Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 6 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Tasavvufi Istılahlar
MesajGönderilme zamanı: 07.07.10, 14:36 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.04.10, 08:42
Mesajlar: 47
TASAVVUFÎ ISTILAHLAR

Prof. Dr. Hayranı ALTINTAŞ


Bast: - - - 'dan türemiştir. Yaymak, sermek, döşemek mânâ¬larına gelir. Havf ve recâ halinden sonra uğranılan bir haldir. Kabz haline benzer, belki ondan biraz daha şiddetlidir. 2^ı Kabz halinden he¬men sonra gelir. Kabz halinde göğüs kafesinin sıkıştırıldığı ve daraldığı bağırsakların âdeta birbirine geçtiği hissedildiği halde, bast hali bunlar¬dan kurtuluş, açılma ve hafifleme halidir. Kabz halinin şiddetine eşit olarak bast hali de aksi yönde bir şiddet gösterir. Tasavvuf kitapları hakikat ehlinin kabz ve bast hallerinden Allah'a sığındıklarını ifade ederler.

Beka: - - - 'den türemiştir. Kalmak, durmak, eski halinde kal¬ma, sürmek, devam etmek, bakî olmak mânâlarına gelir. Fena sözünün insandaki kötü sıfatların yok olmasına işaret etmesi gibi, beka sözü de insanda güzel huyların ortaya çıkması ve bunların devam etmesine de¬lâlet eder. Mutasavvıflar beka sözünü çoğunlukla "tehalluk-ı bi-ahlâkillâh" (Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak) ifadesi şeklinde anlamışlardır.

Bevâdih: - - - 'den türemiştir. Karşılamak, ansızın olmak, yaka¬lanmak mânâlarına gelir. Neş'e ve hüzün meydana çıkaran ve gaybden ansızın kalbe geleni ani ve açık ilhamdır.

Bu'd: - - - ’den türemiştir. Uzak olmak manasınadır. Kurb'un Allah'a yakınlaşmak, Allah'ın çok sevdiği insan haline gelmek olmasına mukabil bu'd, Allah'ın emirlerine karşı çıkarak kirlenmek, O'na itaat etmemek suretiyle uzaklaşmak demektir. Mutasavvıflar "kul halktan uzaklaşmadıkça Hakka yakın olamaz" demişlerdir. Mâsivâ (Allah'tan başka şeyler)'ya dalmak, Allah'tan uzaklaşmak (bu'd) olarak telakki edilir.
291 Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Bakara (2), 245.

Cem1: - - - ’dan türemiştir, {insanlar) toplanıp birikmek manasındadır. İnsanın kulluk vazifelerini yerine getirmesi fark adını alırken, Allahü Teâlâ'nın kulluk gereklerinin yerine getirilmesine karşılık bu insanın kalbine, verdiği mânâ, ma'rifet, lütuf ve ihsan halleri cem adını alır. Kulda cem1 ve fark hallerinin ikisinin de bulunması şarttır.

Fakr: - - - 'dan türemiştir. Malı gitmek, fakir olmak mânâlarına gelir, Fakr, mevcut olanı kaybetmemek için mevcut olmayanı taleb etmemektir. Farzları yerine getirmekten aciz kalma korkusu olmadıkça rızık İsteğinde bulunmamak demektir. Mutasavvıflar, "ihtiyaçları olsa bile başkalar mı kendilerine tercih ederler" (Haşr/9) âyetinin bu tarz bir fakr anlayışına delâlet ettiğini ve bu hususun bir şeye sahip olmamak, o şeye sahip olunduğu zaman da unun senin olmadığının İdrakine vat¬mandır, demişlerdir. Hatta, bunu kuvvetlendirmek için Hz, Peygamber'den rivayet edildiği söylenen "el-fakru fahrî" (fakirlik övündüğüm bir haldir) hadisini sık sık kullanırlar.

Fark: - - - ’den türemiştir. İki şey arasını ayırmak mânâsınadır. Cemden sonra gelen tefrika hali, bazlarla ilgili olarak kul ile kaygıları arasındaki farkın görülmesi, kul ile zevk ve menfaatlerinin arasındaki farkın müşahede edilmesi demektir. Böylece kul kendisiyle nefsi arasın¬daki farkı görmekte amel ve hareketlerinin nefsi için yapılmış olmadığını idrak etmektir.

Fena: - - - ’den türemiştir. Bir şey tükenmek, yok olmak ma¬nasınadır, Fena, ıstılahta insanın kötü sıfatlardan kurtulması hali olup nefsanî haz ve arzularının yok olması demektir. Kulun daima içinde kendini yok ettiği varlıkla meşgul olması sebebiyle eşyadan tamamen yok olması halidir. 292

292 Budizm’deki Nirvana'da fani olma hali ile tasavvuftaki fena hali arasında (Şarkiyatçılarca) bir benzerlik bulunuyorsa da hakikatte böyle bir şey söz konusu değildir. Çünkü tasavvuf¬taki fena hali insanın yerilmiş kütü sıfatlardan temizlenmesi, Kur'an-ı Kerim’de belirtildiği şe¬kilde nefsin mutmainne derecesine çıkması ve insan şuurunun bütün bölgelerinin sadece Allah düşüncesiyle kaplanması olduğu holde. Budizm'de fiziki bir yok oluş söz konusudur.

Firaset : - - - ’den türemiştir. Görüş, tahmin ve anlamada, dikkatli düşünüp isabet etme demektir. Mutasavvıflar, bu ifadeyi gaybın görülmesine, yakînin mükâşefesine, isabetli görüşlere, kalbi erine doğan samimi hislere, dinî tefekkürün sonucunda ortaya çıkan akit hükümlere ve nail olunan makamlara hamlederler.

Galebe: - - - ’den türemiştir. Birine galip gelmek, yenmek, za¬fer kazanmak mânâlarını ihtiva eder. Bu halin kendisine geldiği kimse, sebep ve vasıtaları görmemekte, şeriatın adabına riâyet etmesi mümkün olmamaktadır. Karşısına çıkan hayır ve şerri fark etme narinden yok¬sundur. Bu hale uğramıyanların inkâr ve reddedeceği bir takım şeyler ondan zuhur eder. Vecd halinde ortaya çıkan bu duruma ve buna bağlı olarak gerçekleşen hususlar, ortadan kalkınca kul kendine gelir, şuur hali avdet eder.

Gaybet: - - - ’den türemiştir. Kaybolmak, muvakkaten yok veya uzak olmak, uzaklaşmak. Duyuların kalbe gelen feyz ve ilham (vârid) ile meşgul olması sebebiyle eşyaya ve halka ait bilgilerin kulun şuurundan ve kalbinden yok olması halidir. Hz. Yusuf (a.s.)V gördüğün¬de ellerini kesen kadınlar kıssası buna şehâdet eder. Hz. Yusuf (a.B.)'un cemâlinin müşahede edilmesinde durum bu olursa, Allahü Zülcelâl’in nurlarının, müşahede edilmesindeki gaybet acaba nasıl olur?

Halvet: - - - ’den türemiştir. Boş yer, nikâhlısı ile kapalı bir yerde bulunma, halvet, tenha, hoş olma, boşaltma, şenliksiz yere uğ¬rama, yalnız başına bir yere ayrılmak, gibi mânâları ihtiva eder. Tasavvufî hayata yeni başlayan kimsenin hem cinslerinden ayrılmasıdır. Bun¬dan gaye, zihnin Allah düşüncesi üzerine teksif edilmesini kolaylaştır¬maktır. Birtakım şartlan ihtiva eder.

Havâtır: - - - ’den türemiştir. İnsanın içine, kalbine doğan do¬laşan şey, his, arzu, vesvese, fikir, duygu, kalb, nefs (mec.) gibi mânâ¬ları vardır. Kalbe gelen bir hitaptır. Bu, bazan meleğin, bazan da şeyta¬nın ilkası yani kalbe mânâ getirmeleri ile olur. Bazan da nefsin vesvese ve desiseleri tarzında görünür. Bazı hallerde de Allahü Teâlâ’dan gelir, Böylece dört türlüdür: 1. Melekten. Bu durumda hatır veya ilham adını alır; doğruluğu da şeriata uygun, olmasıyla bilinir. 2. Nefsten geldiği takdirde hâcie (hevâcis) olarak adlandırılır. Nefsin bu konuda inat etmesiyle şeytanî hatırdan ayrılır. 3. Şeytan tarafından gelen hâtıra ise, vesvese adı verilir, kulu çoğunlukla günah işlemeye sevkeder. 4. Rabbâni. Bu Hakkın kulun kalbine attığı bir mânâdır ki, doğruluğu her yönden müşahede edilir.

Havf : - - - ’den türemiştir. Korkmak, sakınmak, emin olma¬mak mânâlarına gelir, Havf, tasavvufî hayata giren kimseye gelen ilk hal olup kendisine Allah korkusunun yerleştiğini gösterir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'deki pek çok âyet-i kerimelerde Allah'tan korkulması gerektiği ifade edilmektedir.293
293 Al-î İmran, 175, Nahl, S0T Ra'd, 2H, Secde. 1 fi.

Havf, bazı mutasavvıflara göre üç derece ihtiva eder: a) Havf, b) Haşyet, c) Heybet. Havf içinde bulunulan hal ve gelecek için olur. Gelecekte elde edilecek olanı kaybetme korkusunu ifa¬de eder. Korkunun derecesini göstermek üzere, Peygamber (a.s.)'ın şu hadisini zikretmek yerindedir: uEğer siz benim bildiğim şeyi bilseydiniz az güler çok ağlardınız." Tirmizî'ye göre, havf halinde kalb bu korkudan irkilip sıçrar, dengesini kaybeder; bu korkudan sıkılmış olarak ruba bunu verenden kaçıp kurtulmak ister. Korkuya maruz kalmış "hâif" denilen kişi daima üzgün bir haldedir, mütevazı, fakir, kendisiyle konuşup eğlenenlere de karşılık vermez, bu haliyle de herkesten ayrılır. Havf, recâ ile birlikte iki duygunun ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Va'd {verilen söz) ve vaîd (tehdid) kişi Allah'ın kendisi için bu dünyada ve âhirette hazırladığı mükâfatlar} ümit ettiği gibi emirlere uymamanın sonunda gerçekleşecek cezalardan da korkar. Bu korkunun tesiri altında nefs kendisiyle Allah arasında önemli perdeler olan her türlü ihtiras, arzu ve dünyevi eğilimlerden uzaklaşır. Bu derece önemli bir hal olması¬na rağmen İbni Arif'e göre arifler derecesinde ne havfın ne de cezanın yeri yoktur. Çünkü onlar tehdidi bir va'd, ve cezayı da bir mükafat ola¬rak kabul ederler.

Hevâ: - - - ’den türemiştir. Bir şey yukarıdan aşağı düşmek, bir şeye meftun olmak, sevmek mânâlarına gelir. Mutasavvıflar arasında dünya ve onun nimetlerine bir başka ifadeyle nefsin arzularına esir ol¬mak hevâyı ifade eder.

Heybet: - - - ’den türemiştir. Korkmak, sakınmak manası¬nadır, Kabz ve basttan sonra gelen ve onları E, üstünde olan heybetin hakkı kaybolmadır. Veya tasavvufî ifadeyle gaybettir. Nitekim her kor¬kak kendinden geçer. Heybet sahibi olan her sâlik gaybet halinde bulu¬nur. Heybet aynı zamanda daha önce belirtilen havfın bir derecesidir.

Huşû’ : - - - ’den türemiştir. Alçak gönüllü olmak, tevazu göstermek, boyun eğmek, (gözlerini) indirmek, gözleriyle boyun bük¬tüğünü göstermek, sakin ve sessiz olmak, (yıldız) batmaya yaklaşmak, (yaprak) solmak, (yer) kurumak, balgam tükürmek, aksırmak, tükrük atmak mânâlarına gelir. Tevazu* ile aynı mânâya gelen huşu' Hakka boyun eğmektir. Kalbin yumuşaklık ve inceliğine bağlı olarak kişinin yüce Tanrı'ya alçak gönüllülük göstermesi ve itaat etmesidir. Huşu" un yeri kalptir.

Huzur: - - - ’den türemiştir. Gelmek, hazır olmak, vâsıl olmak, bulunmak, şehirde oturmak getirmek, gibi mânâları vardır. Istılahta huzur, kişinin Hak ile hâzır olmasıdır. Yani halktan uzaklaşmak, Hakkı anmak ve kalbin bu anma ile dolmasıdır. Kişi halktan uzak kaldığı nisbette Hakkın huzurunda bulunur. Gaybet halinden sonra ortaya çıkan bu durum insan zihninin her an Allah'ın huzurunda oldu¬ğunun idraki içinde bulunmasıdır.

Hücum: - - - ’den türemiştir, üzerine atılmak, ansızın saldırmak manasınadır. Hücum, Bevâdih gibi, insan iradesi söz konusu olmaksızın vakte bağlı olarak kalbe gelen şeydir.

Hüzün: - - - ’den türemiştir. Kederli olmak, mahzun etmek, üzmek, müteessir etmek mânâlarını ihtiva eder. Mutasavvıfı Allah'a ve ibâdete yönelten bir motiftir. Mutasavvıf bu dünyada dâima hüzünlü olmalıdır. Çünkü hüzün nefsi sevinç ve eğlenceye yönelmekten alıkoy¬makta ve Allah'a yöneltmektedir.

Icâd: - - - ’den türetilmiştir. Allah'ü Teâla insana varlık açısın¬dan iki büyük ihsanda bulunmuştur. Bunlardan birisi icâd diğeri imdâddır. Yani, yüce Allah insanı var kılmak suretiyle ona bir şeref ver¬miştir. Çünkü varlık planına geçmek ve var olmak ontolojik yönden fev¬kalade bir hadisedir. Zira var olmak suretiyle insan, kâinatta kendin¬den başka varlıklara hükmetmek ve onlardan faydalanmak imkânına kavuşmaktadır. Bu, sadece insana verilmiş bir hususiyettir. Diğer yön¬den Kur*an-ı Kerim'de de belirtildiği veçhile insan, kendisine melek¬lerin bile secde ettiği şerefli bir varlıktır. En önemlisi de yüce Allah'ı tanımak ve bilmek mazhariyetine erişmiş bir varlıktır.

Ihlâs: - - - ’den türemiştir. Hâlis, temiz ve safî olmak, bit¬mek ve son bulmak mânalarına gelir. Ihla s, kalb ve ruhun hiç bir riya karışmaksızın Allah'a yönelmesi, işlerin sadece Allah rızası için yapıl¬masıdır.

Ihsan: - - - ’den türemiştir. İnsanı var eden yüce Allah onun hayatını da devam ettirmek suretiyle büyük bir iyilikte bulunmuş¬tur. Eğer Allah insanı var kıldıktan sonra hayatını çeşitli nimetleriyle devam ettirmeseydi, insan varlık planına geçtikten sonra hemen yok olacaktı. Bu ise herhangi bir değeri olmadığını gösterecekti. Halbuki yüce Allah insana verdiği ömür içerisinde onu yaşatması, kâinatta ya¬rattığı bütün nimetleri ona tahsis etmesi, kendisine yapılan en büyük ihsandır. Allah, insana verdiği sayısız derecedeki nimetlerle ona kul ol¬ma haysiyet ve şerefini de bağışlamıştır.

İntibah : - - - ’den türemiştir. Şeref ve şan sahibi olmak, zikri yüce olmak, dikkat etmek, anlamak, birini uykudan uyandırmak mânâlarına gelir.
Istılahta, Allah'ın, bir inayet olmak üzere, gayrete getiren ilkâlar vasıtasıyla kulu aldanış engelinden kurtarması dır.

İsbat: - - - ’den türemiştir. Sabit kılmak, tesbit etmek, is bat etmek, delil getirmek, yazmak, sokmak, daldırmak, kaplamak, iyice anlamak, hakikatına varmak, sağlam yapmak m analarına dır. Mu¬tasavvıflar Hakkın varlığını isbat etmek suretiyle kötü sıfatların mahv edilmesine nefy ve isbât demişlerdir. isbât, nefy ile ortadan kaldırılan kötü sıfatların yerine hakkı temsil ve kudretine işaret eden sıfatların ortaya çıkarılmasıdır, Mutasavvıflar, kendini nefyeden kimsede Hak ha¬kikatini isbat eder derler.

Istitâr : - - - ’den türemiştir. Örtünmek, gizlenmek, sak¬lanmak manasınadır. Kul ile gaybı temaşa arasında beşerî varlığın perde olması halidir.

Kabz: - - - ’den türemiştir. Bir şeyi parmak uçlarıyla tu¬tup almak mânâsına gelir. Kabz, bast gibi kulu tekellüften düşüren hal¬lerden bir haldir. Her iki halin gelişi kesb ile olmadığı gibi gidişi de cehd ile değildir, Kabz bazan insanı güç duruma sokar, kalbinde sıkıntı his¬settirir, fakat bunun sebebinin ne olduğu bilinmez. Sufiler bu hale boyun eğmek gerektiğini söylerler. Çünkü vaktin hükmüne boyun eğen sıkıntı¬dan (kabz'dan) kısa zamanda kurtulur,294

Kahr: - - - ’den türemiştir. Birine galip gelmek, zorla isteğini yaptırmak. Kahr ve lutf, nefy ve isbât gibi, İki hal olup, hemen hemen aynı mânâları ihtiva ederler. Kahr, Allah'ın varlığının teyidi, şahsî istek¬lerin yok edilmemesi, nefsin arzu ve eğilimlerinden kurtulunması ve bunları gerçekleştirirken şahsî bir menfaatin gözetilmemesidir.
Karar: - - - ’den türemiştir. Bir yerde sabit ve mukim olmak demektir. Mutasavvıflar arasında, bu kelime ma'rûz kalınan halin ha¬kikati konusunda düşülen tereddüdün ortadan kalkmasını ifade eder.

Kurb; - - - ’den türemiştir. Yaklaşmak, yakın olmak mânâ¬larını ihtiva eder. Kurb. Allah'a yakınlığı ifade eder. Aynı zamanda, Allah' in emrettiği ibâdetlerde süslenme manas tadadır. Kulun Allah'a yakın olması ilk Önce farzlara inanmak ve tasdik etmekle olur. Bundan sonra da Allah'ın ihsan ve tahkiki kula yakın olur. Allah Tealâ insana çok yakındır.295 Kul da Allah'a en güzel şekilde ibâdet ettiği takdirde, buna paralel olarak Allah'ına yaklaşır.
294 Bakara/245.
295 Vakıa (56), 85; Hadid (57). 4; Mücadele (58), 7.

Nitekim Hz. Peygamber bir hadîs-i kudside şöyle der: "Kullarım kendisinin üzerine farz kıldığım ibâdet¬leri işlemekle yaklaştığı kadar başka hiç bir şeyle Bana yaklaşamaz. Kul, daimi suretle yaptığı nafile ibâdetlerle de bana yaklaşır. 0 derece yaklaşır ki, nihayet Ben onu severim. O da Beni sever. Ben onu sevince onun gözü ve kulağı olurum. Artık o, Benimle görür Benimle işitir."296

Levâih: - - - ’den türemiştir. Dış görünüşler, programlar; susa¬mak; bir şey belirip açığa çıkmak, gözükmek mânâlarını ihtiva etmek¬tedir. Manevi hayata sülük edenler, görünen keşif pırıltılarına levâih; yakınlık (kurb) ışıltılarına da “levâmi” denir.

Levami: - - - ’den türemiştir. Parlayan, pırıltı (şimşek), parla¬mak manasınadır.

Lütf: - - - ’den türemiştir, ince ve kibar olmak, şeffaf olmak, ufak ve küçük olmak, iyilik yapmak manalarınadır. Kahrla birlikte ge¬len bu hal, Allah 'in kişiye lütfettiği sırrın devam etmesi, müşahedenin kesilmemesi, bu halin sürmesi hususunda Hakkın teyididir.

Mahv: - - - ’den türemiştir. Bir şeyin eserini, izini tamamen silmek, yok etmek manasınadır. İsbat'ın güzel sıfatların kazanılması olduğu gibi mahv da kötü sıfatların yok edilmesidir. Mutasavvıflara göre, mahv üç kısma ayrılır: 1. Bedenlerden, 2. Kainlerden, 3. Sırlardan gü¬nahın mahvı. Birincisinin gerçekleşmesi amellerle, ikincisinin gerçek¬leşmesi makamların hakkını vermekle olur. Üçüncüsünün gerçekleşme¬sine ise vuslat işaret eder.

Makam: - - - ’den türemiştir. Ayak üzerinde karmak, dikilmek, kalkmak, ayağın bastığı yer, topluluk oturulan yer manalarına gelir. Kulun tekrar ede ede kazandığı ve vasıf haline getirdiği âdâb ve ahlak tır.?"
Marifet: - - - ’den türemiştir. Bilmek bir şeyi düşünerek, te¬fekkür ederek sonucunu, inceliğini bilmek, anlamak, kavramak, tanı¬mak, tesirini beş duyudan biri ile bilmek, düşünerek bilmek, kavramak, algılamak, ilim mânâlarına gelir. Allah'ü Teâlâ’yı sıfat ve isimleriyle ta¬nıyan O'na karşı görevlerinde sıdk ve ihlâs üzere bulunan, O'ndan başka hiç birşeye kulak asmayan, ilahî kudretin tasarrufların ne şekilde cere¬yan ettiğine dair olan sırları Allah'ü Teâlâ'nın tarifi ve tâlimi ile alan kimse arif, onun bu hali de ma'rifettir.
296 Buharî, Rekâik, 38; ayr. bkz.: Kitabımızdaki Gazzalî konusu, sh: 91.
297 Bakınız: sn.: V(> .

Ma'rifet ilhamdır; arif ise ilhama mazhar olan veli ve sufi demektir.
Muhabbet: - - - ’den türemiştir. Durmak, sevmek, âşık ol¬mak, rağbet etmek, istekle karşılamak mânâlarını ihtiva eder. Mu¬habbet, Maide (4) Suresinin 54 ncü âyetinde, "…Allah onları sever, on¬lar da Allah'ı sever..." şeklinde formüle edilir. Bu formülün içerisinde kulla Allah arasında ülfet ve ünsiyet bulunur. Kulun sadece Allah'ı iste meşine ve Allah'ın da bu kuluna yüce haller vermesine muhabbet denir.

Muhâdara: - - - ’den türemiştir. Münazara, konferans, nu¬tuk, ders vermek mânâlarına gelir. Zikrin kuvvetinin kalbi istilâ etmesi suretiyle kavuşulan huzura muhâdara denilir. Bu hal mükâşefenin baş¬langıcıdır. Mükâşefeden sonra da müşahede hali gelir.

Murad: - - - ’den türemiştir. Sevilen, önem verilen, ehemmiyet verilen, rağbet gösterilen, istenen, arzu edilen mânâlarına gelir. 1. Mânâ: Hakk'ın cezbe kuvvetiyle kendisine çektiği, içindeki halleri müşahede ettirdiği kimsedir. 2. Mânâ: Tasavvufî hayata giren ve bir takım, psi¬kolojik merhalelerden geçen kimse müriddir. Müridin arzu ettiği var¬lık, Allah'tır. Bu mânâda .Allah. Murad'dır.

Murakabe: - - - ’den türemiştir. Kontrol altında, gözaltında bulundurmak, saklanan suçluyu gözetlemek, gözlemek, kontrol etmek, göz önüne almak, beklemek, korumak, savdırmak, boynuna ip geçirmek, atmak mânâlarını ihtiva eder. Hz. Peygamber (a.s.) Cibril hadîsinde "sanki O'nu görüyormuşsun gibi İbâdet etmendir. Her ne kadar sen O'nu görmüyorsan da O seni görmektedir." buyurmaktadır. Ahzâb (33) Suresinin 52 nci âyeti "Allah herşeyi murakabe etmektedir" diyerek bu hususu te'kid etmektedir. Buna göre, Allah kulunu her an murâkabe etmektedir, işte kulun bu husustan haberdar olarak kendisini kontrol etmesi muhasebede bulunması, murakabedir.

Mücâhede: - - - ’den türemiştir. Cihad etmek, gücünü ver¬mek mânâlarını taşır. Mücâhedenin aslını, nefsi alışkanlıklardan kes¬mek, her zaman arzusunun aksine sevketmek teşkil eder. Tasavvufî sülük, mücahedesiz olamaz. Nitekim, Ankebût (29) Suresinin 69 ncu âyetinde: "Bizim için mücâhede edenleri yollarınıza iletiriz" buyrulmaktadır.

Mükâşefe: - - - ’den türemiştir. Örtülü bir şeyi açığa çı¬karmak manasınadır, Mükâşefe açıklık vasfını taşıyan bir delile sahip kalbin Allah'ın (c.c.) huzurunda oluşu mânâsına gelir. Bunun alâmeti azametin künhünde hayret halinin devam etmesidir. Mükâşefe halinde delil şek ve şüpheye imkân bırakın ayacak tarzda açıktır.

Mürîd: - - - ’den türemiştir. Seven, önem veren, ehemmiyet veren, rağbet gösteren, isteyen, arzu eden, otlatan gibi mânâları ihtiva eder. Bakınız: Murad maddesi.
Müşahede: - - - ’den türemiştir. Görme, müşahede, mua¬yene mânâlarını hâvidir. Müşahede, herhangi bir şüphe konusu olmak¬sızın Hakk'ın kulun kalbinde huzurudur. Araya setr ve inkıta1 hali gir¬meksizin tecellî nurlarının sâlikin kalbine ardanla gelmesidir.

Nefy: - - - ’den türemiştir. Bir şeyi uzaklaştırmak, yerinden ayırmak manalarına gelir. Hakk'ın varlığını isbat etmek için beşeri sıfat¬ların yok edilmesine ne/y denilir.
Recâ: - - - ’den türemiştir. Ümit etmek, ummak, yalvarmak, rica etmek, temennî etmek, dilemek, korkmak manalarına gelir. Havf-tan sonra gelen recâ, istikbalde ortaya çıkacak ulan ve arzu edilen şeye karşı kalbin duyduğu ilgidir. Bir başka ifadeyle recâ. Allah'ın ihsanını ümit etmektedir.

Rü'ya: - - - ’den türemiştir. Uyurken rüya, düş görmek mana¬sınadır. Kalbe gelen manevî hitap ve muhayyile ile tasavvur edilen bir haldir.

Sabr: - - - ’den türemiştir. Sabırlı, dayanıklı olmak, sükûn ve güven içinde beklemek, sebat ve devam etmek, endişelenmemek te¬laşlanmamak, manalarını ihtiva eder. Yüzü ekşitmeden acıyı yudum yudum içine sindirme olarak tarif edilen sabr., kulun iradesiyle kazan¬dığı şeylere gösterdiği sabır ve iradesi haricinde olan şeylere gösterdiği sabır, Allah Tealâ'nın emrini verine getirmede gösterilen sabır ve nihayet nehy ettiğinden uzak kalmada gösterilen sabr olmak üzere bölümlere aynhr. Sabr billah, ilahî iradeyle, sabr lillâh beşerî iradeyle ortaya çıkar.

Samt: - - - ’den türemiştir. Susmak sükût etmek, konuşmamak, sessiz kalmak, sessiz durmak, sus olmak, dili bağlanmak, konuşamaz ol¬mak manalarını hâvidir. Hz, Peygamber {a.s.)'m "Allah'a ve âhiret gü¬nüne inanan, ya hayır söylesin veya sussun" hadisi mutasavvıf İare a Allah kelâmından başka bir şey söylememek ve mümkün olduğu kadar az dünya kelâmı konuşmak şeklinde anlaşılmış ve riyâzât ve mücâhedât denilen psikolojik uygulamaların en belli başlı kaidesini teşkil etmiştir.

Sahv: - - - ’den türemiştir. Uykudan uyanmak mânâsına gelir. Kulun muradının ortaya çıkmasından ibarettir, Sekr talinden sonra meydana gelen sahv, kulun herşeyi ayırt edebilecek hale gelme¬linden sonra elem verenle haz vereni ayırdetmesi, fakat hakkın rızasına muvafıktır diye elem veren şeyi tercih etmesi, bu yolda acı duymaması aksine zevk alması inancındadır.
Sekr: - - - ’den türemiştir. Sarhoş olmak mânâsındadır. Eşya arasındaki farkları görememek yani temyiz kuvvetini kaybetmektir. Bu halde kul hakkı bulmanın verdiği zevkle, eşyanın ve hislerin fark¬larını ayırt edemez. Gaybet halinden daha fazla ve daha kuvvetli olan sekr bir varidin tesiriyle kendinden geçmiştir, Sekr hah, sadece vecd sahipleri için bahis konusudur.

Semâ: - - - ’den türemiştir. Şöhret, ün, şarkı, işitmeye değer şey, işitilerek kabul edilen nesne mânâsına gelir. Kur'an'ı dinlemek ve ondan zevk almak, şiir dinlemek ve ondan zevk almak, ses ve nâme dinlemek ve ondan zevk almak, gibi mânâlarda kullanılan semâ gafletin eseri olarak dağınıklık halinden topluluk haline gelebilmek için mübtedilere ait bir alet ve vasıtadır. Semâ tövbekarda, müştakta, mümin¬de, müridde farklı neticeler meydana getirir. Mutasavvıf İare a insanı şeriatın dışarısına çıkarmayan besteli şiirlerin dinlenmesi mübâh adde¬dilmiş buna bağlı olarak kulu vecd haline ulaştıran bir vasıta olarak ka¬bul edilmiştir.

Sıdk: - - - ’den türemiştir. Doğru söylemek gerçeğe uygun olarak konuşmak, haber vermek, ve gerçek mânâlarına gelir. Özün söze uygun olması, helal olunacak yerde hak olanın söylenmesi şeklinde tarif edilen sıdk. halka olduğu gibi görünmek veya onlara görünüldüğü gibi olmaktır.

Şirb: - - - ’den türemiştir. İçmek, kanmak, susuzluğu gitmek mânâlarına gelir. Tecellînin, keşfin ve varidatın tesiriyle aniden gelen hallerden olmak üzere sufilerin içlerine doğan hususlara denir. Mânâların bütün zevklerini tadan, makamların bütün haklarını yerine getiren şirb halini idrak eder. Yani şirb sahibi tam mesttir, Şirbin sü¬rekliliği, aşkın kuvvetiyle orantılıdır.

Şuhûd: - - - ’den türemiştir. Hazır, mevcut olmak, bulun¬mak, kesin haber vermek mânâlarına gelir. Nefsin hazlarmı kulun hak ile görmesi olarak tarif edilir. Yani faydalanılan şey veya duyulan haz tevazu' İçinde idrak edilir.

Şükr: - - - ’den türemiştir. Övmek, methetmek: teşekkür etmek mânâsına gelir, ihsanda bulunanın nimetini ona boyan eğerek itiraf etmektir.

Takva: - - - ’den türemiştir. Sakınmak, Allah'tan kork¬mak manasınadır. Nail olmadığı nimetler konusunda güzel bir tarzda tevekkül etmeğe, elde edilen nimetlere, rızâ göstermeğe, elde edilemiyenlere de en güzel tarzda sabretmeye takva denir. Bu hal Allah ile sükûn bulmak ve bu durumdan zevk almak demektir. Allah'a en güzel tarzda itaat ile, her türlü davranışta son derecede dikkatli olunması, her fiilde çok yüksek derecede hassasiyet gösterilmesi, şükredilmesi, nimetlerin inkâr edilmemesi de takvadır.

Tecellî: - - - ’den türemiştir. Açık, zahir olmak manasınadır. Mükâşefe sözü ile anlatılmaya çalışılan tecellî, kalbin keşf makamına ulaşması ve kalb gözünün açılmasıdır. Allah'ın mükâşefe suretiyle gös¬terdiği tecellîler setr edilmiştir. Eğer böyle olmasaydı, ilahî tecellîler zuhur ettiği zaman havas mahv-ü perişan olurdu, denilir. Tecellî zuhur etme görünmek mânâsına da gelir. Kur'an-ı Kerim’de A'râf Sûresinin 143 ve Leyi Suresinin 2 nci âyetlerinde geçen "tecellâ" bu manadadır.

Tecrîd: - - - ’den türemiştir. Soymak, sıyırmak mantısına gelir. Dünya ve Allah'tan gayri olanı kalpten ve sudan uzaklaştırmak¬tır. Kulun zâhirinin mal ve menfaatten, bâtınının da karşılık bekleme düşüncesinden arınmasıdır.

Tefrîd: - - - ’den türemiştir, Kulun emsal ve akranı arasından sivrilerek ortaya çıkması hallerinde tek kişi olmasıdır. Bu, kulun sade¬ce Allah için amel etmesi hareketlerinde kendi insiyatifini görmemesi ve yaptığı her âmel için bir karşılık beklememesidir,

Telvin: - - - ’den Men türemiştir. Çeşitli hallere maruz kalan kişinin sıfatı telvin; bu hallerdeki hakikata erişen kişinin sıfatı da temkindir. Çünkü o kişi bir halden diğer bir hale yükselmekte, bir vasıftan diğer bir vasfa intikal ederek çeşitli renklere dönmektedir. Bir makama ulaşınca da oraya yerleşmekte yani temkin sahibi olmaktadır.

Tevazu: - - - ’den türemiştir. Alçak gönüllü olmak manasına gelir. Tevazu Hakka teslim olmak, O'nun hükmüne boyun eğmektir.

Tevbe: - - - ’den türemiştir. Yaptığı günahı terkedip Allah'a dönmek, pişman olmak mânasına gelir. Tevbe, tasavvuf yoluna sülük edenlerin vuslata erişinceye kadar uğradıkları menzillerden ilkidir, Tâliblerin ulaştıkları makamlardan birincisidir. Tevbe, şeriatın yerdiği şeyden dönmektir. Hakikî tevbe, nedamet duygularının ortaya çıkma¬sıdır. Tevbe, suyun camdaki tozlan sildiği gibi, insan zihnindeki kötü düşünceleri ve günahları siler götürür, Tevbe edenin zihni "table rasa" (boş tahta) gibidir. Tevbe eden, yaptığı işin kötülüğünü kalbiyle düşünür, ondan dönmeye niyet eder. Bu. kötü olandan dönüş isteğidir. Bu istek, tevbeye yönelmekle tarar halini alır. Tevbenin bizzat gerçekleşmesi Allah'a yönelmedir. Ancak Kur'an'da ve tasavvufî düşüncede esas olan, tevbe edilen şeye bir daha dönmemektir. Tevbe, tasavvufta yaşanılan bayatın yönünü değiştiren ilk sâiktir.

Tevekkül: - - - ’den türemiştir. Bir işi tamamen birine si¬pariş edip ısmarlamak, Cenab-ı Hakk'a itimad edip bağlanıp, teslim olmak mânâlarını ihtiva eder. Kalbde ortaya çıkarı bu hal, tecellî eden kaderin hükmüne teslim olmak tarzında tarif edilir. Talâk (65) Suresi1 nîn 3 ncü âyetinde de belirtildiği veçhile gereklidir. Her türlü tedbiri alarak takdirin tecellîsine bağlanmak manasında olan tevekkül, sufîlerce "içte (kalbde) sebeplere karşı şiddetle ihtiyaç duyulmasına rağmen, kişide o sebeplere karşı herhangi bir meylin ortaya çıkmaması, sebepler üzerinde önemle durulmasına rağmen Hakk'da bulunan sükûnun hakikatinden bir şey kaybetmemektir" diye tarif edilmiştir. Bir başka ifade ile "tevekkül, kişinin kendi tedbirini terk etmesi, güç ve kuvvet fikrini içinden söküp atmasıdır. Allah'ın kulun içinde olanları bildiğini ve halini gördü¬ğünü idrâk etmesi, halidir." Tevekkül, aynı zamanda kulun Allah, ira¬desine mutlak surette teslim olmasıdır.

Tevhîd: - - - ’den kelimesinden türemiştir. Allah'ın birliğine iman etme, birleme mânâlarına gelir. Allah'ı sıfatları itibariyle birlemektir. Yani, O'nun zât ve sıfat itibariyle tek olduğunu ifade etmektir. Üç nevi tevhîd vardır: Birincisi, Hakk'ın Hakk için tevhidi, yani Allah'ü Teâlâ'nın kendisinin bir olduğunu bilmesi ve Ben tekim (Vahidim) diye haber vermesidir, ikincisi, Hakk Teâlâ'nın halk için olan tevhidi yani Allah'ü Teâlâ'nın kul muvahhiddir diye hükmetmesi ve kulun tevhidini yarat¬masıdır. Üçüncüsü, hal km Hakk Tealâ için tevhidi kulun Yüce Allah bîrdir diyebilmesi ve O'nun bir olduğuna hükmetmesidir.

Ubudiyet: - - - ’den türemiştir. Kulluk, itaat, boyun eğme ve kölelik gibi mânâlara gelir. Ubudiyet mükemmel olmak şartıyla ibadetleri hakkıyla yerine getirmek, yapılan her türlü amel ve ibâdete eksik ve kusurlu nazarı ile bakarak, kişide ortaya çıkan güzel fiillerin ilahî takdirin neticesi olduğunu görmektir. Ubudiyet, her hâlü kârda Allah'ın Rab olduğunu ve yine her hâlü kârda kişinin O'nun kulu olduğunu id¬râk ile bu idrâke uygun hareket etmesidir. "En’ibudûnî, hazâ sıratun mustakim" emrine "iyyâke na'budu ve iyyâke nestaîn" duasıyla cevap vermektir.

Uzlet: - - - ’den türemiştir. Ayrılık, başkalık, tezad, yan çiz¬me, yana çekilme, uzlet, toplumdan ayrılma, topluma karışmama gibi mânâları vardır. Uzlet, hem insanlardan maddeten uzaklaşmak, hem de manen uzaklaşmaktır. Bu, insanların şerrinden uzaklaşmak değil, aksine insanların kendi şerrinden uzak olmalarına inanmaktır.

Üns: - - - ’den türemiştir. Alışmak, uyar hale gelmek, cana yakın olmak mânâlarını ihtiva eder. Heybet ismi mevcut olmakla bir¬likte, haşmet duygusunun ortadan kalkmasıdır. Hakk ile sahv (uyanık) olmaktır, öylesine ki kızgın ateşler içerisine atılsa bile hissetmemektir. Denilir ki üns halinde kulun yüzüne kılıçla vurulsa ve yüzü yarılsa, kul bu acıyı hissetmez.

Vakt: Bu konu için bakınız: kitapta konu ile ilgili yer.

Vecd: - - - ’den türemiştir. İsteğini bulmak, elde etmek mâ¬nâlarına gelir. Kasıt ve zorlama olmaksızın sâlike gelen, kalbine tesadüf ederek onu kendinden geçiren şeydir. Allah'tan gelen feyz ve ihsanlara kavuşulan ândır. Vecd halinde hakikatin en yüksek noktasına ulaşıldığı iddia edilir. Dış dünyadaki her türlü idrakten uzaklaşarak meşgul olu¬nan halin bütünüyle şuuru kaplaması durumudur.

Vera': - - - ’den türemiştir. Günahtan, şüpheli şeylerden ka¬çınmak Allah'tan korkmak, dindarlık, takva gibi mânâları hâvidir. Helal veya haram olduğu hususunda herhangi bir kayıt bulunmayan şeylerden kaçınmaktır. Takvadan biraz daha ileri derecede bir haldir.
Zevk: - - - ’den türemiştir. Tadmak, tadını denemek, bakmak, azabı çekmek, tecrübe etmek, denemek, hissetmek katlanmak mânâ¬larını ihtiva eder. İçerisinde bulunulan halden son derece duygulanarak yarı sarhoş olma halidir. Bundan sonra gelen şirb ise tam sarhoş olmaktır.

Zühd: - - - ’den türemiştir. İsteksiz, rağbetsiz olmak, dünya arzularından vazgeçmek, kendini Allah'a ibadete adamış mânâsına ge¬lir. içinde bulunulan makam ve manevi zevke göre tarif edilen zühd dünyayı terk etmektir. Mutasavvıflar zühdün hem helalde hem de haramda olacağını söylemişlerdir. Bir kısmına göre ise zühd, kasr-ı emeldir.

Zikr: - - - ’den türemiştir. Allah'ı zikr etmek anmak, teş¬bih etmek, hatıra getirmek, vs. gibi mânâlara gelir. Zikr Allah'ı şiddetle sevmek ve korkusunun galibiyeti altında bulunmak şartıyla gafletten uzaklaşıp müşahede sahasına geçmektir298.

298 Bu ıstılahlar, Risâle-i Kuşeyri, Keşfu'l-Mahcûb ve Taarruf adlı tasavvufi eserlerden derlenmiştir.

KAYNAK:

TASAVVUF TARİHİ
Prof. Dr. Hayranı ALTINTAŞ
ANKARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ YAYINLARI No : 171


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 6 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye