532. MEKTUP
KONUSU: Sırları içeren mektup ibarelerinin halli hakkındadır. NOT: İmam Rabbani Hz. bu mektubu, Mirza Hüsameddin Ahmed’e yazmıştır.
Allah’a hamd olsun. Onun seçilmiş kullarına da selam.
Bu Fakir’e gönderilen mübarek mektubun mütalaası (etraflıca okuyup değerlendirilmesi) ile teşerrüf ettim (şeref buldum). Onun gelişi, şefkat ve re’fet (merhamet) üzere idi. O mektuba şu manalar derc olunmuş (yazılmış):
Acmir’den yazılan mektubun ibarelerine (cümlelerine), büyüklerden birinin itirazı var. Bu itirazların halli için bir şeyler yazılması gerek.
Bu arada, arkadaşlardan bazıları, şüpheli (kapalı) yerleri belirterek yazmışlardı. Bunun için, o tayin edilen ölçüde, onların halli için mukaddimeler (önden yazılar) yazdık. Doğru yola hidayet eden Subhan Allah’tır.
Ey mahdum-u mükerrem (keremli oğlum).
- Seyr-i müridi ve seyr-i muradi (müridlerin ve muradların Seyr u sülukte yaşadığı) manalarından her biri, o seyrin sahibinin vicdanına taalluk eder (kendisiyle alakalıdır). Başkasına taalluk olan (alakalı olan) bir emrin ilzamı (susturulması) değildir. (Başkasına yönelik değildir.) Mana böyle olunca, onun ispatı için, hüccet (delil) ve burhan talebine hacet (gerek) yoktur.
Mana yukarıda anlatıldığı gibi olmasına rağmen; Subhan Allah bir şahsa kudsi bir kuvvet ihsan eylediği zaman; o seyir sahibinin hal ve vaziyetlerini mülahaza eder (dikkatle düşünür) ise, kendileri ile imtiyaz bulduğu (kendine ait) feyizleri, bereketleri, ilimleri ve maarifi de müşahede edince (görünce) mümkündür ki şu hükmü ver:
- O kimsenin seyri, muradi bir seyirdir.
Hem de hiçbir delile ihtiyaç duymadan... Tıpkı ayın nurunun, güneş nurundan istifade yollu gelişine dair yapacağın hüküm gibi. Yani ayın güneşe yakınlığını, ondan uzaklığını, onun mukabilinde (karşısında) oluşunu ve onunla içtimam (kesişmelerini) mülahazadan (gördükten) sonra... İsterse bu mana, idrak erbabından başkasınca bilinmesin. (Erbab-ı Hadsin dışındakilere bir hüccet olmasa da bu böyledir)
Hazreti Şeyhimiz, bu Fakir’in seyir halinin evvellerinde (başlarında), şöyle demişti:
- Onun seyri, muradi seyirdir...
Herhalde, arkadaşlar da ondan bu kelamı duymuş olacaklar. Bu Fakir’in haline mutabık (uygun) olduğunu bilerek, Mesnevi'den şu iki beyti inşad eyledi (okudu):
Maşukun aşkı, hep gizlidir saklıdır Uşşakın aşkı, davullu alaylıdır.
Amma ikinci bedeni eritir (zarar verir) Maşukun aşkı, eti yağı artırır (vücuda şifa olur).
Vasıl olan muradlardan her birinin seyri, içtiba (çekilip alınma) yolu üzeredir. İçtiba yolu ise, yalnız Enbiyaya mahsus değildir. Onlara selam. Bu manayı, AVARİF namlı kitabın yazarı tasrih etmiştir (açık açık anlatmıştır). Sırrı mudaddes olsun. Bunu Meczub-i Salik ve Salik-i Meczub beyanında anlatmıştır.
Müridlerin yolu için: inabe (yönelme) yolu demiştir. Muradların yolu için de şöyle demiştir İçtiba yolu...
Bu manada bir Ayet-i Kerime meali şöyledir:
“Allah dilediğini ona içtiba eder..” “Seçip çeker...” “İnabe edenleri” “dönenleri” ona hidayet eyler.” “42/13”
Evet, içtiba yolu, asaleten (asıl olarak) Enbiyaya mahsustur. Ümmeti için de, sair (diğer) kemalat gibi, onlara tebaiyetle (uymak ve bağlanmakla) vardır. İçtiba yolunun mutlak olarak Enbiyaya mahsus olduğu ve ümmetin dahi ondan yana asla bir nasibi olmadığı manası yoktur. Zira böyle bir şey vaki değildir.
Ey mahdum,
Salike feyiz vusülü (ulaşması), Hayrü’l Beşer Resulullah Efendimizin tavassutu (vasıtası) ve Onun haluliyeti (araya girmesi) ile olmaktadır. Bunun oluşu dahi, Muhammedi meşreb olan salikin hakikati, Hakikat-ı Muhammediye’ye intibakından ve onunla ittihadından (birleşmesinden) öncedir. Ne zaman ki kemaliyle mutabaatı (uyup tabi olması), hatta sırf fazıl olarak iki Hakikat arasında ittihad (birleşme) husule geldi, yani urucu (yükseliş) makamında işte o zaman aradan tavassut (vasıta) kalkar. (Salikin hakikati ile Hakikatı Muhammediye birleşince aradan vasıtalık kalkar; fenafirResul olur. Salikin varlığı ortadan kalktığı için… Fena –yokluk- halinde vasıtalık vs olmaz. Vasıta iki var olan arasında olur. Var olan “bir” olunca hedef, vasıta, salik, yolcu kalmaz ortada…)
Zira tavassut, ancak mugayerette (ayrılıkta) olur; ittihadda (birleşmede) ise, ne tavassut eden vardır; ne de tavassut edilen... (ne vasıta olan, ne de vasıtaya binen.) Ne perdeleyen vardır, ne de perdelenen... Hatta ittihad makamında muamele (birlikte hareket ve amel) ortaklaşadır. Lakin salik; tabi, mülhak (katılan), uydu olduğundan, onun için bu şirket (ortaklık) gereklidir. Yani hizmet edenle, hizmeti görülen ortaklığı kabilinden. (Bu ortaklık, efendi hizmetçi ortaklığı türündendir.)
Yukarıda şöyle bir cümle kullandım:
"Onun Hakikati için, Hakikat-ı Muhammediye ile intibak hasıl olur ve onunla ittihad eder."
Bunun beyanı şöyledir: Hakikat-ı Muhammediye, bütün hakikatleri camidir (toplayıcıdır). Bunun için de: "Hakikatlar Hakikati" denir. Diğerlerinin hakikatleri ise, onun için cüzler (kısımlar, parçalar) gibidir. Veya cüziyat gibidir. Şöyle ki
Eğer salik, Muhammedi meşreb olur ise, onun hakikati, o külli için bir cüz’i olur; onun üzerine mahmuldür (yüklenmiştir). Şayet Muhammedi meşrep değilse, o zaman, onun hakikati, külle nisbetle cüz hükmünü taşır; onun üzerine mahmul değildir.
Şayet Muhammedi meşrep olmayanın Hakikatine urucu (yükselmesi) esnasında bir ittihad (birleşme) arız olur ise (ortaya çıkarsa), bu oluş ancak kademi (ayağı, yürüyüşü) üzere olduğu Nebinin Hakikatine göre olur. Ve o Hakikat üzerine de mahmuldür (yüklenmiştir). Onun için, onun kemalatına münasip bir şekilde, kendisi için bir ortaklık husule gelir. Lakin bu ortaklık, hadim mahdum (efendi, hizmetçi) “hizmet eden ve hizmeti görülen” şirketi (ortaklığı) kabilinden olur (gibidir). Bu mana, daha önce de anlatıldı.
Ne zaman ki bu cüz’i için kemal-i mutabaat (tabi olmanın zirvesinde) alakası, hatta sırf fazl (lutuf) olarak; küllisi için muhabbet hasıl olunca, elinden dahi ona şevk vusülü tutunca, külli olan cüz’i kılan kayd “bağ” yüce Allah’ın fazlı ile zevale (yavaş yavaş kaybolmaya) yüz tutar. Onun tedricen zevalinden sonra; o külliye intibak ve ilhak (katılmak) hasıl olur.
Gelelim şu cümleme:
"Onun için has muhabbet hasıl olunca..."
Bu anlatılan muhabbet, bu Fakir’e sırf Allah’ın fazlı olarak hasıl olmuştur. O kadar ki bu muhabbetin ağır basmasından şöyle demiştim:
"Hazreti Hakka muhabbetim, Hz. Muhammed’in “sav” Rabbı olduğu cihetindendir."
Bu kelamdan Meyan Taç ve arkadaşlardan başkaları, taaccüp (hayret) etmişti. Zannım o ki bu kelam, sizin de hatırınızdan çıkmıştır. Böyle bir muhabbet hasıl olmayınca, ilhak ve ittihad (katılma ve birleşme) nasıl husule gelir?
Bir Ayet-i Kerime meali:
“Bu, Allah’ın fazlıdır; onu dilediğine verir. Ve... Allah büyük fazlın sahibidir.” “62/4”
Tavassutun (arada vasıtanın) oluşunu ve Tavassutun olmayışını beyan edelim. İyi dinlemek gerek. Bilesin ki:
Cezbe yolunda, cezbe ve cerr (çekme ve sürükleme), matlub (Allah) canibinden (tarafından) olduğuna ve inayet-i ilahiye dahi talibin haline tekeffül ettiğine (kefil olduğuna) göre zorunlu olarak vasıta kabul edilmez.
Süluk yolunda ise, inabe talip canibinden (yönünden) olduğuna göre; onda vasıtaların bulunması gereklidir.
Cezbenin kendisinde, her ne kadar vasıtalara ihtiyaç yok ise de; lakin cezbenin tamama ermesi, süluke bağlıdır.
Şayet, şeriat hükümlerinin yerine getirilmesinden ibaret olan tevbe, zühd ve bunlardan başkaları; cezbeye inzimam etmez (ilave olmaz) ise, o cezbe tam değildir. Hatta kesiktir.
Hanudlardan (Hindu) ve mülhidlerden (dinsizlerden) birçoklarını gördüm; kendilerinde cezbe vardı. Lakin Sahib-i Şeriat Resulullah Efendimize mutabaatla (tabi olmakla) kendilerini bezemediklerinden ötürü; kendilerine cezbenin suretinden başka nasip yoktur. Halleri dahi harap ve kesiktir. Bu manadan ötürü, şöyle bir soru çıkabilir:
Cezbenin husulü (meydana gelmesi), mahbubiyetten (Allah'a sevgili olmadan) yana bir şey istediğinden; Allah’ın düşmanları olan küffar hakkında cezbenin nasip oluşu nasıl caiz olur?
Bunun için şöyle derim:
Küffardan bazısı hakkında, muhabbet manasından yana bir şey olması mümkündür. Bu dahi, cezbenin husulüne sebep olmaktadır. Lakin Sahib-i Şeriat Resulullah Efendimize mutabaatla bezenmedikleri için, hüsranda ve hizlanda (rezil rüsva) kalırlar. Bu cezbe dahi, aleyhlerine hüccetten (delilden) başka bir şeyi artırmaz.
Şu cihetten ki o küffarın istidadı (yeteneği) belli olmuştur; lakin onu, kuvveden (yetenekten) fiile (uygulamaya) çıkarmamışlardır. Bunun sebebi de, cehalet ve inattır.
“Allah onlara zulmetmemiştir; lakin kendileri nefislerine zulmediyorlar.” “3/17”
Sülukten ibaret olan Sahib-i Şeriat Resulullah Efendimize mutabaatle (tabi olmakla) cezbe yolunda matluba vusül (Allah'a vuslat) müyesser (nasib) olur ise, vasıtasız ve hayluliyetsiz (perdesiz) olur. Hem de hiçbir şeyin.
Bu manada demişlerdir ki
"Bir kovayla sarkıtılsanız, Allah’a düşersiniz (vasıl olursunuz)"
Demek olur ki: Hazreti Hakka cezbe ve cerr (çekme ve sürüklenme) yolu ile girip batınların batınına vasıl olduğunuz zaman, sizinle yüce Hak arasına hiçbir şeyin girmesi ve perdelemesi olmaz. Yani arada ne bir perde kalır, ne de hail, engel...
Herhalde, Hazreti Şeyhimizin -sırrı mukaddes olsun- şu cümlesi hatırınızda kalmış olmalı:
"Allah Teala ile arasında maiyet (yardım) yolu ile bir kula, Subhan Hakka vusül müyesser (nasip) olduğu zaman; elbette bu vasıtası olmadan olur."
Maiyete münasip (uygun) olan da budur. Vasıta ancak, sülukten ibaret olan Terbiye Silsilesindendir. Maiyet yolu dahi, cezbe yollarından biridir. “İnsan sevdiği ile beraberdir...” manasına gelen Hadis-i Şerif dahi, bu manayı teyid eder. Ne zaman ki bir şahısla sevdiği arasında maiyyet sabit olur; aradan vasıta kalkar.
Şu manayı da iyi dinle:
Her zıllin (gölgenin), açık bir şekilde, aslına çıkan bir yolu vardır. Aralarında da asla bir hail (perde) olmaz.
Şanı büyük Allah’ın inayeti ile; zıl (gölge) için aslına meyli (isteği) ve ona incizab (cezbedilme) ve ilhak (katılma) hasıl olur ise, bu, bir şeyin araya girmesi olmadan meydana gelir. Bu asıl, ilahi isimlerden bir isim olduğundan; elbette isimle müsemma (isim sahibi) arasında hail (perde) olmaz. (Araya engel girmez) O ismin müsemması olan aslın aslına, zıllin vusülü dahi bir şeyin tavassutu (aracılığı) olmadan olur. Sonra, her kim, keyfiyetsiz manada bir vusül ile, Hazreti Zat’a vasıl olur ise, bir şeyin tavassutu ve hail (aracılığı ve perde) olması dahi söz konusu değildir.
Hazreti Zat’a vusül suretinde; vacip sıfatlarının hail olması ve hicaplığı (engel ve perdeliği) kalkınca, sıfatlardan başkasına hail olmak ve perdelik mecali (gücü) nasıl olabilir? Burada şöyle bir soru sorulabilir:
"Sıfatların Zattan infikaki (ayrılığı) caiz olmadığına göre; vasıl olan ile kendisine vasl olunan arasında sıfatların gayrına hail olma (perde) durumu nasıl olur? (Sıfatlar Zattan ayrılmayacağına göre sıfatların engel olmamasını nasıl anlayacağız?) Bunun için şu cevabı veririm:
Salik (Süluk eden yolcu) için, aslında vusül hasıl olduktan sonra - ki o, ilahi isimlerden bir isim olup, salik dahi onun zilliyedine salik, onunla da tahakkuk ettikten (hakikat bulduktan) sonra, onunla yüce Hazreti Zat arasında elbette bir tavassut ve hail olmaz. Tıpkı isimle müsemması arasında bir hail olmadığı gibi... (İsimle müsemma arasına da sıfatla zat arasına da perde ve engel girmez) Bu manaya göre irtifa ve infikak lazım gelmez. (Böyle olunca da sıfatın zattan ayrılması ya da kopması diye bir şey olmaz) Anlatılan tahkikin (hakikatin) bir benzeri yukarıda geçti. Yani:
"Salikin hakikati, Hakikat-ı Muhammediye ile ittihad edince..." cümlesinin beyanı sırasında.
Ayrıca: Zıllin aslına vusülü (ulaşması) beyanı yapılırken de, bu beyandan bir nebze anlatıldı.
BİR TENBİH
Cezbe yolunda ve diğerlerinde anlatılan tavassutun olmayışını; ahmak sanmasın ki:
Hayrü’l Beşer Resulullah Efendimize tebaiyetten (tabi olmaktan) istiğna (kurtuldu, bağımsız oldu) demektir. Zira böyle bir şey küfürdür, zındıklıktır, hak şeriatı inkardır.
Daha önce de şu mana geçti: Şeriat hükümlerinin yerine gelmesinden ibaret süluk inzimam etmeyince (bağlanmayınca), cezbe tam değildir. Kesiktir. Bir nimettir ki nimet suretinde zuhura gelmiş bir beladır. O cezbenin sahibinin aleyhine, hüccetin (delilin) tamam olmasıdır.
Hülasa (özetle), şu mana yakin mertebesinde ulaşmıştır ki hem de sahih (sıhhatli) keşif ve sarih (açık) ilham ile... Resulullah Efendimizin vasıtası ve onun mutabaatı vasıtası olmadan, bu tarikatın inceliklerinden hiçbir incelik ve bu tarikatın feyizlerinden hiçbir feyiz, bereketlerinden dahi bir bereket müyesser olmaz. Hatta, müntehi olana (yolun sonuna gelene) dahi onun tebaiyeti ve uyduluğu olmadan bir şey hasıl olmaz. Ona salat ve selam olsun. Bir şiir
“Ey Sa’di, bir muhal (imkansız) iştir yürümek bu safa yolunda; Hz. Mustafa’ya uymak olmazsa..."
Allah Teala, ona salat ve selam eylesin.
Ebleh (ahmak) Eflatun, kendisini Enbiyaya mutabaatten müstağni (tabi olmaya ihtiyacı yok) sanmıştır. Bunun sebebi de, riyazetlerden ve mücahedelerden dolayı kendisine hasıl olan safiyettir (arılıktır). Bunun için demiştir ki:
- Biz, tehzib edilmişiz (ıslah edilip temizlenmişiz); tezhipçiye ihtiyacımız yoktur “yani terbiyeciye”
Şunun bilinmesi yerinde olur ki Enbiyaya mutabaat olmadan, riyazetlerle (nefsi kırmalarla) hasıl olan safanın hükmü, altına batırılmış kara bakır hükmüdür (gibidir); yahut üstü şekerli zehir.
O şey ki bakırın hakikatini halis (saf) altına çevirir ve nefsi dahi emmarelikten itminana erdirir; bu şey, Enbiyaya mutabaattır (tabi olup bağlanmaktır). Onlara salat ve selam olsun.
Yüce Hakim-i Mutlak Peygamberlerin bi’setini (gelişini) ve onların şeriatını; ancak nefs-i emmarenin tacizi (aciz bırakılması) ve tahribi (öldürülmesi) için kararlaştırdı. Onun tahribini, hatta ıslahını, Enbiya mutabaatının gayrında (başkasında) kılmadı.
Bir kimse, riyazetlerin ve mücahedelerin (nefsi çarpışmaların) bin çeşitini irtikab etse (işlese), yani o büyüklere mutabaat olmadan; nefsin emmareliğinden ve noksanından kıl kadar eksiltmez. Hatta onun tuğyanını (günahlarını, isyanını) ve inadını artırır. Bir mısra:
İlletlinin her seçtiği illettir. (Hastanın her yaptığı hatalıklıdır, hastalığı artırır)
O nefs-i emmarenin zati marazını (hastalıklarını) izale (giderilmesi) dahi, Enbiyanın yoluna temessükle (sıkıca yapışmakla) olur. Bundan sonrası, kuruyan otlar gibidir “yani boş”.
Şunun bilinmesi gerekir, Cezbe için mutlak süluk gereklidir. Amma, cezbenin sülukten evvel veya sonra olması müsavidir (eşittir). Ne var ki fazilet, cezbenin sülukten evvel olmasındadır. Bu durumda, süluk, cezbenin hizmetinde olur. Cezbenin sonraya kalması halinde ise, süluk cezbenin mahdumu (hizmetçisi) olur. Zira bu durumda, cezbe ancak süluk devleti ile müyesser olmaktadır. Amma cezbenin önde olmasında böyle bir durum yoktur. Bu hale göre binefsihi (bizzat) “galip salik” davet edilen ve matlub (istenen, murad) olur. Bunun için de muraddır. öbürü de mürid.
Murad olanların başı, mahbub olanların reisi, Allah’ın Resulü Muhammed’dir. Allah Teala, ona salat ve selam eylesin.
Çünkü zati olarak maksud olan ve bu davette ilk çağrılan odur, Ona ve aline salat ve selam. Ondan başkaları, ancak ona uyduğu ile çağrılmışlardır. İster murad olsunlar, isterse mürid.
Şayet o olmasaydı, Allah Teala halkı yaratmazdı ve rübubuyetini dahi izhar eylemezdi. Nitekim bu manada varid olan (ulaşan) haber böyle gelmiştir. Ondan başkası, onun tufeylisi “uydusu” olduğuna; o dahi, asli maksud olduğuna göre, hiç şüphe edilmeye ki hepsi Peygamber Efendimize muhtaçtır. Feyizleri ve bereketleri onun tavassutu (aracılığı) ile almaktadırlar. Ona ve aline salat ve selam olsun. Bu manadan ötürü:
"Hepsi de, onun alidir, yani aile fertleri” denir ise, bu mana caizdir. Zira onların hepsi, onun metbuu (tabi oldukları) olup ancak onun tavassutu (aracılığıyla) ile kemal sahibi olabilirler. Şöyle ki: Onun vücudu olmadan, başkasının vücudunun olacağı tasavvur edilemeyeceğine (düşünülemeyeceğine) göre; onun vücuduna tabi olan kemalat dahi, onun tavassutu olmadan nasıl tasavvur edilebilir?
Evet... Alemlerin Rabbi Allah’ın mahbubu (sevgilisi), böyle olmak gerek. Şu manayı da dinle:
Keşf olunan mana şu ki Resulullah Efendimizin mahbubiyeti, yüce Allah’ın Zat-ı Baht’ine taalluk eden muhabbeti (zati muhabbet) ile olmaktadır. Amma (bu mahbubiyet) şuunların ve itibaratın (isim ve sıfatların) mülahazası olmadandır... Hazreti Zat dahi, bu muhabbeti ile mahbub olmaktadır. Amma Allah Teala, ona salat ve selam eylesin, Ondan başkasının mahbubiyeti böyle değildir. Zira onların muhabbeti, şüuna ve itibarlara taalluk etmektedir (bağlıdır). Esma ve sıfat libasına bürünmüştür. Yahut, esma ve sıfatın zılaline (gölgesine)... Haliyle bu, onların değişik derecelerine göre olmaktadır. Bir şiir:
"Resulullah efendimizin faziletine bir sınır yoktur ki bir kimse dili ile onu söyleyebilsin"
Ona ve Resullerden, Nebilerden, Mukarrep meleklerden tüm kardeşlerine salat, selam, bereketler.
Bu makamın tahkiki, bir başka manada şöyledir:
Mümkündür ki Resulullah Efendimizin tavassutu (aracılığı) iki manada ola... Şöyle ki
a- O, salik ve matlub arasında bir hail ve hacip “perdedar” ola, (Peygamber Efendimizin aracılığı salik ile Allah arasındadır, bir perdedir)
b- Salik, onun tavassutu tebaiyeti ile ve uydusu olarak, mutabaatına girerek matluba ulaşa. (Salik, Peygamber Efendimizin vasıtasına binerek ve onda yok olarak Allah'a kavuşa)
Süluk yolunda, Hakikat-ı Muhammediye’ye vusülden (kavuşmadan) evvel, tavassutun her iki manası da vardır. Hatta zannım odur ki arada vasıta olan Şeyhlerden her biri, yani bu tarikatta, salikin şühuduna perdedir. Sonunda, cezbe ile bu perdeden kurtulamayan salikin vay haline. Bir de, onun muamelesi hicaptan geçip hicapsızlığa gitmez ise... (Silsileye bağlanmış, zincirin bir ucundan tutmuş Tarikat yolcusu, Süluktan cezbeye, vasıtadan vasıtasızlığa, perdeden perdesizliğe geçmez ise; yani kendi varlığından kurtulup Hakikat-ı Muhammediye ile "var" olmaz ise ona yazıktır) Zira cezbe yolunda ve Hakikatler Hakikatına vasıl olduktan sonra tavassut ikinci manayadır. (yok olan salik, Resulullah Efendimizin varlığıyla var olur; "fenafirResul" -Resulullah efendimizde yok olma- makamıdır) Yani salikin tebaiyeti.. (Hakikatler Hakikatı olan bu makama gelince) Arada hail ve hicab (perde) yoktur ki şühuda, müşahedeye ve emsali (benzeri) şeylere hicab (perde) ola...
Burada şöyle bir şey söylenemez:
- Tavassutun olmayışı, bir manaya ise; bundan dolayı onun zatına kusur çıkar. (Hâşâ Peygamber Efendimizin tavassutluktan çıkması, onun için bir noksanlıktır) Allah Teala, ona salat ve selam eylesin.
Çünkü şöyle deriz:
Anlatılan manaya tavassutun olmayışı, onun kemalini gerektirir. (Aksine Peygamber Efendimiz için bir kemaldir) Allah Teala, ona salat ve selam eylesin. Kusuru göstermez. Hatta kusur, tavassutun varlığındadır. Zira tabi olunan zatın kemali; kendisine tabi olanı, tataffulü ve tebaiyeti (kendine uymak ve tabi olmak) ile bütün kemal derecelerine ulaştırmaktır... İnceliklerinden hiçbirini bırakmaya. (Kendisine tabi olanı hiç bir incelikte kendisinden geride bırakmamasıdır) Böyle bir kemal, tavassutun oluşunda değil; olmayışındadır. Zira tavassutun olmayışı, hicapsız şühuddur (perdesiz görmektir). Bu ise, kemal derecelerinin en yükseğidir. Tavassutun varlığı ise, hicap (perde, engel) halindedir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; kemal tavassutun olmayışında, kusur ise, tavassutun oluşundadır.
Hizmeti görülenin (Efendinin) azametinden ve saltanatındandır ki kendisine hizmet eden (hizmetçi) hiçbir makamda asla kendisinden (efendisinden) ayrılmaz. Onun tebaiyeti ile de, akranın (efendinin diğer yakınlarındaki) devletine ortak olur... Bu manadan olarak, Resulullah Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ümmetimin uleması, beni israilin Enbiyası gibidir.”
Uhrevi rü’yet “ahirette Allah Teala’yı görmek” dahi, bir şeyin tavassutu ve bir işin haili (perdesi) olmadan olacaktır. Bir Hadis-i sahihte şöyle geldi:
“Kul namaza girdiği zaman, Rabbi ile arasında bulunan perde kalkar.”
Üstte anlatılan mana icabı olarak; namaz, müminin miracı olmuştur. Ondan alınacak bol haz dahi, vasıl olan müntehilerin (sona gelenlerin) nasibi olmuştur. Zira hicabın kalkması, vasıl olan müntehiye mahsustur. Tavassutun ve hailin kalkması dahi, bu mana ile sabit olmuştur. (Burada vasıta ve engel kendisi için kalkmıştır)
Üstte anlatılan Marifet, bu Fakir’e ledünni ilimlerin hususiyetlerindendir. Onlar, katıksız fazl ü kerem (Allah’ın lutf u ihsanı) olarak verilmiştir. Onların Hakikati ile de tahakkuk olmuştur. (Bütün bunları yaşamıştır) Bir şiir:
Ben bir bahçe gibiyim, oraya bahar bulutlarından Zülal (tatlı ve berrak) yağmurlar yağar...
Şu da bir başka güzel şiir:
Padişah çalarsa kapısını kocakarının; Dost (hazmedemediğinden) bıyığını sakalını yolmaya...
Allah, sırlarının kudsiyetini artırsın; tarikat meşayihinin, Resulullah’ın tavassutunun oluşunda ve tavassutunun olmayışında ihtilafları vardır.
Bir cemaat, tavassutun varlığına zahib oldu (fikrine kapıldı); bir başka cemaat ise, olmadığına...
Amma onlardan hiçbiri, tavassutun oluşunu ve tavassutun olmayışını tahkikle (inceden inceye) beyan etmedi. Bunların kemalinden ve kusurundan söz açmadı.
Zahir erbabına gelince, imanın kemali olduğu halde tavassutun olmayışını, küfür zannedip ona kail olanı (inananı) dalalette bildiler. Bu da bilmediklerinden oldu. Onlar tavassutu imanın kemali olarak tasavvur ederler; ona kail olanı dahi, tabi olanların kamillerinden sayarlar. Halbuki tavassutun olmayışı, mutabaatin kemaline mebnidir (dayandırılmıştır). Tavassutun varlığı dahi, mutabaatın sebebi iledir. Nitekim bu mana daha önce de anlatıldı. Bütün bu manaların onlardan gelişi Hakikat halini idrak edememekten ileri geliyor. Bu manada gelen bir Ayet-i Kerime’de Allah Teala söyle buyurdu:
“Elbet, onlar ilmini kavrayamadıkları şeyi yalan saydılar. Kendilerine, te’vili (yorumu) “hakkında bir idrak dahi” gelmedi. Onlardan evvelkiler de böyle tekzib ettiler (yalanladılar).” “10/39”
Ey mahdum,
- Üveysiyet... demek, zahir Şeyhi inkar etmek değildir. Üveysi, öyle bir şahıstır ki ruhani zatların, onun terbiyesinde dahli (karışmaları) vardır. . Hace Ahrar’ı görmez misin? Hace Bahaeddin Nakşibend sırrı mukaddes olsun Hz.’nin ruhaniyetinden yardım aldığı için kendisine:
- “Üveysi” denmiştir. Hem de zahir Şeyhi var iken...
Aynı şekilde Hace Nakşibend - sırrı mukaddes olsun Hz.’nin ruhaniyetinde imdad aldığı için, kendisine:
- “Üveysi” denmiştir. Hem de zahir Şeyhi var iken.
Bilhassa, bir kimsede; Üveysiyet olduğu halde, Şeyhini de ikrar (kabul ve tasdik) eder. Böyle bir şeyden muradı dahi, Şeyhi inkar saymak, yalandır, bühtandır; acayip bir insaftır. (Hele Onlar zahir şeyhi kabul etmişlerken, yalan ve bühtanla Şeyhlerini inkar ettiklerini söylemek büyük insafsızlıktır)
Ey mahdum,
- "Abdulbaki" lafzının terkibinden (bir araya getirilmesinden) murad, izafi (göreceli) manasıdır; ilmi değil... İsterse tam manası ile onda, ilmi bir iş’ar (anlatım) manası olsun. Yani, şu cümlede geçen:
"Her ne kadar Şeyhim Abdulbaki ise de; lakin terbiyeme tekeffül eden (kefil olan) Baki olan Allah'tır." (Mürşid-i Hakiki, Baki Olan Allah Tealadır)
Bunda tahrif (bozma), inhiraf (sapma) nerede?. Hangi edepsizlik var?. Allah insaf versin.
Ey mahdum,
Bayezid-i Bistami’den (k.s) sekrin (manevi sarhoşluğun) ağır bastığı vakit halinde sudur eden (meydana gelen):
- "Subhani"... (Şanım yücedir) kavlinde söylendiği gibi kusur kabul edilse dahi, o kusurun istimrarı (devam etmesi) ve istikrarı (yerleşmesi) gerekmez. Yani ona kail olanda... (Bu sarhoşluk ve edilen kelam geçicidir)
Evet,
Anlatılan mana olmaz ki başkası ondan daha faziletli ola... (Kusur kabul edilse dahi başkalarının Beyazıd Hz.lerinden daha faziletli olduğu söylenemez.) Zira, o halin iktiza ettiği (gerektirdiği) vakitte; çokça maarifin zuhur ettiği olur ki ondan sonra, o Marifetin kusuru (o sözün edildiği manevi makamın noksan olduğu) Allah’ın inayeti ile zahir olduğu (anlaşıldığı) zaman, o Marifet terk edilir. Ve daha yukarı makama terakki edilir.
Mübarek mektuba, bu gibi şathiyat “cezbeli sözler” karışıktır. Böyle bir şeyi, sekr erbabı (manevi sarhoşlar) yazsa caizdir. Lakin, sahiv “ayıklık” erbabının böyle cümleleri izhar eylemesi cidden uzak görülmektedir. (ihtimal dışıdır)
Ey mahdum,
Her kim, "subhani" bu tür cümleleri yazar ise, onun menşei (kaynağı) sekr halidir. Sekr hali karışmadan, bu babda (konuda) kalem oynatamaz. Bu babda netice söz şu ki Sekr halinin çok mertebeleri vardır. Sekr hali her ne miktar çok olur ise, şathiyat “cezbeli sufiyye sözleri” onda o kadar çok ve bol olur.
Bayezid-i Bistami’nin sekri ise, ondan sudur eden şu cümleden bellidir:
"Sancağım, Muhammed’in sancağından daha yukarıdadır."
Hem de, sakınmadan bunu söylemiştir.
Her kimin ki hali sahivdir (ayıklıktır) zannetmeye ki onunla beraber bir sekr (sarhoşluk) yoktur. (Sahv hali olanda da bazen sekr görülebilir) Zira böyle bir şey aynen kusurdur. Zira halis (tam) sahiv avamın nasibidir (işidir). Her kim ki sahiv halini tercih eder; onun bundan muradı; sahiv halinin ağır bastığı bir durum, yoksa tam sahiv değildir. Her kimin ki muradı, sekrin ağır basmasıdır; bu da halis (tam) sekr hali değildir. Zira böyle bir şey afettir.
Cüneyd-i Bağdadi’yi görmez misin? Allah sırrının kudsiyetini artırsın, kendisi sahiv erbabının reisi olduğu halde; sahvi sekr haline tercih etmesine rağmen, birçok ibareleri sekr hali ile karışıktır; onları saymak zordur. Şunlar onun cümlesidir:
"Arif o maruftur."
"Suyun rengi kabının rengidir."
"Muhdes “mahluk” kadimle karin “arkadaş” olunca, kendisinden eser kalmaz."
AVARİF namlı kitabın yazarına (Şeyh Sühreverdi'ye) gelelim... Kendisi sahiv (ayıklık) erbabının kamillerindendir. Bununla beraber, kitabı sekriyata (sarhoşluğa) dair maarifle (bilgilerle) doludur. O kadar ki onların şerhi (açıklaması) mümkün değildir.
Bu Fakir, onun bazı sekr haline bağlı maarifini bir yaprağa toplamıştır. Onun sekr hali bakiyelerindendir ki sırları ifşa ederek onlarla övünüp iftihar etmiş, ağyara (sırdan makamdan anlamayanlara) karşı da meziyet (hüner) iddiasında bulunmuştur.
Şayet halis bir sahiv hali olsaydı; o zaman, sırların ifşası küfür olurdu. Başkalarına nazaran fazilet iddiası dahi şirk olurdu.
Ayıklık halinde sekr hali, yemeği yarar hale getiren tuz misalidir. Şayet tuz olmasaydı, yemek de yaramaz olurdu.
Bir şiir:
Olmasaydı aşk, aşık dahi hayran; Ne dinleyen olurdu, ne anlatan...
Şeyh Abdulkadir Geylani’den - Allah sırrının kudsiyetini artırsın sudur eden:
"Kademim, her velinin boynundadır (omuzundadır)"
cümlesini, AVARİF nam eserin yazarı, sekr haline yormuştur. Bundan muradı dahi tevehhüm edildiği (zannedildiği) gibi kusur ispatı (kusur bulmak) değildir. Çünkü bu, onun için aynen övgüdür. Hatta, vakıayı (olanı) beyandır. Yani bu gibi mübahattan (günahı olmayan şeylerden) ve iftihardan (övgüden) haber veren kelam, sekr hali bakiyesi (sarhoşluğun devam etmesi) olmadan sudur etmez. Zira, katıksız sahiv halinde böyle kelam etmek zordur.
Bu fakir’in yazdığı şu sayfalar ki halis sahiv hali ile yazıldığı hatır-ı şerifinize yerleşmiş gibidir. (tam sahiv, tam ayıklık ile yazdığımı sanmayın) Haşa ki böyle bir şey ola. Zira öyle bir şey haramdır, münkerdir, düzensiz sözdür, kelam sıralamaktır. Halis sahiv hali ile muttasıf olup (vasıflanıp) da kelam sıralayanlar çoktur. Amma onlar bu düzende söz edemezler; insanların kalblerini de harekete getiremezler.
Bir şiir:
Hafızın feryadı yersiz mi baştan sona; Garip kıssa, acayip sözler sığınıştır ona...
Ey mahdum,
Sırların ifşasından haber veren bu gibi kelimeler, zahir manası dışında anlaşılmalıdır. Tarikat meşayihinden, her vakit böyle cümleler sudur etmiş ve bu onların süregelen adeti olmuştur. Allah sırlarının kudsiyetini artırsın. Bu Fakir’in icad ettiği bir iş değildir. Ve bu, İslam’da ilk kırılan bardak da değildir.
Bu ıstırap ve cidal (sıkıntı ve mücadele) neden?
Şayet zahiri, şeriat ilimlerine uymayan bir lafız (söz) sudur eder ise, onu en küçük manası ile, zahirinden almak lazımdır. (zahiri anlamı dışına yormalıdır) Böylece onu, şeriat ilimlerine mutabık (uygun) kılmak gerek; bir Müslümanı itham etmek değil... (Sahibini suçlamadan kelamı, şeriate uygun biçimde zahir manasından başkasına yormalıdır)
Şeriatta bir kötülüğü şüyu buldurmak (yaymak) ve bir fasıkı (günahkarı) rüsvay (rezil) etmek haram ve yasak iken, mücerret (kendi başına) bir şüphe ile bir Müslüman’ı rüsvay etmek nasıl münasip olur? Şehirden şehire onu aktarmak nasıl bir dindarlıktır?
İslamiyet ve şefkat yolu odur ki zahiri şeriat ilimlerine muhalif düşen bir söz, bir şahıstan sudur eder ise, onu diyene bakmalıdır: Şayet o, zındık veya mülhid ise, onu reddedip ıslahı (düzeltmek) ile uğraşmamalıdır. Şayet Müslüman, Allah’a ve Resulü’ne imanı var ise, onun sözünü yazar hale (doğru bir şekle) getirmeye çabalamalıdır; onu sağlam manaya yormalıdır. Onun hallini dahi, diyenden talep etmelidir. Şayet sahibi hallinden aciz kalır ise, kendisine nasihatta bulunmak gerek. Zira, emir-i maruf ve nehy-i münker rıfktır (bir şefkattir). Zira böyle bir muamele kabule daha yakındır. Şayet maksat kabul (sözün sahibine nasihat) değil de, onu rüsvay etmek ise, o zaman iş değişir.
Allah Teala, başarı ihsan eylesin.
Anlatılanlardan daha şaşırtıcı mana şudur ki Mübarek mektubunuzdan anlaşıldığına göre, bu Fakir’in mektubunu o büyükten dinledikten sonra, hizmetinizde bulunanlara bir şüphe ve inhiraf (kalblerini dönme) gelmiş. Bu bir in’ikasa (yansımaya) benzer. Halbuki onlara düşen, şüphe zanlarını kendi içlerinde halletmektir. Hem de bu Fakir’e bırakmadan, fitneyi dahi böyle sükuna kavuşturalar.
Diğer arkadaşlar hakkında ne diyebilirim ki? Onlardan bazısı, şüpheyi def etmiyor (mücadele edip kendisini ve başkasını şüpheden kurtarmıyor). Bunun için nefsi müsamaha (hoş görme) yolu açmamıştır. Böylece o, gücü yettiği halde, sükutu tercih etmiştir. (Yani ellerinden geldiği halde şüpheleri gidermek için uğraşmamışlardır) Bir şiir
Muhtacız bir bak şuna; Şimdi dost yardımına...
Dua makamında bir Ayet-i Kerime meali:
“Rabbimiz, katından bize rahmet ver. İşimizde bizim için muvaffakiyet hazırla.” “18/10”
Evvel, ahir (önce ve sonra) selam.
|