İslam’ın Tarihteki Tezahürleri
a. Endülüs Tecrübesi
Endülüs Emevi Devleti’nin İspanya’da 8. yüzyılda kurduğu ve geliştirdiği medeniyet, İslam’ın yeryüzündeki en parlak ve onur verici sayfalarından birisini oluşturur. Fakat Endülüs İslam medeniyeti, genellikle bilimsel buluşlar ve felsefe bakımından Avrupa’yı etkilediği ve modern bilimlerin yeniden canlanmasını sağladığı için önemli zannedilir. Bu tavır, tarihçilikte çok sık düşülen bir tuzağı gizlemektedir. Bir olayı, kendi içinde ve kendi başına değil de, sonuçları açısından ele almak, dedeyi torunuyla anlatmaya çalışmaya benzer. Bir torun dedesini ne kadar izah edebiliyorsa, modern Avrupa bilim ve medeniyeti de Endülüs’ü o kadar açıklama yetkisine sahiptir. Endülüs İslam medeniyeti hem İbn Hazm gibi bir fıkıh ve edebiyat üstadını (Güvercin Gerdanlığı adlı kitabı hâlâ edebiyatta en güzel aşk metinlerinden biridir), Füsûsu’l-Hikem yazarı İbn Arabî gibi irfanın doruklarından bir evrensel şahsiyeti ve İbn Rüşd gibi Aristocu felsefenin son büyük bayraktarlarından birini yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda şiiriyle, folkloruyla, diliyle, daha da önemlisi, yaşama üslubuyla Vizigotların barbar düzenine teslim olmuş bulunan Avrupa toplumları için bir kurtuluş ve toparlanma çağı olmuştur. Her şeyden önemlisi şudur: Endülüs’le beraber Roma’nın barbarlarca yıkılmasından sonra karanlığa gömülen Avrupa toprakları, İslam’ın yeni bir çiçeklenişine sahne olmuş, o zamana kadar görmediği bir “bir arada yaşama” pratiğinin en canlı örneklerini ortaya koymuştur. Mesela Portekiz Kralı II. Alfonso’nun bugün ayakta olan türbesinin duvarlarında hem Latince, hem Arapça, hem de İbranice dinî metinlerin yer alması, Endülüs’ün bugün dünyanın ihtiyaç duyduğu hoşgörü ruhunu bundan bin küsur yıl önce somut olarak gerçekleştirdiğini gösteren çarpıcı ama asla tek olmayan misalini oluşturmaktadır. Endülüs üzerine konuşunca yazar Cervantes’den ve 400 yaşındaki Don Kişot’undan söz etmemek olmaz. Juan Goytisolo ve Menocal gibi İspanyol aydınlar ve uzmanlar, Don Kişot romanında geçen bir kısım bahsin, aslında Endülüs’teki İslam devrinin yankıları, hatta özlemleriyle yazılmış olduğunu, bunun sebebinin de Cervantes’in Cezayir’de beş yıl tutuklu kalması olduğunu söylemektedirler. Tutukluluk süresince gündüzleri Cezayir’de serbestçe dolaşan Cervantes, burada birçok Müslüman ilim adamıyla arkadaşlıklar kurmuş ve İslamiyet’i devrindeki birçok Avrupalı aydından daha dolaysız bir şekilde öğrenme imkânı bulmuştur. Keza uzun yüzyıllar İslam hâkimiyetinde kalan Sicilya’da Müslümanların yanık şiirlerinin rayihasının, modern İtalyan şiirinin içerisinde yankılar bulması, şaşırtıcı olmamalıdır.
b. Bağdat’taki Bilgelik Evi
Abbasiler döneminde, Halife Me’mûn tarafından 8. yüzyılda kurulan ve benzersiz bir ilim ve irfan ocağı olarak şöhret bulan Bağdat’taki Beytü’l-Hikme, gerek döneminde yaptığı etkiyle, gerekse sonuçları itibarıyla İslam bilim ve düşünce tarihinde “kurumsal” etkinliğin de başlangıcı sayılır. O zamana kadar çeşitli sultan veya vezirlerin saray veya köşklerinde kişisel bir faaliyet olarak süren bilimsel ve felsefi etkinlik, Beytü’l-Hikme ile resmiyet ve süreklilik vasıflarını kazanmış, kurumsal bir kimliğe bürünmüştür. Abbasilerin iktidara gelişiyle Müslümanlar Mezopotamya, Mısır, Asur-Babil, Yunan ve Hint medeniyetlerinin fikrî ve ilmî mahsullerinden istifade etmeye yönelmişlerdir. Müslümanların kendi evrensel medeniyetlerini kurarken, daha önceki medeniyetlerin tecrübelerinden esaslı bir şekilde faydalanabilmek amacıyla daha önce İskenderiye ve Cundişapur’da olduğu gibi Bağdat’ta çoğunlukla tercüme ve yüksek seviyeli ilmî ve fikrî araştırmalar yapılmıştır. Beytü’l-Hikme sayesinde eski medeniyetlerin tecrübe ve birikimleri İslam dünyasına aktarılmış ve bu merkez, yeni bir medeniyet çiçeklenmesinde dölleyici tohum olarak kullanılmıştır. Beytü’l-Hikme’nin önemi, söz konusu gelişmelerin kurumlaşmış bir veçhesi olmakla kalmamış, tam tersine buradaki etkinlikler daha sonraki asırlarda geniş çaplı yankılar uyandırmıştır. Yunan felsefesi, İran, Hint, Mezopotamya ve Mısır gibi köklü ilmî ve kültürel geleneklerin, İslam düşünce evrenine bu kurum kanalıyla taşınması sonucunda, İslam’ın entelektüel muhitinde yepyeni bir dönem açılmış, bir Altın Çağ’ın kapıları çalınmıştır. Kapı açıldığında içeriye, aşağıda bir kısmının isimlerini kaydedeceğimiz altın tozları yağmıştır. Beytü’l-Hikme’de gerek düşünce alanında, gerek toplumsal alanda, gerekse beşerî ilimler alanında yeni gelişmeler ve değişmelerin yanında, bu alanlarda İslam tarihinin hiçbir döneminde görülmeyecek yoğunlukta büyük bilginler ve filozoflar yetişmiştir. Bu büyük isimler arasında şunlar sayılabilir: Kindî, Harezmî, Sâbit b. Kurrâ, Huneyn b. İshâk, Zekeriyâ er-Râzî ve Battânî. Beytü’l-Hikme, ilk dönem İslam tarihinde meydana gelen değişmelerde merkezî rolü oynayan tarihî bir olay olarak kabul edilmelidir. Vahyedilen değerler ışığında kendi medeniyetlerini kurmaya çalışan Müslümanların, o zamana kadar yaşamış bulunan kadîm medeniyetlerin tecrübeleriyle doğrudan doğruya irtibata girebilmek için girişilen çabanın kurumlaşmış bir veçhesi olarak Beytü’l-Hikme’nin önemi belki çağdaşlarınca yeterince fark edilmemiş olabilir ancak İslam kültür ve medeniyetinin gelişme seyri dikkatle incelendiği zaman İslam felsefesi ve bilim hayatı açısından ilk ve orijinal çalışmaların burada başladığı inkâr edilemez. Beytü’l-Hikme’den önce de rasathaneler, medreseler, kütüphaneler gibi “kurumsal” bazı düzenlemeler mevcuttu belki ama esas misyonu ilim ve kültür hayatını çeviriler ve telif eserler yoluyla canlandırmak şeklinde tayin etmiş bir kurumun (Beytü’l-Hikme’nin) hem nicelik, hem de nitelik bakımından büyük bir sıçrama yaptığı ve yaptırdığı mutlaka belirtilmelidir. Beytü’l-Hikme’de yapılan ilk çalışmalar dikkatle incelendiğinde burada ilgi duyulan eserlerin astronomi, tıp ve matematik olduğu dikkat çeker. Bu da medeni hayatın zenginleştiği Abbasi toplumunda ortaya çıkan meselelerin hallinin Beytü’l-Hikme’nin kurulmasını bir ihtiyaç hâline getirdiğinin kanıtıdır. Tabiatıyla mali hesaplar, arazi ölçümleri, şehir planlamaları gibi gündelik hayatın getirdiği problemlerin çözümünde ilk başvurulan ilimler bunlar oluyordu. Halife Mansûr’un Batlamyus’un Macesti adlı coğrafya eserini tercüme ettirmesi, Hârûn Reşîd zamanında tıpla ilgili çalışmaların yapılması, Me’mûn’un, Muhammed b. Mûsâ el-Harezmî’yi, ticari hesaplarda, arazi ölçümlerinde, miras taksiminde, suların yükselmesinin ölçülmesinde kullanılacak hesapları kolaylaştırmak için bir hesap geliştirmesini istemesi de bunu teyit eden örneklerdir. Seyyid Hüseyin Nasr, İslam ve İlim adlı eserinde Beytü’l-Hikme’yi ve önemini şu sözlerle ortaya koymaktadır: Hiçbir dış zorlama olmaksızın, yalnızca içerden gelen bir bilme ihtiyacının sonucu olarak ve İslam medeniyetinin “irfani” mahiyetiyle uygunluk içinde genç ve alabildiğine civanmert İslam medeniyeti, enerjisini bu geniş tercüme girişimine yönlendirdi ve bu amaçla Me’mûn’un Beytü’l-Hikme’si gibi ünlü akademiler kuruldu... Bu faaliyet sayesinde Arapça yüzyıllarca dünyanın en önemli dili hâline geldi. Zemin, kelimenin tam anlamıyla İslami ilimlerin hızla gelişmesi için artık hazırdı. Beytü’l-Hikme, İslam medeniyetinin kendinden önceki medeniyetlere açık ve onları kucaklayan tavrının en somut yansımalarından birisini teşkil etmektedir. Beytü’l-Hikme, 1258’de Moğolların Bağdat’ı istilası ve yakıp yıkmaları sonucunda ortadan kalkmış, ancak İslam’daki bilimsel ve kültürel çevre, bundan sonra biraz daha doğuya, Meraga’ya, oradan da Semerkand’da göç edecek ve nihayet Fatih’le birlikte İstanbul’da merkezîleşecektir.
c. Osmanlı Hamlesi
Osmanlıların tarih sahnesine çıktıkları 14. yüzyılın başlarında İslam’ın kültürel merkezi doğuya doğru kaymış, Hülagu ve torunlarının eliyle Meraga’da ve ardından Timuroğullarının elinde Semerkand’da yeni bir canlanma başlamıştı ve yeni bir mayalanmanın ipuçları bağlanmayı bekliyordu. İstanbul’un 1453 yılındaki fethiyle Fatih Sultan Mehmed’in yeni bir medeniyet ve kültür hamlesine start vermesi, onun Peygamber Efendimiz’in (sas.) İstanbul’un mutlaka fetholunacağı yolundaki müjdesini doğru okuduğunu gösteriyordu. Timur’un torunu Uluğ Bey ve Bursalı Kadızade’nin yanında Semerkand Rasathanesi’nde çalışmalar yapan Ali Kuşçu’nun Fatih tarafından özel olarak ve ısrarla İstanbul’a çağrılması ve kendisine Osmanlı eğitim ve bilim sistemini düzenleme görevi verilmesi, önemli bir olay olmakla birlikte tek olay değildir. Fatih, İstanbul’da Doğu’nun da, Batı’nın da, İslami geleneğin olduğu kadar İslam öncesi ve çağdaş Hristiyan dünyasının da birikimini değerlendirecek ve yeni bir oluşumu mayalandıracak yoğun bir gayretin içine girmişti. Bu amaçla bir yandan Homeros’un İlyada adlı destanını Arapçaya çevirterek kütüphanesine koyuyor, öbür yandan Venedikli haritacıların (mesela F. Berlinghieri) en gelişmiş tekniklere göre yapılmış haritalarını satın alıyor ama aynı zamanda da İslam tarihinde 2,5 yüzyıldır küllenmeye yüz tutmuş bir tartışmayı, yarım kalmış Gazâlî-İbn Rüşd tartışmasını canlandırıyordu. Molla Fenari’den gelen İbn Arabî’nin “ekberî” yolunun tasavvufi şerhlere yansımış yüzünü cilalıyor, bizzat bir divan oluşturacak kadar şiir kaleme alıyor, Bizans’ın efsanevi başkentinin surlarını tamir ettiriyor, Hristiyan dünyasının en saygın kilisesi olan Ayasofya’yı kendi geleneğinin içinde koruyabilmek için camiye çevirtiyor ve daha da önemlisi, içerisindeki insan sureti de bulunan mozaikleri imha ettirmek yerine, üzerine badana çektirerek bir tür korumaya alıyordu. Aynı kültür ve sanat mayalanması gayretleri, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde de yoluna devam etmiştir. Nitekim son yapılan çalışmalar, Osmanlıların Çin medeniyetiyle ilgisini ortaya koymuş ve Piri Reis’in şaşırtıcı haritasının kaynağının, Çinli Müslüman Amiral Zeng Ho’nun 1421 yılında, Kolomb’dan 71 yıl önce gerçekleştirdiği büyük yolculuk sırasında Amerika’yı keşfetmesi ve bu keşif üzerine yapılan Çin haritaları olduğunu ortaya çıkarmıştır. Balkanlar ve Güneydoğu Avrupa’daki etnik ve dinî çeşitliliğin modern çağa kadar korunup sürdürülmesinde en büyük faktörün Osmanlı’nın adil yönetim şemsiyesi olduğunu, bugün bir Yunan kültürü ve dili ve Balkan milletlerinin kimlik ve kültürü hâlâ varsa, bunu Osmanlı’ya borçlu bulunduğunu söyleyen yabancı araştırmacıların sayısı her geçen gün artmaktadır. Böylece Osmanlıların, İslam’ın müminlere görev olarak verdiği yaratılana sırf Allah’ın yaratığı olduğu için saygı duyma ilkesini atom çağına kadar sürdüren İslam’ın son büyük hamlesini temsil ettiğini söyleyebiliriz.
Sonuca Doğru: Çağların Ritmi ve İslamiyet
İnsanlık her çağda o çağa özgü bazı temel çelişkiler içerisinde bocalamaktadır. İslamiyet ise getirdiği çözüm formlarıyla hem kendi geldiği çağa, hem de asırlar sonrasına, insanların yararlanacağı, kullanacağı ve geliştireceği bir şekilde çatışmalarını aşmalarına imkân verecek bir ruh aşılamıştır. Hz. Peygamber (sas.), kendi çağının çelişkilerine büyük çözümler üreten bir tebliğin hem sözcüsü, hem de bizzat uygulayıcısı olmuştu. Ama aynı zamanda getirdiği evrensel ilkeler, her çağın kendi çelişkiler yumağına da çözümler üretebilecek bir esnekliğe sahipti. Müslümanların çağımızdaki “geri kalmış” konumlarına bakılarak İslamiyet’in yargılanamayacağı aşikârdır. Ancak şu soru da yeterince anlamlıdır: Müslümanlar, tarihlerinde bir kez başardıklarını bir kere daha neden başaramasınlar? Buna en azından mantıki bir engel bulunmamaktadır. İç savaşlar, o zamanlar bugünkünden çok daha bölünmüş bir siyasi ortam hazırlamıştı. Buna rağmen kendilerine güvenen Müslüman yöneticiler ve aydınlar, yollarına devam etmişler ve kendileri için en uygun çalışma şartlarını bulmak için binlerce kilometre yol kat etmişler, çağlarının kendilerine sorduğu soruyu cevaplandırmak için insanüstü bir gayretin içine girmişlerdi. Bütün bu kargaşa içerisinde, Kur’an’ın yere, göğe, arıya vs. bakması ve düşünmesi yolundaki emri, açık kâinat görüşü, bilimin açık uçlu bir süreç olduğunu göstermektedir. Bu yüzden İslam’da kültürün, bu dünyanın revnakını, güzelliğini ve neşvesini yansıtan ve artıran, Hristiyanlıkta olduğu gibi ıstırap ve kedere gömülmüş değil de, varlığın içinden taşan yaşama arzusunu kanatlandıran bir kıvama bürünmesi tabiidir. Bu doğrultudaki gelişim, elbette ki, kültür ve sanatın tabiatından kaynaklanan inişler ve çıkışlar gösterecek ve çağların getirdiği çelişkileri çözmeye ne kadar gayret edildiğine bağlı olarak başarılı veya başarısız olacaktır. Bu, aslında bütün kültürler için geçerli bir durumdur. Kültürler, çağların “sorun çözme metodolojileri” olarak iş görmüşlerdir. Kültür, bir toplumun çağının ve geniş anlamda çevresinin sorduğu sorulara vermeyi başardıkları cevapların mecmuudur. Bu açıdan bakıldığında 18. yüzyıldan itibaren Batı kültürünün hâkimiyeti, büyük ölçüde silahlı bir hâkimiyettir ama özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu medeniyetin büyüsü kaçmıştır. Batı medeniyetinin iç çatlakları ve sorunları çözme konusundaki yetersizlikleri gün geçtikçe daha iyi ortaya çıkmakta ve bizzat kendi içinden çıkan aydınlarca eleştirilmektedir. Ancak henüz bir alternatif ufukta görünmemektedir. Ne var ki, bizim bu eleştiri sürecinden olumlu yönde yararlanmamız gerekmektedir. Hem kendi kaynaklarımız yeniden keşif yoluyla, hem de Batı’yı yeniden değerlendirmek yoluyla bu süreci, yeni bir mayalanmanın başlangıcı hâline getirmek insanlığın elindedir. Günümüzde dünyanın “global bir köy”e döndüğü sık sık telaffuz edilmekte, fakat bu olgunun içeriği yeterince tartışılmamaktadır. Küreselleşmenin iletişimi, ulaşımı, daha önce bir arada olamayan unsurların buluşmasını kolaylaştırdığı bir olgudur. Bu süreç, tarihçi açısından, aslında İslami binyılın 8. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar gerçekleştirmeye çalıştığı başka türden bir küreselleşmenin devamı olarak da okunabilir. Bu iletişim, ulaşım ve buluşma kolaylıkları, daha önce sabit, donmuş ve kendi mekânında kuluçkaya yatmış birçok hakikatin de rahatını bozmakta ve küresel dolaşım çevriminin içerisine girmesine vesile olmaktadır. Bir Mevlânâ’nın şiirlerinin Amerika’da olsun, Avrupa’da olsun en çok satan şiir kitapları arasına girmiş olması ve bir türlü listelerden çıkmaması, bu dolaşımın ne gibi beklenmedik neticelere yol açabileceğine ufak bir misal teşkil edebilir. Dolayısıyla 21. yüzyılda yaşayan Müslümanların görevi, kendi içlerine daha çok gömülecekleri yeni kozalar imal etmek değil, inançlarının gücüne güvenerek yeni kültür ve sanat atılımlarına, yeni fikir “high-way”lerine, yeni bilimsel “network”lara katılmak, küresel dolaşımın nimetlerinden daha fazla istifade etmek ve kendi dinlerinin 15 asır önce başlatmış olduğu ve 15 asır boyunca dünyanın çehresini bir daha eskisi gibi olmayacak ölçüde değiştirdiği motivasyonu yeniden kazanabilmektir. İslam’ı küreselleşmede yeniden başat bir aktör kılmak, yalnız ‘küresel İslam’ fenomenine katkıda bulunmakla kalmayacak, bugün Avrupa ve Amerika’da başlayan küreselleşmenin buluşturucu ve kaynaştırıcı tarafını değil de, tam tersine, çatıştırıcı tarafını vurgulayanlara, yani medeniyetler çatışması tezinin savunucularına da en susturucu cevabı vermiş olacaktır. Müslümanlar yeter ki, oryantalizmin ve onların etkisi altında kalanların bizi 200 yıldır içine sıkıştırmak için ellerinden geleni yaptıkları şu “gerileme” kapanına sıkışmasınlar ve inançlarının üretici, yenilenici ve yenileyici boyutunu idrak ederek harekete geçsinler. Kendilerini “yenik” bir medeniyetin çocukları olarak görmeye şartlanmalarının teorik ve tarihî temelinin geçerli olmadığını öğrensinler. Zira her medeniyet, çağının istemlerine cevap verebileceği veya veremeyeceği zaman noktalarından geçebilir. Önemli olan, bu ‘çözümsüz’ noktaları, zamanın açacağı çözüm yollarına yeniden sevk edebilme becerisini göstermektir. Aksi hâlde, İslam’ı sadece modern öncesi çağ için dondurmuş ve onun evrensellik iddiasına en büyük darbeyi indirmiş oluruz.
1 İbn Mâce, “Mukaddime”, I. 88-89; Münâvî, Feyzü’l-Kadir, IV. 87. 2 Guer, Moeurs et usages des Turcs, Paris 1746-47, s. 221. Bu ve bundan sonraki nakiller, İsmail Hâmi Danişmend’in Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciyye ve Ahlakı adlı kitabından alınmıştır: 2. baskı, İstanbul: İstanbul Kitabevi, t.y.
Kaynakça:
AKBIYIK, Hayrunnisa A., “Timurluların Bilim ve Sanata Yaklaşımları ve Bazı Son Dönem Sanatkârları”, Bilig, Sayı: 30, (Yaz 2004), s. 151-171.
ARMAĞAN, Mustafa (haz.), Osmanlı Geriledi mi?, İstanbul: Etkileşim Yay., 2006. (Yaygın ‘Osmanlı gerilemesi’ (Ottoman decline) tezini irdeleyen ve eleştiren çeşitli Osmanlı uzmanlarının yorumları bu kitapta toplanmıştır.)
AYDIN, Mehmet S., İslam’ın Evrenselliği, İstanbul: Ufuk Kitapları, 2001.
AYVERDİ, Ekrem Hakkı, Makaleler, İstanbul: İstanbul Fetih Cemiyeti Yay., 1985.
BOHM, David, Wholeness and the Implicate Order, London and New York: Routledge, 2002.
CANSEVER, Turgut, İslâm’da Şehir ve Mimari, İstanbul: İz Yay., 1997 (2. baskı: İstanbul 2006, Timaş.)
CRESWELL, K.A.C., A Short Account of Early Muslim Architecture, Penguin Books, 1958.
DANİŞMEND, İsmail Hami, Garb Menba’larına Göre Eski Türk Seciye ve Ahlakı, İstanbul: İstanbul Kitabevi, t.y. (2. baskı)
DEMİRCİ, Mustafa, Beytü’l-Hikme, İstanbul: İnsan Yay., 1996.
FOLTZ, Richard C. - Frederick M. Denny ve Azizan Baharuddîn (haz.),Islam and Ecology, Cambridge: Massachusetts, 2003.
GRABAR, Oleg, “Cities and citizens”, Bernard Lewis (haz.), The World of Islam: Faith, People, Cultures, Thomas and Hudson, 1992, s. 91 vd.
GÜNALTAY, M. Şemsüddin, “İslam dünyasının inhitatı sebebi Selçuk istilası mıdır?”, Belleten, Sayı: 5-6, II. Kânun-Nisan 1938, s. 73-88.
HODGSON, Marshall G.S., İslâm’ın Serüveni, cilt 1, çev. Komisyon. İstanbul: İz Yay., 1993.
JOHNSON, Paul, A History of Christianity, New York: Atheneum, 1977.
İBN KHALDÛN, The Muqaddimah: An Introduction to History, çev.Franz Rosenthal, Princeton University Press, 1989. (İbn Haldûn’un Mukaddime’sinin kısaltılmış tek ciltlik bir neşri.)
MACFIE, A.L., Orientalism: A Reader, Edinburgh University Press, 2000. (Oryantalizm hakkında Edward Said ve eleştirileri de dâhil faydalı bir derleme.)
MENOCAL, Maria Rosa, The Ornament of the World, Backbay Books, 2003. (Endülüs İslam medeniyeti üzerine bir ilim adamı tarafından yazılmış önemli bir çalışma.)
NASR, Seyyid Hüseyin, İnsan ve Tabiat, çev. Nabi Avcı, İstanbul: Yeryüzü Yay., 1982. _____, İslam ve İlim, çev. İlhan Kutluer, İstanbul: İnsan Yay., 1989.
PAGELS, Elaine, The Origin of Satan, Penguin Books, 1995.
RABY, Julian, “A Sultan of paradox: Mehmed the Conqueror as a patron of the arts”, Oxford Art Journal, Vol. 5 (1982), No. 1, s. 3-8.
SÖYLEMEZ, M. Mahfuz, Bilimin Yitik Şehri: Cündişâpûr, Ankara: Araştırma Yay., 2003.
***
KAYNAK: İSLAM’A GİRİŞ –Ana Konulara Yeni Yaklaşımlar– / Ed. Prof. Dr. Mehmet Görmez
İSLAM: SANAT ve ESTETİK / Mustafa Armağan … 388-407
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 653 İlmî Eserler Serisi: 110
Nisan 2007, Ankara
|