Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Elif Şafak’ın AŞK’ında hatalı yorumlanan ayetler
MesajGönderilme zamanı: 22.08.09, 10:05 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 16:59
Mesajlar: 308
Elif Şafak’ın AŞK’ı…

Murat Koçak
muratkocak@memleket.com.tr

Şimdiye kadar hiç kitap eleştirisi yazısı kaleme almadım. Eleştiri konusunda uzman değilim. Lakin Elif Şafak’ın “AŞK” isimli romanını okuyunca, hakkında yazı yazma isteği duydum. Elif Şafak’ın edebiyat alanındaki yetkinliği, başarısı, dili, üslubu, kurgusu hakkında söyleyebileceğimiz çok fazla sözümüz yok. Bu konudaki yeterliliği, başarısı ortadadır ve edebiyatımıza kazandırdığı önemli eserler için teşekkürü hak etmektedir. Özellikle, Aşk romanında kullandığı teknik –kahramanların gözüyle olayları tahlil etme- oldukça farklı, sürükleyici ve geniş bakış açılı bir anlatımı ortaya çıkarmış.

Ben, 29. kuralda belirtilen ve bence de doğru olan kader anlayışı ile kitabın genelinde verilen kader algısının uyuşmadığı, 68. ve 222. sayfalardaki birbiri ile çelişkili kurgu hatasından vs. uzun uzadıya bahsetmek istemiyorum. Eleştirim kitaba hakim olan genel düşünce ve hatalı yorumlanan ayetler üzerine olacaktır.

Eski Türk filmlerinde defalarca karşılaştığımız ve izlemekten gına gelen, dindar her insanın sadece görüntüde dindar, dinin özünden bihaber olduğu; fırsatını bulur bulmaz zinaya varacak kadar günahları rahatlıkla işleyecekleri; insan sevgisi, vicdan, tasavvufi melekelerinin gelişmediği anlatılıyor. Öte yandan, günah işleyenlerin, gerçekte kötülüğe meyyal insanlar olmadıkları ve masum tarafları ön plana çıkarılıyor. Günah işleyenler pozitif, dindarlar negatif yargısı, rahatsız edici şekilde gözümüzün içine sokulmuş. Tam bir eski Türk filmleri klasiği! Tabiî ki bu mümkündür; günah işleyenler içinde masum olanlar, sevgi dolu kalp taşıyanlar; ibadet ettiği halde merhametsiz olanlar, iyilikten bihaber yaşayanlar mevcuttur. Ancak bunu genelleyerek sunmak pek insaflıca olmasa gerektir. Hele tasavvufi anlayışa hiç uymadığı açıktır.

Benzer şekilde, ibadet ehlinin aşktan pek nasip alamamış kimseler olduğu, aşkta zirveye ulaşan sufinin ibadete ihtiyaç duymadığı mantığı verilmiş ki buna en basitinden şu soruyu sorabiliriz: tasavvuf ehli Allah’a karşı, ömrünün sonuna kadar ibadetlerini yerine getirmiş olan Muhammed(as)’dan daha mı aşk doludur? Tasavvufun mertebelerinin başı, o olmazsa diğerlerinin olmayacağı unutulmuş olsa gerek ki şeriat yeterince ve hak ettiği şekilde verilememiştir. Hakkıyla ibadetlerini yerine getiremeyenlerin tasavvufun ilk kapısını açamayacağı, ilk basamağını çıkamayacağı açıktır. Bu nedenle Mevlana tüm insanlığa vasiyetinde “… Buyruğa boyun eğmemizi, kötülük etmememizi, oruca devam etmemizi, namazı terk etmememizi…”* tembihlemiştir.

Genellikle ibadetlerden uzak duranların sarıldıkları, en çok bildikleri ve ısrarla yanlış anladıkları “Dinde zorlama yoktur,” ayeti, maalesef Elif Şafak tarafından da gerçek anlamının dışında aktarılmış. Eğer ayet yazarın anladığı gibiyse “İslam da zorlama yoktur,” şeklinde olmalıydı ki insanı iyiliğe yönlendirmeyen, kötülüklerden uzaklaştırmak için yaptırım uygulamayan dinin bize ne faydası dokunurdu!? Peygamberimiz vefat ettiğinde zekât vermek istemeyenlere karşı Hz. Ebubekir’in “Allah’a yemin ederim ki namazla zekâtı birbirinden ayıranlarla savaşacağım,” ifadesini düşünmek gerekir. Doğrusu; insanın dinini seçip seçmemekte zorlanamayacağı ve bu konuda özgür olduğudur. Amma ben Müslüman’ım diyorsa, Müslüman’ım diyenler için K.Kerim’in neler söylediğini gözden geçirmesinde fayda vardır. Elif Şafak “Ben anneyim,” diyorsa çocuğuna bakmak ZORUNDADIR. Yok eğer çocuğuna karşı vazifesini yerine getirmiyorsa “annelik” etiketten ibaret kalır. Mesele benim Elif Şafak’ı annelik konusunda zorlamam değil, üstlendiği kimliğin kendisini zorlamasıdır.

Bence Elif Şafak’ın en önemli, en can alıcı hatası kitabın başkahramanını yani Şems’i, tasavvufun ve sufiliğin esrarengizlik ihtiyacı için, insani özelliklerin dışına çıkartarak kurban etmesidir. Hiçbir zaman hiçbir insana verilmeyen ve verilmeyecek olan tabiatüstü özellikler Şems’te varmış gibi sunulması, Şems’in kesinlikle, gerçek anlamda modellenemeyeceğini, örnek alınamayacağını gösterir. Kalpten geçenleri okuması, kapının dışından gözetlendiğini bilmesi, bir yere görünmeden girmesi, evin içindeyken katilinin dışarıda saklandığını anlaması, sağanak yağmurda elinde mumun sönmemesi gibi olağanüstü ve gerçek dışı özellikleri ile Şems halktan koparılmıştır. Kimseye görünmeden kerhaneye giremeyen biri Çölgülü’nün** kurtulmasına nasıl yardımcı olabilir? İnsan olarak gözlerin göremediği bir konuma gelemeyeceğimize göre mazluma yardım etmek için başka bir yol gerekiyor. Belki de Şafak’ın anlattığı gibi değil ama Baybars*** olmak da gerekiyor. Kitapta örneği verilen Hz. Ali, yüzüne tüküren düşmanını bırakıvermesi sufi düşünceyle örtüşebilir. Lakin hangi sebeple düşmanı öldürmeye kalkmıştı? Sufilikle açıklanamayacak bu nokta da atlanmamalıdır.

Öyle sanıyorum ki, ne kendi başına aşk bir şeydir, ne tasavvuf, ne de ibadet; ne akıl, ne kalp ne de vahiy! Ancak hepsini ölçülüyle, bir potada eriterek ortaya çıkanla doğru yaşanabilir. Un, yağ, şeker kendi başına çok şey ifade etmiyor, “tatlı” olarak ortaya konmadıkça. Aşk da olmalı, şeriat da.



*Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri S.17

** “Aşk” kitabındaki fahişe karakteri

*** “Aşk” kitabındaki ikiyüzlü dindar, zalim karakter


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Elif Şafak’ın AŞK’ında hatalı yorumlanan ayetler
MesajGönderilme zamanı: 22.08.09, 10:08 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 31.12.08, 16:59
Mesajlar: 308
Elif Şafak: Aşk romanı lego gibi çok parçalı

"Ben nefsin hangi aşamasındayım, Sufi’nin hangi harfindeyim hakikaten bilmiyorum" diyen Elif Şafak Hülya Okur'un sorularını cevapladı.

Elif Şafak: Aşk romanı lego gibi çok parçalı
17 Ağustos 2009 14:59

Hülya Okur

Tasavvuf berzahına girmiş bir yazarın terk ettiği değil yaklaştığı şeylerden olmak gerçekten harika. İmana ekmek, tasavvufa meyve dersek, onun bütün yapısal arazilerinin üzerine meyve ağaçları dikmeye çalıştığını görürüz. Bir melek gibi kanatlarını kırıp otururken karşımda, insan olduğunu düşünmem için özel bir çaba gözlemledim onda. Hani sarayın servetinin kendisine kaldığından habersiz yaşayan, gariplerin kendisinden yukarısını bilmediği, asil hizmetçisi vardır ya işte o kadar alçaktı gönlü, hani Allah’ın bile isimleri arasına almadığı Aşk’ı, Aşk ehli sınıfından talebeliğiyle bulmaya çalışması var ya işte o kadar haylazdı ruhu. Hani ‘Aşk’kitabının bir bölümünde, Şems’in Mevlana’yla ilk karşılaşmasında, Şems’in, Rumi’ye sorduğu şu sorunun,”Şu ikisinden hangisi ileridedir sence:Hz Muhammed mi, Sufi Bayezid-i Bistami mi?” cevabının nereye uzandığını görmek gibi ondaki deryanın küçük bir oluğu olmanın mutluluğu da bana kalır mı acaba?

BEN DÜZENLİ BİR AİLE ORTAMINDA BÜYÜMEDİM”

> Ege Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı Nuri Bilgin ile emekli diplomat Şafak Akayman’ın tek kızı olarak 25 Ekim 1971 günü Strasbourg’da dünyaya geldiniz. Bu aile ile arap alfabesindeki ilk harf’ın Elif’in buluşmasının hikayesi nedir?

> Ben düzenli bir aile ortamında büyümedim, ben doğduktan çok kısa bir süre sonra annemle babam ayrıldığı için çok birebir izleri yok bende…Annemle ben, anne ve tek çocuk olarak uzun yıllar yaşadım, bir dönem anneannem büyüttü, ben de zannediyorum annemin ve anneannemin, ikisinin de izleri var. Ama aile ortamında büyümemiş olmamın da benim kişiliğimde ve yazımda etkisi olduğunu düşünüyorum.

“VARLIKLAR KADAR YOKLUKLAR DA KİŞİLİĞİMİZİ GELİŞTİRİYOR “

> Aslında ‘abla’ dediğiniz annenizin adını, soyadı olarak benimserken, babanızı kimliğinizin tamamen dışında bırakmayı amaçladınız peki değneksiz, desteksiz büyüyen fasulyenin boynunu dik tutan şey neydi?

> Boynumu dik tutan şey neydi? Hayat öyle bir şey ki, eksikliklerimiz de zaman içinde bize ayrı bir zenginlik katıyor aslında. Mahrum olduğumuz şeyler de farkında bile olmadan biz, bakış açımıza bambaşka boyutlar getiriyor. O anlamda insan sadece sahip olduklarından değil, sahip olmadıklarından da çok şey alıyor öğreniyor. Varlıklar kadar yokluklar da bizi, kişiliğimizi geliştiriyor, özellikle sanatçılar(sanatla uğraşan insanlar) açısından bunun çok geçerli olduğunu düşünüyorum.

“ÇOĞU ZAMAN TAM DA NE YAZDIĞIMI BİLMİYORUM.”, “BEN YAZARLARIN KENDİ KİTAPLARIN EFENDİSİ YADA SAHİBİ OLDUĞUNU ZANNETMİYORUM”

> Yokluklarsa bizi ayakta tutan…İlk romanınız Pinhan da da bunu yaşadığınız söylenebilir mi? Denizli çevresinde kurulu Dürri baba tekkesine girişi ile başlayan ve içindeki ikinci cinsiyeti farketmesi ile gelişen bu öykü sizin takıntılarınızın nüksetmesi mi yoksa büyü ve cinlerin bir takıntıya mı yol açmasını mı sağladı?

> Ben Pinhan’ı 24 yaşında yazdım ve kitap çıktığı zaman epeyi bir şaşırttı eleştirmenleri, bu yönde epeyi bir yazı yazıldı, dili itibariyle 24 yaşında bir genç kadının yazacağı bir şey değil diye düşünenler oldu. Pinhan daha kapalıdır, daha ağırdır Osmanlıca kelimeler bakımından. Benim için çok önemli bir kitap. Ben hep kendi edebiyatçılığımın, yazarlığımın miladını Pinhan’la başlatırım. Yazının değil, yazı benim ta çocukluğuma kadar gidiyor ama yazdıklarını yayınlatmak anlamında Pinhan benim için önemli bir dönüm noktası ve çok özel bir kitap olarak kalacak. Açıkçası şöyle yazıldı Pinhan: Kafamda bir şeyleri amaçlayarak, hedeflere göre büyük hırslar, planlar yaparak değil. Hikaye benden öyle bir şekilde aktı ki, buna ben çok inanıyorum yani yazarken çoğu zaman tam da ne yazdığımı bilmiyorum. O mistik bir şey, ben her kitapta mistik bir tecrübe yaşıyorum aslında. Bunları da çok söylemiyorum, insanlara saçma gelebiliyor, çok da kolay anlatılabilecek şeyler değil ama ben yazarların kendi kitapların efendisi yada sahibi olduğunu zannetmiyorum.

> Bu mistik kavramlar sadece sizden doğmadı eşiniz de benzer açıklamalarda bulunmuştu….Berlin Başkonsolosluğu’nda kıyılan nikáhla evlendiğiniz gazeteci Eyüp Can da rol model olarak gördüğü dedesinden sıklıkla cinlerin eşkalini dinlermiş. Ve ilginç, Eyüp bey dedesinin hiç görmeden anlattığı İstanbul’u, tıpkı onun anlattığı gibi bulduğundan bahsediyor. Cinler ve ilişkinize inanmanın illiyet bağı nedir?

> Ben buna cinler periler diye ayrı ayrı kategoriler içinde bakmıyorum da şöyle bakmayı tercih ediyorum; bence yaşadığımız hayat, şu dokunduğumuz masadan, gördüğümüz sandalyeden ibaret değil. Onun ötesinde belki gözle görmediğimiz ama kalben hissettiğimiz başka boyutlar olduğuna inanıyorum. Kimisi buna mistisizm diyor, kimisi batıl inanç deyip geçiştiriyor, o önemli değil bence ne isim verdiğimiz…Belki anneannemin de çok etkisi var bunda çünkü iki ayrı kadınlık modeliyle büyüdüm. Bir taraftan anneannem daha batıl inançları olan, folk İslam mı diyeceğiz ona? O büyülü dünyaya daha açık bir yaşam tarzı ve daha geleneksel. Öbür tarafta annem gibi çok daha eğitimli, şehirli, modern, burjuva..bir başka kadınlık modeli. İki kadınlık modelinin de Türkiye’de mevcut olduğunu, ikisinin de yan yana yaşadığını düşünüyorum, ikisinden de çok şey öğrendim ve hiçbir zaman da birini ötekine üstün görmedim, birini dışlamadım, küçümsemedim, onun için bence ikisinin de izi var, bir taraftan gelen o batılı, bilgi birikimi, şehirlilik..Öbür taraftaki daha yerel, geleneksel batıl inançlarla beslenen büyülü dünya..Her iki kadınlık dünyası da bu topraklarda mevcut. Ben ikisinden de çok besleniyorum yazarken.

“TASAVVUF, ESKİDEN DAHA ALKEN YAKLAŞTIĞIM BİR BOYUTTU, ZAMANLA DAHA KALBEN YAKLAŞTIĞIM BİR HAL ALDI”,

> Babaanneden bahsetmedik ama onun evinde her yerde Allah’ın gözü vardır korkusunun hakim olduğunu, anneannenize gelince de aşka dayalı bir İslam anlayışıyla karşılaştığınızı söylüyorsunuz. Kendi evinize gelindiğinde İslam, kapıya ekmek ve gazeteyi bırakan bir olgu mu?Yani inancınızın bugüne uzantısı…..

> Ben inancın çok kişisel bir arayış olduğunu düşünüyorum, bence bu kişisel bir yolculuk ve tek tek bir çok insan bu yolculuğu yaşıyor ömrünün farklı dönemlerinde farklı sebeplerden ötürü. Benim için de kişisel bir yolculuk oldu, önem verdiğim bir yolculuk oldu. Ama tasavvuf benim aileden gördüğüm, bildiğim bir şey değil, hatta etrafımda hiç görmediğim bir kültürdü. Ben kitaplar arayıcılığıyla keşfettim. Bana kapıyı açan kitaplar oldu. 16 seneye yaklaştı ve 16 senedir de bu sevgim azalmadı, tam tersi arttı, derinleşti. Eskiden daha alken yaklaştığım bir boyuttu, zamanla daha kalben yaklaştığım başka bir hal aldı ama bunlar insanın planlayabileceği şeyler değil. Dediğim gibi bu bir yol hali. İnanç, yolculuk hali, yolda olma hali. Hiçbir zaman ‘ben vardım’diyemeyiz. Sürekli yoldayız, yolculuk ediyoruz. Bilmiyoruz ki bir sonraki durağı. Ben bu oluş halini seviyorum. O yüzden bence inançlı bir insanın kibirli olması mümkün değil, çünkü kibir nedir? kendini bir yere vardım zannetmektir, kendini diğerlerinden üstün görmektir, halbuki inanç sürekli bir oluş hali. Her sabah tazeleniyoruz, her gün demleniyoruz, her gün yeni bir şey öğreniyoruz. O anlamda kainat bir kitap. Her gün okunacak bir kitap, her insan okunacak bir kitap, herkesten öğrenecek çok şeyimiz var, böyle bakmayı seviyorum, benim için inanç böyle bir şey.

“YAZI YAZMADAN YAŞAYAMAM AMA BİR GÜN YAZDIKLARIMI YAYINLAMAKTAN VAZGEÇEBİLİRİM”

> Plansızlık, ‘Siya Süt’ün içinde daha çok irdeleyeceğimiz bir konu ama ben şunu sormak istiyorum, yazım hayatı içinde kendinizi buluyor, “Akrebim ben, kendi kendimi sokarım”diyorsunuz. Akreplerde "kitap trakeleri" denilen toplam dört çift solunum deliği olduğuna göre yaşamsal göreviniz mi yazmak ve okumak?

> Hayır bilmiyordum. ‘Kitap Trakeleri’ Allah Allah!...Yazmak benim için zamk. Ben yazmazsam bütün parçalarım dağılır diye düşünüyorum. Bütün o parçaları bir arada tutan zamk, yazı! Hepimiz bende çok parçalıyız, çok sesliyiz. Benim içimde de bir çok ses, parça var, küçüklüğümden beri beni alken, ruhen dengede tutan, bana bir merkez hissi veren, yegane şey yazı oldu. O anlamda yazının benim için çok varoluşsal bir yeri var. Nefes almak gibi bir şey benim için. Ben yazı yazmadan nasıl yaşarım bilmiyorum ama şu o kadar önemli değil, bir gün yazdıklarımı yayınlamaktan vazgeçebilirim. Çünkü bana yazarlık arzusu 20’li yaşlarımda geldi ama yazı bana 8-9 yaşımda geldi, o günden beri benimle. Onun için yazı, daha varoluşsal, daha temel, daha içgüdüsel bir şey, bir ihtiyaç, bir tutku, yazmazsam çıldırırım hissi. Ama yayınlamazsam çıldırmam o o kadar da önemli değil.

“TÜRKÇE’Yİ ÇOK SEVİYORUM VE İNANILMAZ DERİN BİR AŞKIM VAR TÜRKÇE’YE”

> Peki yazarken sürekli yolda hissi veren inancınızın dışında milliyetçiliğiniz için neler söyleyebilirsiniz? Annenizin dış işleri münasebeti nedeniyle siz de Madrid’de bir İngiliz okuluna gittiniz, tek Türk siz olduğunuz için "Turc" ya da "Turca" diye anılırmışsınız. Hatta İngilizce yayınlarda adınız Elif Shafak diye yazılmaktaydı. Milliyetçiliği ruhunuzda birbirine çarpmadan durabilen avize taşları gibi gördünüz mü?

> Ben kendi edebiyatçılığımı bir pergele benzetiyorum. Pergelin bir ayağı sabittir, merkezdedir, diğer ayağı bütün dünyayı dolaşır, bir çember çizer, benim için bu denge çok önemli. Bir yanıyla çok yerel benim edebiyatım, ben bu topraklardan, kültürden çok şey öğreniyorum, çok besleniyorum, Türkçe’yi çok seviyorum ve inanılmaz derin bir aşkım var Türkçe’ye. Ve böyle Osmanlıca kelimelerle besleme arzusu hep o sevdanın bir parçası. Pergelin bir ayağı çok sabit, duralı ve bu toprakların edebiyatı ama pergelin öbür ayağı başka kültürlerden besleniyor, başka insanlardan öğreniyor, bütün dünyayı dolaşıyor ve evrensel. Bence yerel ile evrenseli sentezlemek mümkün.

“BEN İNGİLİZCE YAZDIĞIM İÇİN TÜRKÇE’Yİ BIRAKMADIM Kİ, İNGİLİZCE YAZMAK BENİM TÜRKÇE’YE OLAN İLGİMİ DE AZALTMADI”

> ‘Araf’ da pergelin dönen tarafını ifade ediyordu sanıyorum..Yabancı dilde yazdığınız bu kitap, yabancılık duygusunun üzerine gidişinizin göstergesi. Burada Türkçe sansürlere uğramama, kaleminizin belinde istediğiniz kıvrımları yaratma çabası var mıydı?

> Ben,”Türkçe yazsaydım sansüre uğrardım” demedim hiç. Ben niye İngilizce yazıyorum? Öyle duyuyorum sorunuzu. Bir kere keyif aldığım için, bir başka dilde yazmak bir yazar için çok zor bir tecrübe kolay değil, ama eğer harfleri seviyorsanız, her gün yeni bir kelime öğrenmeyi seviyorsanız, o zaman büyük bir tutku, büyük bir zenginlik. Ben nasıl kültürler arası yolculuk yapmayı seviyorsam, diller arası yolculuk yapmayı da seviyorum. Bazen insanlar yadırgıyor, bir Türk yazar niye İngilizce yazar diye ama içinde yaşadığımız yüzyıl böyle bir yüzyıl; hareketliklerin, göçlerin, göçmenliklerin…Ben İngilizce yazdığım için Türkçe’yi bırakmadım ki, aynı anda ikisini birden yapabilmek beni büyülüyor, keşke Rusça, Çince de bilseydim çok isterdim, üçüncü bir dilde de bir daha denemek. Çünkü her dil size ayrı bir düşünce alanı açıyor ve İngilizce yazmak benim Türkçe’ye olan ilgimi de azaltmadı. Ben İngilizce yazıp tekrar Türkçe’ye döndüğümde kendi ana dilimi daha özenle daha dikkatle dinliyorum. O yolcuklardan besleniyorum sonuçta ancak seven insanın yapabileceği bir şey. Yoksa hakikaten yapılacak şey değil, tam delilik. Çünkü iki kat çalışmanız lazım, iki kat emek, iki kat mesai demek. O anlamda ancak sevgiyle açıklanabilecek bir şey bu.

(...)

“BABA VE PİÇ; BİR ROMAN, BİR HAYAL ÜRÜNÜ”

> Şöyle soralım o zaman Baba ve Piç ile kendinizi hak etmediğiniz bir noktada mı buldunuz?

> Baba ve Piç ten sonra o kadar çok okurdan güzel şeyler duydum ve hala duyuyorum ki, okurlarla benim ilişkim kitap üzerinden çok olumlu oldu. Daha sınırlı bir çevreden olumsuz bir şey geldi fakat o dönem Türkiye’nin gündemi daha farklıydı ve daha çok konuşuldu. Beni üzen şeyler oldu. Bir sanatçı için çok üzücü. Sonuçta bu bir roman, bu bir hayal ürünü ve kitabınızı okumayan ne yazdığınızı bile bilmeyen insanlar tarafından kulaktan dolma bir şekilde yaftalanması tabi ki üzücü ve kırıcı bir şey ama benim bir kırgınlığım yok çok şükür, çünkü okurlarla ilişkim o dönemde de çok güzel oldu şimdi de çok güzel. O açıdan çok şükür bende kötü bir tortu kalmadı. O dönem tabi ki üzüldüm insan kendini haksızlığa uğramış hissediyor, kendini anlatmak istiyor, bir de tabi hamilelikle çakıştığı için zor bir dönem oldu. Ama çok şükür! Çünkü benim için önemli olan edebiyat okurunun ne dediği! Benim için öncelik orda.

“KENDİMİ OKURUN ÖĞRETMENİ OLARAK GÖRMÜYORUM. MESAJ VERMEK BANA YAKIN BİR TARZ DEĞİL”

> Yazılan kitaplar değil, okuyanlardır anne olan demiştiniz zaten… Sizin bu davadan beraat gerekçenizin basına yansıyan yüzü, roman kahramanı suç işleyemez şeklindeydi. Burada Roman Kahramanından öteye geçmiş miydi Armanuş ve Rose’un hikayesi? Yani ne kadar toplumsal mesajdı?

> Ben toplumsal mesaj vermek için yazmıyorum. Ve bir romana da böyle anlamlar atfedilmesini yazar için de kötü bir şey olarak görüyorum. Ben her kitabımda bir mikro hikaye anlatıyorum, hayal ürünü anlatıyorum, hayalimi açıyorum, benim için hayaller, hikayeler önemli ama ben karakterler üzerinden bir mesaj vermeye çalışmıyorum. Bir de Türk romancılığında böyle bir damar vardır, Osmanlı’ya kadar giden. Yazar, okurdan kendini daha bilgili zanneder, daha bir öğretmen edasıyla yazar, hatta okuruna baba gibi tepeden bakar, öğretmek için yazar, böyle bir geleneğimiz var bizim, ta Osmanlı son dönemine kadar. Çünkü romancılar çok önemli roller oynamışlar, Osmanlının modernleşmesinde ve batılılaşmasında. Öyle bir misyon edinmişler. Bu dönemin romanlarına baktığınızda bir çok karakter, bir şeyi temsil etmesi için yerleştirilmiştir kitaba. Ben bu gelenek için yazmıyorum. Ben her karakterimi başlı başına bir birey olarak algılayıp yazıyorum. Ben bir mikro hikaye anlatıyorum ve en önemlisi kendimi okurun öğretmeni olarak görmüyorum. Mesaj vermek bana yakın bir tarz değil.

“SUFİ’NİN HANGİ HARFİNDEYİM HAKİKATEN BİLMİYORUM”

> Bir kitabınızı New York’ta yayıncıya götürürken, metrodaki feci kokan meczup, herkesi kendinden kaçırırken bir tek siz oturmaya devam etmişsiniz karşısında. Aşk’ta Şems'in dilenci Hasan’a olan yakın ilgisine benzer bir durum bu. Siz SUFİ’liğin hangi harfinde ilerlediğinizi söyleyebilirsiniz?

> Zor soru. Güzel sorular. Ben nefsin hangi aşamasındayım, Sufi’nin hangi harfindeyim hakikaten bilmiyorum, insan bunu kendi başına bilemiyor çünkü zannediyoruz ki, ben şu aşamaya geldim, bak böyle oldum falan, sonra bir şey yaşıyoruz tepetaklak oluveriyoruz. İnsan her zaman kendini olduğundan büyük görmeye eğilimli. Hele ki yazarlar…Bizim nefsimiz çok büyük, çok şişkin egolarımız. Onun için onun takdirini ben yapamam.

“OĞLUMUN ADI ŞEMS OLMADI, KİTABIN İÇİNDEKİ KARAKTERİN ŞEMS OLMASI BANA YETTİ“

> İçinizde öyle bir yolculuğun olduğu bize yansıyor….Kızınız doğduğunda bir erkek çocuğum olsaydı adını ‘Şems’ koyardım dediniz ama öyle olmadı. Emir Zahir olarak kaldı bebeğinizin adı. Şems’i yani güneşi, Mevlana ile Şems gibi bir dolunayın iki parçasının yanına neden koyamadınız?

> Her an aslında farklı bir enerji getiriyor insana. Ben değişime çok sıcak bakan bir insanım, o dönemde Şems benim çok sevdiğim bir isim ama ben Şems’in kitabını yazdım ve Emir Zahir’e hamileyken ben Aşk’ı yazıyordum. Dolayısıyla hem kendi çocuğuma Şems ismini verip, hem Şems’in kitabını yazmak istemedim. Kitap da benim çocuğum gibi. Yazarken bebek gibi sürekli ilgi, şefkat, aşk bekliyor. Kitabın içindeki karakterin Şems olması bana yetti.

“BÜTÜN BU HAYATIN MOTORUNUN ÖZÜ, AŞK”

> 2000’lerde ABD’de Boston’da yaşayan Yahudi bir ailenin üyesi, orta yaşlı ev kadını Ella Rubinstein ile, 1200’lerde Konya’da yaşayan Mevláná’nın ortak noktası, AŞK. Şuuru yok eden aşk ile şuuru kazarak gerçeğe ulaşmakta kullandığımız aşkın birbirinden ayrı tutulması gerekmiyor muydu sizce

> Ben aşkın türlü halleri olduğunu ve o türlü hallerin de özünde aynı yerlere aktığına inanıyorum. Mevlana’nın buna çok yakın bir sözü var:”Dünyevi aşkları da layıkıyla yaşayabilsek aslında, onlar da maneviyata açılan köprüler” Biz kafamızda çok kopartıyoruz, sanki dünyevi olunca çok maddiyatçı oluyor. Niye? ve dünyevi olan bir şeyin içinde de ruhaniyet vardır, olabilir, bunu yaşayan insanlar da olmuştur daha önce. Tabi ikisi aynı şey değil, ilahi aşk bambaşka bir boyut ama siyah-beyaz gibi birbirinden kopuk kategoriler olarak da görmüyorum. Arada bağlantılar olduğunu düşünüyorum. Özü zaten, bütün bu hayatın motorunun özü, AŞK. Tasavvuf öyle bakıyor ve o bakış açısını seviyorum.

“BEN AŞK’I DİNİ İÇERİKLİ BİR KİTAP OLARAK GÖRMEKTEN YANA DEĞİLİM”

> Mevlananın, Şems’in her sözüne itibar etmesi ve sırf o istedi diye meyhaneden şarap alması, Fahişe Çöl Gülü’nün Baybars ile yaşadığı dönüşüm anının yatakta geçen ayrıntısı, Şems’in Kimya ile evlendikleri gece yaşadıkları ve Ella ile Aziz’in bir otel odasındaki dua seansı…Bunların dini içerikli bir kitapta abes karşılanması ihtimalinin üzerine gittiğinizi düşünüyor musunuz?

> Ben Aşk’ı dini içerikli bir kitap olarak değil de aşk üzerine bir roman olarak görmekten yanayım ve aşk öyle bir şey ki; hayatın çok farklı boyutlarına dokunuyor zaten. Hepimizin hayatı böyle değil mi, mesela çok daha ruhani anlarımız var, sonra işe gittiğimizde başka bir tempoyla koşturuyoruz, kendi çocuklarımızla yada anne babamızla ilişkilerimizde başak bir dille konuşuyoruz, patronumuzla konuşurken farklı bir enerji geliyor üzerimize. Böyle böyle katmanlar yok mu insanların hayatında? Bir hikayenin içinde de bunun bu şekilde bağlanması bana çok doğal geliyor. Sonuçta benim işim hikaye anlatmak. Gündelik Türkçe’de ne yazık ki hikayeyi biz küçümseyerek kullanıyoruz, yani palavra gibi kullanıyoruz. Hikaye palavra değil, bence hikaye hayatın büyüsü demek. Gözümüzü, gönlümüzü, kalbimizi çok zenginleştiren bir boyut olarak algılıyorum, benim işim hikaye anlatmak. Ve öncelikle de o anlattığımın hayal ve hikaye ürünü olduğunu unutmadan yazıyorum. Yaptığım işi önemsediğim için böyle diyorum yoksa küçümsediğim için değil.

(...)

‘AŞK’ ROMANININ ÇOK PARÇALI, LEGO GİBİ BİR YAPISI VAR.”

Kitapta Aşçı Dedenin zulmüyle karşılaşıp Mevlana yolunda, Şems’in müridi olmak isteyen bir Çömez’in, “Şarap neden günahtır anlamam, cennette niye serbest” diyen sarhoş Süleyman’ın, Şems kendisiyle konuştuğunda kendi sesini duyan dilenci Hasan’ın, Mevlana’yı dinlemek için camiye erkek kılığı ile giren Fahişe Çöl Gölü’nün hikayeleri var. Ağırlığı Şems ve Ella’nın aldığı bölümlerde mola mahiyetine bürünen bu öykülerin hangisinin içi doldurulabilir sizce?

Bence bu kitabı iki üç kez okumak mümkün, parçaları çıkartarak yani Ella ile Aziz’in hikayesini çıkarıp da sırf tarihi kısmını okuyabilirsiniz, hatta tarihi kısmı çıkarıp sırf Aziz ile Ella’nın hikayesini de okuyabilirsiniz ve ikisini beraber okumak da mümkün. Onun için çok parçalı, lego gibi bir yapısı var. O benim sevdiğim bir sistematik ama inanın her bir karakterin..belki her karakter eşit ağırlığa sahip değilmiş gibi görünüyor ama her bir karakterin bir rolü var. Kenarda gibi görünen hatta kötü gibi görünen karakterlerin bile kitabın mimarisinde önemli bir harcı var.

Tefrikalardan oluşan bu öykülerin hikayeyi yeni bir ayakkabının içindeki kağıt gibi kalıba sokmaya çalıştığını söyleyebilir misiniz yani kurtarıcı mı koruyucu mu bir rol üstlendi sizce bu öyküler?

Koruyucu derken…

“BİZ YAZARKEN ÇOK YALNIZIZ, OKUR DA OKURKEN ÇOK YALNIZ”

Yani kitabın bütününü koruyan, amacını ortaya çıkaran…

Aslında birden fazla fikir var Aşk’ta. Ben genelde benim kitaplarımı çok katmanlı, odalı, koridorlu binalar gibi buluyorum. Hatta bazen okurlar farklı kapılardan giriyorlar o binaya ve birbirleriyle hiç karşılaşmadan farklı odalara uğrayıp, farklı koridorlardan çıkıp gidiyorlar. Bunu da seviyorum, aslında her okur, aslında ayrı bir okuma yapıyor. Hiç kimsenin okumasıyla bir başkasının okumasıyla tıpa tıp aynı değil. Bu beni edebiyatta çok heyecanlandıran bir şey. Roman, çok yalnız bir sanat. Biz yazarken çok yalnızız, okur da okurken çok yalnız. Roman okuru da okurların en yalnızı, o da içine dönük bir serüven yaşıyor orada. O yüzden kendi içine çekiliyor, mahrem dünyasına çekiliyor, orada duygusal bir paylaşım yaşıyoruz, en iyi arkadaş olan iki okurun bile okumaları aynı olmuyor.

“BEN AŞK’IN MUTSUZ BİTEN BİR KİTAP OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM”

> Ne Şems’in kapan olarak gördüğü evliliğinde ölüme terk ettiği Kimya’da, ne Aziz’in kanserle mücadelesinde; terörle, yoksullukla, enflasyonla savaş ifadeleri için savaşmaktan başka bir yaklaşım yok mu diye vazgeçtiği Ella’sında aşkın mutlu sonuna rastlamıyoruz. Bu aşkın faniliğine mi işaret ediyor?

> Ben mutsuz biten bir kitap olduğunu düşünmüyorum Aşk’ın. Mesela Aziz gibi birinin penceresinden bakalım, bence mutsuz bitmiyor, Ella’nın penceresinden bakınca yolculuğu, yol hali devam ediyor. Mutsuz biten bir kitap değil ama klasik Hollywood usulü bir mutlu son da yok ama zaten ‘son’diye bir şey yok. Bu kitap bence üç noktayla bitiyor(…), nokta ile bitmiyor yada ünlemle bitmiyor çünkü yolculuk devam ediyor. O yüzden Ella bir sonraki adımını Boston’a ailesine dönmek olarak seçmiyor, yola devam etmek olarak seçiyor.

“BENİM GÖNLÜM, ÖZELLİKLE GENÇ İNSANLARIN TASAVVUFU YAKINDAN TANIMASINI ARZU EDER”

> Taraf Yazarı Pakize Barışta, roman için:” Elif Şafak, zor bir yazıya girişmiş; tasavvufun bir konu, bir tema ve okuyarak öğrenilebilecek bir kültür olmadığını biliyor elbet. (Tasavvuf hâldir, söz değildir, söz ile ele geçmez.)”diyor. Siz kimsenin tekelinde görmediğiniz tasavvuf için ne söyleyebilirsiniz?

> Bence Türkiye’de daha çok insanın tasavvufları daha yakından tanışması hayırlı bir şey. Benim gönlüm bunu arzu eder, özellikle daha çok genç insanın. Çünkü bana nasıl ışık tuttuğunu biliyorum. Benim gibi bir çok insana da iyi geleceğini düşünüyorum. Ama bunu söyledikten sonra şunu da olabilir, herkesin çeşni, serüveni farklıdır, kimisi bir albüm dinler, hayatında ilk defa ney sesi dinler, etkilenir ve onda bir şey uyanır, bir kapı açılır, kimisi bir film izler, kimisi biriyle tanışır, onu dinler yada onunla konuşur bir şey uyanır, böyle haller vardır, kapılar vardır ve herkesin kapısı da farklıdır bunları küçümsememek lazım. Hiçbirimiz annemizin karnından her şeyi bilerek dünyaya gelmiyoruz. Eğer öğrenmek üzerine kuruluysa hayat, bu kapılar önemli bence. O yüzden benim gönlüm şunu istiyor, daha çok sanatçı, daha çok insan kendi baktığı yerden, anlayabildiği kadarıyla tasavvuf üzerine daha nice çalışma yapar inşallah. Çünkü öbür türlü kitaplardan hissedemediğimiz bir boyutta kalırsa biz onu gündelik hayata taşımakta zorlanırız. Halbuki böyle olunca dokunabiliyorsunuz, hissedebiliyorsunuz. Ama diyebilirsiniz ki, “siz ne kadarını biliyorsunuz”, ben bilebildiğim kadarını biliyorum. Bu kocaman bir okyanus, benim kabım ne kadarsa o kadarını çekiyorum. Yanımdakinin kabı daha büyükse ne güzel, o da kendi kabı kadar su çekecek ama sonuçta hepimizin kabı sınırlı. Ben kendi kabım kadar denizden su çektiğimde denizin suyu azalır mı? Yani ben tasavvuf üzerine yazdığım zaman tasavvufa bir zarar gelir mi? İnşallah müzisyen müziğini yapar, film yönetmeni filmini yapar, romancı kitabını yazar…böyle böyle hayatımızın içine nüfuz eder.

“MEVLANA VE TEBRİZİ ŞEMS’İ BİRBİRİNDEN AYRI DÜŞÜNEMEDİĞİM İÇİN BU HİKAYEYİ YAZDIM”

> Bu konu ile ilgili teorik bir sorum var….Mevlana’nın aşkının daima belli bir kişide temerküz ettirilmesi yani Babasının, babasının halifesi ve kendi şeyhi olan Seyyid Burhaneddin’in neden konuşulmadığı hep Şems üzerinde durulduğu konusu Tebrizi adından dolayı İran’a bile bağlanabiliyor. Neden Şems?

> Bence çok büyük şüphelerle bakmamak lazım hayata. Sonuçta bu romanda ben Mevlana kadar Tebrizi Şems’i de önemseyerek yazdım. Çünkü bence ikisi de çok önemli. İkisi etle tırnak gibi. Ben onları birbirinden ayrı düşünemiyorum, birini düşündüğüm zaman öbürü de geliyor otomatik olarak akla. Düşünsenize Mevlana onca dizeye, Şems diye imza atıyor. Bu nasıl bir bağ? Biz yok mu sayacağız, Tebriz-i Şems’i? Ama ben böyle anlattım hikayeyi, bir başkası da ne güzel olur Seyyid Burhaneddin’in hikayesini öne çıkararak anlatır, biz de daha iyi anlarız resmi. Bir tanesi de Alaaddin’in veya Sultan Veled’in gözünden devam ettirir hikayeyi. Üçünü zaten kavramak diye bir şey yok ama benim baktığım yerden ben her ikisini de önemsediğim için ve birbirlerinden ayrı düşünemediğim için hikayeyi böyle anlatmayı seçtim.

“BU ROMANIMIN BENİM YAZDIĞIM AKADEMİK TEZİMLE HİÇBİR İLGİSİ YOK.”

> Bazı eleştiri kaynaklarınca da bu roman, edebi tasavvurdan ziyade, bir proje çalışması gibi duruyormuş. Bu çalışmanın gerçek teziniz olan Bektaşilikten farkı nedir?

> Bu romanımın benim yazdığım akademik tezimle hiçbir ilgisi yok. O da tasavvuf üzerineydi ama akademik bir çalışmaydı. Burada bir roman var. İki apayrı tür. Yepyeni bir şey bu. 15-16 sene önce tasavvufla tanıştım. O tarihten bugüne elimden geldiğince okuyorum, araştırıyorum, çalışıyorum. Ama yazdığım tez bambaşka bir şey. Bırakın tezle romanın farklılığını benim ilk romanım Pinhan ile Aşk arasında da farklılıklar var.

“HİÇ KİMSENİN KİTABI, HİÇ KİMSENİN KİTABINA GÖLGE DÜŞÜRMEZ”

> Yazgülü Aldoğan’ın romanı ’Kiralık Adam’ için Elif Şafak görsün aşk öyle değil böyle yazılır”diyenlerin olduğu yazılıyordu bir haberde. Aşk’ın size göre en isabetli anlatımı bu kitap dışında hangisinde var?

> Ben bir şey öğrendim, öğreniyorum, her yazarın aynı zamanda iyi bir okur olması lazım bence. Benim bir çok yazarı, filozofu, şairi okumam lazım. Her birinden de öğrenecek dilde, üslupta, içerikte öğrenecek şeyim var. Bence böyle yaklaşmak lazım. Öbür türlüsü rekabet duygusu çok nahoş bir duygu. Ve insanı içten içe çok zedeleyen bir şey aslında. O anlamda edebiyatçıların, sanatçıların birbirleriyle rekabet etmemesi gerektiğini düşünürüm. Birbirimizi daha bir ilgiyle takip etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Mesela Ahmet Ümit’in kitabı çıktı, benimkinden önce ve başka kitaplar da olacak bu konuda. Hiç kimsenin kitabı, hiç kimsenin kitabına gölge düşürmez tam tersine inşallah birimizin okuru, öbürünü de okur, her kitap birbirini besler, eğer böyle bakabilirsek. Öbürü hırçın bir enerji, ne yazık ki medya bunu biraz körüklüyor, bundan uzak durmak gerektiğini düşünüyorum.

http://www.haberx.com/Soylesi-Haberleri ... alniz.aspx
(Röportajın tamamını okumak için bu linki kullanabilirsiniz)

(www.haberx.com)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye