Nokta-i Süveydâ-4 Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu ALTINOLUK, 2014 - Eylül, Sayı: 343, Sayfa: 026
Tasavvufun erken dönem ana kaynaklarına bakıldığında maalesef Nokta-i Süveydâ adı altında geniş bilgi veren müstakil bir bölümün bulunmadığı görülür.1
Fakir, bu çalışmamızda, bulduğumuz bölük pörçük bilgi kırıntılarını bir araya getirip, konuyu enine boyuna tahlîlî bir süzgeçten geçirerek toparlamayı hedefledik.
İlerideki makalelerde inşallah genel değerlendirmelerde temas edeceğimiz gibi, oldukça ilginç bazı sonuçların daha şimdiden yavaş yavaş ortaya çıktığı görülüyor: Mesela; Kur’ân-ı Kerim’in sıklıkla, kalbi akılla aynı manada özdeşleştirmesinin2 ve bu iki kavram arasındaki illiyet irtibatının, nokta-i süveydâ bağlamında biraz daha açık olarak ortaya çıktığını gördük. Makalelerimizin daha sonraki bölümlerinde bu hususu, inşallah ayrı bir başlık altında analiz edeceğiz.
Bu yazımızda, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin “Nokta-i süveydâ” hakkında görüşlerini iki ara başlık altında ele alıp anlamaya çalışacağız.
5- ERZURUMLU İBRAHİM HAKKI’YA GÖRE NOKTA-İ SÜVEYDÂ a) Kalbin Bir Tavrı Olarak Nokta-i Süveydâ İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) Ma’rifetnâme’sinde (ks) kalbin nokta-i süveydasına temas eder.3 Şüphesiz ki her insan, potansiyel olarak kendi insanlık hakikatını kendinde zaman ve mekan üstü olarak taşır. Kimi insan seyr ü sülûk ile yani tasavvufî eğitimle bu potansiyelini açığa çıkarır/tahakkuk ettirir ve Hazret-i İnsan olurken kimileri de bu potansiyelini kinetize edemez, yani kendi “insanlık”larını, insanlık hakikatlerini ortaya çıkaramazlar, ölü olarak, ikinci doğuşla doğmadan yaşar, ve aynı hal üzere ölü kalb olarak ölürler.
İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) “Muhakkak ki insan bedeninde bir et parçası vardır ki o düzgün olduğunda, bütün beden düzgün olur. O bozuk olunca da bütün beden bozuk olur. Dikkat ediniz işte o, kalptir.”4 hadisine dayanarak şu tespiti yapar: Şu halde kalbin düzeltilmesi, her şeyden önemli ve önceliklidir. Çünkü gönül (kalb) hükmü geçerli bir sultandır ki bedenin diğer bütün âzâları onun hizmetçileri ve vatandaşlarıdır. Kalb; kötü huy ve davranışlardan kurtulup güzel huylarla donatılırsa ıslah edilmiş olur. Daha açık bir ifadeyle kalb, Hz. Peygamber’in (sav) sözlerine, davranışlarına ve ahlâkına uyarak ıslah olunur.5
Dirilmiş kalb, muhtevasındaki insanlığı açığa çıkarmış ve dolayısıyla insanlığa açılmış kalbtir.
Merhum Sami Efendi Hazretleri (ks) bu hususta sık sık şu vurguyu yapardı:
“Mezara insan olarak giriniz. Biz size bu maneviyat derslerini cesedinizi mezarda çürütmeyesiniz diye veriyoruz. Çünkü insan olanlar, yani aşıklar ölmezler!..”6
İbrahim Hakkı Hazretleri (ks.) “insanlık”ın en üst mertebesine nokta-i süveydâ’yı koyar.
Ancak, her şeyden önce veled-i kalbin yani kalb çocuğunun dünyaya gelmesi, kendi yumurtasını çatlatıp doğması lazım. O buna "ikinci doğuş" der.
Ona göre insanın kalbi, ruh-ı izafi7 ile birleştiği zaman daimi hayata erer, bu şekilde bütün hayvan ve melek (süflî ve ulvî) mertebelerini geçip insan-ı kamil olur. Yani “insan” olur.8
Ve konuya şöyle devam eder İbrahim Hakkı (ks) Hazretleri:
Nitekim Hz. İsâ (as.); “Bir kimse iki kere doğmadan melekuta, göklere ve melekler topluluğuna giremez!”9
Hz. İsâ’nın bahsettiği ilk doğum, senin ana rahminden dünyaya gelmendir. Yani ana karnında bulunduğun o darlık ve karanlıktan kurtulmandır. Ana karnındaki kanlı sulardan temizlenmen ve cisimler dünyasında belli bir şahıs olarak yerini almandır. Hisler ve kuvvetlerle süslenmiş olarak doğmandır.
Bahsedilen ikinci doğum ise hayvanî ve kötü sıfatlardan arınmandır. Nefsin karanlık ve bulanıklıklarından kurtularak manevi temizlikle melek özelliği kazanmandır. Böylece gönül âlemine gelir, melekler topluluğundan olursun ve Hakk'a yakınlık üns toplantısına katılmak üzere yol bulursun. O mânâ âleminde gönül ehlinden olarak kalbin derecelerini görürsün. Atvar-ı Seb’a yani gönlün yedi tavır ve derecesinde olgunlaşıp Hz. Musa (as.) gibi münacâta erersin.10
İşte tam burada İbrahim Hakkı, dünyaya gelen o kalb çocuğunun, kalbin yedi mertebesinde sanki bebeklik, çocukluk, bulûğ, gençlik, orta yaşlılık, ihtiyarlık ve nokta-i süveydâ yani ölüm gibi olgunluk merhalelerinden geçtiğini anlatır. Merhalelerin en sonunda amâ (simsiyah bulut), nokta-i süveydâ yani ölmeden önce ölmek vardır ki buna o sıddîkiyet, der.11
Nitekim Peygamber Efendimiz “Ölmeden önce ölmüş birini görmek isteyen Ebu Bekir-i Sıddîk’a baksın” demiştir.12
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) önce kalbi yedi tavr’a/hale ayırıyor ve Nokta-i süveydâ’ya kadar kalbin açılım/gelişim tekâmülünü şu minval üzere açıklıyor. Ve onun her bir durumuna tavr adı veriyor.
1. İbrahim Hakkı, (ks) sen kalbin ilk derecesinde/ tavrında, önce aklını kullanır Hakk’ı bâtıldan ayırarak “Mü’min” olursun, der. Yani ona göre; kalbin en primitif en genel en avam hali; iman derecesidir.13 Yani kalb yola çıkar.
2. İkinci derecesi/tavrı sadru’l-kalb’tir. Bu mertebede tefekkür ehlinde şerh-i sadr/inşirâh-ı sadr zevki oluşur.14 Yani bu seviye, tefekkürden feyz ve zevk alma ve gönülde ilâhî ma’rifet sırlarının parlaması halidir.15
3. Kalbin üçüncü tavrı ise hubbetu’l-kalb’dir. Kalb bu olgunluk kıvamında, üzüntü ve sevinci unutur, manevî âlemin isteklerine göre uçar, menzilleri/konakları aşar. Yani sevince de üzüntüye de nötr’dür. Kur’an’da: “Allah’ın verdiği (nimetle) ferahlanmayın, elinizden aldıkları yüzünden de üzülmeyin”16 âyeti kalbin bu nötr tavrına, seviyesine işaret eder.
4. Kalbin dördüncü tavrı mühcetü’l-kalb’tir.17 Yani kalbin ruhu ve canıdır. Bu durumda kalb, Allah’tan gelen cemâlî tecelli ile, nefsden gelen celâlî tecellinin arasını firasetle ayırdeder hale gelir.18
5. Kalbin beşinci tavrı da “şeğâf”tır.19 Bu mertebede Hak, cezbeyle seni senden alır, dünya sevgisinden kurtulursun, az güler hâle gelirsin: ayetteki “Çok ağlayın, az gülün”20 emri ile bu tavra işaret vardır.
6. Kalb bu altıncı mertebede/tavırda “fuâd”21 adını alır. Bu durumda Rahmân’dan kalbe vâridât gelmeye başlar ve nefsin vesveselerinden kurtulur,22 cemâle mazhar olur. “Gönüllere vesvese verenin şerrinden Sana sığınırım”23 ayetindeki sığınma gerçekleşir ve bu kalb cemâle mazhar olur.
7. Yedincisi “Süveydâ”dır. Yani siyah nokta. Bu son dereceye ulaşırsan sen doğruluk ve sadâkatla sıddîklardan24 olursun. Kalbin, cemâl aynası ve Hakk’ın nazargâhı olur. Nurla huzurla sevinçle dolarsın. İşte tam burada nokta-i süveydanın en önemli özelliğini açıklayan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (ks.) sen kalbin bu mertebesinde, zaman ve mekandan dışarı çıkarsın diyerek, kulun lâ zamanî ve lâ mekânî25 hale geldiğini, zamansıza, mekansıza ulaştığını söyler, diğer mutasavvıflar gibi. Ona göre bu süveydâ’nın ötesinde, Hadis-i Şerifte belirtildiği gibi “Altında ve üstünde hava bulunmayan” en yüce göğe yani sema-yı amâ’ya26 yani simsiyah kara buluta yükselirsin. Herşeye gücü yeten Allah (cc) katında, Peygamberlerle birlikte mak’ad-ı sıdk’ (sıddıkiyet makamı’na)27 erersin. Orada sonsuz olarak huzur bulup zevk alırsın.28
Erzurumlu İbrahim Hakkı kalbi bu minval üzere iman, sadru’l-kalb, hubbetü’l-kalb, mühcetü’l-kalb, şeğaf, fuad ve süveydâ olarak tekâmülî inşa derecelerine/tavırlarına ayırır.
Her insanın kalbinde bu yedi tavır vardır. Ancak tekâmül etmemiş kalpte bu tavırlar bi’l-kuvve olarak bekleme halindedir. Yani tahakkuk, tahkik ile, bu potansiyel yapının kinetize edilmesi çalışması ortaya çıkarılması lazımdır ki sıddîkiyet sahibi bir kul profili ortaya çıksın.
Câlib-i dikkattir ki diğer mutasavvıflar, nokta-i süveydâyı bir başlangıç görürken, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri son olarak görür.
Aslında iki görüş de birbirlerini tamamlar gibi görülebilir. Ruh zamansız ve mekansız bir varlık olarak, kalbin süveydâ tavrında mâverâya/ötelere doğru yani amâ’ya ve insanî hakîkata doğru yolcuğuna devam etmektedir.
Mesela İbn Berrecan, kalbin ötelere açılan zamansız mekansız yönüne “kalb” derken akla açılan yani zamanlı mekanlı yönüne de “fuâd” adını vermektedir.29
Hallâc da Kitabu’t-Tavasin’de süveydâ’ya direkt olarak kapı ismini verir. Yani süveyda denilen kalbin bu yönü, İbn Arabî ve İmam-ı Rabbânî’de de görüldüğü gibi zamansız mekansız olan Allah’ın zâtına açılan, hatta zikrin darb edildiği yeri, vahyin indiği herşeyin başladığı müşahedenin ortaya çıktığı, ölüm, ahirete açılan bir kapıdır.
Genelde muğlak görünse de en sonunda bu siyah nokta/kara deliğin ötesinde Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın (ks) ifade ettiği gibi “Amâ”30 vardır. Ve bu en son zirve iman derecesi olan sıddîkıyyet makamıdır …
Bilindiği gibi sahabe bir gün Peygamberimize (sav) sorar.
-Ya Rasûlallâh! Bu Kâinât başlangıçta nerede idi?
Peygamberimiz de (sav) cevap verir.
-Altında ve üstünde hava olmayan (yani zamansızlık ve mekansızlıkta) “Amâ”daydı…31
Amâ, simsiyah kara bulut demektir ve tam körlük anlamına gelir. Yani aklın erişemediği anlayamadığı karanlıkta kaldığı bir varlık alanıdır amâ… Yani daha önce bütün kainat, bilinmeyende/körlükte/siyahtaydı. Allah (cc) “Ol!” deyince kâinat yani her şey oradan ortaya çıktı.32 Yani nokta-i süveydâ ve hemen ötesindeki amâ, mutasavvıflarımızın da dediği gibi herşeyin ortaya çıktığı yerdir.
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın ruhî tekâmülün zirve noktası olarak değerlendirdiği bu noktada, müşâhede tam ve olgun olur. Kul bu kemalât seviyesinde ihsan hadisinde ifade edildiği gibi Allah’ı görür hale gelir. Eşhedü enlâ ilahe illallah; işte burada gerçekleşir. Yani şehâdet; Ben, Allah’tan (cc.) başka bir ilâhın olmadığına gözlerimle görür gibi inanıyorum, demek olur.
Kısaca Erzurumlu İbrahim Hakkı (ks) da nokta-i Süveydâyı, kulun Allah’a (cc) yani zaman mekan ötesine açılan kalb seviyesi olarak görür.33
Dipnotlar: 1) Bkz: el-Kuşeyri, Risâle, Kahire 1966; Hucvîri, Keşfu’l Mahcûb, Tahran 1338; Serrac, el-Luma’, Kahire, 1960; Ebu Talib Mekkî, Kûtu’l Kulub, Kahire 1961 vs. 2) A’raf, 179; Hacc, 46; Muhammed, 24. 3) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetname, İstanbul 1310, ss. 292-304; ayrıca bkz: Ma’rifetname, Sad.: Dr. Kerim Kara, Cafer Durmuş, Erkam Yayınları, İstanbul 2011, ss. 315-349. 4) Buhârî, İman, 39; Nesâî, Buyû’, 2; Müslim, Musâkât, 107; Tirmizî, Buyû’,1; Camiû’s-Sağir, 3856. 5) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rifetname, c. II, s. 318. 6) Ethem Cebecioğlu, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Evliya Menkıbeleri, no: 9, s. 117. 7) Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1991, ss.400-402. 8) Suad el-Hakîm, el-Mu’cemu’s-Sufî, el-Hikmetü fî Hudûdi’l-Kelime, Beyrut 1981, ss. 158-168. 9) Bkz: Suhreverdî, Avârif (İhyâ kenarında), c.II., s. 18 vd.; Hânî, el-Behcetü’s-Seniyye, ss. 3, 30. 10) Meryem, 52. 11) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, II, ss. 329-30. 12) Bkz.: Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri, s. 497. 13) Ma’rifetname, c. II, s. 330. 14) Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 409. 15) Elem Neşrah için bkz: İsmail Hakkı Bursevî, Ruhu’l Beyan, İstanbul 1389, c. X, ss 461-2. 16) Hadîd, 23. 17) Necmüddin-i Dâye Razî, Mirsâdü’lİibad, Tahran 1453, s. 110. 18) Ma’rifetname, c. II, s. 330. 19) Yusuf, 30. 20) Tevbe, 82. 21) Ayrıca bkz: Alusi, Ebu’l Beka , Külliyyât, Kahire 1273, s. 278. 22) Kuşeyrî, er-Risâle, s. 43. 23) Nas, 5. 24) Cürcânî, et-Ta’rîfat, s. 138; Sülemî, Tabakâtü’s-Sûfiyye, ss. 20, 96, 144, 203, 378. 25) Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss.391-392; İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul 2013, s. 284. 26) Ebu Rezin, el-Ukayli’den nakledilmiştir, Cürcânî, et-Ta’rîfat, s. 157. 27) Kamer, 55. 28) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, c.II, s. 330. 29) İbn Berrecan, el-İrşâd ilâ Sebili’r-Reşâd, c. II, s. 311. 30) Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye, c. II, s. 310. 31) Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 40. 32) Yasîn, 82. 33) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, c.II, s. 330.
***
Nokta-i Süveyda-5 Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu 2014 - Ekim, Sayı: 344, Sayfa: 046 Bundan bir önceki yazımızda ünlü mutasavvıfımız Erzurumlu İbrahim Hakkı (ks) Hazretleri’ne göre Nokta-i Süveydâ konusunu ele almış ve orada Nokta-i Süveydâ’nın kalbdeki yerinin ne olduğunu incelemiştik.1
Bu yazımızda da Kur’ân’ın kalbe indiği ve zikir darbını yaptığımız yer olan Nokta-i Süveydâ’nın yani siyah noktanın Marifetnâme’de anlatılan özellikleri üzerinde durmak istiyoruz.
b) Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya Göre Nokta-i Süveydâ’nın Mahiyeti İbrahim Hakkı (ks) yüreğin tam ortasında siyah bir nokta bulunduğunu ve onun Süveydâ’nın yeri olduğunu söyler.2 Ancak bu nokta, elle tutulup gözle görünen deterministik dünyamıza ait bir şey/nesne değildir, yani maddi değildir, mânevîdir.
Bu hususu belirttikten sonra üstadımız, bu siyah noktanın niteliğini/mahiyetini anlatmaya çalışır. Fakat burada peşinen işaret etmek istediğimiz bir nokta var. Malumdur ki az önce ifade ettiğimiz gibi kalb tamamen metafizik bir varlıktır. Bu durumda sonlu olan akılla, kuşatıcı olarak tam anlamıyla sonsuz, zamansız, mekansız, soyut özelliğe sahip kalbi anlamak/anlatmak oldukça zordur. Yani kısaca akılla sonsuz olan kalbi kuşatmak mümkün değildir.
İşlediğimiz Nokta-i Süveydâ konusu, kalb metafiziğinin içinde daha ileri metafizik bir konudur. Yani Nokta-i Süveydâ’nın özelliklerini anlatmak demek, bu durumuyla metafizik içinde metafiziği anlatmak manasına gelir. Bu, gerçekten Şakir Kocabaş’ın “İfadelerin Gramatik Analiz”inde bahsettiği gibi mana içinde mana analizi3 gibi en üst seviyede soyut bir anlama faaliyetini gösterir.
İşte bu noktada, üstadımız İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) ilmî-irfânî derin sezişiyle Nokta-i Süveydâ’yı anlatmaya çalışarak çok çetin bir zihni çabayı, bizce başarıyla tamamlamıştır.
Bu girişten sonra Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya göre Nokta-i Süveydâ’nın mahiyeti nedir? Şimdi maddeler halinde onu görelim.
1) Nokta-i Süveydâ, cihanın, kâinatın ruhudur.4 Klasik tasavvuf anlayışında insan büyük alemdir, kainat ise küçük alemdir ve insanda tohum olarak/öz olarak dürülmüştür. Şeyh Galib’in dediği gibi:
Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dide-i ekvân olan âdemsin sen5
Özetle İbrahim Hakkı Hazretleri insan kalbindeki Nokta-i Süveydâ, bütün varlığın tohum halindeki özeti, yani özüdür, der. Kainatın ruhu, kainatın özüdür ve bu öz, halife olan insanın 6 kalbinin Nokta-i Süveydâ’sında mevcuttur. Eşyanın hakikati Nokta-i Süveydâ’dır.
2) Nokta-i Süveydâ İbrahim Hakkı’ya (ks) göre, insan aleminin arşı olan maneviyat güneşinin doğduğu yerdir. Bu doğuş yerine “Cenân” adı verilir.7 Ve, İbrahim Hakkı’nın kullandığı bu terimin kalb, cennet, can, karanlık, cin vs. gibi mânâ-lügat açılımları vardır.8
“Kalbü’l-mü’mini ‘arşullah” yani “müminin kalbi Allah’ın (cc) arşıdır.”9 İbrahim Hakkı burada kalbin Allah’ı kuşatan yönünün, yine kalbin derinliklerindeki Nokta-i Süveydâ olduğunu ifade ediyor ve Nokta-i Süveydâ’nın bu yönüne “Cenân” adını veriyor. Ona göre “cenân” kalb ve yürek manasınadır.
Özetle bu durumuyla Nokta-i Süveydâ, küçük kara delik, maneviyat güneşinin doğduğu yerdir. Işık karanlıktan, yani işte bu küçük siyah noktacıktan doğar gelir, varlığa çıkar.
Manaların doğduğu yer, dervişlerin murakabede10 daldıkları gaybet karanlıklarında meknuz olan bir Nokta-i Süveydâ’dır. Bu şekilde mana ışığı, manasızlık karanlığından, gaybdan/gaybetten doğar gelir. Bu yüzden murakabeye çok iltizam etmek, bir müridi manaca çok olgunlaştırır. Ki büyük sufîlerin çoğu bu konuda titizlik göstermişler ve gecelerinin büyük bölümünü murakabeyle geçirerek mana güneşinin doğduğu yerdeki taze mana ışıklarıyla imanlarını, ruhlarını, iç dünyalarını, tefekkürlerini aydınlatarak zenginleştirmişlerdir. İbnü’l-Arabî’nin hocası İbn Berrecân bu keyfiyeti şöyle açıklar: “Kul, dünyada, murâkabe hali, batınî bir nazar ve i’tibarla, Allah’ı görebilir”11 ki buna “ihsân” denir. İhsan makamına ulaştıran murakabede sâlikler, ayrıca korkularından emin olup vuslâtı yaşamışlardır.12
3) Nokta-i Süveydâ, insanın ruhunun çıkış yeri olan en büyük noktanın aynasıdır. Bu Nokta-i Süveydâ ile ilgisi bulunan can/kalb, bütün bedende hâkimiyet/hükümranlık kuran yani sultan/yönetici olan nefs-i nâtıka durumundadır.13
İbrahim Hakkı’ya göre; beden ülkesini yöneten ruh, işte bu siyah nokta ile alakalıdır. Nefs-i nâtıka maddi değildir, ama fiillerinde maddeye yakınlığı olan cevherdir.14 Bu durumda dış dünya ile bağlantılı olan bedeni, nefs-i nâtıka olan kalb/can yönetir. Kalb, ışığını Nokta-i Süveydâ’dan alır. O da büyük noktanın aynasıdır. Yani yansıdığı, ortaya çıktığı yerdir.
4) İbrahim Hakkı Hazretleri (ks)’ne göre; Nokta-i Süveydâ’nın büyüklük ve şanı, dış görünüşünde değil sırr-ı istivâsında ortaya çıkar.
Peki Nokta-i Süveydâ’nın bu şanına, büyüklüğüne kimler ulaşabilir/onu elde edebilir?
İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) bu soruya şu kısa cevabı verir: İnsanlıktan geçerek melekler gibi saflaşmış kimseler, Nokta-i Süveydâ’nın bu şanına ve büyüklüğüne ulaşabilirler.15
Yani nefsini tezkiye, ruhunu tasfiye eden, rafine olmuş kamil insanlar, insanlığın başlangıç yeri olan bu saf ve temiz ilahi kaynağa, yani Nokta-i Süveydâ’ya ulaşır. Tasavvufta biz buna kısaca ölmeden önce ölmek diyoruz.16 Oraya varmak asl’a varmaktır. Asl’a rücu‘dur.
Bu durumda Nokta-i Süveydâ, saflaşmış ruhların yaşayarak zevken duyabileceği ama anlatamayacağı bir konumdadır. Akıl ötesi olduğu için, akıl sınırları, Nokta-i Süveydâ’yı anlatma/açıklama konusunda yetersiz kalır. Yani “La tüdrikuhu’l-ebsâr.”17
İbrahim Hakkı Hazretleri (ks)’ne göre o seviyeye ulaşan saf ruhlar, gözlerin göremediğini görür18 ki bu gördüğü Hak’tır ve o, gördüğü Hak ile huzuru, ünsiyeti yaşar. Yani Hak, ona açık olur, açıklanır, tebeyyün eder.19
5) Nokta-i Süveydâ’nın sırr-ı istivâsı, cisim, şekil ve renklerden (vasıflardan) uzak bir ferd ve mücerred/soyut bir noktadır.20 Metafizik, şekilsiz, zamansız olduğu için maddi aleme/fizik aleme ait şekiller onun için geçerli değildir.
6) İşte bu soyut bir ferd olan, Nokta-i Süveydâ’nın sırr-ı istivâsı, büyük noktanın tam karşısında ayna gibidir ve tamamen onu gösterir.21 Nokta-i Süveydâ’nın istivâ sırrı işte bu büyük noktadır, yani Rahman olan Allah’tır. Bu yüzden hadis-i kudsî’de “Ben insanın/âdemin sırrıyım, insan da benim sırrımdır” diye varid olmuştur. Çünkü insan halifedir, yani Allah’ın temsilcisidir. Fihi mâ Fîh22 sırrı da, bir şekilde ayna/yansıma metaforuyla anlatılacak şekilde hilafet keyfiyetiyle bağlantılıdır.
Bu durumda Nokta-i Süveydâ’nın sırr-ı istivâsı; akl-ı evvelin ve mükemmel ruhun aynası yani göründüğü, ortaya çıktığı yer olur. Yani Allah’a imanın insanda ilk başladığı yer, işte bu noktanın istivâ sırrı oluyor. Ve bu yüzden zikirle/hatırlama ile iman artıyor, itmi’nan, huzur başlıyor. İşte bu noktada zikrin imanı artırma keyfiyetini Kur’an’da da buluyoruz: “Onlara âyetlerimiz tilâvet olununca bu, onların imanını artırır.”23
Nokta-i Süveydâ’nın bu durumda kendine özgü bir istivâsı var olmuş oluyor. Yani Nokta-i Süveydâ’nın istivâ keyfiyeti akl-ı evveli, mükemmel ruhu gösteren bir ayna olmasıdır. Bu durumda akl-ı küllü, akl-ı evvel’i görmek/bilmek için Nokta-i Süveydâ’nın istivâ aynasına ihtiyaç vardır, diyebiliriz. Nokta-i Süveydâ’sı ile bir insan, Hakk’ı görecek bir şekilde aşk ile yaşayıp tecrübe ederek O’nu zevken-irfânen bilir. Bu durumda “insan” Rahman olan Allah’ın/Rahman’ın istivâsına, kalbe gelip yerleşmesine metafizik mahal oluyor. Bu keyfiyet, varlıklar âleminde sadece insanda vardır. Bu yüzden de “insan” halifelik payesine erişilebilir kıvamda yaratılmıştır.24
Peki Nokta-i Süveydâ’nın aynalık ettiği akl-ı evvel nedir?
Akl-ı evvel, hadiste geçtiği gibi Allah (cc)’ın ilk yarattığı şeydir. Vahdet mertebesi, Nur-ı Muhammedî (sav), insanın hakikati, arş,25 Allah (cc) önce ilk aklı/Nur-i Muhammedî’yi (sav) yarattı.26 Ondan sonra da diğer varlıkları O’ndan yarattı.27 Buna ilahi ilmin ilk zuhuru denir ve tafsili/ayrıntılanması değildir.
Bu durumda Nokta-i Süveydâ, istivâ etmemiş haliyle Nur-i Muhammedî’den, akl-ı evvelden, insanın hakikatinden, arştan daha hususi bir konumda, ama ayna olma potansiyelindedir.
7) İnsanî hakikat, Nokta-i Süveydâ’nın sırrıdır. İnsanî hakikat ise her zaman endişe duyar, uyuyunca rüya icad eder. Nokta-i Süveydâ’nın sırrı olan bu hakikat-i insaniyye, insana ait hislerin ve kuvvelerin kaynağının kaynağı/özünün özüdür.28
Konuşuruz, sesler çıkarırız. O sesler, düşünce ve fikirlerimizin zarfı ve dış kabuğudur. Düşünce ve fikirlerimiz de Nokta-i Süveydâ’nın harfleri mesabesindedir. Ve o harf denilen düşünce ve fikirlerimizin çıktığı Nokta-i Süveydâ ise mananın özüdür. Harfler, o noktadan doğmuştur. Akl-ı meâdın/ahireti düşünen aklın kaynağı işte bu özdür.29 Bu durumda mananın çıktığı yer Nokta-i Süveydâ’mızdır. Harf olan düşüncelerimiz işte buradan çıkar. Konuşunca çıkardığımız sesler de, bu düşünce harflerimizin zarfı ve kabuğudur. “Her insan konuşmasının altında gizlidir.”30 Yani konuşmasına bakarak bir insanın harfini biliriz. وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللَّهَ عَلَى حَرْفٍ31 ayetine göre o insan hangi harf üzere ibadet, kulluk yapıyor, anlarız. Bu yüzden mana denen sırrın temiz olması kulluk için çok mühimdir. O tasfiye için de tasavvufî seyr ü sülüka çok büyük ihtiyaç vardır. Fefhem!
İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) burada yarı metaforik şu açıklamayı yapar: Kalbin Nokta-i Sevdâ’sından doğan güneşin ışıkları beyne yansır, onu aydınlatır. Tıpkı maddi güneş gibi… Güneş gökte iken onun ışıkları yeryüzüne ulaşır. Oradan atmosfere girer ve bu şekilde bu maddi dünyamızı aydınlatır. Eşyaya hayat verir, kuvvet verir. İşte bunun gibi maneviyat güneşi de ehadiyyet mertebesi olan ‘amâ semasından, insanî hakikat mertebesine ışık saçarken onun ışığı Nokta-i Süveydâ’yı doldurur, oradan da beyne yansıyıp, bu şekilde insan bedenine ait hisleri ve kuvvetleri ışıklandırarak vücut organlarına hayat ve kuvvet verir. Böylece bir hayatiyet olarak göz görmeye, el tutmaya, kulak duymaya, ayak yürümeye başlar. İşte bedenin her bir hücresinde gördüğümüz hayat ve kuvvetin ışığı bu Nokta-i Süveydâ’dan gelir.32 ‘Amâ, insanî hakikat, Nokta-i Süveydâ, beyin ve vücud organları sırasıyla ard arda Allah’tan gelen ışığın takip ettiği yukarıdan aşağı inen hiyerarşik bir yol haritasıdır. Bu yüzden şeriata uygun olarak salih amellerin kalbde bıraktığı iz, nur ve ışık olur. Aksine salih olmayan/günah ameller de kalbde karanlığa/ışıksızlığa yol açar. Hadis-i şerif ve ayette, işlenen her günahın kalbde bir iz/kir bıraktığı ifade edilmektedir.33
İşte bu yüzden salih amel işlemek demek kalbdeki doğuştan gelen safiyetin/ışığın/hatta imanın korunması yani kalbin diri kalması demektir. Hasta kalb, gafil kalb, ölü kalb ise, kulun kalb denen ilahî emanete günah işlemek suretiyle ihanet etmesi manasına gelir.
Bu yüzden kalbimizden de hesaba çekileceğiz; “inne’s-sem‘a ve’l-basara ve’l-fuâde küllü ulaike kane anhu mes‘ûlâ”34 “Muhakkak ki kulak, göz ve kalb, bunların hepsinden kul sorgulanacaktır, yani mesuldür.”
Dipnotlar: 1) Ethem Cebecioğlu, “Nokta-i Süveydâ”, Altınoluk, Temmuz 2014, ss.22-5. 2) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 319. 3) Bkz. Şakir Kocabaş, İfadelerin Gramatik Analizi, İst. 1974. 4) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 319. 5) İskender Pala, Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü, s. 17-8. 6) Bakara, 2/31. 7) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 319. 8) Bkz. İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, “c-n-n” mad. 9) Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, II, s. 100, hadis no: 1886. 10) Murakabe için bkz. Muhammed b. Abdullah El-Hanî, Adâb, Ali Hüsrevoğlu, İst. 1986. 11) İbn Berrecân, Tenbih, c. I, ss.327-328. 12) Muhammed b. Hüseyin b. Abdullah eş-Şerîf el-Habeşî, el-Ukudü’l-U‘lviyye fî Beyâni Tarikati’s-Sadâti’l-U‘lviyye, ys. 1298/1886, s. 25; Ebü’l-Mevâhib Cemâleddin Muhammed eş-Şâzelî, Kavâninü’l-Hükmi’l-İşrâk, Dımaşk 1309/1891, s. 19. 13) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 319. 14) Cürcânî, Ta‘rîfât, s. 239. 15) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 319-20. 16) Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, ss. 432-33. 17) Enam, 6/103. 18) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 320. 19) Âfâkta ve enfüste âyetlerimizi ona göstereceğiz. Sonunda Hak ona açık hale gelir/tebeyyün eder. (Fussilet, 41/53) 20) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 320. 21) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 320. 22) Mevlânâ’nın eserlerinden birinin “Fîhi mâ Fîh” ünvanıyla olması da irfanî olarak ilginçtir. 23) Enfal, 8/2. 24) Tîn 4. 25) Tehânevî, Keşşâfü Istılâhâti’l-Fünûn, Hindistan 1862, İst. 1318, C. II, s. 1028. 26) Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, I, 238, hadis no: 826. 27) Bkz. Suad el-Hakim, ek-Mu‘cemü’s-Sufî, “Nur-i Muhammedî” mad. 28) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 320-21. 29) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 320-21. 30) Ebu Bekir el-Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfât, thk. Mukbil Hâdi el-Vadiî, Mektebetü’s-Sevâdî, Cidde 1993, III, 54. 31) Hac, 22/11. 32) İbrahim Hakkı, Ma‘rifetnâme, s. 321. 33) Mutaffifîn, 83/14; İbn Mace, Zühd, 29; İbn Hanbel, Müsned, II, 297. 34) İsrâ, 17/36.
***
Nokta-i Süveydâ Prof. Dr. Ethem Cebecioğlu 2014 - Aralık, Sayı: 346, Sayfa: 038
Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya (ks) göre, nokta-i süveydâ, âdeta bir kelimeye benzer. Bu yönüyle kelimenin mânâsı, (bütün) hakikatlerin toplandığı noktadır. (Nokta-i Hakikat-ı Câmia)
Bir özet halinde asılları toplayanın (hakikat-ı câmia’nın) açılımı/açıklanması da, bütün ulvî ve süflî varlıklarıyla kâinâtın tamamıdır. Bu, her meyvenin çekirdeğinde, kendi ağacını özet olarak bulundurmasına benzer.1 Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin ıstılahında bu hakîkatü’l-hakâik’e tekabül etmektedir. Hakîkatü’l-hakâik’in mana olarak açılımı da şudur: Bu; Hakk’ın ve âlemin akledilen mâhiyetlerini kendinde toplayan akledilir bir hakikattir. Başka bir ifadeyle bu; ilâhî ve kevnî iki mertebenin mahiyetlerinin bileşimidir. O, bu yönüyle âlemin aslıdır.2
İbrahim Hakkı’nın (ks) bu ifadesinden, bütün kâinatın ulvî-sûflî bütün varlıklarıyla toplu olarak, her insanın kalbindeki nokta-i süveydasında, özet olarak/icmalen var olduğu sonucu ortaya çıkar. Yani yaratılmış maddî-manevî, ulvî-süflî ne kadar varlık varsa, hepsinin hakîkati insanın nokta-i süveydâ’sında hazır/evvelî (primordial) olarak mevcuttur.
Esasen bu görüş, tasavvufta genelde insanın nüsha-i camia3 olarak kabul edildiği görüşüyle aynıdır. Bu insan merkezli (humana-centric) kâinat anlayışıdır. Ve halife olarak insanın değerinin/mükerremiyetinin seviyesini gösterir. Ayrıca bu ayrıca “İnnî câilün fi’l-ardı halîfeh”4 ve “ Velegad kerremnâ beni Âdem” in5 tasavvufi yorumudur/açılımıdır.6
Sonuç olarak nokta-i süveydâ, bütün varlığın cem olduğu yer olması hasebiyle İbrahim Hakkı’ya göre bu durumda insanın gönlü, ilahî nüshadır, bitmek tükenmek bilmeyen sırların yüklenicisi ve taşıyıcısıdır. Her kim kendi gönlüne/nokta-i süveyda’sına girerse, o su ve toprak (maddî kayıt) zahmetinden kurtulur. Can sohbetini bulur, Allah (cc) tarafından cezbedilerek ünsiyet huzur meclisine kabul edilir.7 Murakabe uygulamasının nihâî gayesi de zaten Hak ile bu ünsiyeti/sohbeti bulmaktır.
Ona göre üns ve huzur meclisine kabul edilenin kalbine nokta denirken, kalbine (yani o noktaya) gelen düşüncelere yani havâtıra da harfler denir. Ancak gerek bu nokta ve gerekse noktaya gelen doğan harfler manevîdir. Bu, bildiğimiz şeklî nokta ve harfler değildir. Surî/şeklî harfler bölünme ve taksim kabul eder, kalbe gelen manevî/soyut harfler (yani düşünce ve havâtır) ise bölünme ve taksim kabul etmez.8 İbrahim Hakkı bu şekilde, kalemle yazdığımız, gözle gördüğümüz harf ve nokta ile, gönle gelen ve gözle görünmeyen harfleri ve noktayı iki farklı kategoriye ayırır. Şekilli ve şekilsiz.9
9) Ruh adı verilen emr’in makamı ve merkezi bu nokta-i süveydâ’dır. Ruh, Allah (cc)’ın emr’indendir.10 Emr’de ise, hayy-ı müdrike, yani başkasına hayat ve idrak edicilik özelliği verme kabiliyeti vardır.11 İşte emr özelliğine sahip olan bu ruh, insanın hakîkatidir ve insanın bu hakikati de nokta-i süveydâ’nın sırr-ı istivâsıdır.12 İbrahim Hakkı’ya göre ruhun hayat verici özelliği yani hayat nokta-i süveyda’da başlar. Dolayısıyla ölünce orası maddi hayatın bittiği yerdir.13
Bu durumda İbrahim Hakkı Hazretlerine (ks) göre nokta-i süveydâ’nın; a) İstivâsı vardır. b) Bu istivâsının da sırrı vardır. Bu da insanın hakikati olan ruhtur. Dolayısıyla ruhun merkezi de bu nokta-i süveydadır. Yani ruhun insandaki bir dayanak noktasıdır da diyebiliriz.
10) Nokta-i Süveydâ iki yüzü olan cilâlı bir aynaya benzer ve yuvarlaktır. Yani gayb alemine de şehâdet alemine de yönelik olarak yaratılmıştır.14 Yani nokta-i süveydâ gaybın ve şehâdetin buluştuğu ortak paydadır.
Gayb âlemi bilinmeyen âlem, şehâdet âlemi bilinen âlemdir.15 Dolayısıyla bilinenlerle bilinmeyenlerin eridiği, kaynaştığı yer nokta-i süveydâdır. Burada ne ilim vardır, ne de cehl vardır, Hacı Bayram-ı Veli’nin (ks) dediği gibi: “Şâr dedükleri gönüldür Ne âlimdür ne câhildür.”16
Burada bilmek bilmemeye, bilmemek bilmeye eşittir ve birbiriyle cem’ olarak karışmış tevhîd olmuş, ikilik kalkmıştır. Yani Serrâc’ın da ifade ettiği gibi buradaki tevhid; cem’le fark ikiliğinin kalkmasıdır.17 Bu durumdayken “Mâ arafnâke”18 diyen Peygamberimizin (sav) bildiği, ârif olduğu husus, “bilmedik”, “ârif olmadık”a dönüşmüştür. Yani Allah (cc) bildiğimizden de öte müte‘âl bir varlıktır. Mutlak Gayb mertebesinde Allah (cc) tamamen gizlenmiş gayb olmuştur.19
Allah’ı (cc) hakkıyla bilmek, imkan harici. Peygamberimizin (sav) bildiği Allah’ı (cc) bilmediğini bildirmesi söz konusu iken bu denklemi kendi yüce Peygamberlik ulviyyeti içinde Peygamber Efendimiz (sav) çözümlemişti. Yani O, Allah’ı (cc) Hakkıyla bilmesi önünde, bu ma’rifetini/bilmesini yeterli görmemenin acziyetini dile getirmişti. Halbuki O, en büyük Peygamber’di (sav). Geçmiş ve gelecek bütün bir insanlık ailesinde Allah’ı (cc) en iyi bilen de O’ydu. Ve O (sav) , bu haliyle “Mâ arafnâke” sonucuna varmıştı. O’nun (sav) durumu bu iken bizim durumumuz nasıl olur? O’na göre hiç şüphesiz kâbil-i kıyas bile olamaz.
Nokta-i Süveydâ’yı her insanda sanki bir ayna gibi ve yuvarlak, olduğunu söyleyen İbrahim Hakkı (ks) Hazretleri, zımnen dairenin içe doğru küçültülmüş en son halinin nokta olduğuna, noktanın dışa doğru açılmış halinin de daire olduğuna işaret etmektedir. Nokta-i Süveydâ’yı daire olarak nitelemek, hiç şüphesiz nokta-daire arasındaki bağlantıdan kaynaklanmaktadır.20
Bilindiği gibi daire noktanın büyümüş, açılmış hali iken, nokta da dâirenin en küçültülmüş hâlidir. Nokta en mükemmel olduğu için noktanın dâiresel açılımı yani daire en mükemmel geometrik şekildir. Bu yönüyle noktaya soyut/mücerred dâire denilebileceği gibi, daireye de somut/müşahhas nokta denir. ‘Vetera’l-melâikete hâffine’21 ayetinde belirtilen meleklerin dairevî ibadeti, bu mükemmeliyete işaret eder. Ve bu dairenin merkezî de insan-ı kamildir.22 Prof. Dr. Burhan Toprak’ın da işaret ettiği gibi, daire sonsuzluğu ifade ettiği için, İslam mimarisi, daire geometrisi üzerine dizayn edilmiştir.23
11) İşte Nokta-i Süveydâ olan bu ayna çoğu kez netliğini kaybedip bulanık hâle gelir. Peki bu nokta-i süveydâ aynasını neler kirletir? a) Cahillik kirleri, b) Gaflet pusları, c) Gazab mücadeleleri, d) Şehvet kavgaları, e) Ve çeşitli dünya sevgisi renkleri,
Hiçbir şeyi göstermeyecek şekilde kirlenip, bulanan24 bu aynayı tekrar parlatmak için; a) Hakikat ilmi, b) Şeriata (Kur’ân ve Sünnete) sımsıkı yapışmak, c) Aleme ibret nazarıyla bakmak, d) Yumuşak huyluluk (hilm), e) Namuslu (iffetli) olmak, f) Dürüst olmak, g) Dünyadan yüz çevirmek (zühd) h) İbadet etmek, ı) Zikretmek, i) Ve fikretmek gerekir.25
Hülasaten İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) kötü amellerin, bu siyah noktayı kilitleyeceğini anlatır. Ve bu kilitlenmenin giderilip nokta-i süveydâ’yı fonksiyonel hale getirmek için de sâlih amellere yapışmanın gerekliliğini vurgular. Her günah, hadis-i şeriflere göre kalpte bir kir ve leke meydana getirir.26
12) Nokta-i süveydâ, vücûdun aynasıdır. Allah’tan (cc) gelen feyzi kabul eder ve daha önce bahsedilen emr’in (yani ruhun) merkezidir. Emr’in (ruhun) sahibi Allah (cc) bu emr (ruh) ile beraberdir. İşte bu maiyyet/beraberlik sırf bir iyilik ve inâyetdir/yardımdır.
“Sizler, ancak Rabbinizin dilemesi (izin vermesi) sayesinde (bir şeyi) dileyebilirsiniz”27 ayet-i kerimesi bu beraberliğe ve yardıma (izne) işâret eder. Ayrıca “Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir”28 âyeti de bir hidayet olarak emr sahibinin, emr ile beraber olduğunu gösterir. “Biz ona şahdamarından daha yakınız!”29 da bu beraberliğin bir başka delilidir.30 Delillerde kısaca anlatılmak istenen; Allah’ın (cc) nokta-i süveydâ’da yani zikrin darb edildiği vahyin indiği bu noktada insanla kesin bir irtibat halinde oluşudur, diyebiliriz.
Yukarıdaki anlatımlardan da anlaşılacağı üzere İbrahim (ks) nokta-i süveydâ’nın onbir başlık altında mahiyetini anlatmıştır.
Özet olarak ifâde etmek gerekirse, İbrahim Hakkı’ya (ks) göre; her insanda bulunan zamansız ve mekansız olan nokta-i süveydâ’nın şu özelliklere sâhip olduğu görülür.
Nokta-i Süveydâ 1-Bütün kâinatın/âlemin ruhudur. 2-İnsan âleminin arşı olan maneviyat güneşinin doğduğu yerdir. 3-İnsan ruhunun çıkış yeri olan büyük noktanın aynasıdır. 4-Büyüklüğü sırr-ı istivâsında (kuşatma sırrında) ortaya çıkar. 5-Nokta-i süveydâ’nın sırr-ı istivâsı, şekil ve renklerden uzak ve tamamı mücerred/soyuttur. 6-Nokta-i süveydâ, nokta-i kübrânın aynasıdır ve tamamen onu gösterir. Büyük nokta; akl-ı evvel ve en mükemmel ruh (Allah’ın (cc) ruhu)’dur. (Nefahtu fihi min rûhî) 7-Nokta-i süveydâ’nın sırrı, insânî hakikattir. 8-Nokta-i süveydâ kelimeye benzer. Kelime ise bütün hakikatlerin toplanıp bir araya geldiği noktadır. Yani nokta-i süveydâ nokta-i hakikat-ı câmia’dır. 9-Emr âlemine ait ruhun makamı ve merkezi, nokta-i süveydâ’dır. Yani “emr”in canlılığın/diriliğin merkezidir. 10-Nokta-i süveydâ; iki yüzü, cilalı bir aynaya benzer ve dairevî/yuvarlaktır. 11-Nokta-i süveydâ, günahla kirlenir/kilitlenir, salih amelle cilalanır/açılır. 12-Nokta-i süveydâ, vücûdun/varlığın aynasıdır. Allah’tan (cc) gelen feyizlerin kabul edicisidir.
Başta da ifade ettiğimiz gibi Nokta-i süveydâ, anlatılması ve anlaşılması son derece zor olan bir kavramdır. Kalb soyuttur. Nokta-i süveydâ ise, bu soyut kalbin yapısında yer alan, soyutun soyutu bir yapıya sahiptir. Soyut kalb bile tam anlaşılamamışken, ondan daha ileri derecede soyut olan kalbin nokta-i süveydâsı nasıl anlaşılacaktır? En önemlisi Bursevî’nin de ifade ettiği gibi, insan, nokta-i süveydasının hakikatıyla Allah’ın (cc) sırrıdır, Allah da (cc) insanın sırrıdır.31
İşte bu bereketli Anadolu topraklarının ürünü, büyük mütefekkir, mutasavvıf ve ilim adamı Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri (ks) nokta-i süveydâ’nın mahiyetine onca birikimine rağmen bu kadarlık bir açıklama getirebilmiştir. Zikir çeken dervişin, Allah (cc) kelimesini darb ettiği/vurduğu bu nokta-i süveydâ, maddi âlemin bittiği, insanın hakîkatinin başladığı iman merkezidir, vesselam.
Dipnotlar: 1) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.321. 2) Suâd el-Hakîm, Ibnu’l-Arabî Sözlüğü, İstanbul 2004, s. 228. 3) Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss. 314-5. 4) Bakara, 30. 5) İsra, 70. 6) Muhyiddin İbnü’l-Arabî, et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, Leiden 1136/1617, s.131; ayrıca bkz. El-Futûhâtü’l-Mekkiyye, Beyrut 1997, c.II, s. 102. 7) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.321. 8) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.322. 9) Harf için bkz. İbnü’l-Arabî, Kitabu Istılâhu’s-Sûfiyye (Resailü İbn Arabî içinde), Beyrut 1997, s. 537. 10) İsra, 85. 11) Ayrıca bkz. Ebu’l-Mevâhib Cemâleddîn Muhammed eş-Şâzelî, Kavânînu Hükmi’l-İşrâk, Dımeşk 1309/1891, s.84. 12) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.323. 13) Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevî, Kitabu Câmi’l-usûl fî usûli’l-evliyâ ve enva‘ihim ve kelimâti’s-sûfiyye, Mısır 1298, s. 126. 14) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.323. 15) Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ss.38-9. 16) İsmail Hakkı-i Burûsevî, Şerh-i Rumûzât-ı Hacı Bayram-ı Velî, Süleymaniye; Es’ad Efendi, no:1521, vr.20a-21a. 17) Serrâc, Lüma’, s. 416. 18) Münaî, Feyzu’l-Kadir, 2,410; Mer’i b. Yusuf el-Makdisi, Ekavilu’s-Sikat, 1,45. 19) Kaşanî, Abdurrazzak, Istılâhâtu’s-Sûfiye, s.168. 20) Cürcânî, Ta’rîfat, s. 104. 21) Zümer, 75. 22) Suâd el-Hakîm, Ibnu’l-Arabî Sözlüğü, İstanbul 2004, ss. 367-374. 23) Burhan Toprak, İslam ve San’at, Varlık Yay., İstanbul 1964. 24) Mutaffifîn, 14. 25) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.323. 26) İbn Mâce, Zühd, 29; İbn Hanbel, Müsned, II, s. 297. 27) İnsan, 30. 28) Hadid, 4. 29) Kâf, 16. 30) Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ma’rîfetname, s.323-24. 31) Bursevî, Ruhû’l-Beyân, c.III, s. 8.
|