10. Bölüm: Tasavvuf Yoluna Giriş:
Tasavvuf yolunu talep eden kişi (tâlip) şeyhin huzûruna gelince, şeyh ona önce istihâreyi tavsiye etmeli, bu işin kendisi hakkında hayırlı olup olmadığını konusunda mânevî bir işâret aramasını söylemelidir. Tâlip üç defadan yedi defaya kadar istihâre yapar. Bu istihârelerden sonra talebinde bir tereddüt olmazsa, mürşid onun (intisap) işine başlar.
Önce ona tevbe yolunu öğretir ve iki rekat tevbe namazı kılmasını ister. Tevbe olmadan bu yola ayak basmak faydasızdır. Ancak tevbenin oluşması konusunda özet (tüm günahlara topluca tevbe) ile yetinir. Tafsîlini (tüm günahlardan ve kötü alışkanlıklardan teker teker tevbe ve uzaklaşmayı) zamana bırakır. Zîrâ bu (ilk) dönemlerde gayretler çok azdır. Eğer yolun başında tafsilli bir tevbe istenirse, onun oluşması için mutlaka bir süre gerekir. Bu süre içinde mürîdin talebinde bir gevşeme olabilir, talebinden uzak düşebilir ve belki tevbesini de sona ulaştıramaz. Bundan (özet tevbeden) sonra, mürşid tâlibe (mürîde) onun kâbiliyetine ve karakterine uygun bir zikir öğretir.
Onun işine yani mânevî gelişimine teveccüh edip ilgilenir, hâline iltifat eder, gözetir. Yolun (tarîkatın) âdâb ve şartlarını ona anlatır.
Kur’ân, sünnet ve selef-i sâlihînin görüşlerine tâbi olmaya teşvik eder. Bunlara tâbi olmadan maksada ulaşmanın imkânsız olduğunu bildirir. Kur’ân ve sünnete bir kıl kadar bile (azıcık) aykırı olan rüyâ ve keşiflere itibar etmemesini, aksine tevbe etmesini söyler. İnanç esaslarını, kurtuluşa erecek fırka olan Ehl-i Sünnet ve Cemâat’ın görüşleri doğrultusunda düzeltmesini öğütler. Bilinmesi zarûrî olan fıkhî hükümleri (ilmihâl bilgilerini) öğrenmesini ve gereğince amel etmesini ısrarla belirtir. Çünkü bu tasavvuf yolunda inanç ve amelin iki kanadı olmaksızın uçmak ve ilerlemek mümkün değildir. Haram ve şüpheli lokmadan sakınmasını vurgulayarak söyler. Şeriatın fetvâsı izin vermediği sürece, her bulduğunu yememesini, her gittiği yerde sofraya oturmamasını söyler. Özetle, bütün işlerinde “Size peygamber neyi verdiyse onu alın, sizi neden men etmişse ondan da sakının” (el-Haşr, 59/7) âyet-i kerîmesini gözünün önüne diker, unutmaz.
Tâlipler iki hâlde bulunur. Ya keşf ve mârifet ehlidirler ya da cehl (bilememe) ve hayret.
Mertebeleri aştıktan ve önlerindeki perdeler kalktıktan sonra her iki grup da vâsıl yani Hakk Teâlâ’ya ulaşmış olur. Bu ulaşmada (vuslatta) biri ötekinden daha üstün değildir. Tıpkı birçok konakları ve durakları aştıktan sonra Ka‘be’ye ulaşan iki kişi gibi. Birisi yoldaki konaklama yerlerini izleyerek ve kâbiliyeti nisbetinde her birini bilerek gitmiş, diğeri ise yoldaki konaklardan gözü kapalı olarak geçmiş ve detaylı olarak öğrenmemiş, bu şekilde Ka‘be’ye ulaşmıştır. Yoldaki durakları bilme konusunda farklı olsalar bile, her iki şahıs da Ka‘be’ye varma yönüyle birbirine eşittir, birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Maksada ulaştıktan sonra her ikisinin de cehl (bilgisizlik, önceki bilgileri unutma, idrâk edememe) hâlinde olması gerekir. Çünkü Allah’ın zâtı hakkında bilgi sâhibi olmak, bilgiden âcizlik ve câhilliktir.
Şunu bilmek gerekir ki, seyr u sülûk (tasavvufî yolculuk) merhalelerini aşmak, on makâmı kat etmekten ibârettir. On makâmı aşmak da üç tecellîye yani ilâhî fiil, sıfat ve zât tecellîlerine bağlıdır. On makâmdan “rızâ” hâriç diğer dokuzu fiil ve sıfat tecellîlerine (tecellî-yi ef‘âl ve tecellî-yi sıfât) bağlıdır. Rızâ makâmı ise zât tecellîsi ve zâtî muhabbet ile elde edilir. Zâtî muhabbet (Allah’ı bir sebebe bağlı olmadan sırf O olduğu için sevmek) hâsıl olunca âşığın nazarında sevgilinin nîmeti ve elemi eşit olur (“kahrın da hoş, lütfun da hoş” der). Sonunda rızâ makâmı elde edilir ve (olayları) çirkin görme hâli ortadan kalkar.
Bu on makâmın tümüne tam anlamıyla ulaşmak, tam fenânın (yokluğun) kendisine bağlı olduğu zâtî tecellînin hâsıl olma vaktinde olur. Ancak dokuz makâma fiil ve sıfat tecellîlerinde ulaşılır. Meselâ tasavvuf yolcusu Cenâb-ı Hakk’ın kudretini kendi üzerinde ve bütün eşyâda müşâhede edip izleyince mecbûren tevbeye yönelir, korkar. Vera’ (yani haram ve şüphelilerden sakınma) yolunu tutar. O’nun takdîrine sabr eder, hiçbir şeye gücünün yetmediğini anlar. Nimetlerin gerçek sâhibinin O olduğunu bilip verenin ve alanın O olduğunu idrâk edince, çâresiz şükür makâmına gelir ve tevekküle ayak basar. Allah’ın lütuf ve şefkati tecellî edip ortaya çıkınca recâ (umut) makâmına gelir. Onun azamet ve büyüklüğünü müşâhede edip alçak dünyâ kendi gözünde hor ve îtibarsız olunca dünyâya îtibâr etmeme hâli ortaya çıkar ve fakrı (fakirlik ve Allah’a muhtaç olduğunu idrâk etme hâlini) tercih eder. Zühdü (dünya malına önem vermemeyi) alışkanlık ve karakter hâline getirir.
Şunu da bilmek gerekir ki, bu makâmları detayları ve sırasıyla aşmak, sâlik-i meczûb (yani önce tasavvuf yoluna giren sonra cezbe ile Allah’a yaklaştırılan) kişilere mahsustur. Meczûb-i sâlikin (önce cezbeye kavuşup sonra tasavvuf yoluna giren kişinin) bu makâmları aşması özet yoluyla ve topluca olur. Çünkü ezelî inâyet ve ilâhî yardım onu bir muhabbete bağlamıştır ki, o makâmları detaylı olarak ele alıp meşgul olamaz. O muhabbet ve ilâhî aşk içinde bu on makâmın özü ve hulâsasını en güzel şekilde elde eder. Öyle ki, onun elde ettiği şey, bu makâmlara tafsîlâtıyla sâhip olan kişiye bile müyesser olmamıştır.
Selâm, hidâyete tâbi olanlara.
***
MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR)
İMÂM-I RABBÂNÎ
Doç Dr. Necdet TOSUN
SUFİ Kitap
|