sufiforum.com
https://sufiforum.com/

Rabbani Esrar: Evliyâullah;Kutbiyyet (Kutb-i Abdâl ve İrşâd)
https://sufiforum.com/viewtopic.php?f=96&t=3500
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

Yazar:  rabbani [ 17.12.09, 10:01 ]
Mesaj Başlığı:  Rabbani Esrar: Evliyâullah;Kutbiyyet (Kutb-i Abdâl ve İrşâd)

33. Bölüm: Evliyânın Gizli Kalmasının Sebebi:

Hak Teâlâ velî kullarını öyle gizlemiş ve örtmüştür ki, o velîlerin zâhiri (dışı ve aklı) bile kendi bâtınî (içe âit) yüksek hâllerinden ve kemâlâttan habersizdir. O halde başka insanlar nasıl bilsinler?

Velîlerin iç âleminin nasıl ve niceliği bilinmeyen mertebeyle olan ilişkisi de bilinmemektedir. Onların iç âlemi ve gönül dünyası âlem-i emrden (ruhlar âleminden) olduğu için niceliği bilinmemekten bir nasibi vardır. Tümüyle mâhiyeti ve niceliği bilinen zâhir (dış) o bâtının hakîkatini nasıl anlasın?

Hattâ bilgisi olmadığı ve irtibat kuramadığı için o mânevî hâlin varlığını bile inkâr edebilir. Ya da mânevî hâlin oluştuğunu bilir ama onun kime bağlı ve kime âit olduğunu bilemez. Çoğu zaman da gerçekte bağlı olduğu kişiyi inkâr eder.

Bütün bu durumlar o mânevî hâlin yüksekliği ve zâhirin alçaklığı sebebiyledir. O kişinin bâtını ve gönlü, o mânevî hâle mağlûbtur. Görmek ve bilmekten geçmiştir. Neye sâhip olduğunu ve kimi bulduğunu nasıl bilsin?

Bu sebeple mârifete ve Hakk’ı tanımaya, bilgisizlikten başka bir yol kalmaz.

Bu sebeple Sıddîk-ı Ekber (Hz. Ebû Bekr r.a.) buyurdu ki: “Anlamaktan âciz kalmak, idrâktir”.

İdrâkin kendisi öyle özel bir hâldir ki, onu idrâkten âciz kalmak gerekir. Çünkü anlatıldığı gibi, idrâk sâhibi hâline mağlûbdur, idrâkini bilemez, başkaları da onun hâlini bilemez.

***

MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

Yazar:  rabbani [ 11.01.10, 11:05 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Rabbani Esrar: Evliyâullahın Âvamdan Gizlenmesi ve Kerâmet

25. Bölüm: İrâde ve Kerâmet

Ey oğul!
Sâlike, ihtiyâr (tercih) ve irâdesinin fânî olmasından sonra ihsân edilen irâde ile kerâmet türünden her istediği şeyin vukû bulması şart değildir. Oysa avâm ve halk bunu böyle (vukû bulur) zannederler.


Hattâ olur ki, (bazen) kâmil bir zâta bu irâdeyi ihsân ederler ama onda hiç kerâmet zuhûr etmez.
Yine bu irâde sâhibinin, birinci irâde sâhibinden (kerâmet ehli kişiden) daha yüksek makâmda bulunması da câizdir.

Şeyhu’ş-şuyûh (Sühreverdî) Avârif’te demiştir ki: “Bazen Allah Teâlâ kulunu terbiye etmek ve onun îmânını takviye etmek için bâzı alâmetleri ve kerâmetleri ona açar (nasip eder)”. Sonra keşf ve kerâmet erbâbına dâir bazı hikâyeler nakletmiş ve ardından şöyle demiştir: “Bunların hepsi Allah Teâlâ’nın hediye ve ihsânıdır. Bazen sâlik keşf sâhibi olur, ona kerâmetler ihsân edilir. Bazen de kendisinden daha yüksek mertebede olan bazı kişilere bu keşf ve kerâmetlerden bir şey verilmez. Çünkü bunlar îmânı güçlendirmek içindir. Kendisine hâlis îmân ve yakîn verilen kişi bu tür kerâmetlere ihtiyaç duymaz. Bütün bu kerâmet türü şeyler, bizim bahsettiğimiz zikrin kalpte cevher hâline gelmesinin ve zât zikrinin oluşmasının altında kalır."

Ancak Şeyhu’l-İslâm Herevî Menâzilü’s-sâirîn isimli eserinde şöyle demiştir: “Tecrübe ile bende sâbit olan bilgiye göre, mârifet ehlinin firâseti (ince anlayışı), huzûr-i ilâhîye lâyık olan kişi ile lâyık olmayanın ayrılması içindir. Bu firâset ile, gönlünü Allah ile meşgul eden ve cem‘ makâmına ulaşan isti‘dâd (fıtrî kâbiliyet) sâhibi kişileri tanırlar. Bu, ehl-i mârifetin firâsetidir. Allah’a vâsıl olmayan riyâzat, açlık, halvet ve gönül tasfiyesi ehli olanların firâsetine gelince, onlar bu firâsetle Allah Teâlâ’ya has olan gaybî bilgileri ve sûretleri keşfederler. Ancak onlar halktan (yaratılmıştan) haber verirler. Çünkü onlar Hak Teâlâ’dan perdelidirler. Oysa mârifet ehli olanlar, kendilerine gelen Hak Teâlâ hakkındaki bilgilerle meşgul olmadıkları için sâdece Allah’tan haber verirler.

Dünyâdaki insanların çoğu Allah’tan uzak kaldıkları ve dünyâ ile meşgul oldukları için sûretlerin ve mahlûkâtın hâllerinden kendilerine gayb olan haberlerin keşf olunmasına meyl ederler. Bu konularda bilgi veren kişileri yüceltirler, onları Allah’ın seçkin kulu ve ehlullahtan sayarlar, ehl-i hakîkatin keşfinden ise yüz çevirirler, Allah hakkında verdikleri bilgilerden dolayı onları ithâm ederler, kendi zanları ile “Bunlar ehl-i Hak’tan olsalardı bize mahlûkâtın hâlleri hakkında bilgi verirlerdi, bunu yapamadıklarına göre daha yüksek keşflere nasıl kâdir olacaklar” derler. Bozuk kıyas ve akıl yürütmeleriyle bu zâtları yalanlarlar. Neticede doğru haberlere gözleri kör kalır. Bilmezler ki Allah Teâlâ bu zâtlara olan sevgisi ve himâyesi sebebiyle onları halkı düşünmekten korumuş, onları seçmiş, kendisinden başka şeyleri düşünmekten onları alıkoymuştur. Mahlûkâtın işleriyle ilgilenselerdi, Allah Teâlâ’ya lâyık olamazlardı.

Ehl-i Hak, halk ile meşgûliyete uygun değildir; ehl-i halk da Hak Teâlâ ile meşgûliyete uygun ve lâyık değildir. Bazen görmüşüzdür ki, ehl-i Hak’tan olan kişiler sûretlerin keşfine azıcık iltifat ettikleri zaman mârifet adını verdiğimiz firâset ile diğer insanların idrâkine kâdir olamadıkları şeyleri idrâk ederler. Bu, Cenâb-ı Hak ile ve Ona yakınlıkla ilişkili bir firâsettir. Halk ile ilişkili olan gönül safâsı ehlinin firâseti ise Cenâb-ı Hak ile ve Ona yakınlıkla irtibatlı değildir.

Bu konuda Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler ve diğer gruplar ortaktır. Çünkü bu firâset Allah katında değerli değildir ki dostlarına tahsis etsin.

***

MÜKÂŞEFÂT-I GAYBİYYE (MANEVÎ YOLCULUK)

İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun

SUFÎ Kitap Yayınları

Yazar:  admin [ 07.07.14, 09:14 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Rabbani Esrar: Evliyâullah;Kutbiyyet (Kutb-i Abdâl ve İrşâd)

35. Bölüm: Kutb-i Abdâl ve Kutb-i İrşâdın Feyzi, Kader Sırrı:

Kutb-i abdâl (büdelâ mertebesindeki velîlerin kutbu olan şahıs), âlemin var olması ve bekâsı (devâmı) ile irtibatlı olan feyzin (Allah’tan âleme) gelmesi için vâsıtadır, aracıdır.

Kutb-i irşâd ise âlemin irşâd ve hidâyetiyle alâkalı olan feyzin ulaşması için vâsıtadır.

O hâlde yaratma, rızık verme, belâ ve hastalıkları giderme ile sıhhat ve âfiyetin elde edilmesi kutb-i abdâla mahsus olan ilâhî feyze bağlıdır.

Îmân, hidâyet, iyilikleri yapmak ve kötülüklerden sakınmak ise kutb-i irşâdın feyizlerinin netîcesidir. Kutb-i abdâl her zaman lâzımdır. Âlemin ondan mahrûm kalması düşünülemez. Çünkü âlemin düzeni ve intizâmı ona bağlıdır.

Eğer bu kutb-i abdâlın fertlerinden biri giderse bir diğeri onun yerine tâyin edilir.
Kutb-i irşâdın ise her zaman bulunması şart değildir. Zaman olur ki âlem îmân ve hidâyetten tümüyle uzak kalır.


Velîlik derecesine ulaştıktan sonra bu kutubların fertleri arasında kemâl yönünden fark çoktur.
Kutb-i irşâd olanlar içinde en kâmil ve en üstün olan kişi, peygamberlerin sonuncusunun (a.s) kademi (meşrebi) üzeredir. Bu şahsın olgunluk ve üstünlüğü, Hz. Peygamber’in (a.s) kemâline uygundur. Aralarındaki fark ise asıl olma ve tâbî olma farkıdır, başka bir şey değil.

Peygamber Efendimiz (a.s) kutb-i irşâd (irşâdın kutbu) idi.
O dönemde kutb-i abdâl ise Ömer ve Üveys el-Karanî idiler. Allah onlardan râzı olsun.


Kutubdan âleme feyzin ulaşma yolu şudur: Kutub, kazandığı kapsayıcılık (câmi‘iyyet, öz olmak) vâsıtasıyla feyzin kaynağının sûreti ve gölgesi gibidir. Âlem de tümüyle o kapsayıcı kutbun tafsîlidir. Bu sebeple feyz, hakîkatten sûrete (Allah Teâlâ’dan kutba) zorlanmadan gelir. Kapsayıcı sûretten de onun tafsîli olan âleme çekinmeden ulaşır. O hâlde feyyâz-ı mutlak (asıl feyz verici) Allah Teâlâ’dır. Feyzin ulaşmasında vâsıta olan kişinin bir san‘atı yoktur. Hattâ çoğu zaman vâsıta o feyz vericilikten habersizdir.

Mısrâ:
“Bizden ve sizden bahâne yapmışlardır”.

Eğer bir kimse derse ki: Îmân ve hidâyet bütün insanlara âit değildir. O hâlde kutb-i irşâdın feyzleri herkese umûmî olmuyor, sâdece îmân ve hidâyet sâhiplerine mahsus oluyor. Son peygamber (a.s) ise âlemdeki herkese ve herşeye rahmettir ve kutb-i irşâddır. Bu durumda bunun mânâsı ne olur?

Cevap olarak deriz ki: Feyzin kaynağından taşıp gelen ve tafsîl bulan her şey tümüyle hayır, bereket, îmân ve hidâyettir. Onda şer ve noksanlığın yeri yoktur. O feyz ister saâdet ehline gelsin, isterse şakâvet ehline. Ancak bu hidâyet ve irşâd fesâd ehlindeki mahallin kirliliği sebebiyle dalâlet ve kötülük mânâsında ortaya çıkar.

Tıpkı iyi bir gıdânın hasta kişide mahallin bozukluğu sebebiyle çürük bir karışım ve helâk edici hastalıkların maddesine dönüşmesi gibi.

Aynı şekilde bu hidâyet ehl-i fesâddaki kalp hastalıkları sebebiyle dalâlet anlamında görünür.

Mısır’ın Nil nehri gibi, o sevilen kişilere su, perdelilere ise belâdır. Gerçekte sudur, Kıbtî ise onu kan görür. Onun suyu kan görmesi, kendisindeki kirlilik sebebiyledir, yoksa suyun bozukluğu yoktur. Sarı safrâ yanında tatlılık acılaşır. Bu durum, onun mizâcının bozukluğu sebebiyledir. Tatlılığın özünde hiç acılık yoktur. Mahallin bozukluğu sebebiyle onda acılık ortaya çıkmıştır. Nitekim bu, daha önce genişçe anlatıldı.

O hâlde anlaşıldı ki, Hak Teâlâ’dan ulaşan her şey tümüyle hayır, bereket, salâh ve rüşddür. Bu hayır bozuk bir yerde bozukluk (fesâd) olarak ortaya çıkar.

Bu sebeple “Mudill” (dalâlette bırakan) ismini Allah için ancak şu mânâda kullanmak gerekir ki, kirli yerin gereği olan fesâd, Allah’ın yaratmasıyla meydana gelir. Bu durumda “Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı” (en-Nahl, 16/33) âyetinin mânâsı anlaşılmış olur.

Eğer “o mahallin kirliliği nereden geldi?” diye sorarlarsa, cevâbı şudur: İnsan bedeni dört unsurdan oluşur. İnsanın cüz’ü olan her unsur bir tür özelliğe sâhiptir. Meselâ ateş (sıcaklık) unsuru yükselme ve serkeşlik etmeyi gerektirir. Toprak unsurunun özelliği ise aşağıda olmaktır (tevâzudur). Diğerleri de bu kıyâs üzeredir.

O hâlde bu dört unsurun bir araya geldiği kişilerden hangisinde bunların oranı daha dengeli ise, o kişi basît-i hakîkî olana (Allah’a) daha münâsiptir. Bu münâsip olma sebebiyle de hayır, bereket, hidâyet ve irşâda daha lâyıktır. Ancak bedeninde bu unsurların oranı çok dengesiz olan kişide cüzlerden bazılarının özellikleri daha ön planda, bazıları ise geridedir. Bu dengesiz karışım, basît-i hakîkîye pek münâsip değildir. Bu sebeple hayır ve bereket gibi şeylerden nasibi az olur. Mahallin bozukluğu, bu dengenin ve düzenin bozulmasıdır.

Bu toplanmış cüzlerin (dört unsurun) üzerine feyz olarak gelen ruh, basît (katkısız, sâde) olması sebebiyle her ne kadar bu tür dengesizlikten (oransızlıktan) uzak ise de ve dengesizlik mürekkeb olan (karışım) şeylerde olursa da, Cenâb-ı Hak o rûhu öyle bir yolla yaratmıştır ki, çok latîf ve hassas oluşu sebebiyle yanında bulunduğu şeyin hükmünü alır. Hattâ kendisini onda kaybeder, kendisini onun aynı bulur. Bu sebeple (unsurların oransızlığından oluşan) o kirlilik, yakınında bulunma (komşuluk) sebebiyle rûha da sirâyet eder.

Melekler kötülükten ve benzeri şeylerden uzak ve münezzehtirler. Çünkü onlar basîttir (sâdedir) ve düzeni bozuk olan karışımlarla münâsebetleri yoktur. Sıhhat durumunda bazı melekler için bunun caiz olması, az da olsa bazı karışımlarla irtibat kurmaları sebebiyledir. İrtibât ve münâsebeti tümüyle inkâr etmek, çekişmektir.

O hâlde deriz ki, Allah Teâlâ yaratılmış olan basîtlerde dereceleri farklı olmakla birlikte terkîb ve ictimâı (karışım ve birleşimi) de yaratmıştır. Onların basîtliği bir işi gerektirdiği gibi, birleşimleri de bir işi gerektirir. Cenâb-ı Hak o birleşimin gereğini de yaratmıştır. O hâlde bu fesâd (bozukluk) o birleşimin gereği ve ayrılmaz bir parçasıdır, o gereği yaratın da Allah Teâlâ’dır. Bunda bir mahzûr (sakınca) yoktur. Kötülüklerden bir kötülük ve noksanlıklar Allah’a dönmez. Aksine O, onları yaratan ve îcâd edendir. Kötünün yaratılması kötü değildir.

O hâlde kötülük ve bozukluk onlara (insanlara) âit olur, hayır ve salâh ise Allah Teâlâ’ya döner. Kazâ ve Kader meselesinin sırrı budur. Bu durumda hiçbir sakınca yoktur, Allah’ın tercîh özgürlüğüne aykırı olan îcâb (mecbur olma) şüphesinden de uzaktır.

Bu meselenin sırrının sana açılması, bid‘at ve dalâlet ehlinin inançlarından da kurtulman için bu konu üzerinde düşünmen gerekir. Hakkı hak olarak gösteren ve doğru yola sevk eden Cenâb-ı Hak’tır.

Bu, Allah Teâlâ’nın bana ilhâm ettiği, hattâ bana tahsis ettiği sırlardandır.
Bundan ve diğer tüm nîmetlerinden dolayı hamd ve minnet Allah Teâlâ’yadır.

Eğer şöyle sorarlarsa: Allah Teâlâ kadîm (başlangıcı olmayan, ezelî) ilmi ile biliyordu ki, bu tür (dengesiz) bir karışım fesâd ve kirliliğe sebep olacaktır. Öyleyse onu niçin yaratmıştır?

Bunun cevâbı şudur: Bu itiraz, Allah için aslah (en iyi olanı yaratmasını) vâcip görenlere yöneltilebilir. Biz ise Allah için hiçbir şeyin vâcip (zorunlu) olmadığını düşünüyoruz. Allah dilediğini yapar ve istediği şeye hükmeder. “Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir” (el-Enbiyâ, 21/23).

Şüphe yok ki, o birleşiği yarattıktan sonra bu tür kirlilik ve bozukluk onun gereği olur. O gereği de Cenâb-ı Hak mecbûr ve zorunlu olarak değil, kendi irâdesiyle yaratmıştır. Bazıları ise mecbûr olduğunu zannetmişlerdir.

Allah, kulları üzerinde hükümrândır. Kullar, Allah için hüküm veremezler ki, Allah mecbûr olsun, kullar da hâkim.
O hâlde bozukluğun kaynağı, sâdece o mahlûktur. Onun yaratıcısı zulümden, mecbûr olmanın gerektirdiği şeylerden ve zorunlu olmanın noksanlıklarının şâibesinden uzak ve münezzehtir. Cenâb-ı Hak onların söylediklerinden çok yücelerdedir.

İşin hakîkatini Allah bilir.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

1. sayfa (Toplam 1 sayfa) Tüm zamanlar UTC + 2 saat
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group
http://www.phpbb.com/