Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Rabbani İzahat: Ruh ve Kalb ; Ruhun Mânevî Yolculuğu
MesajGönderilme zamanı: 28.12.09, 11:10 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.12.08, 17:20
Mesajlar: 565
13. Bölüm: Ruh ve Mânevî Yolculuğu:

Ruh, mâhiyeti (nasıl ve nice olduğu) bilinmeyen âlemdendir. Bu sebeple onun özelliği mekânsızlıktır. Gerçi rûhun bilinemezliği, Allah’a nisbetle bilinirliğin ta kendisidir. Yine rûhun mekânsızlığı, Allah’ın mekânsızlığına nisbetle mekânlı oluşun ta kendisidir. Ruhlar âlemi sanki bu âlem ile mâhiyeti bilinemezlik mertebesi arasında bir perdedir. Bu sebeple her ikisinin rengini ve karakterini de taşır. Ve mecbûren mâhiyeti bilinen âlem (sebepler âlemi) ruhu mâhiyeti bilinmez olarak tanır. Mâhiyeti bilinmeyen âleme bakmak, bizzat mâhiyet ve nasıllıktır. Rûhun iki âlem arasında perde gibi oluşu, onun aslî yaratılış özelliğidir.

Ruh, bu maddî bedene girip bu zulmânî heykel ile irtibat kurduktan sonra perde olma özelliğini kaybetmiş, tamâmen mâhiyeti ve niceliği bilinen âleme inmiştir. Mâhiyeti bilinmezlik yönü gizlenmiş ve örtülmüştür. Tıpkı Hârût ve Mârût gibi. Onlar bazı hikmetler ve melâike ruhlarının faydası için beşeriyet çukuruna inmişler, insan şekline girmişlerdir. Nitekim müfessirler bu konudan bahsetmişlerdir (Hârût ve Mârût konusunda Bakara sûresi 102. âyetin tefsirlerine bakılabilir).

Binâenaleyh, eğer Allah’ın lütfu yardım eder ve ruh için bu (dünyaya, bedene) yolculuktan geri dönüş vâki olursa, bu inişten sonra tekrar yükselişe başlarsa, zulmânî nefs ve maddî beden de onunla (ruh ile) birlikte yükselecekler ve mertebeler aşacaklardır. Bu sâyede rûhun bedenle irtibat kurmasının ve dünyaya inmesinin gâyesi anlaşılacaktır. Kötülüğü emreden nefs, itmi’nân ve huzûra kavuşacak, zulmânî olan nûrânîye dönüşecektir.

Ruh bu yolculuğu (yükselişini) tamamlayınca ve inişinin maksadını neticelendirince aslî perde oluş özelliğini tekrar kazanır. Dönüşün son noktası, (ruhun) başlangıç noktasıdır. Kalp ruhlar âleminden olduğu için o da perde olma mertebesine yerleşecektir. Emr âleminden olan ve kalp ile beden arasında perde olarak bulunan nefs-i mutmainne de aynı yerde yerleşip ikâmet edecektir. Dört unsurdan (toprak, su ateş, hava) oluşan maddî beden, oluş ve mekân âleminde istikrâr bulacak, ibâdet ve itâate yönelecektir.

Bundan sonra bir miktar serkeşlik ve muhâlefet vukû bulursa bu durum dört unsurun karakterlerindendir. Meselâ ateş unsuru bizzat serkeş ve muhâlefeti talep eden olduğu için lânetli Şeytan gibi “Ben ondan (Âdem’den) daha hayırlıyım” (Sâd, 38/76) diye bağıracaktır. Serkeşliği bırakmış, Allah’tan râzı, Allah’ın da kendisinden râzı olduğu nefs-i mutmainnenin serkeşlik ve isyân etmesi düşünülemez. Eğer bir serkeşlik varsa, bu bedendendir. İnsanların en hayırlısı olan Efendimiz’in (a.s) “cihâd-ı ekber” (büyük cihâd) diye ifâde ettiği şey Şeytan’ın bu serkeşliğinden dolayı olmalıdır. Zîrâ onun kaynağı beden cüz’üdür. Yine Efendimiz’in (a.s): “Benim Şeytan’ım müslüman oldu” ifâdesiyle kasdettiği şey, ya Peygamber Efendimiz’in yakınında duran âfâkî (dıştaki) Şeytan’dır, ya da enfüsî (içteki) Şeytan’dır. Her ne kadar bu (dıştaki) Şeytan’ın gücü kırılmış ve inadından vaz geçmiş ise de, zâtî özellik zâttan ayrılmaz.

Mısrâ:
“Zenciden siyahlık nasıl gitsin ki kendi rengidir”.

Ya da maksad, içteki Şeytan olabilir. Onun müslüman olması, serkeşlik ve isyânı tamamen bırakması anlamına gelmez. Azîmetle amel etmeyi bırakıp ruhsatları kullanabilir. Küçük günahlar işlemesi de muhtemeldir, zaten onda hasene (iyilik ve sevap) olmaz. Belki “iyi insanların hasenesi, Allah’a yakın olanlara (daha yüksek mertebedekilere) göre kötülük gibidir” kâidesi bu türdendir. Bütün bunlar serkeşliğin kısımlarıdır. Onda (nefste) serkeşlikten bir miktarın kalması, onun ıslâhı ve mânen yükselmesi içindir. Bütün bunlar (serkeşlikler) oluştuktan sonra, ki noksanlığın sonu daha hayırlı olanı terketmektir, o kadar pişmanlık oluşur, tevbe ve istiğfâr eder ki, sonsuz mânevî yükselişler elde edilir.

Maddî beden kendi yeri olan dünyada yerleşince, altı letâifin bedenden ayrılıp âlem-i emrde mânen yükselmesinden sonra onların vekilleri bedende kalacak ve onların yerine işlerini yapacaklardır. Bundan sonra bir ilhâm vâki olursa hakîkat-ı câmi‘a olan ve yükselen mânevî kalbin bedendeki vekili olarak kalan yüreğe yani maddî kalbe olacaktır.

Hz. Peygamber’in (a.s): “Her kim kırk gün Allah’a karşı ihlâs ve samimiyet üzere bulunursa hikmet pınarları kalbinden diline akar” hadîs-i şerîfinde kast edilen kalp bu maddî yürek olmalıdır. Allah Teâlâ daha iyi bilir. Başka bazı hadislerde de bu yüreğe işâret edildiği olmuştur. Meselâ Efendimiz (a.s): “Kalbime bir bulanıklık geliyor” buyurmuştur. Bulanıklık maddî kalbe yani yüreğe ârız olur, hakîkat-ı câmi‘a olan gerçek ve mânevî kalbe değil. Çünkü o bulanıklıktan tamâmen uzaklaşmıştır. Başka bir hadîs-i şerifte kalbin değişmesi hakkında Efendimiz (a.s) şöyle buyurmuştur: “Mü’minin kalbi, Rahmân olan Allah’ın (kudret) parmaklarından ikisinin arasındadır”. Yine şöyle buyurmuştur: “Mü’minin kalbi geniş bir çöldeki bir tüy gibidir”. “Ey kalpleri dönüştüren Allahım! Kalbimi senin tâatin üzere sâbit eyle!”. Dönüşme ve itâatte sâbit olmama durumu bu yürek için geçerlidir. Çünkü hakîkat-ı câmi‘a olan gerçek kalpte aslâ dönüşme ve değişme olmaz. Aksine o itmi’nân, istikrâr ve huzur üzere sâbittir. Hz. İbrâhim (a.s) kalp için itmi’nân (huzur) talep ederken maddî kalbi kasdetmiştir, başkasını değil. Çünkü onun hakîkî kalbi şüphesiz itmi’nâna ulaşmıştı, hattâ nefsi de hakîkî kalbine tâbî olarak mutmain olmuş idi.

Avârifu’l-ma‘ârif isimli eserin müellifi (Şihâbeddin Sühreverdî) kuddise sirruh şöyle demiştir: “İlhâm, kalp makâmına yükselen nefs-i mutmainnenin sıfatı ve özelliğidir. Bu mertebede vukû bulan hâlden hâle geçme ve değişmeler de nefs-i mutmainnenin sıfatıdır”. Görüleceği üzere, bu ifâde zikredilen hadîs-i şeriflere aykırıdır. Şeyhin (Sühreverdî’nin) ifâde ettiği şekilde bu makâmdan yükselmek mümkün olsaydı, onun söylediğinin doğru olduğu ortaya çıkardı. (Ancak durum böyle değildir. Dolayısıyla) Benim söylediğimin doğru olduğu açıkça ortaya çıkmış, keşf ve ilhâm ile bize bildirilenler, Hz. Peygamber’in (a.s) hadislerine uygun düşmüştür. Maddî kalbin hakîkî kalbe vekil olması, maddî kalp üzerine ilhâmın gelmesi ve onun hâl ve değişimlere sâhip olması konusunda benim yaptığım açıklamalar, tutucu, câhil ve işin hakîkatini anlamayan kişilere ağır geldi. Pekiyi, Hz. Peygamber’in (a.s) şu sözüne ne diyecekler: “Âdem oğlunun bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olduğu zaman tüm beden iyi olur. O bozuk olduğu zaman tüm beden bozuk olur. İşte o kalptir”. Hz. Peygamber et parçasına vurgu ile kalp dedi, bedenin iyilik ve kötülüğünü onu bağladı. Hakîkî kalp için câiz ve geçerli olan şey, vekâlet ve yerine geçme yoluyla da olsa bu et parçası için de geçerlidir.

Bilesin ki, ruh, ölmeden evvelki ölümle (fenâya ererek) bedenden ayrılınca, Hakk’a vâsıl olan ârif kendi rûhunu bedeninin ne içinde ne dışında, bedenine ne bitişik ne de ayrı olarak bulur. Bedenin iyiliği için ruhun onunla ilişkide olduğunu görür, ayrıca kemâli rûha dönecek olan bir maksattan dolayı rûhun bedenle irtibat kurduğunu anlar. Bu irtibat, bedendeki iyilik ve hayrın kaynağıdır. Bu irtibat olmasaydı beden tümüyle kötülük, şer ve kusur olurdu.

Allah Teâlâ’nın ruh ve diğerleriyle (âlem ile) olan ilişkisi de rûhun bedenle ilişkisine benzer. Hak Teâlâ âlemin (evrenin) ne içindedir, ne de dışında, ne ona bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Onun âlem ile ilişkisi yaratma, ayakta tutma, kemâlât için feyz verme, nimet ve hayırları ulaştırma şeklindedir.

Eğer dersen ki, hak yolun âlimleri ruh hakkında böyle şeyler söylememişler, hattâ bu konuda detaylı açıklamaları uygun bulmamışlardır. Sen az ve çok her konuda onlara tâbi olduğun halde bu açıklamaların sebebi nedir?

Cevâben derim ki, âlimler içinde rûhun hakîkatini bilen azdır. Bilen bu az grup da rûhun kemâlâtını ve yüksek hâllerini açıklama konusunda konuşmamışlar, câhil halkın yanlış anlamasından ve yanlış yola sapmasından korktukları için kısa ve öz cümlelerle yetinmişlerdir. Çünkü rûhun yüksek hâlleri ve kemâlâtı, görünüş itibâriyle vücûbî kemâlâta yani ilâhî (yaratılmamış, tanrısal) âlemin yüksek hâllerine benzer. Aralarındaki fark çok incedir, bu farkı ancak ilimde derinleşmiş olan âlimler anlayabilir. Bu sebeple rûhun hakîkatini bilenler bu konuyu özetle geçmeyi, hattâ bu konuda açıklama yapan ve rûhun hakîkatini anlatanları inkâr etmeyi daha uygun görmüşlerdir. Yoksa rûhun anlatılan yüksek mertebelerini inkâr etmemişlerdir.

Bu zayıf kul ruhun bazı özelliklerini anlatırken doğru bilgisine ve Allah’ın yardımı, tevfîki ve Habîbi (a.s)’ın sadakası olarak kendisine verilen apaçık keşfine dayanmakta ve açıklamaya mâni olacak şüpheleri gidererek anlatmaktadır. İyi anla!

Şu da bilinmelidir ki, beden, ruhtan sayısız kemâlât elde ettiği gibi, ruh ta bedenden büyük faydalar kazanmıştır. Neticede ruh işiten, gören, konuşan, bir beden ile bedenlenen olmuş ve bedenler âlemine (dünyaya) uygun işler yapar hâle gelmiştir.

Yukarıda anlatıldığı gibi, nefs-i mutmainne rûhânîlere (letâife) katıldığı zaman bedenler âleminde onun vekili olarak akıl kalır. Bu akla “akl-ı me‘ad” (âhiret düşüncesi ön planda olan akıl) denir. Bu esnâda onun tüm düşüncesi âhirete yönelik olur ve dünyevî düşüncelerden, maîşet kaygısından kurtulur. Kendisine verdikleri nur ile firâset ve ince görüşlü olmaya lâyık olur. Bu mertebe, aklın kemâl ve üstünlük mertebelerinin sonudur.

Eksik akıllı birisi bu konuda “Aklın kemâl mertebelerinin sonu dünya ve âhiretin ikisini de unutmak ile gerçekleşir, çünkü onun düşüncesinin kaynağında Hak Teâlâ’dan başka bir şey kalmaz, ne dünyâ ne de âhiret” diyerek itirâz etmesin.

Bu konuda derim ki, bu dünyâ ve âhireti unutma hâli mânevî yolculuk esnâsında fenâfillâh mertebesinde iken ona hâsıl olmuştur. Bizim anlattığımız bu yüksek mertebe (sadece âhireti düşünme hâli) ise ondan çok daha üstündür. Burası bilgisizlik ve idrâk edememe hâlinden sonra tekrar ilme ve bilgiye dönme yeridir. Cem hâlinden sonra fark hâline erişme, cem mertebesindeki tarîkat küfründen sonra hakîkî İslâm’a dönme yeridir.

Zavallı filozoflar akıl için dört mertebe tespit etmişler ve aklın kemâlâtını bunlardan ibâret zannetmişlerdir. Bu durum, kemâl konusunda câhilliktir. Akıl ve ona tâbi olan kemâlât, (sadece) akıl ve vehim ile anlaşılamaz. Nübüvvet fenerinin nurlarından alınmış doğru bir keşf ve açık bir ilhâm lâzımdır.

Allah Teâlâ’nın salât ve selâmı umûmî olarak tüm peygamberlere, husûsî olarak da onların en fazîletlisi Habîbullah’a olsun.

Eğer, meşâyıhın sözleri arasındaki “akıl rûhun tercümanıdır” ifâdesinin mânâsı nedir? diye sorarlarsa, derim ki: Mebde-i Feyyâz olan Hak Teâlâ’dan rûhânî telakkî yani ilhâm yoluyla gelen yüksek ilimleri ve mârifetleri, ruhlar âleminden olan kalp alır. Onun tercümanı akıldır. Akıl bu yüksek bilgileri yazar, özetler, halk âleminin mahkûmları olan insanların anlayacağı hâle çevirir. Çünkü o tercümanlık yapmazsa bu ilimleri anlamak zor, hattâ imkânsızdır. Aynı şekilde maddî kalp yani yürek hakîkî kalbin vekili olduğu için, aslın hükmünü alır, onun (yüreğin) bilgi alması da ilhâm yoluyla olur. Bu ilhâmın da tercümâna ihtiyâcı vardır.

Şunu da bilmek gerekir, akl-ı me‘âd için bir zaman gelir ki, nefs-i mutmainnenin makâmına ulaşma arzusu son dereceye varır ve akl-ı me‘âd yükselip bedeni boş bırakır. O zaman düşünme ve anlama yeteneği yüreğe yerleşir. “Bunda, kalbi (aklı, anlayışı) olan kişi için öğüt vardır” (Kâf, 50/37). O zaman kalbi, kendi kendisinin tercümânı olur. Bu esnâda ârifin işi bedenle irtibat noktasına gelir. (Önceleri) “Ben ondan daha hayırlıyım” diyen (kibirlenen) ateş unsuru itâate yönelir ve yavaş yavaş hakîkî İslâm ile şereflenir. İblislik elbisesini üzerinden çıkarıp onu (ateşi) nefs-i mutmainnenin aslî makâmına ulaştırırlar ve ona vekil yaparlar. Böylece bedende hakîkî kalbin vekili yürek, nefs-i mutmainnenin vekili de ateş unsunu olur.

Mısrâ:
Aşk kimyâsından vücûdumun bakırı altına döndü.

(Dört unsurdan) Hava unsuru ruh ile irtibatlıdır. Bu sebeple tasavvuf yolcusu (sâlik) hava makâmına yükselip ulaştığı zaman bu havayı Hak Teâlâ zanneder ve ona tutulup kalır. Tıpkı ruh makâmında bu görüntü ve zannın oluşması ve sâlikin ona tutulması gibi.

Meşâyıhtan biri şöyle demiştir: “Otuz sene Hak Teâlâ diye rûha taptım. O makâmdan geçirip yükselttikleri zaman doğru yanlıştan ayrıldı”. Bu hava unsuru (cüzü) ruh makâmı ile irtibatlı olduğu için bedende rûhun yerine geçer ve bazı işlerde rûhun hükmü ortaya çıkar.

Su unsuru, hakîkat-ı câmi‘a olan gerçek kalp ile irtibatlıdır. Bu sebeple onun feyzi bütün eşyâya ulaşır. “Her canlı şeyi sudan yarattık” (el-Enbiyâ, 21/30). Onun döneceği yer de yürektir.

Bedenin en büyük unsuru olan toprak unsuru, kendisinin zâtî özelliği olan aşağılık kirlerinden temizlendikten sonra bu bedende hâkim ve gâlip olur. Bedendeki her şeyde onun hükmü görünür, her şey onun rengine ve mizacına bürünür. Bu durum onun (toprak unsurunun) güçlü kapsayıcılık özelliğinden dolayıdır. Bedendeki bütün unsurlar gerçekte onun cüzleridir. Bu sebeple arz küresi (temeli toprak olan dünya) unsurların ve feleklerin merkezi, dünyanın merkezi de evrenin merkezi olmuştur.

Bu vakitte bedenin işi de nihâyete ulaşır, mânevî yükselişi sona erer ve iniş gerçekleşir. Halkı irşâd etmek vaktin sermâyesi olur. Tasavvuf yolunda nihâyetin başlangıca dönüşü de budur.

Bilmiş ol ki ruh, mertebeleri ve tâbîleriyle berâber her ne kadar yükseliş yolu ile kendi mekânına ulaşsa da, henüz bedenin terbiyesi ileride olduğu için bu âleme yönelmesi zarûrîdir. Bedenin işi sona ulaştığı zaman “ruh”, sır, hafî, ahfâ, kalp, nefs ve akıl ile birlikte Hak Teâlâ’nın huzuruna yönelir ve bedenden tamamen yüz çevirir. Beden de tamamen kulluğa yönelir. Burada ruh, kendi mertebeleri (letâif) ile birlikte Hakk’ı müşâhede ve O’nun huzûrunda bulunma şuurunda yerleşmiş, Hak Teâlâ’dan gayrısını görmek ve bilmekten yüz çevirmiştir. Beden tümüyle tâat ve kulluk makâmına oturmuştur. Cemden sonraki fark makâmı budur. Kemâlâtı nasip eden Allah Teâlâ’dır.

Bu dervişin bu makâmda özel bir meşrebi ve ilerleyişi vardır. O da insanları Hak Teâlâ’ya davet etmek için ruhun kendi mertebeleri ile birlikte âlem-i halka dönmesidir. Bu dönemde ruh, beden hükmünü alır ve bedene tâbi olur. İş o noktaya ulaşır ki, beden huzûr hâlinde ise ruh da huzûr hâlinde ve huzûr-i ilâhîde olduğunun bilincinde olur. Eğer beden gâfil ise ruh da gâfil olur. Ancak namazı edâ etme zamanları müstesnâ.

Namaz kılarken beden gâfil olsa bile ruh mertebeleriyle birlikte Hak Teâlâ’ya yönelir, teveccüh eder. Çünkü namaz mü’minin mi‘râcıdır, mânevî yükselişidir.

Bilmek gerekir ki, Hakk’a ulaşan kişinin (vâsıl) dünyaya ve insanlar arasına bu tam dönüşü, dâvet makâmlarının en üstün olanlarındandır. Onun gafleti, birçok kişinin huzûruna sebeptir. Avâmdan olan gâfiller, âriflere âit olan bu gafletin mâhiyetini bilemezler.

Huzûr-i ilâhîde kalanlar (ve halk arasına dönemeyenler de) bu dönüşten habersiz ve câhildirler. Bu makâm, kötülemeye benzeyen bir övgüdür. İdrâki kısa olanlar buraya ulaşamazlar. Bu (âriflere âit) gafletin üstün meziyetlerini anlatacak olsam hiç kimse huzûr makâmında kalmayı istemez.

Bu öyle bir gaflettir ki, insanların seçkinlerini meleklerin seçkinlerinden daha üstün yapmıştır. Bu öyle bir gaflettir ki, Hz. Muhammed’i (a.s) âlemlere rahmet yapmıştır. Bu öyle bir gaflettir ki, velîlikten nübüvvete, nübüvvetten risâlete (peygamberliğe) ulaştırır. Bu öyle bir gaflettir ki, evliyâ-yı işreti yani insanlar arasına karışıp onları irşâd eden velîleri evliyâ-yı uzletten yani insanlardan uzak duran velîlerden daha üstün kılar. Bu öyle bir gaflettir ki, (nübüvvetten önce) bir atın iki kulağı gibi eşit iken, sonradan Hz. Muhammed’i (a.s) Ebû Bekr Sıddîk’tan (r.a) üstün yapar. Bu öyle bir gaflettir ki, sahvı (ayıklığı) sekrden (mânevî sarhoşluk hâlinden), peygamberliği velîlikten üstün eyler. Basîretsiz olanlar anlamasa da, bu öyle bir gaflettir ki, kutb-i irşâdı kutb-i abdâldan daha fazîletli yapar. Bu öyle bir gaflettir ki, Ebû Bekr Sıddîk’a (r.a): “Keşke Muhammed’in hatâsı (sehvi) olsaydım” dedirtmiştir. Bu öyle bir gaflettir ki, huzûr onun basit bir hizmetçisidir. Bu öyle bir gaflettir ki, iniş gibi görünse de aslında yükseliştir. Bu öyle bir gaflettir ki, seçkin insanları avâm halka benzetir ve bu hâli evliyânın yüksek kemâlâtını örten kubbeler yapar.

Mısrâ: “Bunun açıklamasını yapsam, sonu gelmez”.

Az (söz) çoğa delâlet eder. Bir damla, büyük bir denizin varlığından haber verir.

Selâm, hidâyete tâbi olanlara, Hz. Peygamber’e uyanlara ve âilesine.


***

MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Rabbani İzahat: Ruh ve Kalb ; Ruhun Mânevî Yolculuğu
MesajGönderilme zamanı: 28.12.09, 11:48 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 26.12.08, 08:19
Mesajlar: 583
Allah razı olsun.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye