Akif Emre: “1492 ve Romantizmle Sınırlı Endülüs Algımız Değişmeli”*Tarihten olaylar - 00:15, 12 Aralık 2011 Pazartesi
http://www.dunyabulteni.net/?aType=habe ... &tip=haber“1492 ve Romantizmle Sınırlı Endülüs Algımız Değişmeli”*
Arapça konuşmanın, sünnet olmanın ve Müslüman geleneğine göre düğünlerin yasaklanması gibi çok ağır uygulamalara maruz kalıyorlar ama bunlar rüşvet verilerek ertelettiriliyor. İşe bu süreçte zahiren Hıristiyan ama gizli olarak da Müslümanlığını sürdürmeye çalışan Endülüs Müslümanlarına “Morisko” deniyorDünya Bülteni / Tarih Dosyası Moriskolar üzerine bir belgesel yaptınız. Öncelikle Moriskoları konuşalım. 1490’lı yıllarda bir taraftan Avrupa kapitalizminin yükselişi diğer taraftan İspanya ve diğer yerlerde merkezi yapıların güçlenmesi, yerelliklerin geri plana çekilmesi var. Bu süreç içerisinde mesela Endülüs Müslümanları için -belki modernliğin ilk dışlayıp ötekileştirdiği Müslüman topluluk- Morisko kavramı Yahudiler için de Moreno kavramı kullanılıyor. Yani Morisko nasıl bir kimliği ve nasıl bir ötekileştirmeyi işaret eder?
Morisko kavramı yaygın biçimde 1492 sonrasında kullanılmaya başlandı. Ama daha önce Endülüs’ün gerileme sürecinde Hıristiyan yönetimi altına girmiş şehirlerde yaşayan Müslümanlar vardı. Yani Hıristiyan yönetimi Sevilla, Kurtuba, Toledo’da ve diğer yerlerde “reconquista” sürecinde, yani Hıristiyan-İspanyol güçlerin Müslüman topraklarını geri alma sürecinde Hıristiyan yönetimi altına geçmiş Müslümanlar mevcuttu. 1492’den sonra bu Müslümanlarla kurulan ilişkinin mahiyetinde büyük bir kırılma var. O zamana kadar bir bakıma İslam hukukundaki “zımmi” statüsünü kopya ederek Hıristiyan Krallar Müslümanlara benzer bir hukuki statü veriyordu. Bununla birlikte, zaten o Müslümanları egemenlikleri altına alan krallar, daha önce Müslümanların ortaya koyduğu Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların bir arada yaşama pratiğinden de geldikleri için birden bire radikal biçimde Müslümanları bastırma, yok etme şeklinde bir siyaset izlemediler. Yöneticiler değişse de Müslümanlar kendi aralarında ilişkilerinde İslam hukukuna göre davranmaya devam ediyorlardı. Zaman zaman problemler de çıkıyordu. Mesela 1200’lerin sonlarına doğru Toledo’da büyük bir isyan var. Yani her şey çok da güllük gülistanlık değil. O süreç için “Müslüman İspanya” kavramı kullanıldı ki yanlış bir kavram. Oryantalist bakış açısıyla kavramsallaşmış. Çünkü İspanyol kimliği çok sonradan oluşmuştur; öncesi Endülüs’tü. Bu süreçte Hıristiyan yönetimi altında yaşayan bu Müslümanlara “müdeccen” deniyor, İspanyollar bundan mülhem “mudahar” olarak adlandırılıyor. Zaman zaman sorunlar yaşansa da hukuki statüleri gereği bazı haklara sahipler ve çok açık biçimde din değiştirmeye zorlanmıyorlar…
Gırnata’nın tesliminde bir anlaşma yapılıyor: Müslümanların can ve mal güvenliği sağlanacak, kendi aralarındaki İslam Hukuku uygulamalarına saygı gösterilecek, eğitim ve dil gibi cemaat hakları garanti altına alınacaktı. Fakat 1492’den sonra -ilk 5 yıl geçtikten sonra- yapılan anlaşmanın zıddına, özellikle engizisyonun kurulması ve Kilise’nin krallara yaptıkları baskı sonucunda Müslümanların vaftiz edilerek din değiştirmeye zorlandıkları süreç başladı… Tabii ki çok farklı etkenler var. Özellikle sosyo-ekonomik ve demografik şartlar etkili. Bu baskılar zaman zaman ertelense de sonuçta Müslümanlar ya Hıristiyan olma yahut da göç etme zorunluluğuyla karşı karşıya kalıyorlar. İmkânı olan zaten o zamana kadar terk etmiş bölgeyi. Terk edemeyenler ise zahiren bir vaftiz törenine katıldılar, “Hıristiyanlığı kabul ediyoruz.” dediler. Fakat uzun bir müddet kendi içlerinde ve hatta Müslüman kimliklerini bir dönem sosyal hayatta bile sürdürmeye devam ettiler. Zaman zaman yöneticilere rüşvet de verilerek engizisyonun aldığı bazı kararları ertelettirdiler. Bu rüşvet vererek üzerlerindeki baskıyı erteletme yöntemine zaman zaman başvuruluyor. Arapça konuşmanın, sünnet olmanın ve Müslüman geleneğine göre düğünlerin yasaklanması gibi çok ağır uygulamalara maruz kalıyorlar ama bunlar rüşvet verilerek ertelettiriliyor. İşe bu süreçte zahiren Hıristiyan ama gizli olarak da Müslümanlığını sürdürmeye çalışan Endülüs Müslümanlarına “Morisko” deniyor.
Peki burada Müslümanlar ne oldu? Moriskolar gerçekten bu davranışlarını sürdürdüler mi?
Zaman içerisinde gerçekten Hıristiyan olanlar oldu. Büyük kısmı da en azından direnebildiği kadar, imanî olarak İslam’ı kendi özel hayatında yaşamaya çalıştı. Çok ağır yaptırımlarla karşılaştılar. 1490’ların sonlarında ve 1500’lerin başında alınan bir karara göre kadınlara peçe yasağı getirildi. Arapça konuşmak, ibadet etmek yasaklanıyor, camiler kiliseye çevriliyor, zorla vaftiz törenleri yapılıyor. Sadece dinî değil sosyal hayatta da Müslüman geleneklerinin yaşanması (düğün vs.) yasaklanıyor. Tıp kitapları haricinde tüm Arapça kitaplar yakılıyor. Dolayısıyla bu zor şartlarda, ana dilin konuşulmadığı ikili bir durum meydana geliyor. Bu süreçte zaman zaman geriye yönelimler oluyor ve isyanlar çıkıyor. Bu durum 1610’lara kadar devam ediyor.
Bölgeden ilk göç edenler ne zaman ve nerelere göç ediyorlar. Hangi göç yollarını kullanıyorlar?
Göç yeni bir olgu değil. Gerileme başladıkça güneye doğru bir çekilme yaşanıyor. Orada sıkışma meydana gelince ve Gırnata da düşünce en kolay yer olarak karşı kıyıya, yani Kuzey Afrika’ya (Mağrib) göçmüştüler... Cezayir, Fas, Tunus ve daha sonra Libya’ya kadar ve hatta Mısır’a kadar uzanan bir hat var. Ama Cezayir ve Tunus yoğun göç almıştır.
1492’den 1600’e kadar göçler yine devam ediyor mu?
İmkân bulan göç etmeye devam ediyor. Ama belli bir süre sonra göç imkânları da kalmıyor. İspanya Kralının yönetimi altındaki Müslümanlar sahil bölgelerinde yaşamaları, serbest seyahat etmeleri yasaklanarak iç bölgelere sürülüyorlar.
Yani aslında dolaylı olarak göç etmeleri de istenmiyor?
Evet. Engelleniyorlar ve köleleştiriliyorlar. İspanyolların algısına göre “Bunlar zaten Arap’tı ve geldikleri yere döndüler.” Ama bu adamların gidecekleri bir yer yok. Çünkü Endülüslüler. Orada doğmuş orada büyümüşler. Başka gidecekleri yerleri yok. Oranın yerlisidirler artık. Ayrıca Endülüs Müslümanlarının belki çoğunluğu yerli halktan oluşuyor. Yani magripten gelip yerleşmiş Araplardan değil Müslüman olmuş yerli halktan söz ediyoruz. Bir kısmı sonradan Müslüman olmuşken, bir kısmının ataları Arap da olsa artık 800 yıl orada yerleşik oldukları bir geçmişten bahsediyoruz. Dolayısıyla o toprakların yerlisiydiler. Bugünkü İspanyol yönetimi bile oradaki Endülüslüler kadar eski değil (400 yıl). Endülüslüler 800 yıl kalmışlar orada. Kaldı ki, oranın Araplardan daha eski yerlisi olup Müslümanlaşanlar Araplardan daha fazlaydı. Dolayısıyla bunların gidecek bir yerleri yok. Zaten bu zorunlu göçlerden sonra çok az da olsa göç edenlerin bir kısmı alışamıyorlar ve geri dönüyorlar. Özellikle Gırnata’nın düşmesinden sonraki göçlerde Osmanlı denizcilerinin önemli rolü var. Endülüs Müslümanlarının tahliyesi hususunda çok büyük katkıları oluyor Osmanlı denizcilerinin. Tarih olarak 1492’den sonraki sürece tekabül ediyor. Özellikle 1500’lerden sonraki göçler çok daha sıkıntılı gerçekleşiyor. Denetimlerde mallarına el koyuluyor ve kaçarak gidiyorlar. Hatta o sürgünde o kadar dramatik olaylar var ki, mesela Hıristiyan denizcilerin göçmenleri para karşılığında karşı kıyıya götürmek için gemilerine aldığı ve kıyıdan uzaklaşınca onları denize attıkları oluyor. Bu süreçte Osmanlı denizcilerinin, Moriskoların tahliyesinde; özellikle Fas, Cezayir ve Tunus’a götürülmelerinde büyük payları oluyor.
Popüler algıda Osmanlı denizcilerinin Yahudileri alıp Osmanlı topraklarına, İstanbul’a getirdiği biliniyor ama Morisko’ların göçüyle ilgili çok şey bilinmiyor. Osmanlıların Endülüs’le özellikle de Moriskolarla ilişkileri olmuş mu hiç?
Şu hususu hep hatırlamak gerekiyor: Tunus ve Cezayir artık Osmanlı toprağı. Yani göç edenler başka bir yere götürülmüyor. Sonuçta onlar da Arapça konuştukları için Arapça konuşulan bir toprağa götürülmeleri anlaşılabilir. İkinci olarak gittikleri yer zaten Osmanlı toprağı. Üçüncüsü, hasbelkader bir şekilde oraya yerleştirilmiyorlar. Merkezi hükümetin yani Osmanlı yönetiminin, İstanbul’dan Cezayir, Tunus beylerbeyine talimatları var. Gönderilen emirlerde oraya yerleşeceklerin nasıl yerleştirilecekleri, 5 yıl boyunca onlardan vergi alınmaması gibi konularda talimat veriliyor. O dönemin koşullarını göz önüne alırsak böyle bir göçü organize etmek bir devlet için zor bir iştir. Yahudilerin göç meselesi iki farklı yönde algılanıyor. Birinci olarak Yahudiler daha önce sürüldü. Gırnata’nın tesliminde aslında Yahudilerin de haklarının korunmasına dair maddeler var. Fakat ilk onların hakları ihlal edildi ve ilk önce onlar kovuldular. Dolayısıyla onların bir kısmı Osmanlı yönetiminde olan Balkanlara ve İstanbul’a yerleştirildi. Fas’ta da hâlâ yoğun biçimde varlar. Yahudi nüfusunun yerleşiminde onarlı geliştiği yeteneklerine göre bir yerleşim politikası izlendiği çok açık… Ama Müslüman popülasyonu çok daha fazla olduğu için onların göçü çok daha lojistik mantıkla düzenlenmiş. 1609’dan 1612’ye kadar uygulanan en son büyük Morisko sürgününde 400 bin ile 1 milyon arası bir nüfus hareketliliğinden bahsediliyor. Ama buraya gelene kadar da çok değişik tahliye eylemleri var. Kısaca, o dönemin şartlarını da düşünmek lazım. Osmanlı İstanbul değil sadece. Kuzey Afrika’dan Orta Doğu’ya kadar uzanıyor Osmanlı toprakları. Ve merkezi hükümet burayı sürekli takip etmiş. Diğer taraftan sürgün edilenlerden İstanbul’a gelenler de var ve bunlar özellikle Galata’ya yerleştirilmiş.
Peki bunun özel bir sebebi var mı?
Büyük kitleler Magrip bölgesine yerleştiriliyor. Bir kısmı kara yoluyla Balkanlara kadar geliyor, bu da ayrı bir dram. Sonuçta genel olarak bakıldığında merkezin bir yerleşim politikası olduğu anlaşılıyor… Çukurova’ya, Bosna’ya yerleştirilmeleri tesadüf değil.
Daha önce peçe yasağından söz ettiniz. Anadillerinin yasaklanması var. Yani İspanya Müslümanları ve Reconquista aslında Müslümanların ilk defa modernlikle karşı karşıya geldikleri yer olarak yorumlanabilir mi?
Aslında Engizisyon unsurunu gözden kaçırmamak lazım. Engizisyon tipik Ortaçağ Avrupa’sının en fanatik uygulamasıdır. Modernliğin beslendiği tarihsel köken olarak bakıldığında modern uygulamalarla ilişkilendirilebilir. Bugün Fransa’daki peçe tartışması mesela, tam burayla örtüşüyor. Kadın bedeni üzerinden modernlik tartışılıyor. Fransızlar diyor ki, bizim medeniyetimiz yüze önem verir, yüzün olmadığı yerde medeniyet olmaz şeklinde ifade ediliyor… İspanyadaki Moriskolara uygulanan örtü yasağı modern dünyanın korkularının hiç de yeni olmadığını gösterir. Aslında Fernand Braudel’in bu konudaki kavramsallaştırması çok daha açıklayıcı olabilir. Ünlü tarihçi “uygarlık hıncı” diyor İspanyolların uygulamalarına… İki uygarlığın karşılaştığı yerde, İslam deneyimi çoğulcu bir deneyimi gerçekleştirmişken Hıristiyan batının galip gelmesiyle bu, “uygarlık hıncı”na dönüşüyor.
Modern sürece geçiş olarak nitelenebilecek İspanyol emperyalizminin güney Amerika’da sömürgeler kurmalarıyla, işgücü olarak Moriskoları da oraya götürüyorlar. Bugün Arjantin’de kırsal kesimde yaşayanların birçoğu Endülüs kökenlidir. Küba’dan Ekvador’a, Şili’ye kadar pek çok yerde mudahar sanat dediğimiz Müslüman ustaların, mimarların yaptığı yapıların izleri halen var. Bu şunu gösteriyor ki yoğun bir Müslüman iş gücü sömürge topraklarının inşasında kullanılmış. Bugün İspanya’nın Endülüs olarak kabul ettiği Gırnata ve çevresindeki dağ köylerinde 20. yy’ın başına kadar Moriskoluk izlerinin çok daha yoğun olduğu biliniyor. Yani gelenekler bağlamında dini hayat içeride gizli olarak yaşanıyor, bir şekilde Müslüman izlerine rastlanıyordu. Özellikle yabancı gezginlerin anılarında bu çok açıkça görülüyor. Ancak modernleşme süreciyle birlikte geleneksel kültür ile birlikte bu izlerin de silindiğini düşünüyorum. Bu kanaatimi destekleyecek, bölgede o dönemde çekilmiş fotoğraflar var. Bu fotoğraflarda gördüklerim ve kökeni Morisko olup tekrar İslam’a dönmüş İspanyollarla yaptığım konuşmalarda birkaç kuşak öncesine kadar, çok bastırılmış bir şekilde de olsa derinlerde Müslümanlık izlerinin var olduğunu söyleyebilirim… Yani artık itiraf ettikleri bir şey bu. Mesela bir Müslüman şöyle demişti: Annesi kendisinin Müslüman olmasına şiddetle karşıymış. Müslüman olduktan sonra gizlice namaz kılarken annesi bunu görüyor ve ağlıyor. “Niye ağlıyorsun?” diye sorunca “Bu yaptığın hareketleri ben küçükken büyükannemden görmüştüm” demiş. Şimdi bunların izlerinin kaybolması modernite ile alakalı. Modernite kırsalı kuşatarak geleneğe dair ne varsa yok ettiği için bunları da bu şekilde sildiğini düşünüyorum. Ama erken modernizm olarak bakacak olursak peçe yasağını modernizmin öncülü olarak ele alabilirsin. Ama peçe başka şekilde de değerlendirilebilir. Peçe daha çok Müslümanlığın bir sembolüdür. Yani bir şehre girdiğinde nasıl minare göstergeyse peçe de o dönem Müslümanlık göstergesiydi. Çünkü başörtüsü o zaman zaten evrensel bir kıyafetti. Hıristiyanlıkta da, Yahudilikte de var. Zaten kadim dinlerin hepsinde esas olan örtünmektir. Bütün kültürlerde var. Dolayısıyla o anlamda simgesel bir manası olduğu için peçe yasaklandı. Bunda tek tipçi bir zihniyet var ama bu zihniyetin doğmasında da Hıristiyan kültürünün etkisi var. Çünkü Müslümanlar her çağda Hıristiyan, Yahudi ve farklı olanlarla bir arada yaşama deneyimine sahipler. Ama Avrupa’nın böyle bir deneyimi hiçbir zaman olmadı.
İspanya açısından baktığımız zaman Yahudiler ve Müslümanların karşılaştığı uygulamalar ve yaşadıkları süreçler aynı mı?
Yahudilerin dışlanmaları ve sürülmeleri çok daha kolaydı. Çünkü daha küçük bir azınlıktılar ve güçleri yoktu. İkinci olarak Yahudilerin toplumda kapladıkları yer çok büyük değildi. Ayrıca etnik anlamda Müslümanların önemli kısmı belki de çoğunluğu İber yarımadasının yerlilerinden oluşuyordu. Müslümanları toplumdan bir anda çıkardığınız vakit bölgenin ekonomisi çökerdi. Başka bir çelişki de var. İspanyol krallığı gittikçe merkezi gücünü arttırmaya çalışırken feodal güçler gibi yerel güçler de bu merkezileşmeye direniyorlar. Direnişlerinin dayanak noktası ise Müslüman insan unsuru. Onların göç ettirilmesine engel olmaya çalışıyorlar çünkü kendi siyasi ve ekonomik güçlerini onlardan alıyorlar. Yerel direnişler kırıldığı oranda Müslümanların da gücü kırılıyor. Yahudilerin ise göç yolları -bir kısmı Portekiz’e ve oradan başka yerlere gidiyorlar- ve yaşadıkları süreçler biraz daha farklı. Tabi Hıristiyanlar için Müslümanlar da “kâfir” ve “öteki”yi temsil ediyor ama Yahudilerin durumu daha özel. Dini bir öfkeleri var Yahudilere karşı. “Tanrıyı öldüren” bir kavim, lanetlenmiş bir millet onların gözünde Yahudiler. Hıristiyanlar tarih boyunca çoğu zaman insan gözüyle bile bakmadılar Yahudilere. Yani Müslümanları kendilerine rakip bir güç olarak görseler de Yahudilere karşı bakışları öyle değil.
İspanya Katolik Kilisesi’nin baskısıyla 16. yüzyıl boyunca Moriskoların tarihi köklerinden koparılmaları ve Arapça öğrenmelerine engel olmak için çok miktarda kanun çıkartıldığı biliniyor. Arapça yasağı ile ilgili olarak dönemin edebiyat eserlerine yansımalar olmuş mu?
Don Kişot’un giriş kısmında Cervantes’in kitabı nasıl yazdığını anlatan bir anekdot vardır. Çarşıda gezerken bir eskicide kitap bulur, ne olduğuna bakar ama okuyamaz. Ama orada birisi “ben bunu sana tercüme edebilirim” der. O metin ya Arapçadır ya da Arap harfleriyle yazılmış bir İspanyolca metindir -ki öyle metinler de var-. Bunu tercüme edebilirim diyen de Arapça bilen bir Morisko’dur. Fakat bunu gizlice yapmaktadırlar çünkü Arapça konuşmak, yazmak yasaktır… Cervantes bunu açık biçimde söylemez ancak dönemin şartlarına baktığımızda, şifreleri çözdüğümüzde bir Morisko unsuruyla karşı karşıya geliriz… Morisko kavramı hayatın her anında karşılarına çıkan bir kavramdır. Mesela Sacre monde diye bir yer var Gırnata’da. Burada çok eskilere dayanan Arapça yazılmış metinler buldular. 1600’lerin ortalarında Moriskolar gittikten sonra İspanyollar bu metinleri okuyamıyorlar tabi. Onları Morisko kökenli Arapça bilen insanlara okutuyorlar. Ve bunlar Barnabas İncili’ne benzer bir İncil bulmuş oluyorlar. Orada Hz. Peygamber’in geleceği ile ilgili bilgiler var. Bu metinler uzun zaman saklandı ve yakın zamanda da Vatikan’a gönderildi orijinalleri. Kopyaları ise İspanyolların ellerinde bulunmaya devam ediyor. Fakat metnin Hz. Muhammed’i ve İslamiyet’i işaret eden mesajlar içermesine İspanyolların tepkisi, “Moriskolar bu kitabı tahrif etti” olmuştur. Yani İspanyol Katolikliğinin şekillenmesinde bile Morisko etkisi vardır dolaylı olarak.
Müslümanların İspanya’dan sürgününü konu eden, edebiyatta başka yansımalar var mı?
Bu konuda en ünlü kitap Chateaubriand’ın Son İbni Siracın Serüvenleri, toprağından sürülen köklü bir Endülüs ailesinin soyundan gelen bir gencin ata topraklarına gizlice girişini anlatır… İspanyol resmi tarih söylemi ve kimliği bu dönemi yok saymak, ve Müslümanlardan ele geçirilen toprakların “temiz kılınması” tezine dayanır. Bu nedenle Morisko meselesi bir tabudur. Buna karşın özellikle güney bölgelerinde hemen herkesin kaçamadığı, içinde bir parçasını bulacağı bir realitedir… Koyu Katolik ve fanatik bir toplum, İspanyol toplumu. Ama yine de edebiyatları ve İspanyol dili vakıf olduğum alanlar değil. Cervantes’i çok ünlü bir örnek diye verdim. Bugün bile Hıristiyan olup kökeninin Morisko olduğunu söyleyen sanat ve edebiyat alanında eserler veren insanlar var. İspanyollar o fanatikliklerini yeni yeni üzerlerinden atıyorlar. 1980’lerden önceki yıllarda çok daha katı bir ortam vardı. Konuşmaları ve imalarından Müslüman kökenli ya da Müslüman olduğu anlaşılan -ki daha sonra soruşturdum ve Müslüman olduklarını doğruladım- ama bunu saklayan akademisyenler ile karşılaştım.
Peki akademik dünyada bu tarihsel süreç ile bire bir alakalı olanlar var mı?
Morisko kavramı İspanyolların göz ardı edemeyeceği tarihi bir gerçek ve bunu konuşmak İspanyol kimliğinde büyük sarsıntılara yol açıyor. Milliyetçi tarih söylemi içinde şöyle bir izahat vardır: Araplar burayı işgal etmiş ve biz onları geldikleri yere geri gönderdik. Oradaki Moriskolar, Osmanlıların -Türklerin de diyorlar- beşinci kol faaliyeti gösteren uzantıları gibi algılamak isteniyor. Potansiyel tehlike oluşturdukları için sürüldükleri tezi sürekli işleniyor. Fakat Moriskoların neden isyan ettikleri, anlaşmalardaki hakları yok sayılıp her türlü insani haklarından mahrum bırakıldıkları konuşulmuyor. Eğer Gırnata anlaşmasına uyulsaydı ne İspanyollar böyle bir korku yaşayacaktı ne de tarihin utancını sırtlarında taşıyacaklardı… Fakat yeni dönemde alternatif bir tarih söylemi oluşturmaya çalışıyor akademisyenler ve entelektüel çevrelerde “Hayır siz Arapları değil buranın öz çocuklarını kovdunuz.” diyorlar. Aralarında varolan Araplar da yüzyıllar boyunca yerlileşmişti ama sürgün edilenlerin pek çoğu bu toprakların öz çocuğuydu. Eski tez sadece o zaman yaşanan insanlık dramının üstünü örtmek için kullanılan resmi bir söylemdir diye çok ciddi tartışmalar yaşanıyor. Fakat yine de İspanyol resmi tarih söylemini belirleyecek etkinlikte değil henüz ama entelektüel olarak tartışılan canlı bir konu… Ayrıca bugünlerde Moriskoların sürülüşünün 400. yılı münasebetiyle entelektüel çevrelerde bir kampanya var. Ve biliyorsunuz İspanya Kralı Yahudilerden özür diledi. Müslümanlardan özür dilemek için ise erken ve toplum daha hazır değil. Yahudiler için durum daha kolay. Hatta soyunun İspanya’dan sürüldüğünü ispatlayan bir Yahudi otomatikman İspanyol vatandaşlığı kazanabiliyor. Mesela Türkiye Yahudileri bildiğiniz gibi İspanya’dan göçtüler. Buradaki Hahambaşılık’tan “Endülüs göçmeni” oldukları onayını alanlar İspanyol vatandaşlığı alabiliyorlar. Benzer bir durum olmasa da Kraliyet ödülünün bu yıl Morisko’lara verilmesi için bir imza kampanyası başlatıldı. Hali hazırda devam ediyor bu kampanya ama bir sonuç alabilirler mi, bilemiyorum.
Kraliyet Ödülü tam olarak ne tür bir ödül?
En prestijli devlet ödülü diyebiliriz. Moriskolara verilmesi bir nevi tarihi hatadan bir özür dilemenin başlangıcı sayılabilir. Resmi tarih söylemi dışında başka yorumların da okunması gerektiği şeklinde bir mesaj olarak okunabilir.
Sosyal teoride Moriskolara değinen Braudel dikkat çekiyor...
Evet. Braudel şaşırtıcı biçimde Morisko konusuna eğilmiş ve genişçe ele alıyor. Moriskoların sürgün edilmesini biraz erken dönem İspanyol kimliğinin inşası olarak yorumluyor. Az önce de belirttiğim gibi etnik bir çatışmadan çok uygarlık çatışması olarak yorumluyor. “Uygarlık kini” kavramsallaştırması da önemli bir tespit bence. Galip Katolik güçler askeri ve maddi varlıklarına rağmen son derece kaba, şehirleşmemiş, ötekine öfke dolu bir toplumsal yapıda… Bu uygarlık kini güney Amerika’daki yerlilerin katledilmesini, pek çok uygarlığın yerle bir edilmesini de açıklayıcı bir kavramsallaştırma olabilir…
İsyanlar ve Osmanlı ilişkileri hakkında başka bilgiler var mı?
Mesela 1568 isyanı var. En büyük isyanlardan biri ve 3 yıl kadar sürüyor. İsyan bastırıldıktan sonradır ki İnebahtı deniz seferi düzenlenebiliyor. Mesela orada Osmanlı ile ilişkileri var. Kaynaklar Cezayir’den gelen 400 yeniçeri’nin bu isyanı örgütleyip desteklediğini söylerken tarihçi Braudel gizlice Elmeriye şehri yakınlarında karaya çıkan yeniçeri sayısının 4000 olduğunu söylüyor. Ve bunlar ateşli silahlarıyla geliyorlar. İsyanda çok etkin oluyorlar. İsyan bastırıldıktan sonra geri dönebilen yeniçeri sayısı 400 deniliyor. Bu isyan sırasında 40 gemilik bir donanmanın da takviye gönderildiği kayıtlarda var… Belgeselde değerlendirdiğimiz bir belge var mesela; Kanuni’ye Moriskoların gönderdikleri bir gizli mektupta durumları, yaşadıkları zorluklar anlatılarak Barbaros’un kendilerine yardım için gönderilmesi talep ediliyor. Bizar, Barbaros’un anılarında Endülüs’e gemiler gönderip, 80 bin kadar Müslüman’ın tahliye edildiğini belirtiyor.
Peki Türkçe literatürde bu konu ile ilgili eserler var mı?
Tarih yazımı açısından bakarsak birkaç akademisyen hariç yok diyebiliriz. Onlar da o dönemin İspanyolcasına hâkim olmadıkları için ikincil kaynaklardan faydalanıyorlar. İlahiyat’tan
Mehmet Özdemir var çalışan bu konu hakkında. Keza
Lütfi Şeyban var. Burada sorun, 16-17. yy. İspanyolcasına hâkim olunamadığı için arşiv çalışması fazla yapılamıyor. Kettani’nin Müslüman azınlıklar üzerine çalışması var. Fakat özellikle İngilizce literatürde çok kapsamlı yeni çalışmalar çıktı.
Osmanlının neden yardım etmedi sorusu hayli yaygın, bu çalışmada ne sonuca ulaştınız?
Bu hususu yeniden düşünüp üzerine konuşmak lazım. Osmanlı niye ilgisiz kaldı? Bu soru zihnimizde önemli yer tutuyor. Çünkü Yahudileri getirmişken Müslümanlar niye getirilmemiş diye sorgulanıyor. Burada eksik bilgi var. Tarihi karşılaştırma yaparak okumak lazım. Endülüs düşerken Osmanlı neredeydi? Şunu kabul etmek lazım, 1200’lerin ortalarından itibaren zaten bildiğimiz klasik Endülüs bitmişti. Yani çok dar alana sıkışmış, Gırnata ve çevresinde yaşayan küçük bir sultanlığa dönüşmüştü Endülüs. Mesele Kurtuba 1320’lerde elden çıkmıştı. O zamana kadar da iyice gerilemişlerdi ve bu gerilemenin tek sebebi düşmanın askeri gücü değil, Endülüs’teki siyasi istikrarsızlık da kaybedişin önemli nedenlerindendir. Bizim beylikler dönemi gibi parçalanmış Endülüs’te Müslüman beylikler başka bir Müslüman beyliğe karşı mesela Hıristiyan kontluktan yardım alabiliyor. Fakat karşı taraf hep güçlenerek geliyor. Birkaç defa Kuzey Afrika’dan takviyeler gelse de zamanla o takviyeler de kesilince iç kaotik durumun sonucu sürekli yenilgiler geliyor. 1492’de Gırnata teslim olduğunda Osmanlı henüz deniz gücü değildi. Yani İspanya’ya bir harekat yapacak güçte değildi. İkinci olarak o operasyonu yapabilecek kara gücü de değildi. Çünkü Kuzey Afrika daha Osmanlı’nın elinde değil. Mısır’da Memlüklüler var. Zaten Moriskolar çevredeki Müslüman devletlerden yardım isterken Osmanlılar gibi Memlüklüler ile de mektuplaşıyorlar. Kıbrıs ve Girit alınmamış ve o dönemde Osmanlı Akdeniz’de henüz hakimiyet sağlayamamıştı. Zaten güçlü donanmanın temeli bu dönemde atıldı. Barbaros kardeşlerin ortaya çıkmasıyla gelişen süreçte Barbarosların ilk mücadelesi Cezayir ve Tunus satıhlarında İspanyollar ile olmuştu. İspanyolların ellerinde tuttuğu yerler var Kuzey Afrika’da. Kaldı ki Endülüs’e yardım için İspanyollara karşı savaşmak zorundaydılar. Ama Kuzey Afrika tamamen Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra, daha doğrusu bölge İspanyollardan temizlendikten sonra tahliye ve insani yardım konusuna yoğun ilgi gösterilmiş. Ayrıca sürekli baskınlar yaparak düşmanı yıpratmaya çalışmışlar. Bugün İspanya’nın güney sahillerinde gezerseniz fark edersiniz. 3-5 kilometrede bir gözetleme kuleleri vardır; bu kuleler Osmanlı denizcilerine karşı yapılmıştır. Yine zaman zaman içerideki isyanları da destekledikleri olmuştur. Fakat bunlar belirleyici ölçekte değil. Hatta bir dönem Fransa ile ortak operasyon yapıp içeri müdahale etme planları oluyor. Ancak Papalığın baskısıyla Fransa vazgeçiyor. Uluç Ali Reis kumandasında 40 kadırgalık bir filo gönderiyorlar Morisko isyanına destek olması için fakat büyük bir fırtınaya tutuluyor ve gemilerin pek çoğu batıyor. Bu tür operasyonlar var. Ama asıl fonksiyonel operasyonlar Müslümanların tahliyesinde gerçekleştirilebiliyor. Tahliye sonrasında da gelen Müslümanların yerleştirildikleri topraklara entegre olmaları sağlanıyor merkezi yönetimin planları dâhilinde. Hangi emrin, hangi fermanın hangi tarihte gittiği gibi bilgiler Osmanlı arşivlerinde var. Fakat bir de şöyle bir durum var. Zaman zaman gönderilen mektuplar var yardım istekleri içeren. Buradan şunu anlıyoruz ki, isyancı liderler toplum psikolojisini kullanarak, Osmanlı bir söz vermiş olmasa bile “Osmanlı donanması yola çıktı, yardıma geliyor.” söylemleri ile propaganda yaparak toplumu diri tutmaya çalışmışlar. 5-6 tane büyük çaplı isyan var bu süreçte. Bunlardan en önemlisi belirttiğim gibi 1568’de başlayan isyandır.
Medreseler devam ediyor mu?
Bütün eğitim kurumları kapatılıyor. Günlük hayatta bile Arapça konuşmak yasaklanıyor. Müslüman kimliği yasaklanıyor. Medreselerin açık kalması mümkün değil. Hamama gitmenin gizli Müslümanlık işareti sayıldığı, domuz eti yememenin engizisyonda yargılanma nedeni olduğu bir dönemden bahsediyoruz.
Özellikle Tunus ve Cezayir’de yoğun biçimde Moriskoların göç ederek kurdukları şehirler var. Ve Endülüs medrese ve ilim geleneği bir bakıma oralarda devam ettiriliyor. Bu çerçevede Endülüs’ten gelen bilim adamlarının, sanatçıların Osmanlıya katkıları ayrıca araştırılması gereken bir husustur. Mesela Moriskoların tümüyle sürülmesinden çok sonra 1630’lu yıllarda İspanyollar arasında Güney Amerika’ya sefer yapmış bir Müslüman bilim adamı Morisko var. Tunus’a sığındıktan sonra top döküm tekniği üzerine Arapça birkaç tane eser yazıyor. Tarih 1630. Kuzey Afrika’nın İspanyollardan temizlenmesinde bunların Osmanlı’ya ve Barbaros kardeşlere çok büyük katkıları oluyor.
Endülüs mirasını, kültürünü İspanyollar tamamen yok mu sayıyorlar?
Belgesel kapsamında İspan-ya’da çok farklı görüşten akademisyen ve entelektüellerle görüşmeler yaptım. Doğal olarak değişik açılardan bakanlar, resmi görüşü yansıtanlar, alternatif görüşü yansıtanlar var. Bunlar arasında özellikle Endülüs milliyetçiliği konusu hayli gündemde. Bu konu Türkiye’den bizlerin çok uzak kaldığı fakat Endülüs’ün mirası bağlamında dikkatle takip edilmesi gereken bir konu.
Modern Endülüs Milliyetçiliği bugün siyasi bir akım olarak İspanya’nın gündemindedir. Endülüs milliyetçiği 1920’lerden hemen önce Sosyalist bir hareket olarak çıkıyor. Bu hareketin fikir babası Blas Infante’dir. Infante Endülüs’ün ayrı bir bölge olarak, Katalanlar gibi özerk olmasını istiyor ve Bugün Endülüs bölgesinin bayrağını, anayasasını hazırlıyor. Bayraktaki yeşil doğrudan Müslüman Endülüs geçmişine işaret ediyor. ayrıca işin ilginç tarafı resmi dilinin Arapça olmasını da istiyor. Çünkü “Endülüs’ün ana dili Arapçadır.” diyor. Blas Infante, Sosyalist ve Katolik kökenli bir eylem adamı ve düşünür... Franco tarafından 1936 yılında kurşuna dizilerek infaz ediliyor. Fakat bu arada altı çizilmesi gereken husus Blas İnfante’nin, 1918 yılında Müslüman olarak Ahmet ismini almış olmasıdır. Bugün Endülüs milliyetçiliğinin babası olarak bilinen Blas Infante’nin Müslüman olduğu bilinen bir gerçek… Bugün Endülüs milliyetçilerinin içerisinde Katolikler, Müslümanlar var ve modern anlamda milliyetçilik yapanlar var. Koalisyon bir akım yani. Ama hareket daha çok bölgesel merkezli ve İspanyolların Endülüs dediği bölge kast ediliyor. Biz Endülüs dediğimizde tüm İspanya’yı kast ediyoruz. İspanyolların “Andalusia” olarak dedikleri yer ise Gırnata, Kurtuba ve Sevilla ve çevresini içine alan İspanya’nın güney bölgesidir. Bu hareketin siyasi partileri, parlamentoda bu görüşü savunan parlamenterleri, entelektüelleri var. Ama marjinal bir hareket tabi. Müslümanların hepsi bu hareketin içinde değil. Tüm Müslümanları kucaklayan bir akım değil zaten öyle bir iddiası yok şimdilik… Onlar kendilerini bir hak arama davası olarak yorumluyor. Ve Endülüs geçmişleriyle de gurur duyuyorlar. Dolayısıyla bu Endülüs Milliyetçiliği belki de travmanın ortaya çıkardığı bir vicdan azabı.
Bunlar Arapça biliyor mu?
Arapça bilinmiyor tabi. Ama şöyle bir şey var ki İspanyolca da sanılandan çok daha fazla Arapça kelime var. Yer isimlerinden tutun günlük konuşmaya kadar.
Belgeselin hazırlanmasında dönemin tanıklarına ulaşmak amacıyla epey kent dolaştınız. Latin Amerika’ya da gitme niyetiniz vardı. Bu gerçekleşti mi?
Küba niyetimiz vardı ama iki kez vize konusunda problem yaşadık ve gerçekleştiremedik. Küba’nın özelliği kıtaya ilk giden ve Morisko kökenini bilen ve kabul eden bir topluluğun orada hâlâ yaşıyor olması… İkinci bir plan olarak Meksika’yı gündeme almıştık. Orada da Morisko izleri bulunan bölgelerin güvenlik sorunları olduğunu öğrendik. Dolayısıyla model olarak Fas’ta Endülüslülerin yerleştiği bölgeleri ve İstanbul’da Galata’yı çektik. Yani 3 ülkede (İspanya-Fas-Türkiye) çekim yapmış olduk. En azından bir Latin Amerika çekimi yapmak istiyorduk ama gerçekleşmedi maalesef. Özellikle Küba’da diğerlerine nazaran yaşayan daha fazla iz var. Mudahar art dedikleri Endülüs mimarisinin izlerini görmek mümkün. Mesela kilise kulesi, Endülüs cami minaresinin aynısı. Bir zamanlar bunu inşa edenler Müslüman’dı diye tanıklık ediyor yapı. Veya saray, katedral yapılmış ama mimarileri Endülüs mimarisinden izler taşıyor. Şili, Ekvador, Kolombiya hatta Arjantin’e kadar uzanan çizgide Morisko izleri görülebilir.
Göçler toplu mu yapılıyor Endülüs’ten?
Aslında birkaç kere toplu göç kararı veriliyor ama buna cesaret gösteremiyorlar. En son 1568 isyanı çok kanlı biçimde bastırılıyor. İsyan’a yüz bin kadar savaşçının katıldığı belirtiliyor… sonra Gırnata’nın dağ bölgesine kaçıyorlar ve orada 10.000 kişi katlediliyor. Bu isyanı bastırabilmek için Avusturya ve Napoli’den asker getiriliyor. Uygulama 1609’da başlıyor 1611, 1612’ye kadar devam ediyor. Orada iki şart var: Eğer Müslüman bir toprağa gitmeyi kabul ederse 10 yaşından küçük çocuklarını bırakmak zorundalar. Yok, Katolik bir ülkeye giderlerse o zaman çocuğunu yanına alabiliyorlar. O yüzden 50.000 kadar Morisko Fransa’ya yöneliyor. Fransa üzerinden Napoli’ye, bir kısmı da Kuzey İtalya’dan devam ederek Osmanlı toprağı neresi diye sora sora Bosna’ya geliyorlar. Hatta bu yaz Madrid’de Moriskolar ile ilgili bir sergide Moriskolardan kalma el yazmaları sergilendi ve bunların bir kısmı Saraybosna’dan gelen yazmalardı. Bugün hâlâ Gırnata’da eski evler restore edilirken duvar aralarında, tavan aralarında saklanmış eski Arapça kitaplar -çoğu Kur’an-ı Kerim- bulunuyor. Sayfalarının arasına kaya tuzu konularak muhafaza edilmiş 50 kadar kitap sergilendi. Keza yakalanan gizli mektuplar da sergide vardı.
Tabii günün koşullarını da göz önüne aldığımızda baskınlar, açlık, sefalet içinde her türlü korunmadan uzak bir şekilde bu insanlar göç yollarında telef oluyorlar. Deniz yoluyla karşı kıyıya geçenler denizciler tarafından soyulup denize atılıyorlar. Bir başka durum ise karşı kıyıya geçebilenlerin kıyıdaki Kuzey Afrikalı Berberi-Bedevilerin baskınlarına uğramaları. Daha sonra gelenler ise dilleri ve kıyafetleri değişmiş halde geliyorlar. Müslüman diye gelmesine karşın İspanyol kıyafetleri giyiyorlar. Bu yüzden geldikleri yerlerde “bunlar nasıl Müslüman” diye dışlanıyorlar. Bu uyum sorunlarına karşı Osmanlı çok titizlik gösteriyor topraklarına yerleşen Endülüslülerin bunu yaşamamaları adına. Ama yine de problemler çıkmış. Düşünün ki, Müslüman kıyafetinin giyilmesinin yasaklandığı bir yerden geliyor. İkinci ve üçüncü nesilden sonrası artık İspanyol kıyafetlerini benimsiyorlar. Dilleri de Arapçayı unutmalarının etkisiyle anlaşılmıyor.
İspanyol Köylerindeki Endülüs etkileri belgeselde yer alıyor mu?
Sözlü tarihe pek yer veremedik. Daha ziyade tarihsel mekânlar var. Bugün Endülüs denilince Elhamra Sarayı, Kurtuba Cami ve birkaç estetik mimari eserle sınırlıdır algımız. Fakat biz daha çok “1492’den sonra ne oldu?” sorusuna cevap verecek bir çalışma yaptık. Özellikle isyanların çıktığı köyler ve onlardan kalan eserlere yoğunlaştık. Mesela bir isyanda bir Noel ayinini basıyorlar. O kilise duruyor hâlâ. Tabii bunu da korumuşlar İspanyollar. Tabii o kilisenin özellikle basılmasının bir nedeni var. Kilisenin rahipleri köken olarak Müslüman fakat sonradan din değiştirmiş kişiler ve Müslümanlara daha çok baskı yapıyorlar. İsyancıların da ilk hedefleri bu tipler olmuş. Bunun haricinde yine önemli olayların geçtiği kırsal mekânları çektik. Mesela, 1568 tarihli isyana bu evde karar verilmiştir, gibi. Olayların anlaşılmasına yardım edecek tüm coğrafi bölgeleri çektik ya da son Endülüs sultanının şehri teslim ettikten sonra yaşadığı köy ve evini bulduk. Sözlü tarih açısından ise birtakım mitolojik söylentileri konuştuk. Şarkılar, türküler bugünkü İspanyol diline geçmiş atasözleri var Endülüs’ten geriye kalmış. Mesela “Muhammed dağa gitmezse dağ Muhammed’e gelir” diye bir atasözü var. Ve ilginçtir ki bu atasözü bugün Boşnakça ve Makedonca’da da aynen söyleniyor. Tabi bu ve benzeri folklorik unsurlar için daha farklı bir çalışma yapmak lazım. O da bizim belgeselin sınırlarını aşıyordu.
Tarık Ali’nin bu konuyla ilgili romanını nasıl buluyorsunuz?
Tarık Ali, İngiltere’de 68 kuşağı gençlik liderlerinden biri olarak sol, muhalif aydınlardan biri… Birinci körfez saldırısı sırasında ait olduğu Müslüman kökünün etkisiyle İslamofobinin Batıdaki tarihsel temellerine dair bir roman yazdı. Bir bakıma yeni kapitalist Batının sömürgeci yüzünün tarihsel kökenine inme çabasıydı Nar Ağacının Gölgesi adını taşıyan bu roman. Bugünkü Avrupa kimliğinin nasıl inşa edildiğini anlamaya, açıklamaya çalışıyordu. Nar Ağacının Gölgesi tarihi gerçekler ve kurgusu bakımından adeta bir belge niteliğinde. Kendi dünya görüşüne, İslam tarihine, düşüncesine bakışına uygun karakterlerle Moriskoların asimilasyonunu ve büyük sürgünü anlatan roman tarihsel olarak doğru. Ama insan tiplemelerini bugünün toplumunu önceleyerek romana monte etmiş. Batılı bir insanın algısına hitap eden bir roman ortaya çıkarmış. Roman tiplemeleri arasında düzgün bir Müslüman yok Endülüs’te. Kimisi agnostik, kimisi eşcinsel, kimisi şüpheci, kimisi fanatik... Bugün roman tekniği açısından da bakarsak Batılıların kolay algılayabileceği ve aşina olduğu tipler. Ama 1492 sonrası Morisko olayını bir aile üzerinden tarihsel verilere uygun bir şekilde anlatmış.
Belgeselle gündeme gelen ilkler neler olacak? Moriskoların dünyanın bugünkü haliyle nasıl bir bağlantısı var?
Bugün Avrupa’da yaşayan Müslüman azınlığın da bir gün Moriskolaşma tehlikesi ile yüzyüze gelmeleri artık çok uzak bir ihtimal gibi durmuyor… “Bir zamanlar buralarda Müslümanlar varmış” denmesi tehlikesinin hiç de yabana atılmaması gerektiğinin altını çizmek zorundayız. Almanya’da milyonlarca Türk var ama kimse onların varlığının devam edeceği garantisini veremez. 40-50 yıl sonra “Yahu bir zamanlar buralara Türkler gelmişti, burada Müslümanlar vardı...” denebilir. Bunu söylemek belki çok mu abartı? Evet, abartı gibi görünüyor ama muhtemelen Endülüs düşmeden önce orada yaşayanlar da böyle bir şey beklemiyorlardı. 800 yıl orada yaşamış Müslümanlar ve sonra izleri silinmiş. Asimilasyonun Avrupa kültüründe var olduğunu ve gelecekte de olabileceğinin altını çizmek istiyorum. Yöntemler değişse de temelinde yatan zihniyet değişmiyor. Engizisyon olmasa da başka bir yöntem geliştiriliyor.
Belgeselin bence en önemli özelliği, Avrupa tarihinin Müslümanlarla kurduğu ilişkinin farklı bir boyutunu öne çıkartması. Bizim açımızdan 1492 ile sınırlı olan Endülüs algımızı değiştirecektir.
*Asım Öz'ün gerçekleştirdiği bu röportaj Umran dergisinin Mayıs 2011 sayısında yayınlanmıştır