sufiforum.com
https://sufiforum.com/

Rabbanî Sırlar
https://sufiforum.com/viewtopic.php?f=70&t=3415
1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

Yazar:  rabbani [ 07.12.09, 10:11 ]
Mesaj Başlığı:  Rabbanî Sırlar

9. Bölüm: Allah Vergisi Varlık: Vücûd-i Mevhûb-i Hakkânî

Allah vergisi varlık (vücûd-i mevhûb-i Hakkânî), onun (tasavvuf yolcusunun) ayn-ı sâbitesinin açılıp keşf olunmasından ibârettir.

Yani sırf Allah vergisi ile kevnî taayyünâtın (dünyevî belirtilerin) yok olmasından sonra ortaya çıkar.
Onun taayyünü, cem mertebesinden olan o sâde taayyündür.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

Yazar:  rabbani [ 08.12.09, 12:21 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Rabbanî Sırlar

42. Bölüm: Allah Teâlâ’yı Görmek; Akıl, Firâset ve Keşf:

Hak Teâlâ’yı âhirette görmek mü’minler için haktır ve gerçektir. Ehl-i Sünnet ve Cemâat’ten başka İslâmî fırkalar ve filozoflardan hiç biri buna cevâz vermemişlerdir. Onların inkârının sebebi gâibin şâhide kıyas edilmesidir (Allah’ı dünyada göremediğimize göre âhirette de göremeyiz, derler). Bu ise yanlış bir hükümdür. Görülecek olan (Allah) mâdem ki nasıl ve niceliği bilinemeyendir, o hâlde Onu görme işinin de nasıl olacağı bilinmemektedir. Buna inanmak ama nasıl olacağıyla uğraşmamak gerekir. Bu sırrı bugün evliyânın seçkinlerine göstermişlerdir. Bu her ne kadar görmek değilse de, görmemek de değildir. “Sanki sen O’nu görüyormuşsun gibi” olur. Yarın kıyâmette bütün mü’minler baş gözleriyle Cenâb-ı Hakk’ı göreceklerdir. Ama hiç anlayamayacaklar. “O’nu gözler idrâk edemez” (el-En‘âm, 6/103). İki şey elde edecekler: 1. Gördüklerine dâir kesin bilgi, 2. Allah Teâlâ’yı görmekle oluşan lezzet. Bu iki şeyin hâricinde görmenin gerektirdiği şeyler vukû bulmaz.

Bu mesele kelâm ilminin en zor ve kapalı meselelerindendir. Akıl bunu anlamak ve anlatmaktan âcizdir. Peygamberlere tâbî olan âlimler ve sûfîler nübüvvet nurlarından alınmış olan firâset (ince anlayış) nûru ile bunu anlamışlardır. Aklın anlamaktan âciz ve hayret içinde kaldığı kelâm ilminin diğer meseleleri de böyledir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin sâdece firâset nûru vardır. Sûfîlerin hem firâset nûru, hem de keşf ve müşâhedesi vardır. Keşf ile firâset arasındaki fark, hadsiyyât ile hissiyyât arasındaki fark gibidir. Firâset nazarî (teorik) konuları hadsiyyât (güçlü tahmin ile bilinen şeyler) yapar, keşf ise onları hissiyyât (hissedilen, algılanan şeyler) yapar. Ehl-i Sünnet’in söylediği, muhâliflerinin de akılla (yetinerek) reddettiği meselelerin hepsi bu türdendir. Ehl-i Sünnet âlimleri o konuları firâset nûru ile bilmiş, sahih keşf ile görmüşlerdir. Onlar eğer bu konularda açıklama yapmışlarsa, gâyeleri anlatmak ve uyarmaktır, yoksa teorik delillerle ispat etmek değildir. Çünkü bu meselelerin ispat ve anlatımında aklın görüşü kördür. Bu meselelerde kendilerini delil getirme makâmında gören ve muhâliflere karşı delillerle ispat etmek isteyen âlimlere şaşılır. Bu (delil getirme) mümkün olmaz, sona da ulaşamaz.

Muhâlifler düşünürler ki, bunların meseleleri de delilleri gibi zayıf ve eksiktir. Meselâ Ehl-i Sünnet âlimleri istitâatin (bir işe güç yetirmenin, yeteneğin) fiille birlikte olduğunu ispat etmişlerdir. Bu mesele firâset nûru ve sahih keşf ile bilinen doğru meselelerdendir. Ama onu ispat için getirdikleri deliller zayıf ve eksiktir. Bu meselenin ispatı için öne sürülen delillerin en kuvvetlisi, arazların (sıfatların) iki ayrı zamanda yani iki zaman birimi içinde bâkî kalamayacağı meselesidir. Eğer iki araz bâkî kalırsa arazın araz ile kâim olması gerekir ki bu imkânsızdır . Muhâlifler bu delilin zayıf olduğunu görünce, Ehl-i Sünnet’in bu mesele hakkındaki görüşünün de delil gibi eksik olduğunu düşündüler. Bilemediler ki onların bu ve buna benzer meselelerde ölçüleri nübüvvet nurlarından alınmış olan firâset nûrudur. Ancak bu bizim kusurumuzdur. Hadsî ve bedîhî (apaçık) bilinen şeyi muhâliflerin nazarında sanki nazarî ve aklî delil yoluyla bilmiş gibi yapıyoruz ve zorlanarak onu ispata çalışıyoruz. Bu konuda söylenecek olan şudur ki, bizim hadsî ve bedîhî olarak bilmemiz, muhâlifler için delil değildir. Varsın olmasın. Bizim üzerimize bildirme ve tebliğden başka bir vazife yüklememişlerdir. İslâm’ın güzelliğine sâhip olanlar bunu ister istemez kabul edeceklerdir. Nasipsiz olan kişinin ise inkârdan başka bir şeyi artmayacaktır.

Ehl-i Sünnet âlimleri arasında Şeyh Ebû Mansûr Mâtürîdî ashâbının yolu ne güzeldir. Maksadlar ile yetinmişler, felsefî incelemelerden yüz çevirmişlerdir. Ehl-i Sünnet ve Cemâat âlimleri arasında felsefî yolla düşünme ve aklî delil getirme metodu Şeyh Ebu’l-Hasan Eş‘arî’den doğmuştur. O, Ehl-i Sünnet’in inanç esaslarını felsefî delillerle tamamlamak istemiştir. Ancak bu iş zordur, din büyüklerini kötüleme konusunda muhâlifleri cesâretlendirmektir ve selefin yolunu terk etmektir.

Cenâb-ı Hak bizi nübüvvet nurlarından alınmış olan Ehl-i Hak’ın görüşlerine tâbî olmada sâbit ve dâim eylesin.

MEBDE’ VE ME‘ÂD
RABBÂNÎ İLHAMLAR

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

Yazar:  rabbani [ 28.12.09, 10:51 ]
Mesaj Başlığı:  Rabbani Esrar: Kelime-i Tevhîd ve Allah’ın Zât’ını İdrâk

11. Bölüm: Kelime-i Tevhîd ve Allah’ın Zât’ını İdrâk:

Mürîd, kelime-i tevhîdde “Lâ ilâhe” (başka ilâh yoktur) derken içteki ve dıştaki tüm bâtıl ilâhları yok etmeye çalışmalı, “illallâh” (sâdece Allah vardır) derken ve gerçek mâbûdu isbât ederken aklına ve hayâline gelen şeyleri de, bâtıl ilâhları gönlünden sildiği gibi silmeli ve sâdece Allah’ın mevcûdiyyetini (varlığını) düşünmekle yetinmelidir.

Gerçi bu makâmda vücûd (varlık) sıfatına da yer yoktur. Vücûdun ötesini aramak gerekir. Ehl-i Sünnet âlimleri: “Allah Teâlâ’nın varlığı, Onun Zât’ı üzerine zâiddir (ilâve bir sıfattır)” derken ne güzel söylemişlerdir. Varlığa Zât’ın aynısıdır demek ve varlığın ötesinde bir şey olduğunu kabul etmemek dar görüşlü olmaktandır. Şeyh Alâüddevle şöyle demiştir: “Vücûd (varlık) âleminin üstünde Melik-i Vedûd (Zât) âlemi vardır”.

Bu dervişi vücûd âleminden yukarıya geçirdikleri zaman, bir süre kendi hâline yenik düştü, taklîdî ilim yoluyla kendisini Ehl-i İslâm’dan sayıyordu.

Mümkinin (sonradan yaratılmış olan insanın) aklına gelen ve hayâline sığan her şey tabiî olarak mümkindir (yaratılmış şeylerdir, Allah’ın zâtı değildir).

Mahlûkâta kendisini tanıma konusunda sâdece âcizlik yolunu bırakan Allah’ı tesbîh ve tenzîh ederim.

Bu fenâ fillâh ve bekâ billâhtan (Allah’ta fânî ve Onunla bâkî olmaktan) dolayı yaratılmışların ilâh olacağı zannedilmesin. Çünkü bu imkânsızdır ve hakîkatlerin değişmesini gerektirir (oysa bir şeyin hakîkati değişmez).

Yaratılmış olanlar ilâh olmayacağına göre, insanlar Allah’ı idrâkten âcizdirler.

Şiir:
Ankâ kuşu avlanamaz, tuzağı topla,
Çünkü burada tuzağa ancak rüzgâr girer.

Niyet ve gayreti yüksek olan kişi hiç elde edemediği, nâm ve nişân görmediği bu yüksek hedefi arar.
Bazıları ise kendi özleri olarak buldukları ve onunla yakınlık elde ettikleri bir hedef peşindedirler.

Mısrâ:
Onlar öyledir, ben de böyleyim yâ Rab!

Vesselâm.

***

MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

Yazar:  rabbani [ 31.12.09, 10:23 ]
Mesaj Başlığı:  Cinlerin Hâlleri:

56. Bölüm: Cinlerin Hâlleri:

Bir gün bu dervişe cinlerin hâllerini gösterdiler.
Gördü ki cinler sokaklarda tıpkı insanlar gibi dolaşıyorlar ve her cinin başının üstünde görevli bir melek var. Cinler, kendileriyle görevli olan meleklerin korkusundan başlarını kaldıramıyorlar, sağa sola bakamıyorlardı. Bağlanmış tutsaklar gibi dolaşıyorlar ve Allah’ın dilediği kadarı müstesnâ aslâ meleklere muhâlefet edemiyorlardı.

O ânda mâlûm oldu ki, sanki görevli her meleğin elinde demirden bir gürz vardır, eğer cinden azıcık muhâlefet hissederse bir vuruşta onun işini bitirir.

Şiir:
Üstü ve altı yaratan Allah,
Her elin üstünde bir el yarattı.

***

MEBDE’ VE ME‘ÂD (RABBÂNÎ İLHAMLAR)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

Yazar:  rabbani [ 15.01.10, 10:47 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Rabbanî Sırlar

İmâm-ı Rabbânî Mükâşefât-ı Gaybiyye Risalesi'nden:

15. Bölüm: Hurma ile İftarın Hikmeti

Hz. Peygamber (a.s) buyurdu ki: “Sizden biriniz iftar edip orucunu açtığı zaman hurma ile iftar etsin. Çünkü hurma berekettir”.

Orucu hurma ile açmada ve hurmanın bereket olmasındaki hikmet, hurma ağacının insan gibi kapsayıcılık ve düzgünlük sıfatı ile yaratılmış olmasıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber (a.s) hurma ağacına “Âdemoğullarının halası” demiş ve Âdem’in çamurundan yaratıldığını ifâde etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: “Halanız hurma ağacına hürmet ve ikram ediniz. Çünkü o, Âdem’in çamurunun bakıyesinden yaratılmıştır”.

Hurmanın bereket ile ilişkisi, onun kapsayıcılığı sebebiyle olmalıdır. O hâlde hurma ağacının meyvesi olan hurma ile iftâr etmede, iftâr eden kişinin cüz’ü (parçası) ile oruç açılmış olmaktadır. İnsan ile hurma arasındaki parça olma ilişkisinden dolayı, hurmanın hakîkat-ı câmi‘ası (kapsayıcı hakîkati) onu yiyenin hakîkatinin parçası olur. Onu yemenin tavsiye edilmesi, hurmanın hakîkat-ı câmi‘asının ihtivâ ettiği sonsuz kemâlât sebebiyledir.

Bu durum (hurmanın hakîkatinin onu yiyenin hakîkatinin cüz’ü olması), hurmayı normal zamanda yemek ile de oluşur, ancak oruçlunun nefsânî arzulardan ve fânî lezzetlerden uzaklaştığı iftâr vaktinde daha tesirli olur, bu iş o zaman daha kâmil bir şekilde ortaya çıkar. Hz. Peygamber’in (a.s): “Mü’minin hurma ile sahur etmesi ne güzeldir” buyurmasının hikmeti de, o gıdânın, gıdâyı alanın cüz’ü olması ve kendi hakîkati ile yiyenin hakîkatini kemâle erdirmesi olmalıdır.

Oruç ânında (bir şey yenmemesi sebebiyle) bu iş gerçekleşmediği için onu telâfî etmek gâyesiyle hurma ile sahura teşvik buyurmuşlardır. Çünkü onu yemek, sanki bütün gıdâları almak gibidir. Kapsayıcılığı sebebiyle hurmanın bereketi (sahurdan) iftar vaktine kadar sürer.

Hurmanın zikredilen bu faydası, onu dînin meşrû gördüğü bir yoldan temin etmek ve şerîattan kıl ucu kadar bile ayrılmamak durumunda gerçekleşir.

Bu faydanın hakîkati de, onu yiyen kişi sûret ve şekilden geçip hakîkate ulaştığı zaman, zâhirden geçip bâtınla süslendiği zaman müyesser olur. Gıdânın zâhiri, o kişinin zâhirine (bedenine) yardımcı olur. Gıdânın bâtını (hakîkati) de o kişinin bâtınını kemâle eriştirir. Ancak durum böyle olmazsa (şer‘î ahkâma riâyet edilmezse) hurmanın faydası zâhirî yardım ile yani bedeni güçlendirmekle sınırlı kalır, onu yiyen de kusurun ve eksikliğin tam içinde olur.

Şiir:
“Lokmayı cevher yapmak için çalış,
Ondan sonra ne istersen ye!”

İftarda acele etmek, sahuru da geciktirmek konusundaki hikmet, gıdânın gıdâ alanı kemâle erdirmesi sırrıdır.

Eğer “mâdem ki ârif kişinin kemâle ermesinde gıdânın tesiri var, o hâlde oruçta (gündüzleri) gıdâyı terk etmenin hikmeti nedir?” diye bir soru sorarlarsa, cevâben deriz ki: Allah’ın isimlerinden bazıları Samediyyet (muhtaç olmama) mertebesiyle irtibatlıdır. Bu isimlerden tam nasip almak, yeme ve içmeyi terk etmeden mümkün ve müyesser değildir.

Bu sebeple gıdâyı almakta ârifin kemâle erişmesi olduğu gibi, gıdâyı terk etmekte de onun (Samedî isimlerden feyz alarak) kemâle erişmesi vardır.

İşin gerçeğini Allah Teâlâ daha iyi bilir.

***

Mükâşefât-ı Gaybiyye
İmâm-ı Rabbânî

Tercüme: Doç. Dr. Necdet Tosun
SUFÎ Kitap Yay.

Yazar:  rabbani [ 15.01.10, 10:54 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Rabbanî Sırlar

11. Bölüm: Hâricî Sûretlerin İlmî Sûretlerle İrtibâtı:

Eşyânın suver-i ilmiyyesi (Allah’ın ilmindeki sembolleri, sûretleri), ilim mertebesinde onların ayrışmasından ibârettir. Sûfîlerden hakîkat ehli olanların (Allah sayılarını arttırsın) dediği gibi “Eşyânın sûretleri (sembolleri) sâdece ilimdedir (Allah’ın bilgisindedir, varlık sahasına çıkmamıştır). Onların hüküm ve tesirleri ise hâriçtedir (varlık sahasına çıkmıştır, yaratılmıştır)”.

Bu sözün mânâsı şudur: (Sûretlerdeki) ayrışma ilimde ve hâriçtedir. Hak Teâlâ ise kendi zâtî birliği üzere olup o sûretlerin hüküm ve tesirleri ile zâhir olur, görünür. Yoksa bu sözün mânâsı: “Suver-i ilmiyye (Allah’ın ilmindeki semboller) hâriçte zâhir olan (yaratılmış âlemde görünen) sûret ve şekillerden ibârettir” demek değildir. Çünkü bu hâricî sûretler (yaratılmış eşyâ) ilmî sûretlerin gereğidir, ilmî sûretlerin kendisi değildir.

Meselâ her ilmî ayrışma, eşitlik, eğrilik, doğruluk ve tümseklik (kamburluk) gibi özel bir şekli gerektirir. Bunlar o suver-i ilmiyyenin tesirleri ve etkileridir. Tıpkı sıcaklık, soğukluk, kuruluk, yaşlık, hafiflik, ağırlık, şeffaflık ve yoğunluğun da onların etkisi oluşu gibi. İlâhî ilimde ayrışmış olan her şân (aslî sıfat) sonsuz şuunâtı (aslî sıfatları) ihtivâ ettiği gibi, suver-ı ilmiyyede de her şâna göre sonsuz ayrışmalar zuhûr etmiştir. Her ayrışma kendine has bir hüküm ve tesiri gerektirir. Hâriçte, onlara zât ile görünen ve keyfiyyeti bilinmeyen bir nisbet vâsıtasıyla, bu ayrışma hâriçte gibi görünür. Bu sebeple görme gücünün görüntüsü işitme gücünden hâriçte ayrı oldu. Tatmanın koklamadan v.s ayrı görünmesi de böyledir.

Öyleyse ilim mertebesinde olan taayyün ve temeyyüz (belirme ve ayrışma), ki ona yaratılmışların hakîkati ve ayn-ı sâbitesi denir, “cem” yani Allah ile bir olma mertebesindendir.

Suver-i ilmiyyenin ayrışmasının tesiri olan hâriçteki (kâinâttaki) şekiller ise “fark” yani Allah’tan ayrı bulunma mertebesindendir. Bunlar, ayrışma sebebi ile var olmuşlardır. Onların zuhûrunun kaynağı da o fark mertebesidir.

Cem mertebesinden olanlar, ilâhî hakîkatlerdendir. Fark mertebesinden olanlar kâinâta âit hakîkatlerdendir.

Her ne kadar bu iki mertebe zâta dâhil iseler de, ikinci mertebenin (farkın) dâhil oluşu birinci mertebe (cem) vâsıtası iledir, bizzât ve kendiliğinden değildir. O hâlde birincisi bir şeyin parçası gibidir, ikincisi ise parçanın parçası gibidir.

Tasavvuf yolcusu (sâlik) fark mertebelerinin tümünü aşıp cem mertebesine yani kendi ayn-ı sâbitesine ulaştığı zaman, ona nisbetle tecellî-i zâtî, kendi ayn-ı sâbitesinin açılması (bilinmesi) ve keşf olunmasıdır.

Allah Teâlâ daha iyi bilir.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

Yazar:  rabbani [ 18.01.10, 12:46 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Rabbanî Sırlar

27. Bölüm: Rûhu Allah Teâlâ Zannetmek:

Bâzen sâlikin nazarı ruhlar âlemine düşer.
O âlemi, vücûb mertebesi (ilâhî âlem) ile ilişkisinden dolayı Hak Teâlâ olarak düşünür. Oysa bu ilişki sâdece sûrettedir.


Sâlik o âlemi görmeyi, Hak Teâlâ’yı görmek zanneder. Bu müşâhededen haz ve lezzet duyar.

Ruhlar âleminin cesedler (cisimler) âlemi ile biraz irtibâtı olduğu için o âlemin (ruhlar âleminin) görülmesi, bu âlemde kesrette vahdeti müşâhede (çokluk içinde birliği görmek) olarak algılanır. Sâlik (tasavvuf yolcusu), ihâta ve maiyyetin zâtî olduğuna, yani Allah’ın âleme zâtı ile yakın olduğuna hükmeder. Bu hayaller ile matlûb-i hakîkî olan Allah’a terakkî ve vuslat yolu sâlike kapanır. Onu bu mertebeden geçirmezlerse ve bâtıldan hakka götürmezlerse vah ne hasret!

Şeyhlerden bazıları bu makâmda otuz sene Allah diye rûha tapmışlardır. O makâmdan geçirildikleri zaman onun kötülüğünü anlamışlardır.

“Bizi buna hidâyet eden Allah’a hamd olsun. Allah bizi doğru yola ulaştırmasaydı biz doğru yolu bulamazdık. Rabbimizin peygamberleri gerçeği getirmişlerdir” (el-A‘râf, 7/43).

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

Yazar:  rabbani [ 18.01.10, 12:51 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Rabbanî Sırlar

29. Bölüm: Şerîat Küfrü ve Hakîkat Küfrü:

Bir kimseyi sırf lütuf ile mânevî terakkî nîmetiyle şereflendirmek isterler, her makâmda ona fenâ ve bekâyı bol bol nasip ederler. Alt makâmda fenâ ve bekâ gerçekleşmedikçe, o makâmdan bir sonrakine yükselmek düşünülemez.
“Allah’ın ötedenberi süregelen kânunu budur. Allah’ın kânununda aslâ bir değişiklik bulamazsın” (el-Feth, 48/23).

Bir aziz şöyle buyurur:

Şiir:
Küfre ve İslâm’a bir bak,
Çünkü herbiri O’nun dîvânından bir defterdir (cilttir).

Küfre (kâfirliğe) ve İslâm’a bir gözle bakmak, sâlike tevhîdin gâlip geldiği zamanda ve sırf cem‘ makâmındaki sekrin (mânevî sarhoşluğun) aşırı olduğu esnâda olur. Orası fenâ ve istihlâk yeridir. Bu görüş de sâlikin kendi tercihiyle değildir. O hâlde mutlakâ mâzûr görülmelidir.

Bu makâmdan geçirilmeyen ve fark ba‘de’l-cem‘ (cemden sonraki fark) makâmına ulaştırılmayan sâliklerin can burnuna hakîkî İslâm’ın kokusu gelmeyecektir. Sürekli hakîkî küfürde (İslâm ile küfrü bir görme makâmında) hapsolup kalacaklardır. Allah’ın râzı olduğu şey ile râzı olmadığını ayıramayacaklardır.

Şiir:
(Alnındaki) Hindû beninden dolayı öldürülen herkes,
Gerçi şehîd gitmiştir ama müslüman değildir.

Hindûların beni (alnındaki siyah noktası) küfür makâmına münâsip olan zulmet ve istitârı (gerçeği örtmeyi) gösterir. Müslümanlıkla ilişkisi yoktur. Şerîat mertebesinde müslümanlık ile kâfirliğin arasını ayırmamak “şerîat küfrü”dür. Hakîkat mertebesinde ise bu ikisini birbirinden ayırmamak “hakîkat küfrü”dür.

Aynı şekilde, hâlin galebesi zuhûr etmeden önce İslâm ile küfrü ayırd etmemek ehl-i şerîata göre küfür olduğu gibi, ehl-i hakîkata göre de küfürdür ve kötüdür. Ehl-i şerîat ile ehl-i hakîkat arasında bir ihtilâf varsa, hâlin gâlip gelmesinin sûretindedir.

Hâline mağlûb olan Mansûr-i Hallâc gibi.

Ehl-i şerîat onun kâfir olduğuna fetvâ vermişlerdir. Ehl-i hakîkat ise öyle yapmamıştır, onlara göre nâkıslık (mânen eksiklik) Hallâc’ın eteğine yapışmıştır. Onu kâmil zâtlardan saymazlar, hakîkî İslâm’a erişenler arasında kabul etmezler.

Hallâc’ın şu şiiri buna delildir:
Allah’ın dînine küfrettim, küfür bana vâciptir,
Müslümanlara göre ise çirkin bir iştir.

O hâlde, mânevî hâlin galebesi ve hâkimiyeti zuhûr etmeden önce hâl ehli kişileri taklit etmek ve İslâm ile küfrü ayırmamak, temyîz (ayırma) gücüne sâhip olamamaktır, ilhâd, zındıklık, şerîat ve hakîkat küfrüdür.

Cenâb-ı Hak bizi ve tüm müslümanları bu tür taklitlerden muhâfaza buyursun.

Taklîde değer olanlar, dînî ilimlerdir. Ebedî kurtuluş, Hanefî ve Şâfiî’yi taklîd etmektir.

Cüneyd ve Şiblî’nin (rh.a) sözleri iki fayda için işe yarar: Hâllerin oluşmasından önce bu sözleri dinlemek tâlipleri o hâllere teşvîk eder ve bir vecd oluşturur. Bu hâllerin oluşmasından sonra ise bu sözleri kendi hâllerinin doğruluğunun delili ve ölçüsü yaparlar.

Bu iki fayda hâricinde onların sözlerini bilmek ve o sözlere dalmak yasaktır. Zarar ihtimâli daha fazladır. Akıllı insanlar zarar vehmi olan yerlerde ileriye gitmezler ki zararın zann-ı gâlib olduğu yerde nasıl gitsinler.

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

Yazar:  rabbani [ 18.01.10, 12:57 ]
Mesaj Başlığı:  Re: Rabbanî Sırlar

30. Bölüm: Kâfirlerin el-Mudill İsmiyle Allah’a Vâsıl Olmaları:

Tarîkat şeyhlerinden bazıları (k.s) sekr ve hâlin galebesi ânında şöyle demişlerdir: “Vuslat (Allah’a ulaşma) yolları farklı olsa bile, kâfir de mü’min gibi hakîkî maksûda ulaşır. Kâfirler Allah’ın el-Mudill (dalâlette bırakan) ismi yoluyla, müslümanlar da el-Hâdî (hidâyete sevk eden) ismi vâsıtası ile ulaşırlar”.

Bu makâmda bu tür sözleri çok söylemişlerdir. Bu tâife-i aliyyeye benzeyen bir başka cemâat de bu konuda sırf taklit yoluyla tevhîd-i sûrî nûrunun zuhûru vaktinde bir çok sözler söylemişler ve saf gönüllü insanları yoldan çıkarmışlardır. Bu sözün gerçek anlamı başka türlüdür. Onun mânâsını hâli istikâmet üzere olan ehlullâhın büyüklerine açmışlardır.

O mânâdan bir miktar yazılacaktır:
Bilmek gerekir ki, mânevî yolda sâlike Allah’ın berâberliği ve yakınlığını bir şekilde gösterirler. Sâlik o esnâda Allah’ın zâtını her şeyin yanında bulur; maiyyet (berâberlik), kurb (yakınlık), ihâta (kuşatma) ve sereyânın (sirâyetin) zâtî olduğuna hükmeder. Bu kurb ve maiyyette bütün eşyâyı (herkesi) eşit görür, ister mü’min olsun ister kâfir. Görüldüğü üzere, o cemâati bu hükme sevk eden, bu maiyyet ve kurb (yakınlık anlayışları) olmuştur.

Sahv (ayıklık) ve temyîz ehli olanlar bilir ki, Allah’ın kurb ve maiyyeti durumunda onların (insanların) da Allah’a yakın ve O’nunla berâber olmaları gerekmez. Çünkü yakınlık ve ulaşma bilgiye göredir, Allah’ı bilmeye bağlıdır. Kâfir ise bu bilgiden yoksundur. Hattâ mü’minlerin avâmı hakkında bile vuslat (Allah’a ulaşmak) kelimesini kullanmazlar.

Kişi velîlik derecesine ulaşmadığı ve Allah ile bâkî olmadığı sürece vâsıl yani Allah’a ulaşmış değildir. Evliyâullâhın büyüklerinin mezhebi (görüşü, yolu) budur.

Bir büyük zât şöyle buyuruyor:
Dost bana benden daha yakındır,
Problem şu ki, ben O’ndan uzağım.

Bu “uzaklık”, Allah’ın yakınlığını zevk (tatma) yoluyla bilememek, idrâk edememektir. Hattâ deriz ki, uzaklık, bu kulun dalâlet ve ahmaklığının yegâne kaynağıdır. Bütün hayırlar ve hidâyet Cenâb-ı Hak’tan feyz yoluyla taşıp gelmektedir. Bu hidâyet, indiği yerin (kâfirin) kirliliği sebebiyle dalâletin (doğru yoldan çıkma ve sapkınlığın) mânâsını ortaya çıkarır. Gerçi o mânâ da Allah’ın yaratmasıyla oluşur. Meselâ iyi ve sağlam bir gıdâ hastaya verildiği zaman, hastanın tabiatındaki karışımların (ahlât) kötü ve bozuk olması sebebiyle o iyi gıdâ da hastanın yapısını bozan ve tabîatını ifsâd eden bir maddeye dönüşür.

O hâlde Allah Teâlâ için el-Mudill (dalâlette bırakan) ismini kullanmak, insanlarda dalâleti yaratması sebebiyledir. O dalâlet, bu insanların zâtlarının gereğidir ve Allah’ın yaratması ile meydana gelmiştir. O hâlde onların el-Mudill ismi ile bir irtibatları yoktur, sâdece Allah onlarda dalâleti yaratmıştır.

Bu el-Mudill isminin, yukarıda anlatılan dalâleti yaratmak istisnâ tutulursa, Cenâb-ı Hak ile bir irtibâtı yoktur.
el-Hâdî (hidâyete, doğru yola sevk eden) ismi ise böyle değildir. İnsanlarda hidâyeti yaratmasından sarf-ı nazar edilse bile, bu ismin Allah’ın zâtı ile irtibâtı vardır. Çünkü hidâyet, hayır ve kemâlin kaynağıdır, dalâletin kaynağı da şer ve noksandır. Birincisi O’nun kuds cânibine lâyıktır. İkincisi ise lâyık değildir. Çünkü O, sırf hayırdır.

Dalâletin de Mudill (dalâlete sevk eden) ile bir ilişkisi yoktur. Sâdece dalâletin O’nun yarattığı bir şey olması söz konusudur. Çünkü dalâlet, sırf şerdir, Allah Teâlâ ise sırf kemâldir. Hidâyetin ise Hâdî (hidâyet eden) ile yaratma ilişkisinden başka bir ilişkisi daha vardır. O da, bu ikisindeki hayır ve kemâldir. Nitekim az önce buna işâret edildi.

O hâlde dalâlete düşenin dalâlete düşürene bir yolu yoktur, hidâyete ulaşanın ise hidâyet edene yolu vardır. Çünkü birinci durum olan dalâlette müşterek cihet ilişkisi yoktur. İkincisi olan hidâyette ise müşterek cihet ilişkisi vardır. Hidâyete erişen kişi, hidâyet vâsıtasıyla hidâyet ediciye ulaşır. Dalâlette kalan ise dalâlet vâsıtası ile dalâlete sevk edene ulaşamaz. Nitekim bu apaçıktır.

Bu söz, bir örnek ile aydınlanır: (Hastalık ânında) Vücuttaki sarı safrânın yapısının bozukluğu sebebiyle tatlılık acılığa dönüşür. Burada “safrâ acılık yoluyla tatlılığa ulaşmıştır” denemez. Çünkü tatlılıkta acılık aslâ mevcûd değildir. O tatlılıkta, safrânın mizâcının bozukluğu sebebiyle acılık ortaya çıkmıştır. Bu acılık bir ârız ile peydâ olmuş ise de, safrânın tatlılığa ulaşmasına mânîdir.

O hâlde dalâlet, gerçekte dalâlette olan kişinin dalâlete sevk eden (Mudill’e) vâsıl olmasına engeldir, O’na ulaşmaya sebep değildir.

Bir başka örnek de şudur: Mısırlı Kıbtî kalbindeki mânevî hastalık ve Mûsâ (a.s)’a karşı inadı sebebiyle Nil suyunu kan gibi görüyordu. Hiçbir akıllı insan diyemez ki, Kıbtî kan vâsıtasıyla suya vâsıl olmuştur. Aksine kan, onun suya ulaşmasına engeldir. Suda kan olma özelliği yoktur. Kıbtî’nin mizâcının bozukluğu sebebiyle bu görüntü ortaya çıkmış ve suya ulaşmaya mânî olmuştur.

Bu sâbittir, o hâlde, bu cemâat Allah Teâlâ’nın yakınlığını mülâhaza etmiş ve kul tarafını düşünmeden kulun Allah’a yakın olduğuna hükmetmişlerdir. Gâib (görülmeyen) ile görülen arasında fark görmemişlerdir. Oysa sahv ve temyîz erbâbı olan kişiler fark hâline sâhiptirler. Onlar gerçeğe uygun şekilde hükmetmişlerdir.

Allah Teâlâ daha iyi bilir, doğruyu doğru olarak gösteren ve doğru yola sevk eden de O’dur.

Demiştik ki, tasavvuf yolunda Cenâb-ı Hakk’ın yakınlığı sâlike zâhir olur.

Çünkü yolun sonuna erenler (müntehîler) Cenâb-ı Hakk’ın eşyâya yakınlığını “ilmî yakınlık” (eşyâyı bilme) olarak bilirler. Maiyyet, ihâta ve sereyânı da “ilmî” olarak yorumlarlar. Bu, ehl-i hak (doğru yolda) olan âlimlerin görüşüne uygundur. Bu sûfîler (yolun sonuna ulaşmadan) önceki bilgilerinden dolayı tevbe ve istiğfâr ederler. Allah’ın zâtı ile âlem (kâinât) arasında hiçbir ilişki olmadığını söylerler. Var olan her ilişkiyi Allah’ın sıfatlarına indirirler. O’nu keyfiyeti ve durumu bilinmez olarak kabul ederler. Bir ilişkiyi kabul etmek, bu mânâya aykırıdır. O hâlde zât îtibâriyle olan kurb (yakınlık) ve maiyyeti (berâberliği) her iki taraftan da (hem Allah’tan hem de kuldan) sıyırırlar, zâtî yakınlığı kabul etmezler.

“Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sâhibidir” (el-Hadîd, 57/21).

***

MA‘ÂRİF-İ LEDÜNNİYYE (ARİFLERİN HALLERİ)

İMÂM-I RABBÂNÎ

Doç Dr. Necdet TOSUN

SUFİ Kitap

1. sayfa (Toplam 1 sayfa) Tüm zamanlar UTC + 2 saat
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group
http://www.phpbb.com/