Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: "Tevbe ya Rabbi tevbe Türklüğüme!..."
MesajGönderilme zamanı: 26.04.11, 09:07 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
İSTİFA EDİYORUM

(Yarın gazetesi müdüriyet-i aliyesine;

Ankara hükümetinin Lozan antlaşmasıyla vatanla­rı dışında yaşamaya mecbur bıraktığı 150 Türk hakkında son olarak vatandaşlıktan çıkarma kararı vererek icra et­tiği yeni taarruz münasebetiyle kaleme aldığım yazılı cevab namemin muhterem gazetenizde yayımlanmasını rica ede­rim, efendim.

(Şeyhul islam Mustafa Sabrî Efendi)



Bir zaman dehre şan veren Türkler
Neydi evvel, ne oldu şimdi de bak:
Müteezzi olur, ebâ eyler (uzak eyler)
Görmeden göz, işitmeden de kulak;

Darbedir fikri, akla;...zikri elem!
Deli mazurdur, delirdi desem!
Yapamaz hem kıyıp da dîvane,
Türk'ün endişesizce yaptığını;

Din-i İslam'dan mühînane(alçakca haince)
Hareketlerle küfre saptığını;
Hele zilletle zulme taptığını,
Akıl almaz cihanda bir kavmin...

Tapar insan olur ki hayvana!
O dalâlette bir samimiyet
Hissi icra-i hükm eder; lâkin:
Zulme kulluk eden bizim millet,

Tapınır ölmeyip sürünmek için!
Memleket sanki bir dev aynasıdır:
Kocaman gösterir çocuklarını;
Hokkabazlarla dalkavuklarını

Arz eden bir tiyatro sahnesidir...
Hareket, hem hayat: Oyuncuların;
Çalkanır bin çeşit göbek ve karın...
Ekseriyet, adetçe en a'zam

Ekseriyet, seyirci; Lâkin hem
Bakıyor, hem de titriyor, tir tir;
Çünkü onlardan intihab edilir (seçilir)
Kanlı rollerde harcanan eşhas;

Hep ölen kurtulur, kalanlar için:
Daha müşkildir(zor) ihtimalhalâs,(Kurtuluş)
Daha müşkilder(zor) ah can sağ iken
Ölüden besbeter olanlar için:

Dünyevî, uhrevî reha bulmak;
Bu hakikat acıklıdır cidden:
Çıkamaz Türk kolay kolay yüzü ak!...
Suflörün(oyuncu) bazı kere bir emri,

Atlayıp sahneden: Seyircileri
Oynatır, sulta durdurur saf saf;
Coşturur, koşturur mutaf mutaf!
Türk'ün artık bugün işittiği ses,

Yeni rehberlerinden aldığı ders;
An'anat(Gelenekler) ve mukaddesat(kutsal), ahlâk,
Din ve iman, azab-ı vicdan, hak,
Ma'delet(adalet) merhamet, haram ve helâl,

Belki bir devre-i hesap ve suâl,
Akıl ve mantık, ayıp, günah, tarih,
Irz ve namus, edeb, şeref gibi her,
Kayd,(Yazı) mülga'.. (kaldırılmış) ve meydan işte fasîn:(açık)

Eski zincirler kırılsın hep;
Kursun erkek kadınla bezm-i tarap(İçkili ve eğlenceli meclis)
Hele şer'î Muhammedi denilen,
On asırdır önünde Türk eğilen

Eski kanun ki gökten inmiş imiş
Onu yıkmaktır en mukaddes iş;
Kalmasın memlekette doğru, dürüst
Hiç bir varlık olmadan alt-üst!

Çünkü mana-i inkılâp budur!
Türk'e çıldır, kudur! De, tek deme: Dur!
Bir avuç eşkiyaya ait hal,
Olamaz bil-umum (tüm)millete mal

Diyerek i'tizar eden(özür dileyen)hala,
Ya tarafgirlik yapar, yada riya...
Bir avuç eşkiyaya, on milyon
Şu kadar hür adam esir olmaz!.

Memleketin dahilinde mekruh farz
Etseniz Türkü: Hariç ez kanun!
Gösterir hep: o dâr-ı ikraha(zorlanma tiksinme yurdu) .
Müteveccih muhacirin akını,

Türkün aklında zahmet olduğunu!..
İşi kalmış o kavmin Allah'a!
Gitme ey yolcu! Dön yolundan, eğer
İzzet-i nefse malik insansan, (Şerefli nefse sahip insansan)

Siyyema doğru bir müslümansan:
Sana olmaz o memleket mehcer!..(Uzak)
Oradan gel de ibret al benden;
Yol yakınken nasihat al benden!

Beni hain tanıttılarsa sana,
Sen de hain, de! Dikkat et ama:
Yeni Türklerce, doğru söyleyenin,
En (modern) ism-i hassıdır: "Hain"!

Olduğun memlekette tercîhan
Otur... İmkânı yoksa, tur'den
Başka yer bul... Ya ölmeden akdem
Gömül ecdadının mezarlığına!

Gitme tev'an kaza belâ ağına!
Yektir: Akl-ı selim mantığına,
Dâr-ı idamdan diyar-ı adem!..
Galiba eski isme aldandık,

Orada din kardeşin mi var sandın
Yaşıyor varsa son nefeslerini;
Hiç işittin mi dünkü nefeslerini?
Şimdi görsen tanır mısın Türk'ü?

Git de bir kere gör!.. O gün belki,.
Ürkeceksin geçip de kendinden:
Ailen, ailen değil; sen, sen!..
Bulamam Türk'ü, ben de nalânım.

Ararım: Nerde milletim, vatanım?
İnanılmazdı girse rü'yaya
Dönmeler şaştı "dönme tur"ye!
Bu fenalıkların vukuuna hep,

Milletin cehli gösterilse sebeb;
Ya münevver denen erazil-i nas:
Cehlinden ziyade yüz karası;
Vatanın en onulmayan yarası;

Onların ilmi varsa: İlim, iflas
Ediyor Asya-i suğrâda:
Daha bin yıl kalırsa razıdır,
Eski cehliyle şimdi halk, orada

Aranan her devirde mazidir!...
Hani: Sünnet düğünlerinde çocuk
Kesilirken; gürültü, maskaralık
Yaparak, bastıran adamlar olur

Çocuğun canhıraş nalesini;
İşte bunlar da milletin sesini
Boğarak, zulüm içinde sûr-i sürür
Tıbl-ı nakkaresi ile ortalığı

Doldururlar. Ve muttasıl çalgı
Na'ra, alkış, kasîde, ta'zimât!..
Ne hazin mahşer-i hayat ve memat:
Halk, rahat döşeklerinde ölüm

Bekleşirken zelîl, dört büklüm:
Kaplamış cevvi bir alay baykuş!
Handeden asmanı çınlatıyor!
Ölüler aleminde: Tafra-furûş

Bir hayasız hayat, keyf çatıyor!
Bitme bilmez bu bahis, uzundur çok;
Varılan bir netice var şöyle:
Zîr ü balâsı, has ve artımıyla,

Türk'ü mazur görmenin yolu yok!
Mel'anet, meskenetle anlaşmış,
Kalıplar, sanki müncemit taşmış!
Öyle şeyler yapıldı tur'de,

Ki tahammül getirmeyip de hemen
Ölüler kalkmalıydı kabrinden,
Hareket hissi yoksa ihyada!
Şuna en çok hayıflanır, yanarım,

Ne felâkettir ey büyük "Rabbim!
Ki, demek mümkün olmuyor:
Bana ne? "Bakınız Türk'lerin rezaletine"
Denilirken, içinde ben de varım!..

Âh insanda fikr-i milliyet,
Ne kadar cahilane bir illet!
Hep o humma-i cehli coşturarak
Sevk ederler avamı her tarafa;

Gah olur, bir paçavradan bayrak
Yapılır, taçlar kalır turfa!..
Ne zamandır bu karha, bizde de pek
Had bir devreye girdi işleyerek;

Şahlanır Türk ocaklarında duman,
Bu dumandan kurum alan ve satan
Yosma beyler, hin oğlu hin paşalar,
O ocaklarda çöp-çatan maşalar;

Bir düzendir ki deme keyfine sen;
İyi dursun bu destgahî düzen!
Ayıran fikridir, her insanı
Asıl insanca: yoksa cinsi değil:

Var mı, milliyeti...
Diğerin hak sayılma imkânı?
Sen Arapsan, falan da Çerkestir!
Kendi şahsınla iftihara yüzün
Tutmasın, sonra milletinle öğün!

İş bu hodgâmlıkta hasta şuur,
Medeniyette irtica ediyor!
Eskilerden alır azca moda!..
Hem bu hodgâmlık: Mukaddesmis

Sanki mantık: Hava imiş, esmiş!
Bence: Milliyet iddiasıyla
Yapılan her nev' hafiflikler,
Görmemişlikten inbias eyler...

Öyle eblehfirib ahvale,
Fıtratım iktizası zatan ben
Müncezip bir nazarla bakmazken
Hele milletiyle birlikte

Bozkurt'a kaptıran, maymun
Gibi oynattıran, tutup bir gün
Şark'tan Garb'a attıran, hem de;
Türklük ve inkılâp adlı

Mütenakız, feci kurt-masalı:
Büsbütün oldu mucib-i nefret!
"Kendi cinsim de olsa bin lanet Ona!"
Dersem, değil miyim haklı?

Bu kadar iddia-i hürriyet
Eden asrilerin esîr aklı,
Almıyor yoksa, alsa ben çoktan
Atacaktım zavallı boynumdan:

Türk'e nisbet vebal ve töhmetini!..
Alsın Allah için hacaletini!
Hal-ü hüzn-ı istimal böyle iken,
Yeni bir na'me, bir acîb haber:

Karakuşlar karar vermişler
Beni İskata tabiiyetten!
İşitip kahkaha ile güldüm ben!
Ve teşekkürler ettim işte ben, fakat,

Beni iskat edenler, etmiş halt!..
Haydi oradan şaşkın izam!
Sizi çok bildiğim için tanımam!
Ne ki bir lahza diyetinizden; adam,

Hak boğan, susturan (sehpa-ipi)niz
Çıksa: İpsiz kalırsınız hepiniz!..
Müslüman Türk'ü, öldürüp, ne kadar
Mal-ı mevrûsu varsa hep kapışan,

Bir de, ıskatı arkasından koşan
Muhtelis, muhteris haramiler!
Ne kadar aklınız sizin kıttır,
Asıl ıskattır ki: Sakıttır!

Çabuk geç kaldınız! Ve beyhude1"
Zahmet etmişsiniz şu meselede.
Sizin olsun karanlık Ankara'nız;
Bana metbu' olur mu hiç dinsiz

Bir hükümet, ne haddi var zaten?
Ona tabi değildim evvelden!
Tabiiyet telâşi zaittir!
Ben asıl isterim ki: Türklükten

Çıkayım, ah! Kabil olsun da;
Sökeyim, işte derdi ta kökten,
Beşeriyet ilaç bulsun da!..
Biraz evvel de söyledim: İnsan,

Çıkamaz yoksa her bataklıktan;
Yenilikler satar da hep geridir;
Denemez: Hür değil misin?
Çık, gir! Kimi hemşehrilik alır fahri!

Şu benim Türklüğüme:
Pek cebrî! Evet, Allah'a itimadım çok;
Ona hiç bir cihetçe güçlük yok;
O benim ilticamı red etmez;

Şu yürekten bir hami ret etmez:
Türk eğer... her gelenle tur'de
Uyuşan;... İnönü'nde, Çankaya'da
Kaynaşan;...üstelikle tedricen

Güzelim inbisar-ı aileyi
Bozarak, herkes aherinkinden
Müşterek istifade etmeyi
Düşünüp; zencinin firaşi için

Hazır olmuş birer dekolte kelebek
Kadar oynak kadınlı, erkekli
Muhtelif ailâttan mali
Muhtelit bezm-i vuslat akt ederek;

Medenî bir nev'i Kızılbaşlık
Olması için de, mum söndürmek
Şöyle dursun, latîf, rengarenk
Nurlar altında: Aşikâre, açık

Ağuş ağuşa, çift çift yapışık,
Birbirinden hayat alıp vererek,
Kalbten kalbe sevgi sızdırarak
Raks eden;... ciddi olsa, geçmişine

Küfr edip, daima İlah-ı cedid
Bârgâhında dest bir sîne
Yaşayan hergünde bir yeni iyd;...
Dün: Hilafetçi, Müslümancı; bugün

Bolşevik, Türkçü, diktatör, halkçı,
Kırışık, zü'l-vücûh bir müncî
Aşkının sekr ve cinnetiyle mecnun
Eski sermaye-i mefahirine,

Ölmüş insanların kemiklerine
Tükürüp, levs atıp...
....Demekse, artık ben:
Ba'dema-şahit olsun işte cihan

Yalnız müslüman ve bir insan
Olarak kalmak üzere, Türklükten,
Şeref ve izzetimle istifa ettim
Allah'ımın huzurunda!..

Oh, hürriyetim tamam işte!..
Ne, derûnunda gayret-i iman
Ne, urukunda mevce-i heyecan,
Ve ne ecdanının kanından kan

Kalmayan hanedan-ı Saltanata;
Ne de bir aslı nesli na-ma'lüm,
Düşman-ı ırz ü din, cehûl ve zlüm,
Şımarık, züppe, sonradan görme,

Kahpe, namert, kâfiru'n-ni'me,
Üste hırsız, reis-i ubaşan, ?
Yaman arsız, harîs-ı servet ü şan,
Rehnûma-i seffah, seffahe,

Mütecasir, laîm, küstâhe,
Nisbetim var, Hükümetu'l-lah'a
Tabiim! Milletim de, İbrahim
Milletinden, bunanla fahr ederim!

En büyük millet, en büyük devlet!
Eski Osmanlı Türk'ünün zaten
—Hani İslam dini üzere iken-
İlm-i halinde yer bulan memat,

Buydu... Lâkin sonuncu nesl-i deni
O Nebiyyi Celîle nisbeti
Zayi etmekle kalmayıp, bir de:
Türk'e, hatta o eski Peygamber,

Bilâkis kendi müntesiblerde
Diye bir başka yave söylediler:
Hezeyan hududu yok, ne diyeyim?
-İşte bizzat ruh-i İbrahim; ;

Söyle tımarhane harcı deli;
Böyle hep akıl ve nakli baltalayan,
Çoğu makhur ve münderis, ehli;
Azı kahir ve müfteris hayvan

Denecek kavme intisabı nasıl
Red ve inkar ederse, elhasıl
Ben de aynıyla red edip Türkü,
Attım üstümden en elîm yükü...'

Tevbe ya Rabbi tevbe Türklüğüme!...
Beni Türk milletinden addetme!.

(İskeçe- 1 Temmuz 1927

(Yarın,Sayı 2,29/7/1927)

***
Alıntı:
Yalnız müslüman kalarak, Türklükten istifa edenin, vatan sevgisi olmadığından imanının da şüpheli olacağını söyleyerek bilmediği bahislere karışan mu'teriz, "Vatan sevgisi imandandır." fıkrasına telmîh etmek istemiş, lakin bu fıkra, çoklarının sandığı gibi hadis değildir.

Bununla beraber, Türklüğe güvenmek vatana muhabbetsizliği de istilzam etmez. Dinini ayaklar altına alan millete karşı nefret izhâr etmenin imana zarar vermesi şöyle dursun, şer-î ahkâmı ilga ederek İsviçre kanununa tâbi olan dinsiz hükümetin partisine; son mebus seçiminde görüldüğü ve dünyanın hiç bir memleket ve milletinde görülmediği ve görülmeyeceği veçhile on milyonu aşkın toplam nüfustan bir tane hâriç kalmamak üzere müttefikan re'y vererek müzaheretini izhâr eden bir millete buğzetmek belki iman ve İslam borcudur.
Bu noktada mu'teriz, milliyeti İslâmiyet'e tercih eden dinsizlerin görüşüne meylediyor. Halbuki Cenabı Hak Berâe Sûresi'nde şöyle buyurmuştur:
"Eğer sizin babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, haremleriniz, kavim ve kabileniz, üzerine titrediğiniz ticaretiniz, eviniz, barkınız, yani vatanınız, nazarınızda Allah'tan ve Peygamber'den ve Allah ve Peygamber yolunda mücâhededen daha sevgili ise ilahî mücâzâta hazır olunuz." (Tevbe/24)
Mücâdele Sûresi'nin sonunda ise:
"Allah'a ve âhiret gününe iman eden hiç bir milletin efrâdi Allah ve Rasûlü ile zıtlaşanlar hakkında babaları olsa da, evlâtları olsa da, kardeşleri olsa da, millettaşları olsa da muhabbet besleyemez. Cenabı Hakk imanı ancak böyleIerden yakınlık ve münasebetini kesenlerin kalbinde tesbît etti." (Mücadele/22) buyuruluyor.
Bu âyet-i kerîme, Uhud Muharebesinde babasını katleden, Aşere-i Mübeşşere'den Ebû Ubeyde bin el-Cerrah ve kardeşini katleden Ubeyd bin Ömer, yahut Bedir Günü'nde dayısını öldüren Ömer bin el-Hattab ile, oğlunu mübârezeye davet eden Ebu Bekir-i Sıddîk Hazerâtı hakkında nazil olmuştur.

İslâmiyet'i ayağının altına alan Türk milletine karşı benim istifa hareketim, ashâb-ı kiramın Kur'ân-ı Kerîm'de meth ve takdir buyurulan hareketlerine nisbetle çok hafif kalır.

Türk halkının baskı altında bulunmalarının ise, "irtidat inkılâbına" boyun bükmeleri ile kabule şayan bir mazeret olacağını sanmıyorum.
Evvelâ, bu zorba gücü, önüne durulmaz bir hale getirmek derecesinde başına çıkaran, milletin kendisidir.
M- Kemal millete bugünkü kadar kadir ve kahir bir ye's belâsı olmadan çok evvel, yani bundan altı-yedi sene (1920-1921) önce bunun, din ve devlet ve millet hakkında ne azîm bir âfet olacağını en acı bir dille İstanbul gazetelerinde yazarak Türk milletini uyarmaya çalışan bu abd-i âciz olduğu için şimdi onların zorunlu mazeretlerini kabul etmemek benim hakkımdır.

İkinci olarak, baskı uygulayanlar ile baskıya mâruz kalanların sayısı arasındaki fark o kadar mühimdir ki bu derece kalabalık bir koyun sürüsü bile olsa, o ölçüde azlık bir çoban teşkilâtının cebren itaati altına alınamaz.
Koyun sürüsünün korkudan anlamaması ve bunların korku ve ümidi idrâk eden hayvan-ı nâtık türüne mensup olması cihetiyle mazereti te'yîte gelince; bu da beşerin, hürriyet ve hâkimiyete saik olan akıl ve idrâkini esaret ve mahkûmiyet sebebi saymak gibi makûs bir düşünce olur.
Binaenaleyh bugün Türk milletini ya ölü farzetmek veyahut Mike hükümeti ile kalben ve vicdanen beraber farzetmek lazım gelir ki ben ise ne ölümü ve ne de o hükümetle iştiraki kabul ederim.
"Ümmetim, zalimin zulmünü yüzüne vurmaktan çekinir bir hale gelirse Allah Teâlâ onları artık kendi hallerine terkederek medet ve inayetini haklarında çabasız bırakır." hadîs-i şerifi de bu sözümü teyit eder.
İtirazcının sözüne bakılırsa, bundan sonra hiç bir Türk'ün bana ne bir selam ve ne bir dilim ekmek vermemesi iktiza edermiş. Hareket rehberi âyet ve hadisler olması icap eden Müslüman, dinine hayrı olmayan Türk'ün ne selâmını alır, ne ekmeğine minnet eder. "Soframızı paylaşamıyorlar" diyerek hep sofradan, paylaşmadan bahseden öteki gazeteci gibi, bu itirazcının gözünün de ekmek diliminde olduğu anlaşılıyor.

Şeyhulislam Mustafa Sabrî Efendi

(Yarın, sayı: S, 2 Eylül 1927 sh: 2-6)



Son Şeyh'ul-İslâm Mustafa Sabri Efendi

Mustafa Sabri Efendi son devir Islâm âlimlerindendir.

Yüzyirmiyedinci Osmanlı Şeyh-ül‘İslâm‘i olan Mustafa Sabri Efendi 1869 yılında senesinde Tokat‘ta dogdu.
1954‘te Mısır‘da vefat etti.

Ilk tahsilini memleketinden yaptiktan sonra Kayseri‘ye gidip, Kayseri Medresesi‘nde Divrikli Haci Emin Efendi‘den ilim ögrendi. Daha sonra Istanbul‘a gelerek huzur dersleri mukarriri (padisahin huzurunda bir konuyu etraflica anlatan) Ahmed Asim Efendi‘den ilim ögrenip icâzet (diploma) aldi.
1890 senesinde yapilan ruüs (dini ilimlerde bir derece) imtihanini kazanarak, yirmi iki yasinda Fatih Camii‘nde ders vermeye basladi. Eliiden fazla talebeye icâzet verdi.
Beşiktas Asariye Camii imâmligi da yapan Mustafa Sabri Efendi, dördüncü rütbeden Osmâni ve Mecidi ilim nisânlarini aldi.
1900 yilinda II.Abdülhâmid Han‘in kitapçiligina getirildi, bir adet altin liyâkat madalyasi ve dördüncü rütbeden Osmâni nisani verildi. 1908‘de Tokat meb‘usu seçildi. Bu arada Fatih Camii müderrisligi görevini de yürüttü.
Ittihat ve Terâkki Partisine karsi çikip, o zaman yayinlanan Beyân-ül Hâk dergisinde bas yazar olarak yazilar yazdi. Ittihat ve Terâkki Partisine mensub olanlarin kendisini öldürme tesebbüsleri üzerine Romanya‘ya giderek bir müddet orada kaldi. Daha sonra Istanbul‘a dönüp Süleymaniye Medresesi‘nde hâdis-i serif müderrisligi yapti. 4 Mart 1919 tarihinde Şeyh-ül‘İslâm oldu.
Yedi ay süren bu vazifesinden sonra görevden alindi.
1920‘de yeniden Seyh-ül‘Islâm olup iki ay daha bu vazifede kaldi.

1922 yilinda Istanbul‘dan Kahire‘ye giderek orada yerlesti ve Ezher Üniversitesi‘nde müderrislik yapti. Türkçe ve Arapça çesitli eserler yazmistir.
Ilimde çok kuvvetli bir derecede olan Mustafa Sabri Efendi, Misir‘da Ezher Medresesinde bulundugu sirada verdigi derslerde son derece faydali oldu.

Dogru yoldan ayrilarak kendi görüsüne göre sapik bir yol tutan Abduh ve ona aldananlarla yaptigi ilmi münazâralarda, onlarin bozuk fikirlerini çürüterek sapikliklarini ortaya koydu. Böylece birçok kimsenin bunlardan etkilenmesini önledi. Ehl-i Sünnet itikadina saldiranlarin maskelerini indirdi. Mezhepsizlere karsi sagladigi basariyi söyle ifâde etmistir. "Benim bu basarim Hakk‘i müdafa etmis olmamdandir."

Mustafa Sabri Efendi Mevkif-ul Akli vel Ilmi adli eserinde Abduh için söyle demektedir:
"Abduh‘un tuttugu bozuk yolun hülasâsi sudur : Ehl-i Sünnet itikâdi üzere tedrisât yapmasiyla taninmis olan Ezher Üniversitesi‘ni karistirip Ezherlilerin çogunu adim adim dinsizlere yaklastirmis, ama dinsizlerin bir adim bile dine, yaklasmamistir. Hocasi Cemâleddin Efgâni vâsitasiyla Ezher‘e masonluğu sokan odur. Nitekim birtakim yanlis islerin revaç bulmasi hususunda Kasim Emini‘yi tesvik eden de odur..."

Seyhulislam Mustafa Sabri Efendi

ESERLERI:

1-Yeni Islam Müctehidlerinin Kiymet-i Ilmiyesi, Istanbul, 1335/1337 (1919) 164+4 s.
2-Dini Müctehidler yahud Türkiye Icin Necat ve I´tila Yollarinda Rehber, Istanbul, 1338/1340
(1922) 373 s. Ikinci baski "Dini Müceddidler (Reformcular)" adiyla sadelestirilerek 1969´da
Istanbul´da yapildi.
3-Islamda Imamet-i Kübra (Yarin gazetesinde tefrika edilmistir).
4-Savm-i Ramazan (Yarin gazetesinde tefrika edilmistir).
5-Din ve Milliyet (Yarin gazetesinde tefrika edilmistir).
6-Türkün Basina Gelen Sapka Mes´elesi (Yarin gazetesinde tefrika edilmistir).
7-Mes´eletu Tercümeti´l-Kur´an, Kahire, 1932 (Arabca).
8-El-Kavlu´l-Fasl, Kahire, ? (Arabca).
9-Kavl Fi´l-Mer´et, Kahire, ? (Arabca).
10-Mevkifu`l-Akl ve´l-Ilm ve`l-Alim min Rabbi´l-Alemin ve Ibadihi´l-Murselin,
4 C., Kahire, 1950 (Arabca).
11-Mevkifu´l-Beser Tahte Sultani´l-Kader, Kahire, 1933 (Arabca);
Türkceye tercümesi: Dr. Isa Dogan, Insan ve Kader, Istanbul, 1989.
12.En-Nekir ala Munkiri´n-Ni´met mine´d-Din ve´l-Hilafet ve´l-Ummet, Beyrut, ? (Arabca);
Türkce tercümesi: Oktay Yilmaz, Hilafetin Ilgasinin Arkaplani, Istanbul, 1996.
13-Mes´eleler Hakkinda Cevablar, Istanbul, 1974.

(Ilmiyye Salnamesi.Sf.526-528/Heyet)
Kaynak : Yeni Rehber Ansiklopedisi


En son orkun tarafından 26.04.11, 09:21 tarihinde düzenlendi, toplamda 3 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Tevbe ya Rabbi tevbe Türklüğüme!..."
MesajGönderilme zamanı: 26.04.11, 09:14 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Alıntı:
Son Şeyhülislamlardan Mustafa Sabri Efendi ve Said-i Nursi

Mustafa Akdedeoğlu anlatıyor:

"1952'de Kahire'de okuyordum. 1953'te tur'ye geldim. O günlerde İstanbul'a gezmeye gittik. Mısır'da beraber okuduğumuz Ali Özek Bey ile Fatih Camiinde karşılaştık. Bana hitaben, "Mustafa birisini bekliyorum, şimdi gelip bizi Said Nursi Hazretlerine götürecek" dedi.

Bekledik. Ne görelim, Konya'da beraber dersler yaptığımız Abdülmuhsin Elkonevi kardeşimiz. Birlikte Çarşamba semtinde iki katlı bir eve gittik. Üstad bizi kabul etti. Kendilerini karyolada bağdaş kurmuş vaziyette gördük. Ellerini öptük. Mısır'dan geldiğimi söyledim.

Bize hitaben:

"Sizin gelmeniz çok iyi bir tevafuk oldu. Safa geldiniz. Mısır'dan Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi bana bir kitabını göndermiş ve Risale-i Nur Külliyatı içinde neşrini istiyor. Fakat Risale-i Nur külliyatı içinde neşrine müsaade yok. Çünkü kitabının içinde çok ihtilaflı meseleler var. Risale-i Nur Külliyatının meşrebi ittifaktır. İhtilaf meşrebi değildir ve yeri yoktur. Benim çok selâmımı götürün. Yine de kitabının başım üstünde yeri vardır. Bunları aynen söyleyin."

Neticede Kahire'ye gittik. Mustafa Sabri Efendi hasta idi. Bu bakımdan yanına Ali Özek kardeşimi kabul ettiler. Üstadın selâmını ve söylediklerini nakletmiş. Mustafa Sabri merhum, "Peki, madem öyle, mesele yoktur" deyip Üstadın selâmını almış."

***

Hacı Ali Kılınçalp anlatıyor:

"Bulunduğum devrede Türk Talebe Başkanlığı vazifesi yaptım. Osmanlı İmparatorluğunun son şeyhülislâmlarından Tokatlı Mustafa Sabri Hazretlerini ziyaret ettim. Evini buldum, izin istedim. Kendisi kabul ettiler. Bir odasındayız. Yalnız olarak ikimiz bir odada kaldıktan sonra kendimi tanıttım. 'Ben Afyon vilayetinin eski ismiyle Aziziye kazasındanım. İsmim Hacı Ali. Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Emirdağ'da ikamete memur olarak bulunuyor. Şimdi Afyon Hapishanesindedir. Zat-ı âlilerinize selaları var. Benden size selam söylememi tensib ettiler' demem üzerine ayağa kalktı ve 'Aleykümselam, demek sen onu gördün. Demek hayattadır' dedi.

Evinin içerisinde seni kabul etmiş olduğu salon gibi bir odada ayağa kalktı, başladı gezinmeye ve konuşmaya devam etti. 'Yâ Said!' Demek yaşıyorsun. Sen yurdumuzda kaldın, cihada devam ettin ve ediyorsun. Biz hata ettik, bundan mahrum kaldık. Ya Said! Ya Said!' diyerek hem konuşuyor, hem birlikte geçirdikleri günleri hatırlayıp sanki aynen yaşıyordu. Bir ara duraklayıp bana bakarak anlatmaya başladı.

"O zamanlar Şeyhülislâm olarak tayin olmuştum. Aradan üç ay geçtiği halde ortada bizim Said görünmez olmuştu. Bir ara tevafuk ettik. 'Yâ kardeşim Said! Ya Hazret! Sen neredesin? Görünmez oldun kardeşim' demem üzerine kaşlarını çattı.

O meşhur keskin bakışlarıyla, 'Kardeşim, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm' demesi üzerin, 'Hayır ola, nedir bu hâl?' dedim. 'Evet, ben nefsimi terbiye etmekle meşguldüm. Nefsim bana, 'Sen mutlaka şeyhülislâm olmalıydın. Senin olman lazımdı' diye bana eziyet ediyordu. O nefsimi terbiye etmekle meşguldüm' demişti' diye geçmiş günlerinden bir hatırasını sanki o anı yaşıyormuşçasına anlattı. Hâlâ ayaküstünde 'Ya Said! Ya Said!' diyerek konuşuyordu..


***
Alıntı:
Osmanlı Şeyhulislamlardan Mustafa Sabri’nin(*) “Kürd Said’in Mezhebi Hakkında Reddiye Armağanı” adlı kitabında, çağdaşı ve bir süre birlikte çalıştığı Said-i Nursi hakkında pek çok şeyler söyler.
Bu kitapta geçen bazı ilginç bölümlerini hiçbir yoruma tabi tutmadan aynen aktarıyoruz.

“Bismillah, Hamdele, Salvele..

Saidi Kürdi meselesini tetkik ederken başlıca iki nokta üzerinde durmak icabeder.

Birincisi; Müridlerinin SAİDİ i’zam edeceğiz diye küfre kadar varan sözleridir. İkincisi ise; SAİD’in izharı keramet etmesi ve sureyi Nurun asıl muhatabının kendisi olduğu hakkındaki zu’mu batılı.. Belki de bu sözleri iğfalatı şeytaniyeyi, ilhamatı hakikiye zannedecek kadar ihtiyar ve mağşuş olmasındandır.

Müritlerinin sözleri mücmelen şunlardır : Sait layuhitidir, hatasızdır, yanılmaz ve günah işlemez. Resulü Ekremden sonra Alemi İslamda böyle büyük bir adam gelmemiştir.. Sözleri aynen Kur’andır.. Beşeriyeti, Risaleyi Nur ve Sait kurtaracaktır.. Dünyada iki milyon kadar nurcu vardır. Bu insanlar dünyanın hakiki Müslümanları ve Müslümanlığı yegane anlayan insanlardır.. Bu zata dil uzatanlar kafirler ve masonlardır.
Sait’in kitabını bir dinsiz okusa itiraz edemez.. vesaire..

Sait ise müritlerinin hilafına kendisi için iki şahsiyet tanır.
Birincisi : Eski Sait’tir. Kürtçülük meselesiyle uğraşmış ve siyasete dalmış Saiti Muhti’dir. (Yani günahkar Sait’tir.)
Diğeri de Lahuyti, (günahsız), ikinci veya yeni Sait’tir. Kendisine göre sureyi Nurdaki manalar bu asra göre ve kendisi için nazil olmuştur. Keramet ehli, siyasetle meşgul olmıyan ve bu Asra zamanın kutbu olarak bakan bir insandır. Sureyi Nur’daki bu meseleyi ebced hesabı ile Mısır (?) uleması bulup Said’e haber vermişler.. Yani Said’in Cebraili ebcedci alimler oluyor. (Asayı Musa ve Zülfikar adlı kitaplara bakılsın..)Şu iki kısaltmada görüldüğü gibi Saidi kürdi, Müritlerinden daha insaflıdır. Hiç değilse yaşadığı ömrün bir kısmı için hata kabul ediyor.. Müritleri ise onun tırnaklarını ve saçını saklayarak her şeyine bir kudsiyet izafe ediyorlar. Malumatı diniyyeye, esasatı şeriyyeye vakıf olmayan bu insanlar
çok büyük hatalara düşüyorlar. Biz hem onları, hem de sair Müslümanları fıkhı müdevven haricinde (dinin belirli hükümleri dışında) teşekkül etmiş veya etmek istidadında bulunan bilumum nevpeyde (yeni çıkan) mezhep ve cereyanlara karşı müteyakkız (uyanık) bulunmaları için bu satırları yazdık.

Bu kadar büyütülen Saidi Kürdi kimdir :
Sait, kürt cemaatından, şafii mezhepli, nakşi tarikatlı, okur fakat yazmaz, imla bilmez, seksen sene içinde yaşadığı millet olan Türk’ün lisanına hakkıyla vakıf olamamış, felaketten felakete sürüklenmiş, bir hapishaneden diğerine sürülmüş ve bugün seksen yaşını geçmiş ihtiyar bir adamdır.
Devletin büyük makamlarını uzun bir zaman ellerinde tutan bir zümre, bu adamcağızı lüzumsuz yere mahkemeden mahkemeye ve hapisten hapise sürükleyerek kahramanlaştırdılar ve zamanın müçtehidi mübeşşiri haline getirdiler. Halbuki Deli Said’in ilim ve diyanetle ne alakası var? Halk, üzerinde bu kadar ısrarla durulan bu şahısta bir şeyler var zannile büyüttükçe büyütmüş ve bu güne kadar gelmiştir. İşte bu idare zümresinin milletin başına sardığı belalardan birisi de budur. İ’zam etmeyi bu gençlik
onlardan öğrendi. Bu da antitez olarak böylece doğdu.

Hayatı ömrünün üçte birini hapishanelerde, polis ve jandarma nezaretinde geçiren bu şahsın akibetini, Sultan Abdulhamit Han’a dil uzatan insanların çektiği ve düçar olduğu azap ve felaket muvacehesinde görüyoruz.

Elmalılı Hamdi ve benzerleri gibi selahiyetli din adamlarının nedametleri Mason Cemiyetinin reisi olan Rıza Tevfik’i bile intibaha getirmiş ve nedametini izhar etmiştir. Sait’te buna ait bir satır yazıya rastlamak hala mümkün olamamıştır. Hatta, baştan başa Sultan Abdulhamit Han’a hücum eden “İki mektebi musibetin Şehadetnamesi” isimli kitabı yeniden basılmış ve mahkemede hürriyet aşıkı ve kahramanı olduğuna delil gösterilmek istenilmiştir.

Sait, Kürdistan Azmi Kavi Cemiyetinin arzusu üzerine mahalli Kürt kıyafeti ile, boynunda dürbün, belinde tabanca ve kama, ayağında lapçin ve başında poşu olduğu halde İstanbul’a gelmiş ve büyük bir cüretle Cuma selamlığında Padişaha cemiyetin “Sait” imzası altında yazdığı ve esası kürtçe tedrisat yapacak mektepler açmaya dayanan arizayı takdim etti. Memleketin ve milleti islamiyenin ittihadını bozmak gayesine matuf olan bu hareketi canianesinden dolayı haklı olarak tımarhaneyi boyladı. Sonra affolup memleketine yollandı.

Kürtçülük uğrunda kendi padişahına sövecek kadar akıl ve iymandan bi-behre (nasipsiz) Sait, bugün sahneye müçtehidi mübeşşir veya kutbu azam olarak çıkmış görünüyor ve cehelei nas da bu delinin etrafında haleleniyor. Kendini Kuranı aziymmüşşanın müdafii gibi gösteren Sait bizzat kendisi Kuranı
aziymüşşana muhalefet etmektedir. Gaybı yalnız Allah’ın bileceğini, Kuranı Keriymin kaç kere tekrar etmiş olmasına rağmen Sait, Hazreti Ali’nin Celcelutiyye kasidesinde risalei Nur ve Siracünnur’un geçtiğini, bunu keşfettiğine bizi inandırmak ister (İkinci Şua, Sahife 53).

İnsanın aklına öyle geliyor ki; “Acaba ben de Risalei Nur adlı bir kitap yazsam o zaman kasidedeki siracünnur kastı acaba hangimizin kitabı olur?” diyorum.Risalelerin yazılışı da pek acayiptir. Bilmem kaçıncı Lem’anın kaçıncı şuasının şu meyvesi zühre yıldızından gelmiş beşinci noktası olarak yazılıyor. Sonra bunlar birleşerek Kuran cüzlerine imtisal derecesine, Lemaat, Şuaat, Mektubat vs. Olacakmış.. Sözleri de “Sözcat” olmasa bari.

İşbu reddiyeyi, hasreti ile yandığım vatanıma ve uğrunda bir ömür çürüttüğüm dinime ihaneti düşünen gerillacı asi Said’e son ihtar olarak yazdım.

Damarında bir damla Türk kanı olan her Müslümana, bu adamın Mason ve Komünist kadar tehlikeli olduğunu ehemmiyetle hatırlatırım.
Ve selamü aleyküm ve Rahmetullahi ve Berekatühü.

Mustafa Sabri
Tuhfetür Reddiye Ala Mezhebi Saiydil Kürdiyye, Mustafa Sabri, s. 3-14.


En son orkun tarafından 26.04.11, 09:45 tarihinde düzenlendi, toplamda 3 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Tevbe ya Rabbi tevbe Türklüğüme!..."
MesajGönderilme zamanı: 26.04.11, 09:33 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Bozkurt Meselesi

Şeyhu'l İslam Mustafa Sabri

(Hilafetin Ilgasının Arka Planı)

Bugün, Mısır'da basılan Siyaset gazetesinde eski Lazkiye mutasarrıfının Bozkurt meselesinde Kemalistleri savunduğunu gördüm. Kemalistlerin posta pullarına bozkurt resimleri koydukları malum. Ayrıca bize ulaşan bazı bilgilere göre, bu kurt kutsal ilan edilmekte, adına dua edilmektedir. Bu kiralık ise savunmasında, bozkurtun eski Türklerin tanrısı olmadığını bildirmekte.

(Mustafa Kemal ve arkadaşları, milliyetçiliği İslâm hilafeti yerine tesis etmek amacıyla, bu Bozkurt masalını gündeme getirmişler ve bunu Türk milliyetçiliğinin bir sembolü olarak kullanmışlardı. Emperyalizmin çalışmaları doğrultusunda Türkiye'de Turancılık ve Bozkurtçuluk akımı başlatılırken, Mısır'da Firavunculuk milliyetçiliği, Suriye'de Finike milliyetçiliği, İrak'ta Babil milliyetçiliği, Fas'ta da Berberi milliyetçiliği yerleştirilmeye ve geliştirilmeye çalışılıyordu. Amaç bu bölgeleri Hıristiyan Avrupa ile ilişkilendirmek ve İslâm hilafetinden veya İslâm birliğinden uzaklaştırmaktı. Doktor Muhammed Reşad Salim şöyle diyor:

"Bu kavmiyetçi akımların doğup-gelişmesinde emperyalistler ile misyonerlerin büyük rolü olmuştur. Bunlar, bu tür kavmiyetçi düşünceleri, İslâm birliğini parçalamak amacıyla kullanmışlardır.")

Yazısını Türkiye'de yayınlanan ileri gazetesinin konuyla ilgili araştırmalarına dayandırıyor. Millet Meclisi'nin Türkiye Cumhuriyeti'ne yeni bir sembol seçmek üzere yaptığı tartışmalara değinen bu gazete şöyle diyor:

"Sembol konusunda tartışmaya hiç gerek yok. Çünkü zaten bizim efsanelerimizden doğan ve yüzyıllarca süren bir sembolümüz var. Efsaneye göre; Türkler civar milletlere yenilerek aşılmaz sıradağlarla kuşatılan Ergenekon denilen bir bölgeye sığınmışlardı. Zaman geçtikçe nesil çoğalmış ve halk bu bölgeye sığmaz olmuştu. Ancak dağları aşıp buradan çıkamıyorlardı. Bir gün dağlardan birinin eteklerinde bir ateş yaktılar, ateşte demir filizlerine rastladılar, ve derken demir eriyerek, halkın buradan çıkabileceği bir boşluk oluşmuş. Bu boşluktan ilk geçen de bir bozkurt oldu. Halk da bu bozkurtu takip ederek bölgeyi terketmişti. Daha sonra da civardaki kavimleri yenerek büyük bir krallık kurdular. Bu olaydan sonra kurt ve demir Türklerin nazarında iki saygıdeğer sembol olarak kalmıştır. Eski Türk hakan ve beyleri birçok kez bu Bozkurtu bayraklarında kullanmışlardır."

Bu efsanenin aslı ne olursa olsun, eski Türkler Müslüman değillerdi. Müslümanların taptığına da tapmıyorlardı. Bilakis bize ulaşan bilgilere göre, müşrik bir kavimdiler. Kurta olmasa bile, Allah'tan başka diğer şeylere tapıyorlardı.

Eğer Turancılar, eski Türklerin taptığı başka bir simge bilselerdi kuşkusuz onu kurdun önüne geçirirler, daha çok yüceltirlerdi. Eski Türkler gerçekten kurda tapıyorlar mıydı, bunu tam olarak bilemiyoruz. Zira her kavim bir eşyaya veya hayvanlardan birine tapmasını mutlaka bu efsaneye benzeyen hurafelere dayandırmış, bu bâtıl hurafelerden sapık inançlar türetilmiştir.

Müslüman Türk milletinin ise kurda tapmadığından ve tapmayacağından ben eminim. Hatta Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ağaoğlu Ahmed, Celal Nuri, Hamdullah Suphi gibi açık Turancılar ve Mustafa Kemal gibi gizli Turancıların da, Bozkurta tapmadıklarından eminim. Zira onlar için yalnızca maddiyat ve dünya değer taşımaktadır.

Kemalistlerin, İslâm dininin ilgimizi kestiği eski atalarımızın bâtıl inançlarını tekrar diriltmeye çalışmalarının nedeni, bu sembol ve simgeleri İslâmî simgelerin yerine bina etmek istemeleridir. Böylece, nefret ettikleri İslâm ve İslâm birliği yerine, bâtıl simgeleri ikame etmek istiyorlar.

Eski mutasarrıfın alıntı yaptığı İleri gazetesi; Türklerin uzun çağlardan beri Timur, Cengiz, Alp, İlhan gibi Türk isimleri yerine Osman, Muhammed, Ömer, Âişe, Fatma gibi Arap isimlerini kullanmalarından duyduğu üzüntüyü beyan etmektedir. Bu konuya daha önce değinmiştik.

Eski mutasarrıf, yazısına şöyle devam ediyor:

"Yeryüzündeki her millet, buna benzer efsane ve hurafeleri, yüzyıllar boyunca dilden dile naklederek yaşatmışlardır. Bu hikâyeler, akla pek uymasa da, gönüllerde ve hafızalarda sağlamca yer etmiştir. Nesilden nesile miras olarak aktarılan bu efsanelerin hiçbir inanç veya dine bir zararı yoktur."

Yazar aynı makalede kendisiyle çelişiyor:

"Türklerin dışındaki kavimlerin taptıkları Bozkurt efsanesine gelelim. Bozkurt ve hikâyesi Türk milleti nezdinde tamamen meçhuldür. Halk bu hikâye ile ilgili hiçbir haber veya rivayet bilmez. Ben ömrümün yarısını Türkiye'de geçirdim. Orası benim ülkem. İstanbul'da doğdum. Oradaki ilk, orta ve yüksek okullarda okudum. Bu kurtla ilgili ne bir kelime, ne de hocalarımın bir araştırmasını duydum. Yüksek okuldaki hocam tarihî eserleri bulunan ve Mizan gazetesi sahibi meşhur tarihçi ve yazar Murat Bey idi. Bu büyük üstadın dahi bu hayal mahsulü Bozkurtla ilgili hiçbir araştırması yoktu. Emin olun, ben Ankara hükümetinin bastırdığı ve üzerinde bozkurt resmi olan posta pulunu ilk kez 1922'de Beyrut'ta gördüm. Çok şaşırdım ve durumu anlayamadım. Orada bulunan tüm Türk arkadaşlarıma da pulu gösterdim. Onlar da bu konuda hiçbir şey bilmiyorlardı."

Resim

Bu adamın söylediklerine ben de tanıklık ederim. İttihatçılar ile kardeşleri Kemalistlerden kaçarak dışarda geçirdiğim birkaç yıl dışında, hayatımın tamamı Türkiye'de geçti. Anadolu'nun göbeğinde, Tokat kentinde doğdum. Babam-anam, onların babaları-anaları hepsi öz be öz Türk soyundandırlar ve asırlardır Anadolu'da yaşıyorlar. Bununla beraber ben bu kurdu Kemalistler dönemine kadar ne duydum, ne de bir posta pulu üzerinde resmini gördüm. Ancak benim ve tüm Anadolu halkının bu tanıklığı, Ankara hükümetinin, Türk halkına meçhul bu cahili simgeyi, yaymaya çalışmasını engelleyemez.

Kemalistlerin her yaptığını haklı göstermeye çalışan, hatta efendileri kertenkele deliğine girse gene onları takip edecek olan eski Lazkiye mutasarrıfına benim bu tanıklığımın ne faydası olacak?

Onun, bu kurdun Türkler açısından meçhullüğünü isbata çalışmasının bir faydası olmayacak bilakis daha önce ileri sürdüğü, her milletin bu tür aklın kabul etmediği, ancak zihinlerde yer eden efsane ve hurafeleri olduğu yolundaki iddiasını yalanlamaktadır. Zira, kurt hurafesi asla Müslüman Türkün zihnine girmemiştir. Bunu kendisi de itiraf ediyor ve 1922'ye kadar böyle bir şey duymadığını kabul ediyor. Ancak Kemalistler, aklın kabul etmeyeceği bu hurafeyi Türkün hafızasına yerleştirmeye çalışmaktadırlar. Oysa bir hükümetin, halkının akl-ı selimini temsil etmesi ve bunun gereğince hareket etmesi gerekir. Yoksa halkını, akl-ı selimden, bilemedikleri hurafe çöllerine sürüklemesi değil! Halkın, atalarından miras aldığı, bu kurt konusundaki bilgisizlikleridir ki, onun diriltilmesi halkı şaşırtmaktadır.

İşte bu şekilde, Türkün kayıp kurduyla, Mısır'ın Ebu'l-Hul heykeli arasındaki fark ayırt ediliyor. Bu iki simge arasında, Ebu'l-Hul heykelinin büyüklüğü kadar fark olmasına rağmen, Kemalistlerin avukatı bu ikisi arasında kıyas yapmaya çalışıyor.

(Ebu'l-Hul heykeli Mısır'da piramitlerin yakınında bulunan, firavunlarca yapılmış büyük bir heykeldir. Eski Mısırlıların tanrılarındandır.)

Şu sözleri de ona bir fayda vermez:

"Her sene yaz aylarında Mısırlı varlıklı ailelerin çoğu tatillerini geçirmek üzere İstanbul'a gidip birkaç ay kalıp sonra geri dönerler. Türklerin Bozkurta taptığını veya takdis ettiğini gören var mıdır? Hilafet merkezinin camileri, namaz kılanlarla, ihlasla Allah'a ibadet edenlerle doludur. Müslüman Türk milletinin dinine bağlılığı, diğer Müslüman halklardan daha az değil, bilakis daha kuvvetlidir."

Eski mutasarrıfın bu sözleri bizim, Türk milletinin kendisine zorla kabul ettirilmek istenen cahili sistem ve simgelerden beri olduğu, fıtrat ve alışkanlıklarının dinsizlikle aykırı düştüğü yolundaki görüşlerimizi teyid eder. Ancak adam, okuyucuyla oynamakta, Türk milletinin dindarlığını laik Türk hükümetinin dindarlığına kanıt olarak sunmak istemektedir. Oysa Türkiye'de halk bir vadide, hükümet başka bir vadidedir.

(Şeyh Mustafa Sabri, Batıda Fransız devrimi ile gündeme gelen laikliğin, tamamen Batının şartlarına özgü olduğunu vurgulamaktadır. Bu kavramın İslâm alemiyle hiçbir ilgisi olamaz. Ayrıca Batının tamamen kiliseden koptuğunu söylemek doğru değildir. Bugün bile İngiltere'de kral Protestan kilisesinin koruyucusu ve başı unvanına sahiptir. Aynı şekilde Fransa Katolik kilisenin koruyucudur.)

Camileri dolduranlar asil Türk milletidir; avukatlığını yaptığı Kemalistler değil. Bilakis onlar Fransız Devriminden aldıkları laiklik ilkeleri gereği, hükümetin cami ile ilgisini ve ilişkisini kesmek istemektedirler."

Türk milleti dinine ve şeriatine son derece bağlıdır.

"Şeriatın kestiği parmak acımaz",

"Baş başa bağlı, baş şeriate bağlı" gibi atasözleri Türk halkının dinî ruhunu çok güzel yansıtır.

Türk halkı, dinine bağlılığıyla meşhurdur. Kendini din ve şeriat düşmanlarına kiraya veren, onların avukatlığını yapan bu adamın tanıklığına ihtiyacı yoktur. Türklerin dindarlığının açıklanması, dinine kıyan Kemalistlerin cürümlerinin ne denli büyük olduğunu göstermekten başka bir işe yaramaz.

Kemalist avukat devam ediyor:

"Türklere bu çirkin iftiraları atanlar, hiçbir resmî niteliği olmayan veya bir tesadüf sonucu TBMM'ne girmiş bazı kimselerin tutumlarını, iddialarına kanıt olarak almaktalar. Birkaç kişinin yaptıklarını, bütün bir Türk milletine mal etmek istiyorlar. Oysa Türk milletinin büyük çoğunluğunun bu olanlarla hiçbir ilgisi bilgisi yoktur."

Evet, bu sözleri çok doğru. Olup bitenler kesinlikle zavallı Türk milletine mal edilemez. Zira milletin kahir ekseriyetinin tüm bu olup bitenlerden haberi bile yok. Gerçek o ki, tüm bunlar Kemalist hükümetin eserleridir.

Adam o kadar hayasız ve Mısırlıları kandıracağından o denli emin ki, Türkiye'de bu tür fiillere davet edenlerin Meclis üyeliğini tesadüfe bağlayabilmektedir. Oysa çok iyi bilmektedir ki, Türkiye'de Mustafa Kemal'den başka hiçbir güç veya tesadüf, herhangi bir kimseye meclis üyeliği bağışlamaz. Zaten dünyanın hiçbir yerinde parlamento üyeliği tesadüf sonucu gerçekleşmez.

Bu Kemalist avukatın, daha önce ilim ve şöhretinden bahsettiği merhum Murat Bey, Meclise girebilmek için halkın büyük desteğini almış, bu yolda göstermediği çaba kalmamıştı, ama İttihatçı hükümetin karşı çıkmasından dolayı ömrünün sonuna kadar Meclise girememişti. Bugün yaşasaydı, Kemalist hükümete muhalefetinden dolayı gene Meclise giremeyeceği, bilakis bizim gibi sürgünde yaşayacağı kesindi.

Allah bu adamın dilini tuttu da, Ankara'daki o malum kişilerin Meclise girmesini, halkın onayına değil de tesadüfe bağladı. İşte bu, Türk halkının, Meclis üyelerini kendi reyleriyle seçmediğinin en büyük kanıtıdır. Türkiye'yi etkisi altına alan laik hareket, halkla hiçbir ilgisi olmayan, üyelerinin Mustafa Kemal tarafından atanmasıyla teşekkül eden bu Meclis tarafından planlanmakta ve idare edilmektedir. Mustafa Kemal'in cumhurbaşkanlığı bu meclis üzerine bina edilmemiş midir?

Şimdi de şura konusunu gündeme getirerek el-Maktam gazetesinde beni eleştiren yazarın iddiaları üzerinde durmak istiyorum:

Yazar, Kur'ân-ı Kerim'deki şura kavramını ve bunun hilafet hükümlerine tatbikini gündeme getirerek, Kemalistleri haklı göstermeye çalışıyor.

(Kemalist hükümetin yaptıkları hakkında yazan tüm Mısırlı yazarlar, şura konusunu gündeme getirerek, Kemalistleri şahıs hakimiyetini ilga ettikleri için övmekteler. Bu büyük yanılgı, Anadolu'da yaşanan olayları göremeyen Mısırlılara has körlüğün bir neticesidir. Zira, ümmet şurası, Büyük Millet Meclisi, cumhuriyet, demokratik hükümet, tek şahıs yönetiminin kaldırılması gibi kulağa hoş gelen güzel kavramlar, Mısırlıları aldatmaya yetse de, her gün bu kavramların tam zıddını yaşayan Türk halkını aldatmaya yetmez.

Bu kavramların gerçekleşmesi halkın irade ve isteğine bağlıdır. Oysa şura meclisi veya Büyük Millet Meclisi dedikleri Meclis üyelerinin hiçbirini halk kendi isteğiyle seçmiş değildir. Bilakis halk onları ne tanır, ne de yüzlerini görmüştür. Ayrıca onlara şura izafe etmek de kesinlikle doğru değildir. Bu gerçekleri Mısırlılardan başka herkes görmüş ve itiraf etmekte. Anlaşılan bizim başımıza gelen, bunların da başına gelmeden gözlerini açmayacaklar! Türk milleti hakimiyet ve bağımsızlığını kazanamamıştır. Halk, temsilcilerini seçmede bağımsız olmadığı gibi, temsilciler de görüşlerini açıklamada bağımsız değillerdir. Bazı toplantılarda dinî gerçekleri veya Meclis'in hakikatlerini savunan cılız sesli birkaç mebus çıkmaktaysa da, onlar görüşlerinin hükümet nezdinde asla makes bulmayacağını bilmekteler. Söyledikleri söz olarak kalır; asla uygulama alanına girmez.

Çünkü bu tür ses sahipleri bilmektedir ki, onları kendilerine hizmet etsin diye seçen halk değil, kendisine hizmet etsin diye tayin eden Mustafa Kemal'dir.

Görümlerinde ısrar edemezler, seslerini yükseltemezler. Aksi halde iş mebusluklarının veya kellelerinin düşmesine kadar varır. Trabzon milletvekili Ali Şükrü Beyin durumu buna en güzel örnektir. Mustafa Kemal, onu adamlarından Topal Osman'a vurdurtmuştur. Bunun üzerine Başbakan Rauf, bu adamın tutuklanmasını emreder ve tutuklanırken öldürülür. Bu olay, Rauf ve Mustafa Kemal'in aralarının açılmasına sebep olur. Mustafa Kemal, bu olaydan sonra onu hükümet başkanlığından ve Halk Partisindeki görevinden almıştır.

Bu meclisin gizlilikleri araştırılacak olursa, daha buna benzer nice olayla karşılaşılır. İşte Mısırlıların Şura Meclisi dedikleri Meclisin hali budur. Oysa bu her iki kelimenin (şura ve meclis) Ankara Meclisiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Zira ümmetin bu şurayla bir ilgisi yok, üyelerinin seçimi halka zor ve cebirle kabullendirilmiştir. Ayrıca bu meclis kendi içinde de şura niteliğinden yoksundur, üyelerin bir kısmının diğerleri üzerinde hakimiyeti vardır. Meclis üyeleri görüş bildirmede veya görüşlerinde ısrar etmede hür değillerdir. Meclis üyeleri, arasında kimse kimseden emin değildir. Türkiye'de altı seneden beri hilafetin hükümetten soyutlanması ve cumhuriyetin ilanına kadar yapılan şeyler halkın eseri değil, halka hakim olanların eseridir. Halkın bunlarla hiçbir ilgisi yoktur.

Şahıs yönetimine son verildiği yolundaki propagandalara, Mısırlılar, Allah ve Resulüne imandan daha fazla iman etmekteler.

"İnsanlardan öyleleri vardır ki, herhangi bir delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş lafı satın alır." (Lokman, 6)

Zavallılar bilmiyorlar ki, bugün Türkiye'de tek şahıs yönetimi geçmişten daha katı biçimde vardır. Fakat adı halk yönetimidir. Halk, tek şahıs yönetimi yaşarken, bu yönetimin adını "halk egemenliği" koymakla ne değişir?

Mustafa Kemal yönetiminin İstanbul'daki bazı dindar ve hürriyetçi gazeteler üzerinde estirdiği korkuya teröre ne demeli? Lütfi Bey sırf Cumhuriyet idaresini eleştirdiği için iki yıl hapse mahkum edilmiştir. İstiklal Mahkemeleri ise, ayrı bir mevzu. Kemalistler muhaliflerini bu mahkemeler aracılığıyla idamlara yollamakta. Hedefleri, din ve hürriyetin yok edilmesidir. Küfür kokan eserler serbestken, dindarlık yasaklanmış; din ve hürriyeti savunmak kimilerince vatan hainliği olarak ilan edilmiştir. (Mustafa Sabri)

Oysa hilafetin tüm nüfuz, yetki ve sorumluluklarını gasbedenleri, ümmetin şurasıyla amel eden hilafet düzeniyle kıyaslayanlayız.

Mustafa Kemal, halifenin hükümet ile ilgisini keserek onun yetkilerini Millet Meclisine veya kendisine devretmiştir. Bu meclisin şura meclisi olduğunu kabul etsek bile istişare ettiği müsteşarı halife değildir. Çünkü bu iki taraf arasında kesinlikle bir münasebet yoktur. Şimdiye kadar bu iki makam arasında herhangi bir konuda görüş alışverişi veya birinin diğerinden bir meselede görüş talebi gibi bir durum vâki olmamıştır.

Meşveretin lugavî ve şer'î mânâsı, şura meclisinin hükümet yönetiminde, hükümet asliyeti ve icraatını elinde bulunduran halifeye müsteşarlık yapması demektir. Şura meclisinin mahiyeti budur. Eğer şura meclisi, hükümet ve yönetim makamı konumuna geçip, halifenin yetkilerini sahiplenirse, o zaman şura şura olmaktan, halife de halife olmaktan çıkar.

Bundan sonra, Kemalist meclise şura meclisi, bu konumu kabul eden halifeye de halife demek doğru mudur?!

Söylediklerimden, mezhebimin, devlet başkanını yüceltirken şurayı küçümsemek olduğu anlaşılmasın. Bu mutlakiyetçilerin mezhebidir. Osmanlı Meclisinde Kanun-u Esasinin 35. maddesi görüşülürken İttihatçılarla yaptığım tartışmalarda, şura kavramı ve gereği üzerinde yaptığım savunmaları bilenler bilir. O günlerde İttihatçılar, şimdikinin tam tersine Meclisin tüm yetkilerini alarak kendi hükümetlerine devretmek istiyorlardı. İşte bunların hali böyle; nasıl işlerine gelirse öyle yapmak istiyorlar. Ben ise, her hak sahibine hakkını vermek istiyorum.

Sonra, Abdülmecid'in hilafet haklarından vazgeçtiği bugünkü durumu ile VI. Mehmed'in İstanbul'u işgal eden İngilizler eliyle nüfuzunu yitirdiği durum kıyas edilemez. Çünkü VI. Mehmed'in durumu, düşmanların zorlamasıyla gerçekleşmiş zorunlu bir durumdu. Biz ne bu zorunluluğa razı olduk, ne de sebep olduk. Bilakis bu durum isteğimiz dışında bizi Birinci Dünya Savaşma sokarak, İtilaf devletleri önünde hezimete uğratan İttihatçıların eseridir. Biz muhalifler ise, yabancıların İstanbul'u işgali sırasında bugünkü gibi vatanımıza ağlamakta, sürgünde ve hapishane köşelerinde çürümekteydik.

İşgal anlaşması hükmündeki Mondros Antlaşmasını imzalayanlar ise Mustafa Kemal'in bakanları olan Fethi ve Rauf'tur. O sırada, İngiliz kara kuvvetleri önünde yenilgiye uğrayarak geri çekilen askerin çoğunluğu Mustafa Kemal'in komutanlığı altındaydı. Bu kahramanlar niçin İzmir'in işgalinin ve tüm musibetlerin esası olan Mondros mütarekesini imzaladılar. Mustafa Kemal niçin bu iki sadık arkadaşının Mondros mütarekesini imzalamalarına karşı çıkmadı?

Niçin Sevr Antlaşmasında yaptığı gibi, bu anlaşmayı da tanımayıp, ordusunu düşman üzerine sürmedi?

Böyle yapmadı; zira Mondros'u imzalayanlar ittihatçılardı. Onlara itaat etti. Sevr'i imzalayanlar ise muhalifleriydi; onun için karşı çıktı.

İttihatçıların, beyinsizlik ve ihanetleri Osmanlının yenilmesi ve yabancıların hilafet merkezini işgal etmeleriyle neticelenmişti. Bunun sonucu olarak halifenin nüfuz ve otoritesi sarsılmış ve kısmen yitirilmişti. Ancak bu, zorunlu bir kayıptı, zorunluluğun ortadan kalkmasıyla, kayıp telafi edilebilirdi. Büyük Millet Meclisi'nin (Oysa Kemalistler, Anadolu'ya ilk çıktıklarında halka, halifeyi esaretten kurtaracağız demişlerdir.) halifeyi hükümet etme hakkından ve tüm haklarından soyutlaması ise, ihtiyaridir. Sözde halife ve Kemalistlerin aralarında anlaşarak kasden yaptıkları ihtiyari bir nüfuz yitirimidir.

Bunlar halifeyi görev ve yetkilerinden soyutlayarak, hükümetin dinî niteliğini laiklik ile değiştirmişlerdir. Çünkü onların meramları devlet idaresine laikliği hakim kılmaktı. Yoksa VI. Mehmed'in yetkilerini elinden almazlardı.

Amaç şura sistemini tesis etmek olamaz. Çünkü daha önce de açıkladığımız gibi, Kemalistler şurayı değil, istibdadı getirmişlerdir. TBMM'nin iptal ettiği daha önceki anayasada şura mevcuttu ve gözetlemekteydi. Devletin dininin İslâm, sultanın görevinin ise şer'î hükümleri uygulamak ve korumak olduğunu ifade eden bu eski anayasayı kara kitap ilan ederek değiştirdiler.

Şimdi soruyorum:

Temel maddelerinde bunları ifade eden bir anayasanın kara kitap olarak isimlendirilmesi doğru mudur?

Mısırlılara soruyorum:

Kemalistlere yeni yaptıkları anayasanın bu maddeleri yerine ne koydular?

Mısırlıların Türk siyaseti konusundaki cehaletlerini bildiğim için, bu soruya cevap vermelerini beklemiyorum.

Eski anayasada yer alan "halifenin sorumlu tutulması" ifadesini ise aynen almışlardır. Ben ve bazı kardeşlerim bu maddenin değiştirilmesi için, parlamentoda oluşturulan anayasa komisyonunda, ittihatçılarla uzun tartışmalar yaptık. Büyük çaba harcadık, ama bu maddenin değiştirilmesini sağlayamadık, ittihatçılar -Kemalistlerin ilk örnekleri- bu konuda sonuna kadar direttiler ve bu maddenin değiştirilmesine engel oldular. Bu konuda, kardeşlerimle beraber verdiğim mücadeleye Allah şahittir!

(Ki bir kısmı benimle beraber hicret ederken, bir kısmı da Anadolu ve İstanbul'da kalmışlardır. Şu anda ne halde olduklarını Allah bilir. Akşehir müftüsü rahmetli Hacı Mustafa Efendi ve Konya mebusu rahmetli Hacı Abdulvahab Efendi gibi bazılarının da Kemalistler tarafından asıldığını biliyorum.)

Kemalistler bu maddeyi olduğu gibi yeni anayasaya aktardılar. Böylece halifenin hükümetten tecrid edilmesinden sonra hiçbir resmî görevi kalmadı. Hiçbir işi olmayan bir işçinin durumu, işten men edilen bir işçinin durumundan daha garip ve kötüdür.

El-Maktam'da bazı kelimelerini nakledip cevap verdiğimiz yazar şunları söylüyor:

"Mısırlılar kalpleri hüzün dolu ve gözleri yaşlı bir halde size şunu söylüyorlar:

İslâm gölgesinin büyük sultanların kılıçlarını uzattığı büyük Osmanlı İmparatorluğunu parçalayan siz ve sizin gibi olan seleflerinizdir."

Ey Mısırlı, ey Ezherli!

Diline geleni söyle; eğer utanmıyorsan...

Ve bil ki:

"Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi yaptığından sorumludur." (İsra, 36)

http://gunumuzde-tevhid-sirk.azbuz.ekol ... fendi%2012


Alıntı:
Bozkurt



Türk kültüründe Bozkurt'un manasını açıklayabilmek için kültürün tanımlanması gerekir. Özellikle kültürde sembolün öneminden bahsettikten sonra Bozkurt'un anlamını daha kolay kavrayabiliriz. Bir milletin kültürü ile mitolojisi birbirinden farklı kavramlar değildir, her ikisi de aynı hayat felsefesinden beslenmektedir. Kültür; bir milletin, dilini, sanatını, hukuk ve ahlak anlayışını, duygularını, inançlarını, hükümlerini aksettirir. Çünkü bir milletin folklorunu ve edebiyatını belirleyen, mensuplarının idrak alemini oluşturan değerlerin özünde o milletin kültürü vardır. Kültürün özelliği, milleti meydana getiren fertlere kazandırmış olduğu idraktır. Bir kültürün sınırı, onun zihniyet ve imanı ile çevrelenmiştir. Kültürleri birbirinden ayıran, zihniyet ve iman farklarıdır. Aynı farklara sahip olan cemiyetlerin birbiri ile çarpışmasına sebep olur. Kültür çevreleri benzer olan veya benzer kaynaklardan beslenen kültürler olur ama bunlar birbirine tamamen benzemez. Her kültür, diğerlerinden farklı görünmek durumundadır, farklılık şuuru olarak isimlendireceğimiz bu durum, toplumun bütün hayat şekillerini başka kültürlerden ayrı olmaya, değişik bir üslûp kurmaya yönlendirmektedir. Milli kimlik yahut kişilik dediğimiz bu farklı oluş, düşünce biçiminden, kılık kıyafet; tavır ve davranış biçiminden, eğitime ve eğlenceye kadar hayatın her saha ve safhasında görülür. Mesela, aynı dine mensup olan milletlerin dinî anlayış şekilleri birbirinden farklıdır. Çünkü idrak alemini şekillendiren değer yargıları farklıdır. Bu farkı onaya çıkaran ise o milletin kültürüdür. Bu farklılıklar o milletin mimarî abidelerine, edebî eserlerine, musikî eserlerine, felsefî sistemlerine, v.s... yansır ve kültürün devamlılığını sağlar. Böylece gelecek nesillere yol gösterici olur, kaynaklık yapar. Her toplumun kültür değişimlerinin bir geçmişi vardır. Kaynağını ise o toplumun tarihi derinliklerinden alır. Bir kültür varsa, onun ait olduğu millet vardır. Millet özelliğine layık bir topluluk varsa, muhakkak bir kültürü vardır. Kültürler ve dil, din, tarih, edebiyat, sanat, örf ve adetler gibi unsurlar, ait oldukları cemiyetler kadar eski ve onlarla yaşıt sayılmalıdırlar. Bu kültür unsurları nesilden nesile intikal ederler. Bunun neticesi olarak da yeni nesiller bunları hazır bulurlar. Kültürü kalıcı kılan ve gelecek nesillere aktaran, kültürün değer yargılarıdır. Bu değer yargıları da kendini sembollerle yaşatır. İşte bu semboller kültürün en güçlü ve kalıcı kısmını oluşturur.

Kültürün genel manâda anlamını açıkladıktan sonra üzerinde durmamız gereken önemli bir kavram da "Türk Kültürü" kavramıdır. Bizim atalarımız Orta Asya'da, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasındaki bölgede yaşıyorlardı. Burası Çin ile sınırdaş olan bir ülkeydi. Bu yüzden Türklerin eski tarihlerine ait bilgilerin pek çoğunu (malesef) Çin tarih kaynaklarından öğreniyoruz.. Çin tarihçileri M.Ö. 2000-1000 yılları arasında ilk Türk hükümdarlarından bahsediyorlar. Böylece Türklerin bilinen tarihi 4000 yıllık bir tarihtir. Atalarımızın kültürü "Bozkır" kültürü olarak ifade edilmektedir. Bozkır kültürünü Türklerin siyasi ve sosyal yapısı oluşturmaktadır. Bu kültür, göç ve fetihler esnasında orada terk edilip gelinmiş değildir. Esasında, sosyolojik kaideler de göstermektedir ki kültür bir elbise gibi eskiyip atılmaz veya değiştirilemez.

Bozkurt, asırlardır yaşayan bir ülkünün, Büyük Türkçülük Ülküsü'nün sembolüdür. Türk destanlarındaki, dolayısıyla Türk Milleti'nin inanışlarındaki rolü üç şekildedir: Ata olarak Bozkurt, Rehber olarak Bozkurt, Kurtarıcı olarak Bozkurt.

Bozkurt'tan türemiş olmak inancı Türklere uzun zaman boyunca büyük bir gurur, emniyet ve geleceğe güvenle bakma duygusu vermiştir. Bazı Türk destanlarında ana, bazı Türk destanlarında baba olarak görülen Bozkurt çok defa Türk neslinin yok olacağı zaman ortaya çıkmakta ve Türklerin neslinin devam etmesini sağlamaktadır. Böylece Türklerin soyunu kutsallaştırmaktadır. Türklerin millet hayatında büyük tesiri olacak hareketlere girişecekleri zamanlarda Bozkurt onlara yol göstermekte, rehberlik yapmaktadır. Ergenekon Destanı'nda ve Kut Dağı efsanesinde Bozkurt milli bir kılavuz rolünü oynamaktadır. Türk'ün zor duruma düştüğü zaman Bozkurt'un ortaya çıkarak onu kurtarması, evladı üzerine eğilen bir ananın veya babanın şefkat duygusunu hatırlatacak derecede derin bir mana da taşımaktadır. Sanki Bozkurt manevi bir alemden Türk Milleti'nin akıp giden hayatını devamlı takip etmekte ve onların başının sıkıştığı, çaresiz kaldıkları zaman ortaya çıkarak yol göstermektedir. Türk tarihinde pek çok kahraman, Bozkurt simgesi ile temsil edilmiştir. Aşına sözcüğünün hem Bozkurt anlamına gelmesi, hem de Hun ve Göktürk hükümdar sülalesinin adı olması rastlantı değildir.

Bozkurt'un Türk destanlarındaki fonksiyonu tamamen semboliktir. Milletin büyüme, yayılma ve güçlenmesi için takip edilmesi gereken yolların işaretini destan maddî unsurlarla ifade etmektedir. Bozkurt'ta sembolize edilen fikir Türk birliğini sağlayan, Türklerin büyüyüp gelişmesini temin eden bir fikirdir. Türkler bu fikire inanıp riayet ettikçe hakimiyetlerini ve üstünlüklerini korumakta, bu fikirden ayrıldıkları zaman felakete uğramaktadırlar. Onları felaketlerden kurtaran da yine Bozkurt olmaktadır. İşte burada Bozkurt, bir ülkünün, yani sosyal bir hayat nizamının yansımasından başka bir şey değildir. Kısacası, Bozkurt asırlardır varolan bir ülkünün sembolüdür.

Eski Türkçe'de Bozkurt'a, "Kök Böri" (veya "Börü") adı verilirdi. Buradaki "Böri" (ya da "Börü") sözcüğü "Kurt" anlamına gelirken, "Kök" de bugünkü "Gök" sözcüğünün eski söyleniş biçimidir. Fakat Kök (Gök) kelimesi mavi rengi tasvir etmek veya gökyüzünden bahsetmek için değil, "Ulu" anlamında kullanılır. Mesela "Kök Tengri", "Ulu Tanrı" anlamına gelir.

Türk destanları arasında, milli motifler bakımından özellikle dikkat çekenler şunlardır: Oğuz Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Göç Destanı... Bu dört destandaki ortak ve temel motif, Bozkurt'tur.

Oğuz Destanı'nda, seferleri sırasında Oğuz Kağan'a Bozkurt yol gösterip kılavuzluk yapmış, Oğuz Kağan'ın orduları bu sayede zaferler kazanmıştır.

Bozkurt Destanı'nda, ayakları ve kolları kesilip ölüme terk edilen bir oğlan çocuğunu dişi bir kurt iyileştirip beslemiş; düşman askerlerinin genci öldürmek istemesi üzerine de Altay Dağları'na kaçırıp kurtarmıştır. Daha sonra dişi kurt, bu çocuktan gebe kalarak 10 oğlan doğurmuştur. Bu oğlanların büyüyüp çoğalması ile, Türk soyu eriyip gitmekten kurtulmuştur. Hükümdar olan Aşına, Bozkurt'un anısını unutmadığını göstermek için, çadırının önüne kurt başlı bir bayrak dikmiştir.

Ergenekon Destanı'nda ise, Bozkurt, demir dağı eritip çıkan Türkler'e yol göstermiştir. Ergenekon'dan çıktıktan sonra, Türklerin ilk hükümdarı Börte-Çine (Boz-Kurt) adını almıştır.

Göç Destanı'nda, ana yurtlarından ayrılmak zorunda kalan Türkler'e, bir Bozkurt yol göstermiştir.

Bu destanlarda, Bozkurt'un şu nitelikleri ortaya çıkmaktadır: Soyun devamını sağlamak, Türkler'e kılavuzluk etmek, Türkler'i felaketlerden kurtarmak...

Kurt, Türk efsanelerinde merkezi bir konumdadır. Gök Türk kağan sülalesi olan Aşına ailesinin atası bir dişi kurt idi. Gök Türk kağanları, atalarının anısına saygı olarak, otağlarının önüne altından kurt başlı bir tuğ dikerlerdi. Böylece kurt başlı sancak, Türkler'de kağanlık (hakanlık) alameti olmuştur. Ancak bu gelenek yalnızca Gök Türkler'e özgü olmayıp, kökeni Asya Hun Türkleri'ne ve Türkler'in eski atalarına değin gider. M.Ö.'ki Asya Hunları'nda ve hatta o çağlarda Batı Türkistan'da yaşayan U-sun (Wu-sun) Türkleri'nde, tıpkı bildiğimiz Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi, kurttan türeme efsanesi ve dişi kurdun verdiği süt ile beslenme inancı yaşıyordu. Aynı efsane Tabgaç Türkleri'nde de vardı; Tabgaç ülkesinde "kurt dağları", "kurt ırmakları" bulunmaktaydı. Uygur Türkleri'nin kökenlerine ilişkin bir efsane de onları kurda bağlıyordu (Uygur Kaganlığı, Gök Türk Kaganlığı'nı takiben kurulan bir Türk devleti olup, Kök-Türk Kaganlığı'nın devamıdır).

Kurt, eski Türk kültüründe "at" ile birlikte en önemli yeri tutan hayvandır. Türkler kendilerinin kurt soyundan indiklerine, seferlerde kendilerine kurdun yol gösterdiğine inanmışlardır. Türkler, güçlü ve saldırgan bir hayvan olan kurdu kendilerine simge olarak seçtikleri gibi, komşuları da onları kurttan türemiş saldırgan karakterli insanlar olarak tanımışlardır.

Gök Türkler'e göre dişi kurt "ulu ana", Uygur Türkleri'ne göre de erkek kurt "ulu ata"dır. Oğuz Kağan Destanı'nda, Oğuz'a her sefere çıkışında gök bir kurt öncülük eder. Çingizname'de Alanguva, gökten inen bir kurttan gebe kalır ve doğan çocuğun soyundan da Cengiz Han gelir.

Dede Korkut Öyküleri'nde kurt yüzünün mübarek olduğu belirtilir. Yine Dede Korkut Öyküleri'nden birinde Salur Kazan, kurtla haberleşir, kendisine yurdundan haber vermesini ister.

Etnoloji bilimine göre, kurt motifi Türkler için ''tipik''tir; yani, başka kavimlerde görülmeyen etnografik bir belirtidir. Eski Çin kaynaklarında bile Türk soyundan olan kavimler "Kurt'tan Türeyenler" olarak tanımlanırken, Türk soyundan olmayan kavimler "Kurt'tan Türeyenlerden Değildirler" biçiminde ayırdedilmiştir.

Türk destanlarında kurt yol gösteren, sıkıntılı anlarda yardıma yetişen bir varlıktır. Uygur Türkleri'nin Kutlu Dağ Destanı'nda kurt, ülkeye bolluk ve mutluluk getirdiğine inanılan kutlu bir kayanın Çinliler'e verilmesinden sonra, üzerine uğursuzluk çöken ülkenin açlığa mahkum olması üzerine kendilerine yeni bir yurt arayan Türkler'e kılavuzluk etmişti.

Batıda (11. yüzyılın sonu) Kuman Türkleri'nde yardımına başvurulduğuna ilişkin kayıtlar bulunan kurdun kılavuzluk işlevi, 2. yüzyılın ortalarına değin gitmektedir. 160-170 yılları arasında topraklarından ayrılmak zorunda kalan Tabgaç Türkleri'nin ataları (yani Hun Türkleri) bir Bozkurt'un önderliğinde yolsuz dağlardan aşabilmişlerdi.

En büyük ve en eski Türk destanı olan Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz Kağan, gün ışığının içinden çıkan bir Bozkurt'un öncülüğünde dünyayı fethetmiştir. Şimdiki Bulgaristan topraklarında bulunan Madara'daki kaya kabartmasında görkemli bir atlı biçiminde gösterilen Kurum Han'ın yanındaki kurt tasviri de, Türk bozkurt geleneğinin taşa işlenmiş örneklerinden biridir. Kurt motifi, çobancılık ve besicilikle (Eski Türkler'in ekonomisi hayvan besiciliğine dayanır) olan sıkı ilgisinden ötürü bozkırlı ve doğrudan doğruya Türk'tür. Bundan dolayı, bugün dahi dünya Türkleri arasında söylenen masal ve halk öykülerinde hem ata, hem de kurtarıcı-kılavuz nitelikleri ile Bozkurt, bütün Türkler tarafından kutlu sayılmış ve Türklüğün milli simgesi olmuştur. Bozkurt, destanlarda Türk'ün yaşam ve savaş gücünü temsil eder.

Türkler kahramanlarını gök kurtlara benzetmiş, kağanlarının gövde yapılarına bile kurt çizgisini işlemişlerdir. Oğuz Kağan Destanı'nda Oğuz'un beli kurt beline benzetilir. Aynı destanda Oğuz Kağan, hükümdarlığını halka bildirdiğinde "Kök Böri bolsungıl uran" ("Gök Börü olsun savaş narası") demiştir. Yine Oğuz Destanı'nda, Türk ordularına gök tüylü, gök yeleli bir erkek kurt yol gösterir.

Kırgız Türkleri'nin büyük destanı Manas Destanı'nda kurt, bir düş yorumu olarak karşımıza çıkar. Destana göre Manas Han'ın karısı Kanıkey Hatun düşünde bir eğe görür ve eğeyi alıp saklar. Ertesi gün uyanınca ülkenin deneyimli yaşlı kişilerine düşünü anlatır. Yaşlı kişiler bu düşü duyunca sevinip Kanıkey Hatun'a şöyle derler: "Senin çocuğun, gök yeleli korkunç bir kurt gibi olacak..." Kırgız Türkleri, cins ve güzel atlara da ''Kök Böri'' (Gök Kurt, Boz Kurt) adını verirlerdi.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Tevbe ya Rabbi tevbe Türklüğüme!..."
MesajGönderilme zamanı: 26.04.11, 14:16 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
KURT`LA KONUŞAN PEYGAMBER/MHP BARAJI AŞTI.

Yavuz Selim Kurt

25.04.2011

12 Haziran Seçimlerine elli gün kala siyaset kazanı en yüksek hararetle kaynamaya devam ediyor. Tek temennim kazanın devrilip masum halkımızı bilmem kaçıncı kez yakmaması.

Siyasetimiz ve siyasetçimiz maalesef üslup ve içerik bakımından dip yapmış vaziyette.

AK Partisi`nin Sayın ERDOĞAN’ın liderliğinde iktidara gelmesinden bu yana üslub-u beyan ve üslub-u siyaset, tarihimizde hiç olmadığı kadar müptezelleşti ve sakilleşti. Tabii ki, bu durumun tek sorumlusu Sayın Başbakan değil. Bir tuluatta KAVUKLU varsa elbette PİŞEKARLAR da olacak. Siyasi rakipleri ERDOĞAN’ın çok çabuk ve kolayca sinirlendiğini, şirazeden çıkabileceğini ve nihayetinde de kontrolsüzce cevap vereceğini çok iyi bildikleri için sürekli O’nu kızdırıyorlar. Öyle ki, çok basit ve masumane bir durumdan bile büyük kavgalar çıkmasına neden oluyorlar. Ve bu durum, devam eden statüko ve statükocuların ekmeğine yağ hatta bal sürüyor. Tahterevallinin bir tarafında yerini muhkemleştiren ERDOĞAN ve diğer taraftan düşmemek için çabalayan BAHÇELİ ve KILIÇDAROĞLU bu oyunu devam ettirmenin ve kazanı kaynatmanın keyfini sürerken, olan vatandaşa oluyor. Ortalık biraz sakinleşmeye görsün ya ERDOĞAN, ya BAHÇELİ ya da KILIÇDAROĞLU bir balon uçuruyor. Sonra bitirim üçlü balonu ellerinde iğneler, dillerinde zehir zemberek sözlerle, ağza alınmayacak, aile ortamında dinlenip konuşulamayacak galiz, tehditkar ve acıtıcı laflarla patlatıveriyor. BUMMM…

Son günlerde BAHÇELİ ve ERDOĞAN arasında bir BOZKURT polemiğidir gidiyor. Polemik BOZKURTU aştı; EŞREF-İ MAHLUK, KARA GÖMLEKLİ MİLİSLER derken ESFELİ SAFİLİN’e kadar gelip dayandı. Liselerdeki çete reislerinin kullandığı bir seviyesiz dille birbirlerini tehdit ediyor iki siyasi lider. Taksim`de buluşacaklar oradan da Kasımpaşa`ya kadar kaçıp kovalayacaklarmış. Hakikaten utanıyorum, tiksiniyorum ve midem bulanıyor bu tarz ifadeleri okuyup dinleyince. Bunlar mı bu masum ve mazlum halkın sorunlarına çözüm üretecek olanlar? Bu liderler mi bizi 2023’e taşıyacak olanlar? Bu tartışmaya, yandan da KILIÇDAROĞLU, ECEVİT çıkışıyla katılmaya çalışıyor. “Siz ECEVİT’in adını ağzınıza almadan önce abdest almalısınız” diyor. Acaba rahmetli ECEVİT yaşamı boyunca kaç kez abdest aldı, bunu soran yok.

Bugün müsaadenizle, kısaca, BOZKURT konusuna temas etmek istiyorum.
KURT: (Canis lupus), köpekgiller (Canidae) familyasının en yaygın türü.

BOZKURT: (Canis lupus lupus), Orta büyüklükte. Gri kahverengi tüylü. Avrasya`nın en yaygın alt türü. Tahmin edilen sayıları: 100.000. Bazı ülkelerde avlanması serbest, diğerlerinde koruma altındadır.

Bazı hayvanlar tarihin başlangıcından bu yana bazı milletlerin sembolü olagelmiştir, daha doğrusu milletler kendilerine onları birer arma/ongun olarak yakıştırmışlardır. İskandinavların ve Ruslar’ın AYI, Almanların KARTAL, Çinlilerin KAPLAN veya EJDERHA, Fransızların HOROZ, Çeçenlerin KURT (Gece kurt yavrularken çıktık dünyaya-La ilahe İLLALLAH/Milli Marştan), Türklerin bazen KURT bazen KARTAL, Arapların çoğunlukla KARTAL.

Bırakın milletleri artık futbol takımlarının bile birer hayvan sembolü var. Galatasaray ARSLAN, Beşiktaş KARAKARTAL, Fenerbahçe SARI KANARYA, Trabzonspor bazen KAPLAN bazen de HAMSİJ, Denizlispor HOROZ vs.

Ben şahsen söz konusu bu arma ve sembollerde ibadet edilme sınırına/sınırsızlığına kadar gidilmiyorsa, bu kabullerin ve benimsemelerin gayet normal olduğunu düşünüyorum. Son tahlilde, hayvanlar da bizlerle ve bitkilerle beraber bu dünyayı paylaşıyor. Hayvanların olmadığı bir hayatı düşünmemiz bile mümkün değil. Sakıncalı ve patolojik olan durum, kişinin veya bir toplumun kendini bir hayvanla özdeşleştirmesi. Mesela bir Rus’un ayı sesi çıkararak gezmesi, bir Fransız’ın horoz gibi ötmesi ya da bir Türk’ün Kurt gibi uluması kabul edilebilir bir durum değildir. Maalesef bazı toplantılarda Kurt gibi uluyanları gördük, izledik. Çeçen kardeşlerimizin de sembolü Kurt, ancak hiçbir zaman uluyan bir Çeçene rastlamadık.

Resim

İnancımıza göre de bir insan kendini herhangi bir hayvanla özdeşleştiremez. Hatta hayvan isimleriyle isimlenmek bile birkaç istisna hariç hoş görülmemiştir. Üsame ve Esad (esed) aslan demektir ve Müslümanlar bu isimleri kullanmaktadır. Ceylan, Meral ve Gazel isimleri de kadınlar için kullanılır. Ama evladına Ayı, Karga, Köpek veya kedi ismini verene tarihimizde ve kültürümüzde rastlayamayız. Kurt ismi eski Türklerde kullanılan bir isimdir. Börü, Böri, Börteçine, Asena vs.

Bozkurt kavramı ise bugünün Türkiye’sinde tamamen siyasidir. Birçok toplumda var olan bir destanın Türkçe versiyonundan hareketle özellikle genç nesiller arasında yayılmaya çalışılmıştır. Ülkücü gençler Bozkurt’u kendilerine sembol yapmışlar, Azerbaycan’dan ithal edilen bir el hareketiyle de kurt işaretini kullanmaktalar. Bozkurt, meşhur Bozkurt Destanı’ndan esinlenilerek siyasi bir simge yapılmıştır.

Bozkurt Destanı ve Ergenekon Destanı, Büyük Türk Destanı`nın bir parçasıdır ve Gök Türkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı`nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı`nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Çin yazması Bozkurt destanının 2 söyleyişi vardır. Bunlardan birinde resmen Türk soyunun bir dişi kurttan doğan delikanlıdan devam ettiği söylenir. Diğer söyleyişe göre de soyu devam ettireni bir dişi kurt emzirir. Ergenekon destanında ise Ergenekon denilen ülkede sıkışıp kalan Türk kavmine yolu gök yeleli bir bozkurt gösterir. Destana göre bir Bozkurt geldi, Türk`ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt`un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon`dan çıktılar.

Bence burada en çok dikkat edilmesi gereken husus, Türkleri Bozkurtla özdeşleştirenlerin, Türklerin kadim düşmanı Çinliler oluşudur.

Resim

Bu destanın bir benzeri aslında Roma mitolojisinde vardır. Orada da bir dişi Kurt Romus ve Romulus kardeşleri emzirir.

Bana kalırsa bir kavmin bir hayvandan geldiğine inanmak da, kavmin bir hayvanın emzirmesiyle ayakta durduğunu iddia etmek de, veya bir insan topluluğuna bir hayvanın yol gösterip rehberlik ettiğini savunmak da, bundan büyük anlamlar çıkarıp efsaneler, lakaplar ve isimler çıkarmak da en hafif tabirle saçmalıktır ve psikosomatik bir durumdur. Elbette insan eşref-i mahlukattır. Yaratılmışların en onurlusudur. Sapıttıkça da sefillerin sefili olur. Biz bunları ERDOĞAN’dan veya BAHÇELİ’den öğrenecek değiliz. Ben her iki liderin de fındık kabuğunu doldurmayacak konulardan büyük tartışmalar çıkararak, çarpık siyaset tahterevallisindeki mevcut konumlarını korumak maksadıyla bu yapay, anlamsız ve düzeysiz polemikleri sürdürdüklerine inanıyorum.

Başbakan Taksim’e gençleri çıkaracağını söylediğinde BAHÇELİ ve BOZKURTLARINI kastetmemişti. BAHÇELİ de aslında BOZKURTLARIMLA gelirim dediğinde etrafındaki ülkücü gençleri hayvana benzetmemişti. O’nunki aslında bir benzetmeydi. İzcilikteki YAVRU KURTLAR gibi. Ancak daha sonra Başbakan’ın konuyu eşref-i mahlukata getirmesi de hiç şık olmadı. Ben bu üslubu Türkiye’nin önde gelen siyaset adamlarına yakıştıramıyorum. Bu toplum daha iyisini ve daha fazlasını hak ediyor. Bu düzeysiz diyaloglarda olan gençlerimize oluyor. Yarın BAHÇELİ’nin BOZKURTLARIM dediği ülkücü gençler AK Partili gençlere saldırsa, yaralasa-Allah muhafaza-, cinayet işlese bundan kim karlı çıkacak. Üç beş oy için bu tehlikeli ruleti oynamaya değer mi?

Eskiler, “Üslub-u beyan ayniyle insandır” yani insanların söz söyleme tarz ve biçimleri , aslında sahibini tasvir eder demişler. Kem söz sahibine aittir demişler. Yine büyüklerimiz “Usül esasa mukaddemdir” demişler. Yani “Ne söylediğinden öte nasıl söylediğin çok daha önemlidir” demişler.
İşte tam da bu hayhuy içinde. Siyasetin düzeyinin çamur deryalarına gömüldüğü bu demde, Türkiye’nin, HAS Parti Lider Prof. Dr. Numan KURTULMUŞ gibi akil, bilge, nazik, nezih ve sakin siyaset adamlarına ihtiyacı var. Yoksa ERDOĞAN, BAHÇELİ ve KILIÇDAROĞLU’nun tarz-ı siyaseti hepimizi yakın bir gelecekte toplumsal kaos ve anarşi duvarına toslatacak.

ERDOĞAN yandaşı kamuoyu araştırma şirketleri ve medya kuruluşları, 12 Eylül Referandumu’ndan bu yana MHP’nin % 10’luk seçim barajının altında kalacağı türküsünü söyleyegeldiler. Akıllarınca, Başbakan’ın da hayali olan 2 partili Meclis’in önünü açmaya çalıştılar. Ancak Başbakan, onları hayal kırıklığına uğrattı ve bir çuval inciri berbat etti. ERDOĞAN’ın özellikle son 1 haftadır BAHÇELİ ile yaşadığı BOZKURT-KARA GÖMLEKLİ, EŞREF-İ MAHLUKAT-ESFELİ SAFİLİN polemiği, YSK’nın gereksiz ve anlamsız bağımsız aday vetosu ve ardından gelişen olaylarla da birleşince, MHP’nin baraj sorunu da ortadan kalkmış oldu. Ne diyelim? Tebrikler Sayın Başbakan, sayenizde MHP barajı aştı. Hayaliniz belli: 3.5 partili, tek sesli, halkın sesine kulaklarını tıkamış, yapay gerginliklerden beslenen ve nemalalan, günü kurtaran, al-gülüm ver gülüm Meclisi. Ancak halk sizin bu horoz dövüşünüzden de, bozkurt ve çakal boğuşturmanızdan da kayıkçı kavganızdan da rahatsız. Umarım halkımızın hala sağlıklı muhakeme yapabilecek kadar sizinle göbek bağı olmayan mantıklı çoğunluğu 12 Haziran’da size hak ettiğiniz dersi verir. Aksi halde güzel ve yalnız ülkemiz, masum ve mazlum halkımız bir dört yıl daha ÇAKAL ve BOZKURT ulumaları arasında en hassas yerine altı ok saplanarak hayatını idame ettirecek. Allah Resulü (sav) en güzelini söylemiş “Her millet layık olduğu şekilde yönetilir”.

Alıntı:
Peygamberimizin Kurt’la Konuşması:

Muhammed Yusuf Kandehlevi’nin Hayatü’ Sahabe isimli eserinden. Beyhaki ve Bidaye’den (Hamza b. Ebi Useyd’den ve Muttalib bin Abdullah bin Hantab’dan) nakledilen bir anlatım:

“Resulullah Medine’de bulunuyordu. Bir Kurt, Resulullah’a geldi, huzurunda durdu. Hz. Peygamber “Bu Kurt, yırtıcı hayvanların size gönderilmiş elçisidir. Eğer isterseniz, onlara bir pay belirleyiniz ki, onlar artık ondan başkasına karışmazlar. İsterseniz de terk ediniz, ondan korununuz. Sizden neyi alırsa o, onun rızkıdır” buyurdu. Peygamberin arkadaşları “Ey Allah’ın Resulü! Bizim nefsimiz ona bir şey vermeye razı değildir.” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber üç parmağıyla kurda işaret ederek “Sen de kapabildiğin kadar kap” dedi. Kurt uluyarak gitti.


http://www.gazeteboyut.com/Yazar/Yavuz- ... I-ASTI.php


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: "Tevbe ya Rabbi tevbe Türklüğüme!..."
MesajGönderilme zamanı: 26.04.11, 15:19 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Bahçeli-Erdoğan Takışmasının Dinsel Lehçesi

Tayfun Atay
tatay@t24.com.tr

26.04.2011

Başbakan Erdoğan, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “Bin Bozkurt’la yeterim sana” diye heyheylenmesine karşılık olarak kendisinin bozkurtlarla değil, “Eşref-i Mahlûk” olan insanlarla dolaştığını belirtti.

“Bozkurt”, malûm, Türklerin, daha doğrusu Türkçülerin kutsalı; Abdülkadir İnan’ın deyişiyle “Türk’ün milli kültü”… “Eşref-i Mahlûkat” (“yaratılmışların en şereflisi”) ise Müslümanların insana varlık âleminde verilen merkezî, öncelikli ve üstün konumu anlatmak için sıkça kullandıkları bir tabir…

Bahçeli yanıtında “bozkurtlar”ına dil uzatan Başbakan’ın yanındakileri “çakallar” olarak niteledi.

Acaba iki siyasî liderin birbirlerine yönelik bu hayli “seviyeli” metaforik atışmasını din antropolojisi alanından esintilerle ele almak zorlama mı olur? Yoksa yükselen harareti azaltma yolunda serinletici etki mi yapar bu esintiler?!

Bilemiyorum… Ben deneyeyim, kararı siz verin!..


İslâmî homosentrizm


Ortadoğu’da zuhur eden üç büyük semavî dinin kökleri “Sümer ilâhiyatı”na kadar geriye gider. Bu “ilahiyat”ın çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa İbrahim Peygamber marifetiyle kıvrılmasının sonucu, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’dır.

Üçünde de insan türünün Güney Mezopotamya’da gerçekleştirdiği “kültürel” dönüşümün ideolojik, ontolojik ve epistemolojik sonuçları içkindir. Tarım ve hayvancılığa, yani yiyecek üreticiliğine geçiş yapan insan, kendisini artık doğadan ayrışmış, daha önemlisi ona hâkim ve sahip bir varlık olarak algılamaya, anlamlandırmaya başlar.

İşte Başbakan Erdoğan’ın “Eşref-i Mahlûkat” algısı ve bilgisinin binlerce yıl öncesindeki bu kritik dönüm noktasına kadar izi sürülebilir. Doğa karşısında üstün konuma geçen insana, doğaya kutsallık, yaratıcılık, ulûhiyet atfı yetmez ve onun “doğa tapımı”ndan kendisine benzeyen (“antropomorfik”) bir yaratıcı tasarımına yönelmesi kaçınılmaz olur. Bu olmuştur ve antropomorfik çok sayıda tanrıdan antropomorfik tek tanrıya doğru bir değişme sürecidir Eski Dünya’nın beşiğinde mevzubahis olan…

Bu şekilde ortaya çıkmış “monoteistik” teoloji, insanı anlaşılır biçimde “Eşref-i Mahlûkat” olarak “kelâm eder”. Bu tabirden çıkış bulan “homosentrizm”, yani “insanmerkezcilik” de Erdoğan dâhil, İbrahimî dinlerin inananlarını âlemde insandan daha değerli bir şey yoktur yargısına götürür.

Birkaç ay önce Başbakan’ın İstanbul’da “Marmaray” projesini geciktiren arkeolojik buluntuları “çanak-çömlek parçaları” diye küçümserken eklediği soru şeklindeki gerekçe tam da bu yargıyı yansıtır: “İnsandan daha değerli bir şey var mı”?.. İslâmî homosentrizmin, onun “Eşref-i Mahlûkat” algısının tipik örneğidir bu…


“Kara başım kurban olsun kurdum sana!”


Devlet Bahçeli’nin Türkçü-ülkücü gençleri niteleme yolunda işlerliğe soktuğu “Bozkurt” metaforuna kutsî köken arayışımız ise bizi “totemizm”e çıkartır.

Totemizm, kabaca, bir insan topluluğunun bir varlığa (ki bu bir hayvan, bitki ya da rüzgâr, şimşek, fırtına gibi bir doğa olayı olabilir) manevi bağlılık içinde olma halidir. Bu bağlılık, o varlıktan soy alma veya onunla akraba olma yahut da onun tarafından yardım edilme, tehlikelerden kurtarılma, korunma gibi inançlardan temel alır.

Bunlar Türklerin gerek Bozkurt efsanelerinde gerekse Ergenekon efsanesinde tüm çeşitlemeleriyle karşımıza çıkar; bozkurttan türeme, onunla evlilik, akrabalık, onun tarafındanbüyütülme, yardım edilerek selamete çıkış, vb…

Muhtemeldir ki Bozkurt motifini “totemizm”le ilişkilendirmek, Türkçü zihinlerde rahatsızlığa yol açacaktır. Böyle bir ihtimale karşı dengeleyici olabileceği düşüncesiyle totemizm tabirinin Amerika Yerlileri’nin (“Kızılderililer” yani) dilindeki “totam” kelimesinden geldiğini belirtelim! Malûm, aynı Türkçü zihinler genelde Kızılderililer’in Türk oldukları noktasında da oldukça ısrarlıdır. (“Totam” Kızılderili dilinde akrabalığı, aileyi işaret ettiği gibi “koruyucu ruh” anlamına da gelir.)

Bu söylediklerimle Orta Asya’da Türklerin dini totemizmdi demek istemiyorum. Gerek Şamanik inanç ve pratiklerinin, gerekse “kök-tengri”, “ülgen, “umay” tasarımlarının, ayrıca da dağ, orman, su, ateş kültlerinin mevcudiyeti herkesçe malûm… Sadece “Türk maneviyatı”nın bir yerlerinde de bozkurt motifi üzerinden “totemik ilke”nin bulunduğunu not ediyorum.

Bu bakımdan “Bozkurt”a dil uzatmak herkesin harcı değil… Ama işte Bahçeli’nin yücelttiği “Bozkurt”u Erdoğan, “Ben bozkurtla değil insanla dolaşırım” diyerek aşağılıyor.

Bahçeli de “Benim bozkurtlarıma dil uzatma, sen ‘çakal’larınla dolaş” diyerek bir başka hayvanı aşağılıyor.


“Eşedd-i Mahlûkat”


İnsanın insanla kavgasında haksızlık masum hayvanlara yapılıyor. O barbar insan-merkezciliğimiz temelinde oluyor bu…

Ne “bozkurt” “Eşref-i Mahlûkat” diye abartılan insan karşısında aşağılanmayı hak ediyor, ne de “çakal”, “bozkurt” karşısında insan marifetiyle kötülenmeyi!..

İnsanı “Eşref-i Mahlûkat” diye tüm varlıkların tepesine oturtan inanç, onun tahripkâr homosentrizminin beslendiği bir kaynak aynı zamanda… Tüm hayvanlarda doğa karşısında mevcut olan “tevazu” insanda yok. Çünkü o “Eşref-i Mahlûkat”!..

Kendi dışında kalan varlık âlemine alabildiğine duyarsız ve “şedit” (şiddetli, yıkıcı) davranan insanı “Eşref-i Mahlûkat” değil, “Eşedd-i Mahlûkat” (yaratılmışların en şiddetlisi/yıkıcısı) olarak tanımlamak gerek asıl…

Başbakan kızmasın ama artık “eşref”likten çıkıp “şedit” olmuş bu mahlûkla dolaşmaktansa aynen “Kurtlarla Dans” filminde olduğu gibi kurtlarla takılmak da (tehlikeli olsa bile) pekâlâ tercih edilebilir.

Bahçeli’yle hemfikir olduğumu düşünebilirsiniz.

Tek ama büyük fark şu ki kurtların ille “boz” olması gibi bir takıntım yok benim…


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 0 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye