Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 31 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3, 4  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Re: Ayasofya: Bir hâkimiyet sembolü ... / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 02.06.09, 20:19 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Bir külliyat ve İstanbul’un fethi

D.Mehmet Doğan

Vakit
2009-06-01


Olayların hızlı aktığı bir zamanda, tarih mevzularına dalmamızı okuyucularımızın hoş karşılayacaklarını ümid ederiz. Esasen, eserleri şu günlerde topluca yayınlanan çok değerli bir ilim adamımızın külliyatından söz etmek niyetindeydik. Mehmed Said Hatiboğlu, Ankara İlahiyat camiasının ciddi çalışmalarıyla tanınan en seçkin şahsiyetlerinden biridir. Said Hoca emekli oldu. Fakat bugüne kadar çalışmaları çoğunlukla kitab olarak yayınlanmamıştı. Şimdi beş cildi yayınlanmış olan külliyatın ilk ciltlerini okumak gerçekten heyecan verici.
Hadis konusunda kılı kırk yarar bir ilim adamı olan Hatiboğlu’nun külliyatının ilk kitabı Hz. Peygamber ve Kur’an dışı Vahiy adını taşıyor. Değerli ilim adamı, Kuran-ı Kerim’e tevil dışında ekleme imkânı olmamasının bazı çevreleri Hz. Peygamber’i hadis kılığını büründürülecek beyanlar yoluyla istismar etmeye yönelttiğini söylüyor. Elbette Kitab ve sünneti gerçek ölçüleriyle kavrayarak meseleye yaklaşmak gerekiyor.
Hatiboğlu Hoca, İstanbul’un fethiyle ilgili hepimizin bildiği “Kostantiniye elbet feth olunacaktır. Onu fethedecek emir ne güzel emirdir ve o ordu ne güzel ordudur” hadisini şöyle yorumluyor: Peygamber efendimiz tebliğ ettiği cihanşümul dinin üstün geleceği inancı ile böyle bir hedefe ulaşılacağını bildirmiştir. İstanbul’un fethi ile ilgili teşebbüsler uzun süre başarılı olmayınca, fethin âhir zamanda, kıyamete yakın mümkün olabileceği düşüncesi yaygınlaşmış, Hz. Peygamber’e bu minval üzre sözler yakıştırılmaya başlanmış.
İstanbul fethedildiği halde, bu sözlere itibar edenlerin yakın dönemde bile bulunmasına ne demeli? Mesela, Mısırlı yazar Reşit Rıza hocası saydığı Neşşabe’ye atfen İstanbul’u arapların eşkıya türklerden aldıklarında fethedileceğini yazmış. Hoca 1994’de haccederken, Medine Üniversitesi’nde yapılan bir teze rastlar. Bu kitapta da, her ne kadar İstanbul türkler tarafından fethedilmişse de, asıl fethin kıyamete yakın gerçekleşeceğini okur. Hatiboğlu hoca, kitab ve sünnet gerçek ölçüleriyle kavranarak konuya yaklaşılmayınca, mahalle dedikodularının ağır basacağını belirtiyor.
Hatiboğlu Hoca’nın eserleri, Peygamber sözlerinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda günümüzün düşünen, araştıran insanına ufuk açıcı metinler ihtiva ediyor.*
Gelelim istanbul’un fethinin önemine...
Bundan on yıl kadar önce, bir Fetih haftasında konuşurken, “İstanbul’un fethine Erzurumlular katılmadı” demiştim, ön sırada oturan has Erzurumlu yakın dostuma tebessüm ederek. Bu lâtife, yalnız Erzurum için değil, o sırada Osmanlı sınırları içinde olmayan Anadolu şehirleri için de sözkonusu idi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin doğu sınırları Ankara’da sona eriyordu! Erzurumlu ahbabım, toplantı bittikten sonra, “zaten İstanbul’un fethi o kadar mühim bir hadise sayılmaz” dedi! Çünkü Bizans küçük bir haritaya sıkışmıştı ve İstanbul’un içinde çok fazla nüfus kalmamıştı...
Bu tür yorumlar resmin tamamını görmemekten kaynaklanıyor. İstanbul veya Bizans bir semboldür; bin yıldan fazla süren bir hâkimiyet sembolü. En küçük ve etkisiz göründüğü zamanda bile, arkasında güçlü haçlı organizasyonlarının oluştuğu bir sembol. Nitekim Sultan Mehmed’in kuşatması sırasında da haçlı güçleri harekete geçti. Osmanlı bürokrasisinin bir istisna dışında, kuşatmanın kaldırılması yönünde fikir beyan ettiği divanda, Fatih’e destek veren Akşemseddin ve Zağanos Paşa vardı...
O küçük görünen coğrafyanın ele geçirilmesi için fetihle sonuçlanan muhasara kaç gün sürdü dersiniz? İşe Rumeli Hisarı’nın inşasından başlamak lâzım. Sultan Mehmet, 1452 eylül ayında Bizans’a yardım imkânlarını ortadan kaldırmak için Mora’nın fethini emretti ve Edirne’de hazırlıklara başladı. 1453 şubatında şahî denilen büyük topları Edirne’den yola çıkardı. 6 nisan 1453’te ordusuyla İstanbul surları önüne geldi. Ancak 53. gün İstanbul’un fethi mümkün oldu. Bu süre boyunca genç hükümdarın ne gibi heyecanlar yaşadığını, ümitle ümitsizlik arasında nasıl bocaladığını, ancak Akşemseddin’in beyanları üzerine teskin olabildiğini merak etmemeli miyiz?
Bizans cephesi de önemlidir. Bizans canını dişine takmış, mukadder sonu engellemeye çalışmaktadır. İmparator dahi son nefesine kadar mücadelenin içindedir ve bu uğurda ölmüştür! İstanbul’un fethinin önemini batılılar bizden daha iyi takdir ediyorlar. İşte bir örnek: Sevr’in ön görüşmelerinde, Fransız hariciye vekili Berthelot, “İstanbul’un Türkler tarafından alınması ortaçağın sonunu işaretliyordu. İstanbulu boşaltmaları da yeni bir çağın başlangıcını gösterecek” diyor. (Sevr Entrikaları, sf. 147)

* Mehmet Sait Hatiboğlu Kitaplığı, Otto Yayıncılık, 0312 439 01 69, ottoyayin@gmail.com


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Bir külliyat ve İstanbul’un fethi / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 16.06.09, 13:12 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 253
“Batı Çalışma Grubu” irticaya karşı!

D.Mehmet Doğan

Vakit
2009-06-16



Sovyet sisteminin çökmesi, soğuk harbin neticelenmesi, Türkiye’de iktidar ilişkilerini yeniden tanımlama ihtiyacı doğurdu. Bu yüzden Cumhuriyet’in geleneksel yönetim oligarşisi, 1993’te yayınlanan Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezine mal bulmuş mağribi gibi sarıldı. Ülke içindeki iktidarlarını bu tez doğrultusunda hareket ederek ve ABD ile hiza tutarak sürdürmeleri pekâlâ mümkündü.
ABD’nin etkili çevreleri ile ilişkisi bilinen Huntington, gelecekle ilgili tahminini kendi kurduğu çatışma ekseni doğrultusunda açıkça ilân ediyordu: “Bundan sonraki dünya savaşı, medeniyetler arası bir savaş olacak… Batı, batılı hâkimiyeti sürdürecek, batılı menfaatleri koruyacak ve batılı siyasî ve iktisadî değerleri yükseltecek ölçülerde dünyaya hükmetmek için milletlerarası kuruluşları, askerî gücü ve ekonomik kaynakları fiilen kullanıyor”.
Bir zamanlar kendini “hür dünya” olarak ilân eden ve Sovyet sistemi karşısında bütün dünyaya istiklâl ve hürriyet vaad eden kapitalist âlem, o zamana kadar göstermek istemediği yüzünü hayli net bir şekilde açığa vuruyordu. Elbette bu arada itiraf mahiyetinde değerlendirmeler de yapılıyordu. “Modern demokratik hükümet batıda doğmuştur. Batılı olmayan toplumlarda geliştiği zaman, ekseriya batı kolonyalizmi (sömürgeciliği)ve tesirinin mahsulü hâline gelmiştir.”
ABD’nin soğuk harb sonrası stratejisini dışa vuran “Medeniyetler çatışması” makalesinde, Türkiye’ye “mahsus” bir yer ayrılmıştır. Bizim övünme sebebimiz olan batılılaşma/modernleşme iddialarımız, “devrim”lerimiz bir batılı tarafından daha önce hiç görülmedik netlikte ve yalın bir gerçekçilikle değerlendirilmektedir: Türkiye, tarihen en derin biçimde bölünük ülkedir...
Hayret verici değil mi? Türkiye başka bölünme korkuları yaşarken, Huntington onun gerçek bölünme eksenini açıkça gözlerimizin önüne seriyor:
“Diğer bir kısım ülkeler, vasat seviyede kültürel bir tecanüse sahiptirler fakat toplumları hangi medeniyete mensup oldukları konusunda bölünmüşlerdir. Bunlar bölünük ülkelerdir. Liderleri, tipik bir biçimde, kervana katılma stratejisi izlemeyi ve ülkelerini batının üyesi yapmayı arzu ediyorlar fakat memleketlerinin tarih, kültür ve gelenekleri batılı değildir. Bu tür bir bölünmenin en âşikar ve prototipik örneğini Türkiye teşkil ediyor. Türkiye’nin yirminci asrın sonlarındaki liderleri, Atatürk geleneğini takip etmekte ve Türkiyeyi modern, seküler, Batılı bir millî devlet olarak tanımlamaktadırlar. NATO’da ve Körfez Savaşında Türkiye’yi Batı ile ittifaka soktular; AT’ye üyelik için müracaat ettiler. Maamafih, Türk toplumundaki [bazı] unsurlar, aynı zamanda İslâmî bir silkinişi desteklemiş ve Türkiye’nin esas itibarıyle Müslüman bir Ortadoğu ülkesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca, Türkiye’nin seçkinleri Türkiye’yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken Batı’nın seçkinleri Türkiye’nin öyle olduğunu kabule yanaşmıyorlar.”
Huntington’un “Medeniyetler çatışması” tezi Türkiye’nin oligarşik iktidar merkezlerinde “Batı Çalışma Grubu” kurularak değerlendirildi. Böylece “Batı medeniyeti” yönünde hareket eden zinde güçler, irtica/İslâm ile mücadele için kendilerine göre bir dış meşruiyet zemini ele geçirmişlerdi. Kanun dışı bu yapılanma, 28 Şubat’ın mimarı oldu. 28 Şubat Türkiye’nin hassas dengelerini sarstı. Ekonomisini çökertti. Bu yüzden değil bin yıl, on yıl bile sürdürülemedi! Türkiye’yi normal seçilmiş bir yönetime geçirmek mecburiyeti hâsıl oldu.
Bu arada ABD, Medeniyetler çatışması tezini, en aşırısı İslâm’la topyekün mücadele olarak okumaktan geri durmaya başladı, terörist Müslüman grupları hedef seçtiğini ilan etti. O sıralar Genelkurmay 2. Başkanı olan Bir efendi, “İslâm’ın ılımlısı, aşırısı olmaz hepsi de tehlikelidir ve düşmandır” anlamına gelen nutuklar parlattı. Daha sonraki bir Genelkurmay Başkanı da nüfusunun büyük çoğunluğundan ötürü Türkiye’ye İslâm ülkesi denilmesine kızgınlığını dışa vurdu. Bu tepkiler ABD’yi kendi meşreplerindeki neo-conlar hariç ikna edemedi. Türkiye oligarşisi, ABD’nin strateji değişikliğini bir türlü kabul etmek istemedi. Çünkü, batının İslâm’la savaşı yoksa, kendilerine iç politikada yer yoktu! İrtica ile, yani İslâm’la mücadelenin olmadığı bir dünyada, Türkiye’nin oligarkları kumda oynamaktan başka seçeneğe sahip değildi.
Bunun nasıl kabul edilemez bir şey olduğunu, 28 Şubat sonrası Ergenekon yapılanmaları açıkça ortaya koymaktadır. O günlerden bugünlere kim bilir kaç irtica ile mücadele andıcı hazırlandı, kim bilir kimler üzerinde operasyonlar yapıldı ve yapılmakta...
Batılılaşma bir mağlubiyet ideolojisidir. Cumhuriyet oligarşisi, bu ideolojinin sonunun geldiğini kabul etmekten başka bir seçeneğe sahip değildir. Başta askerî eğitim ve yargı sistemi olmak üzere, geniş bir zihniyet değişikliğine gitmekten başka çıkar yol yoktur. Türkiye’nin yeni dünyadaki rolü, içeride İslâm’ı bastırmak değildir. Aksine, dışarıda İslâm’la barışık bir Türkiye’nin yolunu açmaktır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Zarurî bir yazı / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 17.06.09, 16:08 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
D.Mehmet Doğan - Vakit
2009-06-12
Zarurî bir yazı

Bir köşe yazarı, her zaman istediğini yazmaz veya yazamaz. Hatta çoğu zaman yazmak istemediğini yazar. Olayların sürüklediği istikamette yazmak yerine akla ve ruha hitabeden konulardan bahsetmek ister. Fakat, gazete günlüktür. Günlerin getirdiği ve götürdüğünün muhasebesi köşe yazısının esasını teşkil eder.
Bu yazı, konu ne kadar gündemde olursa olsun yazmak istemediğim bir yazı idi. İlgilerim, daha önceki işim, tanışıklıklarım konunun câzibesini artırır. Sağdan soldan “neden yazmıyorsun!” hitapları uçuşur. RTÜK’le ilgili yazmak istemem. Eskiden içinde bulunduğum bir kurumun bugününü dile dolamak tab’ıma uymaz.
Hali hazırdaki RTÜK Başkanı ile ilgili yazmak istemem. Öyle veya böyle geçmişte bir hukukumuz olan bir şahısla ilgili yazmak da bana göre değil. Fakat bu konudan ne kadar uzak kalırsam kalayım, yazmak zorunda olduğum hususlar var.
Evet, şimdiki RTÜK Başkanı, 1980’lerde, 90’larda, Türkiye Yazarlar Birliği çevresinde idi. İlahiyat mezunu, bir cemaatin yayın işleri ile uğraşmış, sonra da -her nedense- arkadaşlarıyla birlikte cemaatten ayrılmış temiz yüzlü bir delikanlı. TYB’nin mütevazı mekânına sık gelip giden bu delikanlıyı, 1991’de Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı’nı kurduğumuzda, vakfın müdürlüğüne getirdik. Bir süre bu görevi yaptıktan sonra, arkadaşlarıyla yayınevi kurdu. Benim kitaplarıma da talip oldular ve büyük bir kısmını yayınladılar. Yani müdürümüz, yayıncımız oldu. Sonra bir televizyonun çatısı altında beraber olduk.
Zahit Akman’la tanışıklığımızın cemaziyelevveli var, kısacası.
1990’larda, sakallı ve ilahiyatlı bir sunucu televizyonun diğer sakallı ve imam hatipli sunucusu ile aynı haber programını paylaşıyordu. Sakallı sunuculardan ilahiyatlı olmayanı, sonra kendine başka bir yol çizdi. Fakat sakalını muhafaza etti. Zahit Akman’ı uzun süre görmemiştim. 2000’lerin başında, bir lokantada yakınımdan biri geçer gibi oldu. Yakınımdan geçen, bana görünmek istememişti. İşte bu sakalsız Zahid veya “Aykut” Akman’dı!
Eski tanıdığımızın değişimi sadece şekille ilgili miydi? Olaylar bu değişimin ne yönde seyrettiğini gösterdi. TRT Genel Müdürlüğü’ne aday olmak istediğini telefonla bana duyurdu. RTÜK üyelerinden yeterli oyu alamadı, üç aday arasına giremedi. Benden bildi!
2005’te, RTÜK kanununda değişiklik yapıldı ve eski RTÜK üyeleri dışarıda bırakılarak yeni bir RTÜK oluşturuldu. Hükümetimiz, yetkililerimiz, en azı 9 yıl görev yapmış tecrübeli üyelerden hiçbirine, konuyla ilgili bilgi alışverişinde bulunmak için dahi başvurmadı. En azından ben böyle bir taleple karşılaşmadım.
Yeni RTÜK oluşturulduğunda tatildeydim. Yeni seçilen üyeleri, başkan dahil telefonla tebrik ettim. Niyetim, dönünce tebrike gitmekti.
Üst Kurul tamamen yeni üyelerden oluşmuştu. RTÜK on küsur yaşındaydı, fakat üyeler sıfır kilometre idi! Bu durumda olabilecekler oldu: Kurul bir taraftan bürokrasinin, diğer taraftan büyük televizyon şirketlerinin kucağına düştü. İsmi lâzım değil, bir televizyon derneğinin başkanının RTÜK’ü ayarladığı her yerlerde konuşulmaya başlandı. Bütün gelirlerini yayın kuruluşlarının reklamlarından aldığı yüzde ile sağlayan kurumun yeni yönetimi reklam paylarını düşürdü. Bundan en büyük menfaati, çok sayıda yayın kuruluşunun sahibi olan ve “kartel” tesmiye eden grup sağladı. Karasal yayınlarla ilgili ihale tamamen gündemden düşürüldü. Bu da mevcut televizyonlara imtiyaz tanıyan bir sistemdi. Dijital yayına bir türlü geçilemedi... Başkan böylece, karşı tarafın defo saydığı hususlarla ilgili saldırılardan masun kaldı.
Tatil dönüşü yeni RTÜK üyelerini ve başkanını ziyarete gitmek istemedim.
Bu sütunlarda yeniden yazmaya başlarken, okuyucularıma arz etmiştim. SSK’dan RTÜK dönemini de içine alacak şekilde emekli olmak için yeni RTÜK başkanı ile bir yıl süren bir mücadeleye mecbur kaldım. Bunun için tek silahım, Bilgi Edinme Kanunu idi. Bu kanuna göre, üç defa yazılı başvuruda bulundum. Başkan sonunda lütfetti, bizim RTÜK dönemi ile ilgili emekliliğimizi onayladı. Ardından da RTÜK adına beni mahkemeye verdi! Görev sırasında kesintilerin SSK’ya değil de Emekli Sandığı’na yapılmasının -hiçbir talebimiz ve yetkimiz olmamasına rağmen- sorumlusu biz sayılıyorduk ve eski TL ile 15 milyara yakın bir talepte bulunuluyordu. Halen mahkeme devam ediyor!
Türkiye’de çok hızlı adres değişiklikleri oluyor. İnsanlar durduğu yerde durmuyor. Zühd ü takva sahibi olarak tanıdığınız birisi, bir zaman sonra bakıyorsunuz ki, dünya nimetlerine batmış. Şekli şemaili değişmiş. Buna rağmen, eski beraberliklerden ötürü, hesabı size soruluyor. Herkes kendi yolunda ilerliyor. Bu sırada, çizgisini koruyan, istikametini kaybetmeyene ne mutlu!
Son birkaç söz. RTÜK özerk bir kurum. Başkanını ve üyelerini değiştirmek, iktidarların elinde değil. Fakat, RTÜK’le ilgili bakan, süresi temmuz ayında bitecek mevcut başkana, başkanlığa aday olmamasını söylüyor. Bunda bir tuhaflık yok. Bu bir tavsiye, hatta “dost tavsiyesi”. Çünkü muhalefet bir zayıf halka oluşturmak istiyor. Ardından RTÜK başkanı, “arkamda Başbakan var, neden bırakayım!” açıklaması yapıyor!
Hiçbir RTÜK başkanı bugüne kadar bu kadar hacil duruma düşmedi!
Başbakan RTÜK başkanını destekleyebilir. Fakat böyle konuşarak Başbakan’ı müşkil durumda bırakan bir RTÜK başkanı Başbakan’ın desteğine asla sahip olamaz!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Menemen”den bu yana mürettep işler.
MesajGönderilme zamanı: 18.06.09, 10:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 17.12.08, 16:48
Mesajlar: 237
D.Mehmet Doğan - Vakit

2009-06-18
“Menemen”den bu yana mürettep işler...


Türkiye’yi dalgalandıran, muhtemelen normalleşme yolunda ciddi merhale alınmasına vesile teşkil edecek olan “İrtica ile mücadele eylem planı”, kökü derinlerde olan bir zihniyetin en yeni örneklerinden. İttihat Terakki’nin Cumhuriyet’e devrettiği, Cumhuriyet’ten sonra da baskınlığını koruyan bu anlayış, çeşitli merhalelerden geçtikten sonra bugüne geldi. Ülkenin, normal bir demokratik sistemle, hukuk devleti anlayışı içinde yönetilmesi karşısında daima kendini meşru sayan güçlü bir itiraz olarak varlığını sürdürdü.
Bu güçlü itirazın kendine mahsus (veya kendinden menkul) meşruiyet zeminleri vardır. Resmî ideoloji öncelikle böyle bir zemin teşkil ediyor. Atatürkçülük, Atatürk’e isnad edilen bir ideoloji olarak güçlü bir meşruiyet dayanağı sayılıyor. Cumhuriyet tarihinden getirilen örnekler, aynı maksatla devreye sokuluyor. Geçmiş örneklerin bu günkü “eylem planları”na meşruiyet sağladığı düşünülüyor.
Türkiye, 1930 yılının son aylarında çok ilginç bir “demokrasi” denemesi ile karşı karşıya kalmıştı. Cumhurbaşkanı, eskiden beri itimat ettiği yakın arkadaşı Fethi Okyar’a ağustos ayında muhalif bir parti kurması talimatını verdi. Fethi Bey isteksizce bu işe girişti. Gazi, bazı yakın arkadaşlarını da bu partiye soktu. Böylece Halk Partisi’nin karşısında Serbest Fırka muhalif parti olarak ortaya çıkarıldı. Yeni parti, halk tarafından umulandan büyük ilgi ile karşılandı. İzmir’de Fethi Bey’in katıldığı miting büyük olaylara sahne oldu. Ekim ayındaki mahallî seçimlere katılmak istemeyen Fethi Bey, neden seçimlere girmeye mecbur kaldığını şöyle açıklamaktadır: Parayı veren O, fırkayı teşkil eden O, belediye seçimlerine girme emrini veren de O!
Belediye seçimlerinde Serbest Fırka’nın aldığı sonuçlar, genel seçimlerde işin daha zor olacağını gösterdi. Halkın, “kurtarıcı”ların partisine değil de, danışıklı da olsa yeni kurulan partiye teveccüh etme ihtimali, ciddi sıkıntı meydana getirdi ve Fethi Bey partisini 17 kasımda kapattı! Fakat iktidar işin bu kadarla kalmasını hazmedemedi. Halkın, kurtarıcı kadrolara yüz çevirip başka bir siyasî harekete destek vermesi kabul edilebilir değildi. 1 ay sonra “Menemen vak’ası” ortaya çıktı/çıkarıldı.
Vak’anın çıkış yeri ilginçtir. Bir kere Serbest Fırka’ya teveccüh eden İzmir mimlenmiştir. Serbest Fırka’nın belediye seçimini kazandığı İzmir’in kazası Menemen de! Mutlaka bir şekilde cezalandırılacaktır. Menemen’de ortaya çıkan olayı hiçbir şekilde “dinî bir hareket” saymak mümkün değildir. Ayak takımından esrarkeş altı kişi (ikisi çocuk yaşta) bir olaya sebebiyet verir. Giritli Mehmet kendini mehdi ilân eder, belediye meydanında yürüyüşe geçer. Yedek subay Fehmi (Kubilay) ve silahsız askerler bunları önlemek için gönderilir. Menemen halkı olaya karışmaz. Jandarma kumandanı silahlı askerleriyle olup biteni pencereden seyreder. Müdahale edilmesi gerektiği görüşünü dikkate almaz. Fehmi öldürülür, başı kesilir...
Bundan sonra olup bitenleri o sırada ordu kumandanı olan Fahrettin Altay hatıralarında anlatmaktadır.
Menemen, Manisa ve Balıkesir’de örfî idare (sıkıyönetim) ilân edilir. Meşhur General Mustafa Muğlalı başkanlığında Divanıharp mahkemesi oluşturulur.
Gazi, mahkûm olanların bekletilmeden cezalandırılması, seyirci kalmış olan Menemen halkının da sürülmesi gerektiği görüşündedir, (“Menemen ve alakadar köylerin gayri meskun hale getirilmesi”) çünkü onlar da itham altındadır. Muhalif gazeteler de hükümetin korkulacak bir şey olmadığı fikrini yaydığı için cezalandırılmalıdır! En azından Divan-ı Harp’te sorgulanarak korkutulmalıdır. Nakşibendi tarikatının kökü kazınmalıdır... Bunun için İstanbul’dan 90’lı yaşlarda olan, olayla hiçbir ilgisi bulunmayan ve yürümekte güçlük çeken Şeyh Esat Erbili getirilir. 37 kişi idama mahkûm edilir... İdamlıklar arasında, suçlulara ip satan Yahudi bakkal Jozef de vardır!
Serbest Fırka denemesi, faşist ve nazist partilerden esinlenen uygulamalara geçiş için kullanılır. Tek parti yönetimi daha otoriterleşir. Menemen’in Serbest Fırka’dan seçilmiş belediye başkanı, aynı zamanda Türk Ocağı başkanıdır. Bir süre sonra, Türk Ocakları da kapatılır, Cumhuriyet Halk Partisi’ne ilhak edilir...
Bu tarihe mal olmuş olay ve olay sonrasında yapılanlar soğukkanlılıkla değerlendirilip, doğru sonuçlar çıkarılacağına, 21. Yüzyılda bazı uygulamalara esas olarak alınırsa ne olur? Taze taze irtica ile mücadele eylem planı olur! Filan partiyi bölmek, felan cemaatı yok etmek için düğmeye basmak meşru görülür...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Batı Çalışma Grubu” irticaya karşı! / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 20.06.09, 10:09 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Onlar aslında irtica ile mücadele ediyor...

D.Mehmet Doğan
Vakit

2009-06-20

Eski bir çamaşır makinası reklamı vardı. Kadın örgü örüyor veya ev işleri yapıyor, yahut da komşusuyla dedikodu... “Ben aslında çamaşır yıkıyorum!” diyor. O sırada otomatik çamaşır makinasının şeffaf kısmından çamaşırların makina içinde döndüğü görülüyor...

“İrtica” kavramının siyasî literatürümüze armağan edilişinin yüzüncü yılındayız. Malûm, 31 Mart 1909 Vak’ası, İttihatçılara böyle zengin bir edebiyatın kapısını sonuna kadar açmıştı. Bu kapıdan nice üniformalı, üniformasız kahramanlar geldi geçti. Kimi zafer takları altından geçirilerek tebcil edildi, kimi yüksek makam ve mevkilere yükseltilerek takdir edildi. Servet ü samana boğulanlar da oldu.

Birileri bu kadar uzun zamandır irtica ile mücadele ediyor. Fakat ortada sonuç yok! İrtica ile mücadelede bugüne kadar başarısız olanlara nasıl güveneceğiz?

1960 darbecileri irtica ile mücadele ediyorlardı, 12 Martçılar keza, 12 Eylülcüler de elbette! Ya 28 Şubatçılar? Her biri bir irtica ile mücadele kahramanı idi! 27 Nisan e-muhtıracılarının da niyeti buydu.
“İrtica ile mücadele” akan suları durdurdu.

Kim bu irtica? Demokrat Parti, Adalet Partisi, Millî Nizam Partisi, Millî Selamet Partisi, Doğru Yol Partisi, ANAP, Refah Partisi ve nihayet AKP... Kısacası ülkenin modernleşmesinde ve gelişmesinde payı olan bütün siyasî hareketler!

Ne zamana kadar?

“Geçen yıla kadar” diyecektik. Fakat, son vukuat, böyle deme imkânımızı elimizden aldı. Bir yerlerde hâlâ -silsile-i meratip içinde veya dışında- “irtica ile mücadele eylem plan”larının hazırlanmakta olduğu haberleri manşete çıktı. Hem de ne eylem planı! Filan partiyi parçala, feşmekan cemaati bitir, irtica ile mücadele eylem planını sonuca ulaştır!

Emredersiniz! Baş üstüne!!!

Zamanında birçok kereler “irtica odağı” olarak tanımlanmış eski bir partinin başına geçeceği söylentisi yayılan anayasa hukukçusu prof. “irtica ile mücadeleye kimsenin bir şey diyeceği olamaz” diyor. Bir partinin hedef gösterilmesi ise kabul edilemezmiş!

İrtica ile mücadele perdesi altında bugüne kadar yapılanlar elbette hafızalardan silinmiş olamaz.
Birileri, üniforma sırtlarındayken, kendi dar ideolojik zihniyetlerine aykırı gördükleri iktidarlara karşı, “irtica ile mücadele” başlığı altında komplo düzenliyor. Hadi bu sonuncusu gerçek mi değil mi diye tartışılıyor. Ya 2003 yılında yapıldığı kesin olan ve ETÖ kapsamında mahkeme edilmeyi bekleyen bir zamanların anlı şanlı komutanlarının eylem planları neyin nesi?

“Biz gelenekçi bir kurumuz, irtica ile mücadeleden vazgeçmeyiz” açıklamasını beklemeli miyiz?
Henüz böyle bir açıklama ile karşı karşıya kalmadık.

Fakat şu açıkça görüldü ve kabul edildi ki, “irtica ile mücadele” asıl yapılmak isteneni örtmek için başvurulan bir kamuflaj!

“Biz darbe yapacağız! Kendi iktidarımızı kuracağız! Ülkeyi sivil-seçilmiş hükümetlerden daha iyi yöneteceğiz!” demek yerine, “Biz aslında irtica ile mücadele ediyoruz!” deniliyor.

Elbette irtica ile mücadele edenler kendi irticalarını da oluşturuyorlardı. Bir takım saçı sakalı birbirine karışmış düzmece şeyhler, mehdiler, sahte peygamberler... Onlarla iş tutan hatun kişiler, yuvarlanıp duran bir takım meczuplar...

İrtica tiyatrosu bir daha sahneye konulmak yerine bu sefer, doğrudan bir siyasî parti ve bir cemaat hedef seçilmiş! İşte mesele bu! Eski bir komutan, “bu salaklıkla darbe filan yapılmaz” diyor!
Bu müjde bizi çok sevindirdi!

İrtica ile mücadele kavramının böyle salakca bir şey olduğu ikrar edildiği için elbette!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Batı Çalışma Grubu” irticaya karşı! / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 23.06.09, 10:16 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Sahte olan, basının demokrasi taraftarı olduğu iddiası!

D.Mehmet Doğan


Vakit

2009-06-23


İkinci haftadayız... Demokrasiye karşı kurulan komplonun deşifre edildiği günden beri belge gerçek-sahte tartışması yapılıyor. Belge sahte olabilir mi? Böyle bir belgenin hazırlanmadığını kaynak kurum dahi yüksek sesle ilân edemiyor. Açıklamalar, “gerçek olmasa iyi olur” veya “siz gerçek değilmiş gibi yapın” makamında.

Böyle bir gerçeklik ancak bu kadar üstlenilir! Çünkü açıkça “gerçek” demenin ağır bedeli var. O bedel beklemeye gelmez, hemen ödenmelidir. İmzası olan şahıstan itibaren bütün silsile-i meratip haberliyse de, habersizse de sorumludur. Haberliyse, işin içindedir zaten. Habersizse, teşkilatına hâkim değildir, yine sorumludur. Sorumluluk çok ağır bir yüktür. Yüksek Askeri Şûra’nın bütün komuta kademesinin değişmesiyle sonuçlanmasını gerektirir. TSK yeni bir komuta kademesiyle ve fakat yerini gerçekten bilerek, işine devam eder...

Belge sahte olsa bile... Belge sahte olsa bile, Türkiye’de değişmeyen bir gerçek var: Basının demokrasi taraftarı olduğu iddiası kesinlikle gerçek değil!

Türkiye’de ağırlıklı olarak basın “rejim basını”dır. Rejimin değişmezlerinden, rükünlerindendir basın. O olmazsa, ideoloji sürdürülemez; rejimin antidemokratik kimliği var kılınamaz. Darbe asla yapılamaz!

Basının rejim basını kimliğinin kökü derinlerdedir. İttihatçılar Abdülhamid’in matbuata baskı uyguladığı iddiasıyla yola çıktılar, serbestlik vaad ettiler. 2. Meşrutiyet ilan edildikten sonra yapılan ilk işlerden biri sansürün kaldırılmasıydı. İttihatçılar basın üzerinden sansürü kaldırdılar, fakat iktidarı ele geçirince muhalif gazetecilere hayat hakkı tanımadılar!

Cumhuriyet, İttihatçı yöntemleri basın üzerinde uygulamaya devam etti. Birçok ünlü gazeteci İstiklâl Mahkemesi ile muhatap edildi. Gazeteciler ağır cezalara çarptırıldı. Bu da yetmedi, harf inkılabı ile gazeteler okuyucudan yoksun hale getirildi. İşte muhalif basını kökten yok etmenin yolu: Milletin okur yazarlığını ortadan kaldırmak! Bu tarihten itibaren devlet bütçesinden beslenen gazeteler dışında bütün yayın organları kapandı!

Harf inkılabı, “rejim basını”nı gerçek anlamda hayata geçirmek için büyük bir fırsat oldu. İşte “Cumhuriyet basını” dedikleri budur! Ünlü gazeteciler, devlet eliyle kurulan Türk Basın Birliği’nin yöneticileri milletvekili yapıldı. Çankaya sofrasına buyur edildi. En diktatörce tutumlar, idealize edilerek basın tarafından yüceltildi. 1930’larda Türkiye’de gazetecilik yağcılık, yalakalık, şakşakçılıktan başka bir şey değildi. Bir taraftan da devlet nimetleri basına peşkeş çekildi. İşte Türk basınının unutamadığı dönem!

Devletten nemalanan basın, demokrasiye geçildikten sonra geçici sürelerle demokrasiden yana tavır aldı. Ama rejimin basını olduğunu hiçbir zaman unutmadı. Rejimin basını, devletin imkânlarından elini çekmek istemedi, bu yüzden seçilmiş iktidarlarla cedelleşti. 1930’lar, 1990’larda 28 Şubat'la tekrarlandı. Rejim basını, devlet imkânlarını alabildiğine talan etti.

Böyle bir basın var olmaya devam ettikçe, demokrasiye karşı komplo belgeleri hazırlanır, yürürlüğü konulur; basın da kendisine biçilen rolü paşa paşa yapar! Zaten yapıyordu, belge hadisesi patlayınca bir şaşkınlık yaşandı. Daha önce de böyle belgeler hazırlanmış, yürürlüğe konulmuş, basın da rolünü hakkıyla ifa etmişti.

Belgenin gerçekliği veya sahteliği konusunu, bir Temel fıkrası aydınlatabilir.
Temel İstanbul’a gelmiş ve her nasılsa bir cinayet işlemiş, hâkim huzuruna çıkarılmış. Başlamış sorgulama. Temel anlatıyor da anlatıyor. Rize’den çıktım yola... Bir türlü gemiye binmiyor. Hakim zorlayınca, gemiye biniyor. Bu sefer de gemi yolculuğundan uzun uzun ayrıntılar, dönüp dönüp aynı şeyleri söylemeler. Hâkim sinirleniyor: “Tamam artık İstanbul’a gel!” Temel de uyanık, “haçan İstanbul’a geleyim de beni as öyle mi!”

Brifingsiz, andıçsız, eylem plansız, darbesiz, müdahalesiz bir basın, bugünden geçi yok!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Batı Çalışma Grubu” irticaya karşı! / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 27.06.09, 10:31 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Başbuğ’u dinleyemedim!

D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-06-27

Türkçe bilenlerin malumu olduğu üzere, başbuğ “başkomutan” demektir. Gerçi Anayasa’ya göre başkomutan, Cumhurbaşkanı’dır. Fiili başkomutan ise, Genelkurmay Başkanı’dır. Şu anda soyadı göreviyle tam uyumlu bir Genelkurmay Başkanımız vardır: Başbuğ! Tabii, Başbuğ konuşunca dinlemek gerekir. Ne yazık biz bu imkândan mahrum kaldık. Onun konuşma yaptığı sırada, Konya’da “Su Medeniyeti Sempozyumu”ndaydık. Televizyondan canlı seyretseydik farklı intibalarımız olabilirdi. Bize haberlerden takip etmek düştü.

Konuşmada şu cümleler dikkatimi çekti:
“Türkiye neredeyse iki haftadır Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın elinde bulunan, topladığı ve talep ettiği bütün bilgiler çerçevesinde yürüttüğü hazırlık soruşturması neticesinde ulaşmış olduğu kararla ortaya çıkan bir kâğıt parçası etrafında gereğinden fazla enerjisini tüketmiştir, harcamıştır. Ayrıca yargı sürecine sabırla ve sükunetle bekleme basiretini de gösterememiştir. Her şeyden önce bunlardan dolayı gerçekten biz Türk Silahlı Kuvvetleri olarak üzgünüz.”

Bir taraftan yakınma, diğer taraftan şikâyet ve üzüntü ifade eden bu cümleler, üzerinde durmayı hak ediyor.

Meşhur “irtica ile mücadele eylem planı”nı sahte veya gerçek olsun, kâğıt parçası deyip asla hafife almamak lâzım.

Kağıt parçası olmayan belge mi var?

Ortada Türkiye’nin sistemine, gidişine, olağanına müdahale ihtiva eden bir metin var. Bu metin ortaya çıktığında, bu “kağıt parçası” piyasaya sürüldüğünde, gerçek olup olmadığına bakılmaksızın neden bu kadar alakayı üzerinde topladı?

Tesadüfen mi? Gerçek gündemden kaçmak için mi? Sırf bir kurumu yıpratmak için mi?

Türkçenin en çok kullanılan deyimlerinden biri de “ateş olmayan yerde duman tütmez”dir!

Herkes biliyor ki, bu ismi taşıyan çok sayıda eylem planı bu teşkilat içinde hazırlanmıştır. Bunların tamamından haberdar olunmasa da, olunanları bile bir kanaate varmak için yeterlidir.

Türkiye, 100 yıldan beri, “irtica ile mücadele” ediyor! Bu nasıl bir düşman ki bir türlü yok edilemiyor?

Sözün doğrusu şu: Türkiye’de irtica ile mücadele adı altında iktidar mücadelesi yapılıyor. İttihatçılardan bu tarafa yönetim oligarşisi, meşruiyet temeli olarak irtica ile mücadeleyi gösteriyor.
Onlar olmasa ülke ortaçağ karanlığında kalacak. Medeni dünyada geri bir ülke olacağız!
Yüz yıldır, olup bitenler gözden geçirilirse, bu mücadelenin Türkiye’nin gerçek iktidar yapılanmasını engellediği ortada. Halk hakimiyetini benimsemiş, demokrasiyi seçmiş bir ülkede, ekonomik ve sosyal güçler iktidarı oluşturur. İktidar böyle oluşunca da, rasyonel bir bürokratik mekanizma kurmak kaçınılmazdır.

Ne yazık ki, Türkiye’de, gerçek iktidar yapılanması tam manasıyla sağlanamadığı için, bürokratik yapı akli süreçlerle yönlendirilemiyor. Sivil bürokrasi, kısmen rasyonalleştirilmiş olmakla beraber, ilmi bürokrasi, yargı bürokrasisi ve bilhassa militer bürokrasi rasyonelleştirilemiyor.

Askeri bürokrasinin ülke sitemi içinde yeri ne olmalıdır?

Bu soruya akılcı, gerçekçi cevap verdiğimiz anda TSK her türlü yıpratmaların dışına çıkacaktır.
Türkiye’de yüksek veya düşük rütbeli bazı askerler, İç Hizmet Kanunu’na dayanarak Türkiye’nin yönetimini değiştirmeye yönelik projeler hazırlamayı görev sayıyorsa, bu tür olaylarla karşılaşmak her zaman mümkündür.

Türkiye’de askerin olağanüstü rolü, olağanlaştırılmak zorundadır. Bu yönde adımların atılmasına Başbuğ öncülük ederse, ismi geleceğe kalacak bir kumandan olacaktır.

Türkiye’nin yüz yıldır sürdürülen iktidar mücadelesi sebebiyle gerçek anlamda gelişemediği, dünyada üstüne düşen rolü tam manasıyla oynayamadığı ortada. Türkiye’de askerin darbe yapıp yapmayacağı değil, değişen dünyada ne rol oynayacağını konuşmamız lâzımdır. Bunu siviller konuşmadan önce, askerlerin konuşması lazımdır.

Asker, Cumhurbaşkanı’nın eşinin karşılama ve uğurlamalarında tavır göstererek nereye varmak istiyor? Güçlü bir silahlı kuvvetler olmak bu tavırdan mı geçiyor?

Başörtüsü ile uğraşmak, silahlı kuvvetlerin işi olabilir mi?

TSK gerçek işine dönmelidir. Dönerse, ne Ergenekon olur, ne de irtica ile mücadele eylem planı! Böylece enerji israfı olmaz, TSK da üzülmez! TSK üzerinden herkes elini çekmek zorunda kalır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Batı Çalışma Grubu” irticaya karşı! / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 29.06.09, 09:55 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Kenan Paşa’yı asalım mı?

D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-06-29

Şimdilik fotokopisi elde bulunan “İrtica ile mücadele eylem planı”na doğru dürüst tepki vermekte geciken müzmin ana muhalefet partisi başkanı, âni bir kararla 12 Eylül darbecilerini asmaya karar verdi!
Bugünün meseleleri karşısında bugünün çözümünü ortaya koyamayınca, tarihe yolculuğa çıktı!
12 Eylül’ün 30. yılına şunun şurasında ne kaldı?
Hedefteki adam, 12 Eylül’ün darbeci komutanı, sonra halk oylaması cumhurbaşkanı Kenan Paşa doksanlı yaşlarında şiddetli bir tepki verdi: “Halk oylaması yapın, kaybedersem, kendi işimi kendim görürüm!”
Kenan Paşa’nın halka bu kadar güvenmesi çok fazla gerçekçi bulunmayabilir. Fakat 90 küsur yaşındaki bir pir-i faninin asılması veya tecziyesi halk oylamasına kalırsa, nüfusun büyük çoğunluğu 30 yaşın altında olduğu için, darbecilere doğrudan husumet duyan kitleye dahil olmayacaklar ve belki de Paşa haklı çıkacak.
Oylama bertaraf, Kenan Paşa’yı asmak için urganları yağlayalım mı?
Elbette bu mümkün değil. Türkiye’de idam kanunen mümkün değil. Olsa, ilk kimin asılacağı herkesin malûmu. Paşa’ya ve arkadaşlarına da olsa olsa ağır hapis verilir. 90 küsur yaşındaki adamı, hemi de eski cumhurbaşkanını tut kodese koy! Sonra da dünyaya rezil ol!
Kenan Paşa veya 12 Eylülcüler için şu anda yapılacak fazla bir şey yok!
Geciken adalet, adelet değildir. Bu yaştaki adamlara verilecek ceza, caydırıcı olabilir mi?
Peki Baykal, neden Kenan Paşa’yı hedef alıyor?
Kendine göre, haklı gerekçeleri var. Hemen, “12 Eylül’den sonra derdest edilenler arasındaydı” cevabı verilebilir. O şahsi bir hesap. Baykal’ı asıl sevkedenin şahsi hesap olmadığı kanaatindeyiz. Kenan Paşa, Türkiye’nin yakın tarihinde Atatürk’ten sonra halka yakınlaşmaya çalışan tek komutan!
Onun, yüksek askerî erkân arasında, dinî konularla en çok ilgilenen kişi olduğunu unutmamalıyız. Yeri geldiğinde doğru yanlış âyetler sıraladığını, dinî mevzular açtığını, böylece halkla diyalog kurmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Gerçekte güçlü bir dini arka planı olmadığı için basit ve ekseriya yanlış hükümlere vardığından zamanında çok eleştirilmiştir ama şu da bir gerçek ki Kenan Paşa aslını inkâr etmemiştir. Hoca oğlu olduğunu, apaçık söyleyebilmiştir.
“Bu çok da önemli değil!” diyenler çıkabilir. Bunun ne ölçüde önemli olduğunu, 1990’lı yıllarda gördük.
28 Şubatçılar, Kenan Paşa’yı dinî mevzularla ilgilenmesinden ve en önemlisi, din derslerini Anayasa’yla mecburî hale getirmesinden dolayı eleştirmişlerdir.
Diyebiliriz ki, Kenan Paşa, 1990’larda Harbiye’ye girmek isteseydi, “hocanın oğlu” olduğu için, hiçbir şansı olmazdı!
“Canım adam darbeci, ha Kenan Paşa olmuş, ha sonraki paşalar, fark etmez” denilebilir. Bu pek de doğru değil. Şimdi 28 Şubatçı paşaları bir gözünüzün önüne getirin. Hangisi Kenan Paşa gibi halkla yakınlaşmak için dinî bir söylem geliştirebilirdi? Onu bir yana bırakalım, hangisi, eksikli, kusurlu da olsa, din kültürü derslerini mecburi hale getirebiliridi?
İşte Baykal’ın Kenan Paşa’yı hedef seçmesinin ardındaki gerçek!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Batı Çalışma Grubu” irticaya karşı! / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 08.07.09, 13:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Millî Eğitim Bakanı, Nureddin Topçu’yu okudu mu?

D.Mehmet Doğan


Vakit

2009-07-08

İlk defa bir hanımefendi Millî Eğitim Bakanı oldu. “Kadın bakan” ekseriya göstermelik kabilinden hükümette yer alan bir unsurdur. Devlet bakanı filan yapılır. Öyle Millî Eğitim gibi iş hacmi büyük, personeli kalabalık, bütçesi yüksek bir bakanlığa bir kadın tayin edildiği bugüne kadar görülmedi. Nimet Hanım’ın böyle ağır bir mes’uliyetin altına sokulmasının bir sebebi vardır elbette.

Türkiye diplomalı okur yazarı çok, fakat gerçek okur yazarı kıt bir ülke, herkesin malûmu olduğu üzere. Okur yazar nisbetimiz değil yüzdeler hanesinde, bindeler hanesinde geziniyor. Yani binde birkaç kişi ancak kitap okuyor. Bakanlarımız, milletvekillerimiz, siyasilerimiz bu binde birkaç kişi içinde yer alırlar mı? Çok kuvvetli bir ihtimalden bahsetmiyoruz elbette. Fakat hiç değilse Millî Eğitim bakanımızın kitap okuru olduğunu ümid ediyoruz.

Elbette yeni siyasî sorumluluğu dolayısıyla eğitimle, öğretimle ilgili kitaplar da okuyor olmalıdır. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da bir sürü ıvır zıvır kitaplar yanında, meselenin özüne, ruhuna nüfuz eden az sayıda kitap var. Benim ilk aklıma gelen merhum Nureddin Topçu’nun “Türkiye’nin Maarif Davası” kitabıdır. Diyebiliriz ki, yalnız Nureddin Topçu, eğitimin, öğretimin, daha doğrusu “maarif”in ruhunu derinlemesine kavramış ve ona göre düşüncelerini derinlemesine ifade etmiştir.
Benim aklımdan hiç çıkmayan bir sözü: Öğrenmek zekânın, yapmak ahlâkın işidir...

Eğitimin yalnız bu cümlede ifade edilen hükme göre tanzimi mümkündür. Millî eğitim, ismine bakmayın, esasında “öğretim” bakanlığıdır. Eski yeni, gerekli gereksiz bilgilerin genç beyinlere aktarıldığı devasa bir cihazdır. Bu aktarma işinin ne derecede başarılı olduğu ayrı bir mesele, fakat bu bilgilerin gençlerde tecessüs uyandırarak araştırmaya sevk etmesi durumuyla fazla karşılaşmıyoruz. Gençlerin ite kaka dahi olsa kitap okumaya, ufuklarını genişletmeye yönelik bir tutumlarının olmaması en güçlü delilimiz.

Her şeyi öğrenebiliriz. Burada iyi kötü, doğru yanlış, faydalı faydasız ölçüleri olmayabilir. Kapasitemizin yettiği yere kadar öğrenebiliriz. Topçu, “çocuğa herşeyi öğreten mektep onu ne kadar düşüncesiz yapabiliyor” diyor.

Öğrendiklerimizi uygulamaya gelince bu noktada mutlaka bir ayırım yapma, bir ölçü getirme mecburiyeti vardır. Bilgi bize bu mecburiyeti öğretmez. Mesela, öğrendiklerimiz insanları en kolay nasıl öldüreceğimizle, yok edeceğimizle ilgili olabilir. “Bu da ne!” demeyin! Mesela, atomu parçalama bilgisini öğrenir ve atom bombası yapabiliriz. Bu, yüzbinlerce, milyonlarca insanı bir çırpıda yok edecek bir cihaz yapmak anlamına gelir. Bunu kullanmaya kalkıştığımızda, düşüncemizi harekete dönüştürdüğümüzde ne yapacağız? İşte bu noktada “ahlâk” devreye girecektir. İyiyi, güzeli, doğruyu, olumluyu, insanlığın hayrına olanı yapmak bir seçme işidir. Bu seçim için millî eğitim müfredatı gençlerimize yeterince yardımcı oluyor mu?

Ahlâk hür beyinlerin işidir. Mektep hür olmayı, hür düşünmeyi öğretmelidir. Ancak hürriyet insanı sorumluluk sahibi yapar. Sorumluluk ahlâkın temel kavramlarındandır.
Asıl “eğitim” bilgi öğretme değil, değer kazandırmadır. Millî eğitim, gençlerimize hangi değerleri kazandırıyor? Nureddin Topçu, eğitim sistemi içinde değer kazandırıcı müfredatın nasıl bir değişim geçirdiğini şöyle özetliyor: “...İnsanı düşündürecek felsefe kültürü okullarda şöyle bir inkılâp geçirdi. Önce metafiziğin Allah bahsi lise programlarından çıkarıldı, sonra Allah’a götürüyor diye ruh bahsi de atıldı. Daha sonra varlık üzerinde düşündürdüğü için bütün metafizik bahisleri lise felsefe programlarından çıkarıldı. İnsanı tanıtan ahlâk bahsi lise felsefe programlarının ufak bir köşesine sıkıştırıldı...”

1909 yılında İstanbul’da doğan 20. yüzyılımızın en büyük düşünürü Nureddin Topçu, 1975 yılının 10 temmuzunda vefat etti. Bu sene doğumunun yüzüncü yılı.

Ömrünü milletinin memleketinin meselelerine hasretti. Mesleği “muallimlik”ti. Muallim kelimesinin çağrışım derinliği karşısında öğretmen “sözcüğü” ne kadar âcizdir! Bir mürebbî olarak şöyle söylüyordu: “Gencimizin ruhu sarsıntı halindedir. Gençler spor, siyaset ve kazançtan ibaret üçüzlü hayat maddeciliğine daha beşikten başlıyarak meftun yetişmektedirler. Bu üçüzlü belâ onların ruhunda güneş ve tabiat, aşk ve miraç yaşatmıyarak, varlığını maddenin altında ezilmiş bir iskelet halinde beşikten mezara kadar takip ediyor ve bir çelenkle sarıp toprağa teslim ediyor.”


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: “Batı Çalışma Grubu” irticaya karşı! / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 27.07.09, 09:36 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Yorumlar ve sorunlar!

D.Mehmet Doğan


Vakit
2009-07-27

Yazmak, okunmak içindir. Hergün gazeteler sayısız haberi, yazıyı, yorumu taşıyarak okuyucuya sunar. Bazı yazarların gazetelerin tirajından fazla okunma ihtimali vardır, bazıları ise tirajla kıyaslanamayacak kadar az okunur. Bunu ölçmek çok da kolay değildir.
Çağımızda internet, yazarlar için mesajın seyrini değiştirecek bir mecra olarak ortaya çıkmıştır. Eskiden yazar metninin basıldıktan sonra kimler tarafından okunup nasıl karşılanacağını pek fazla bilmezdi. Elbette, çok ilgili okuyucular yazılarla ilgili görüşlerini, eleştirilerini veya daha fazlasını daha çok mektupla, daha az telgraf ve telefonla dile getirebilirdi. Fakat bunların yazara intikali hemen olmaz, zaten çok da fazla mektup yazılmazdı. Bunu neyle kıyaslayarak söylüyoruz? İnternetle elbette!
İnternet (türkçesi: Ağ, dünya ağı), yazınız mecrada yer aldıktan sonra, ne kadar okuyucu tarafından ziyaret edildiğini, ziyaretçilerin sayfanız üzerinde ne kadar kaldığını, buna bakarak da ne kadar okunduğunuzu size söyleyebiliyor. Ayrıca, yoruma açık bir sütununuz varsa, yazıyla ilgili görüş ve düşüncelerden haberdar olabiliyorsunuz. Sadece yazar değil, okuyucu da bu yorumlardan haberdar olduğu için, bazan sizin adınıza cevap veren yorumcularla karşılaşabiliyorsunuz.
Bir yazının beğenilme ihtimali olduğu gibi, beğenilmeme ihtimali de vardır. Her iki durum da yüzde yüz değildir. Yazınızı büyük çoğunluğun beğendiğini düşünebilirsiniz. Zaten büyük çoğunluğun memnun olmadığı bir yazar işini sürdüremez! Beğenenler, beğendiklerini veya neden beğendiklerini, beğenmeyenler neden beğenmediklerini çok da uzun olmayan metinler halinde ortaya koyuyorlar.
Yazar için yeni fakat ilgi çekici bir durum. Birileri, memnuniyetlerini belirtirken, konuya ne kadar vakıf olduklarını da ortaya koyuyorlar. Birileri de memnuniyetsizliklerini ifade için aynı yolu seçiyorlar. Bu farklı yaklaşımların kendi aralarında bir denge oluşturduklarını düşünebiliriz. Beğenenler-beğenmeyenler diyalektiği yazıyı iyi veya kötü yapmaz. Fakat, belli ölçüde nasıl anlaşıldığını ortaya koyar.
Eğer yorumlara bakarak konuşursak, iyi anlayanların varlığı yanında, anlayamayanların, yeterince anlayamayanların varlığı da bir gerçek. Asıl okuyucularımızın, bizim üzerinde durduğumuz konulara daha fazla vakıf olduklarını, yorumlara bakarak söyleyebiliriz. Destekleyici mahiyette yorumlardan bazan çok yetersiz, bilgice noksanları da olmakla birlikte çoğunluğun daha iyi kavradığını çıkarabiliyoruz. Bunlar muhtemelen bizim esaslı okuyucularımızdır. Buna karşılık, karşı çakanlar, -bu yetmez- şiddetle karşı çıkanlar var ki, bunların çok fazla okuyucunuz olmadığını, üzerinde durduğunuz konuyla ilgili peşin hükümleri, yanlış bilgileri olduğunu kolaylıkla anlıyorsunuz.
Geçen hafta üç gün üst üste yakın tarihle ilgili yazdık. Bu yazılara gelen yorumlar, bu kanaatlerimizi doğrular mahiyette. Karşı çıkanlar ve şiddetle karşı çıkanlar için de bizim temel tezimizi doğruluyorlar diyebiliriz. Çünkü biz yakın tarihin bilinmediğini, doğru bilinmediğini hatta doğru bilinmesinin istenmediğini; ideolojikleştirilmiş tarihin insanımızın düşünme ve davranma tarzlarını etkilediğini söylüyoruz.
Bir çok örnekten biri üzerinde duracağız. Erzurum Kongresi’ni Mustafa Kemal Paşa’nın değil, Erzurum’un ve müşterek hareket ettikleri Trabzon Müdafaa veya Muhafaza-yı hukuk cemiyetlerinin topladığını yazdık. Bunu kabul eden okuyucumuz, “Lâkin bu cemiyet Erzurum’daki toplantıyı Amerikan mandasının kabul edilmesi ön fikri ile toplamıştır. Bunların arasında Halide Edip de vardır. M. Kemal mandayı reddedip Osmanlı ordusundan istifa etmiş, K. Karabekir de kendi birliği ile M. Kemal’e katılmıştır. 56 delegeli Erzurum Kongresi’nin 48 delegesi M. Kemal’i başkan seçmiştir. Oturumlar 7 Ağustos’a kadar sürmüştür, yani toplanma amacı, kimin topladığı değil de kongreden çıkan sonuç ve bu fikirlerin sahibi başkanın kim olduğu daha önemlidir” diyor.
Erzurum Kongresi’nin mandacılık kastıyla toplandığı iddiası elbette, hem bu cemiyetlerin yöneticilerine hem de bu vilayetlerin halklarına yapılmış bir haksızlıktır. Elbette böyle bir şey sözkonusu değildir. Zaten manda konusu, Sivas Kongresi’nde ele alınmıştır. Halide Edip’in Erzurum Kongresi ile bir ilgisi yoktur. Onun başlangıçta ABD mandası taraftarı olduğu biliniyor. Fakat sonradan (1920) eşi ile birlikte millî mücadeleye katılmıştır. M. Kemal Paşa’nın istifa etmesinin sebebi, mandayı reddetmekle ilgili değildir; Anadolu’ya geniş yetkilerle donatılarak büyük bir maiyet erkânı ile çıktıktan bir müddet sonra, bilhassa İngilizlerin İstanbul’a çağrılmasını istemeleri yüzündendir. Paşa istifa etmiş ama, hükümetle ve bilhassa padişahla arasını bozmamıştır, saygılı mesajlar göndermiştir.
Kâzım Karabekir, Mustafa Kemal’e birliği ile katılmamış, Paşa rütbesiz ve görevsiz kaldıktan sonra, büyük bir alicenaplık göstererek, aynı rütbelere ve göreve sahipmiş gibi kendisine bağlı kalınacağını bildirmiştir. Bu, Milli Mücadele’nin belki de en kritik bir anıdır. Kâzım Karabekir böyle bir tavır takınmasa idi, M. Kemal Paşa’nın Erzurum’da her hangi bir iş yapması mümkün olamazdı. Buna karşılık M. Kemal Paşa, Nutuk’ta Erzurum Kongresi’nden bahsederken Kâzım Paşa’dan bir defacık olsun bahsetmemiştir! Neden? Çünkü, Kâzım Paşa, Cumhuriyet’in demokratik bir yapı kazanması için muhalif bir parti kurmuş ve onun başkanlığını yürütmüştür. Bu yüzden başına gelmedik kalmamış, hatta İzmir suikasdi bahane edilerek İstiklâl Mahkemesine çıkarılmış, ancak ordunun desteği karşısında, Mahkeme daha ileri gidememiştir!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 31 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3, 4  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 0 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye