hadîs-i şerîfde, (Kolay şeyleri yapınız! İşlerinizi güçleşdirmeyiniz! Gücünüz yetdiği şeyleri yapınız! Allahü teâlâ, kolay olanları yapmanızı istiyor) buyuruldu. Allahü teâlâ, mihnetlere, meşakkatlara katlanmağı kolaylaşdırmışdır. [Bunun için, derdlere, belâlara katlanmağı istiyor. Sabr edenleri seviyor.] İmâm-ı Rabbânî, (Resûlullahın her işine tâbi’ olmalıdır) demiyor. (İ’tikâdda, fıkh kitâblarında emr olunan işlerde, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyede ve kalb ile yapılan zikrlerde ve terakkîlerde tâbi’ olmalıdır) diyor. Siz de biliyorsunuz ki, bunlara tâbi’ olmıyan, Velî olamaz. İmâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler, onun sözlerini anlıyamıyanlardır. [İslâm âlimlerinin, kitâbımızdaki sözlerini anlıyamıyan câhiller de, dîni dünyâ kazançlarına âlet eden yobazlar gibi ve ingiliz câsûslarına satılmış olan hâinler gibi, kitâblarımızı kötülüyorlar. Allahü teâlâ, yavrularımızı, bu düşmanlara aldanmakdan muhâfaza buyursun! Âmîn.]

Resûlullaha tâm tâbi’ olunca, insan Onun gibi olur. Tesavvuf büyükleri, bu hâle (Fenâ firresûl) demişlerdir. (Fenâ-fişşeyh) ve (Fenâ-fillah) demeleri de böyledir. Bu sözleri de, insanın sıfatları, mürşidin ve Allahü teâlânın kemâl sıfatları gibi olurlar demekdir. Câhiller, bu sözlerin ma’nâlarını anlamadıkları için, kendilerini ve her mahlûku, Allahü teâlâ ile birleşir sanıyor. Hâlbuki, şer’ı şerîf ve Kur’ân-ı mecîd, (Allah başkadır. Mahlûklar başkadır) diyor. Evliyânın sekr hâlindeki, şu’ûrsuz sözleri, bu hakîkati değişdiremez. Resûlullaha tam tâbi’ olanda, Allahü teâlânın kemâl sıfatlarından bir zerrenin zuhûrunu Allahü teâlâ ile birleşmek zan etmişlerdir. Büyüklerimiz, Muhammed aleyhisselâm gibi olmağa, Onunla ittihâd etmek, birleşmek dedi. Mahlûk, Allahü teâlâ gibi olamaz ki, Allah ile birleşmek denilsin. Mahlûk, mahlûk ile ittihâd etdi denilebilir. Mahlûk, hâlık ile birleşdi denilemez. Evliyânın sözleri misk gibidir. Güzel ma’nâ saçarlar. Yanlış ma’nâlar vermek, miski çalı, çöp ile örtmek gibidir. Çalı yığını, miskin güzel kokusunu örtemez.

(Eskiden, tesavvufcular, fakîrliği zenginliğe tercîh ederlerdi. İmâm-ı Rabbânî ise, zenginliği ve malı, mülkü tercîh ediyor) demek de, çirkin iftirâdır. (Mektûbât)ın çok yerinde, (Fakîrlerin kapı önlerinde oturmaları, zenginlerin, süsler, zînetler içinde oturmalarından iyidir) yazılıdır. (Buradaki fakîrlerin, muayyen, devâmlı gelirleri yok ise de, Allahü teâlânın ezelde taksîm etdiği rızka güvenerek, râhat ve neşelidirler) buyurmakdadır. Zarûrî ihtiyâclarını karşılamak ve fakîrlere yardım etmek için, çalışıp, halâl kazanmak iyidir. Süleymân aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâmdan, emîr-ül-mü’minîn Osmân ve Abdürrahmân bin Avf ve diğerleri, Resûlullahdan sonra, mâl ve mülk sâhibi oldular. Bu servetleri, sahâbîlik derecelerinin azalmasına sebeb olmadı. Sabr eden fakîr ile şükr eden zenginden hangisinin dahâ üstün olduğunda, Ehl-i sünnet âlimleri ihtilâf etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” fakîrliğin sıkıntısına katlanabildiği için, fakîrliği istedi. Hadîs-i şerîfde, (Geceleri, Rabbimin ziyâfetindeyim. Beni doyuruyor ve içiriyor) buyurdu. Fakîrlik, ibâdet yapmağı gücleşdirirse, ibâdete kuvvet veren zenginlik efdal olur. Böyle, şükr eden zenginlere dil uzatmak, Hadîd sûresinin yirmibirinci âyetinden gâfil olmağı gösterir. Bu âyet-i kerîme, meâlen, (Allahü teâlâ, bu üstünlüğü dilediğine ihsân eder)dir. [Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf, kâfirlere, fâsıklara muhtâc olmamak için ve müslimânlara hizmet etmek için ve islâm ilmlerini yaymak için ve bunları yapanlara yardım etmek için lâzım olan parayı, mâlı kazanmanın çok sevâb olduğunu gösteriyor.]

Yukardaki satırları yazan, Gulâm-ı Alî Abdüllah-i Dehlevî “rahmetullahi aleyh”, kâdiriyye ve çeştiyye âlimlerinden çok istifâde etdim ve Nakşibendî Müceddidî büyüklerinden feyz aldım. Allahü teâlâ, bu büyükler hurmetine, bu fakîrin yazılarına te’sîr ihsân eylesin! Okuyanlardan ve tâbi’ olanlardan râzı olsun ve cümlemize hüsn-i hâtime nasîb eylesin! Âmîn.

KAYNAK: Abdullah Dehlevî; Mekâtib-i Şerife, s.168-171, (Farscadan Tercume Eden: Süleyman Kuku) DAMRA Yayınları...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Abdullah Dehlevî'den Birkaç Mektub
MesajGönderilme zamanı: 01.12.09, 11:30 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 22:59
Mesajlar: 666
Süleyman Kuku ile Hüseyin Hilmi Işık aynı kişiler midir?


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Abdullah Dehlevî'den Birkaç Mektub
MesajGönderilme zamanı: 01.12.09, 11:53 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Ruhan yazdı:
Süleyman Kuku ile Hüseyin Hilmi Işık aynı kişiler midir?


Değildir.

Süleyman Kuku "A. Faruk Meyan" ismi ile pek çok tasavvufi kitabı ceviren kişidir.

HHISIK muhibbi olarak biliyorum. Şimdilerde 70 yas uzerinde...

Yakında DAMRA yayınevi adlı bir yayınevi kurmus; tercumelerini nesrediyor.

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Abdullah Dehlevî'den Birkaç Mektub
MesajGönderilme zamanı: 01.12.09, 12:28 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 22:59
Mesajlar: 666
Evet, tarzları aynı, muhib olduğundan dolayı olmalı.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Abdullah Dehlevî'den Birkaç Mektub
MesajGönderilme zamanı: 01.12.09, 13:05 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
teşekkürler.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 8 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye