Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Sanata Vurulan Tevhid Damgası
MesajGönderilme zamanı: 03.01.09, 09:22 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 25.12.08, 10:31
Mesajlar: 32
Sanata Vurulan Tevhid Damgası

Doç. Dr. Muhit Mert

Hitit Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi


Sanat, milletlerin kültürel ve manevi zenginliklerinin, medeniyet seviyelerinin göstergelerindendir. Sanatkârlar kültür ve inançlarını eserlerine nakşederler. Her sanat eseri, onu ortaya koyan sanatkârın inançlarından birtakım izler taşır. Bu makalede sanatla inanç arasındaki bağı, İslâm'ın esaslarından tevhid inancı ile sanat arasındaki münasebeti, Müslüman sanatkârın inançlarını sanatına nasıl yansıttığını konu edineceğiz.

Sanatla İnanç Arasındaki Münasebet
Sanatla dinî inançlar arasında sıkı bir bağ vardır. Sanat icra eden kimse eline aldığı taş, ağaç vb. şeylere şekil verirken ona ruh ufkundan bir mana ve düşünce dünyasından bir hikmet katar. Bu mana ve hikmet, sanatkârın inançlarından fışkırır ve esere yansır. Diğer dinlerin mensuplarında olduğu gibi Müslüman sanatkâr da icra ettiği sanat dalında ortaya koyacağı eserlere inançlarını nakşeder. Zira onun düşünce ve ruh dünyası ilahî vahiy ve nebevî sünnetin prensipleri ile örülmüş, davranışlarına bunların rengi sinmiştir. Hatta bir sanatkâr inançlarını sadece cansız maddeler üzerinde işlemez, aynı zamanda yanına alıp yetiştirdiği çıraklarına da nakşeder. Böylece her sanatkâr, âdeta hocasının bir eseri olur.

Müslüman sanatkâr tevhid inancına sahiptir. Tevhid, zatı, sıfatları ve fiilleri itibariyle Allah'ın birliğidir. O, sanatını icra ederken bu birliği yansıtmayı gaye edinir. Tevhid düşüncesine aykırı sayılabilecek şekil, motif, süs vb. şeylerden kaçınır. Onun nazarında tabiatın meydana getirdiği çokluk içindeki birlik de, Allah'ın birliğinin âlemdeki tecellisinden ibarettir. Varlıklar kendi başlarına bir bütünlük arz etse de, aynı zamanda başka bir bütünün parçalarıdırlar ve onu tamamlarlar. Buradan aldığı ilhamla o, sanatına konu ettiği herhangi bir eserde kullandığı parça ve öğeleri müstakil olarak düşünse de, tıpkı kâinatta olduğu gibi hep bir başka bütünü meydana getirmek üzere tanzim eder.

Müslüman sanatkâr Allah'ın güzel (cemîl) olduğuna, bu güzelliğin (cemal) kâinatta tecelli ettiğine ve böylece Allah'ın varlıkları güzel yarattığına inanır. Bu yüzden o, hünerini, maharetini ve icra ettiği sanatı kendinden bilmez, Allah'ın lütfuna mazhar olduğunu idrak eder. Buna bağlı olarak Müslüman sanatkâr kendisini, bu güzelliklerin başkaları tarafından fark edilmesi için bir vasıta olarak görür. Yüce Yaratıcıya hitaben bir şairin varlıklara, "İbarelerimiz çeşitli olsa da senin güzelliğin tektir. Her şey senin güzelliğine işaret etmektedir." dedirttiği gibi, o da "Sanatlarımız farklı da olsa, hepsi Senin sanatının çeşitliliğini, güzelliğinin zenginliğini göstermektedir" der. Onun kendini böyle algılaması, iç dünyasında derin bir haz meydana getirir ve bundan son derece mesrur olur.

Müslüman sanatkâr nazarında yegâne yaratıcı Allah'tır. O, "Sanatkârı da sanatını da Allah yaratır"2 hadisinin beyanı doğrultusunda sanatın Allah'ın yaratmasıyla kendinde meydana geldiğine inanır. Kendini onun Sâni', Musavvir, Bedî' ve Mübdi' isimlerinin tecellisine mazhar olarak mütalaa eder. Dolayısıyla o, sanatını icra ederken Allah karşısında haddini aşıp "Ben de yaratıyorum." havasına girmez. Yaptığı eserleri Allah'ın sanat eserlerine bir nazire olarak da algılamaz. Bunları gurur ve kibir vesilesi yapmaz, aksine şükrün bir vasıtası haline dönüştürür. Zira insanlara bütün imkân ve kabiliyetleri O'nun bahşettiğine inanır ve sanatını onun yolunda icra eder.

Müslüman sanatkâr Allah'ın varlığının benzersiz olduğuna inanır. O, insan aklına gelen her şeyden başkadır, eşi benzeri ve ortağı yoktur. Allah'ın sanatı da eşsizdir. Dolayısıyla Müslüman sanatkâr sanatını icra ederken Yaratanın sanat eserlerinden ilham alır ve kendi hayal dünyasına göre sanatına bir biçim verir, yeni bir terkip yapar. Asılları tabiatta bulunan yaratılmışları sanatına konu ettiğinde onları olduğu gibi değil, minyatürize ederek, onlara yeni bir şekil vererek yapar. Ayrıca melekler gibi maddeden mücerret mukaddes varlıkları resmetmekten, teşhis etmekten imtina eder. Böylece o, Allah'ın yarattıklarının benzerini yapabilme gücünü kendinden nefyeder. Bunlar da ondaki tenzih düşüncesinden kaynaklanır.

Kısacası onun sanatı ister mimari olsun, isterse hat, tehzib gibi süsleme sanatları olsun hiç birinde tevhid düşüncesine aykırı şey bulunmaz. Aksine onun sanatı daima Yüce Yaratıcının varlık ve birliğini gösteren işaretler taşır. Bu açılardan bütün çeşitleriyle İslâm sanatlarının, Allah'ın birliği düşüncesini yansıtmayı gaye edindiğini söyleyebiliriz.

Tezyinatta Tevhid Damgası
İslâm medeniyetinde tarih boyunca ortaya konan kültürel eserler, üretilen süslemeler sayesinde insanda ulvi hisler meydana getirecek bir derinlik, hayranlık ve takdir duyguları uyandıracak bir mahiyet kazanmıştır. Bu eserler, üzerlerinden asırlar geçmesine rağmen bu gün bile seyredenlerin gözünü kamaştıracak güzelliktedir. Bu eserlerde kullanılan ve bir bütünü tamamlamak üzere hiç bitmeyecekmiş gibi birbirini takip eden motifler, insanda sonsuzluk hissi, bekâ duygusu uyandırır ve seyreden kimse için âdeta sonsuzluğa açılan bir pencere olur.

Müslüman sanatkârın süslemede kullandığı motiflerin işaret ettiği belli anlamlar da vardır. Bunlar rasgele kullanılmış şekiller değildir. Semboller vasıtasıyla Müslüman sanatkâr, inançlarını eserine ilmek ilmek işler. Mesela Amasya Sultan Bayezid Camiinin kuzey duvarında ana giriş kapısının sağ ve soluna nakşedilmiş olan "vav" harfinin uç kısmına lale motifi işlendiği görülmektedir. Lale motifi Arapça harflerle yazılan Allah lafz-ı celalesine benzediği ve Arap harfleriyle yazılan lale kelimesi Allah lafz-ı celalesindeki harflerle yazıldığı için tevhide işaret eder. Bu işin sırrına vakıf olanlar bu motifi gördüklerinde Allah'ı hatırlarlar. İslâm tarihi boyunca Müslüman ülkelerin bayraklarını süsleyen hilal de yine Allah lafz-ı celalesindeki harflerle yazıldığından tevhidin sembolü olmuştur. Ayrıca hem lale, hem de hilal kelimesinin ebced hesabıyla değeri 66'dır ki bu rakam Allah lafz-ı celalesinin de ebcedî değeridir.

Yine tezyinatta kullanılan gül motifi de dinî anlamı olan bir şekildir. Gül motifi daima Hz. Peygamber'e (s.a.s.) işaret eder. Zira gülün –özellikle Türk kültüründe- Hz. Peygamber'in terinden yaratıldığına inanılır. Efendimiz Allah'ın en sevgili kuludur ve kâinat onun hürmetine yaratılmıştır. Müslüman sanatkârlar sanatlarında Efendimizi remzetmek için gül motifi kullanmışlardır. Lale ile gül bir süslemede beraber nakşedilmişse, bunlar kelime-i şahadete işaret ederler. Lale kelime-i şahadetin ilk kısmına, gül motifi ise ikinci kısmına tekabül eder.

Tezyinatta tevhide işaret eden diğer bir süsleme unsuru da hat yazılarıdır. İslâm mimarisinde süsleme malzemesi olarak kullanılan hat yazıları; bunlar ister taş, ağaç oymacılığı şeklinde binaların bizzat bünyelerine nakşedilen yazılar olsun, isterse duvarlara, tablolara mürekkep veya boyalarla nakşedilen yazılar olsun hepsi yine tevhid inancını hatırlatan ve bu inancı sanat vasıtasıyla müminlerin zihninde canlı tutan unsurlar olmuştur.

Mimaride Tevhid Damgası
Klasik İslâm mimari anlayışında, şahsi sayılabilecek ev vb. yapılar dünyada ebedi kalacakmış hissi verecek tarzda ve gücü ihsas edecek şekilde inşa edilmezdi. Aksine bunlar üzerinden faniliğin unutulmadığı, yüzlerin Bâkî olana çevrildiği ifade edilirdi. Evler ihtiyacı karşılayacak büyüklükte yapılır, israftan, gösterişten uzak ve kibir alameti sayılabilecek şeylerden hâlî olurdu. Bu düşüncenin yerleşmesinde şüphesiz ki Kur'ân ve sünnetin etkisi büyüktür. Kur'ân'da "Siz yüksek yerlere alamet binalar dikip boş şeylerle mi uğraşıyorsunuz? O muazzam yapıları dünyada ebedi kalmak gayesiyle mi inşa ediyorsunuz?" (Şuara sûresi, 128-129) ayeti müminler için mimaride takip edilmesi gereken yolu gösteren işaretlerden biridir. Her ne kadar Hz. Hud'un (a.s.) Âd kavmine bir seslenişini aktarmış olsa da, Kur'ân bunu Hz. Muhammed (s.a.s.) ümmetine bir uyarı olarak nakletmektedir. Yine bu çerçevede Fecr sûresi 6-12. ayetlerinde güç ifadesi için sütunlu binalar diken Âd ve gösteriş için yüksek kayalıkları oyarak muhkem yerleşim yerleri oluşturan Semud kavimleri ile azametin sembolü olarak yüksek kuleler diken Firavunlardan bahsedilmekte ve bu gayelerle yapılan işlerin sonuçta Allah'a birer başkaldırı ve yeryüzünde fesadı çoğaltmak olduğu vurgulanarak onların akıbetleri gözler önüne serilmektedir.

Burada, yanlış anlaşılabilecek bir hususa da dikkat çekmekte yarar vardır. Bu ayetlerden hareketle mutlak anlamda yüksek bina dikmenin mahzurlu olduğu sonucuna varılabilir. Ancak durum öyle değildir. Şuara suresindeki ayet, mutlak anlamda yüksek bina dikmenin değil, büyüklük duygusu ve güç sembolü olarak yüksek bina dikmenin Allah karşısında boş bir heves olduğunu ifade etmektedir. Nitekim müfessirler bu ayetin tefsirini yaparken ihtiyaç kavramının altını çizmekte ve Âd kavminin ihtiyaç olmadığı halde sırf eğlence ve kuvvet ızharı için bunları yaptıklarına ve Hz. Hud'un (a.s.) da bu sebeple onları ikaz ettiğine dikkat çekmektedir.3 Peygamber Efendimiz'in (s.a.s.), ihtiyaç dışında gösteriş ve benzeri sebeplerle yapılan binaların, sahipleri için bir vebal olduğunu ifade ettiği hadisi de, bu konuda ortaya çıkan müşkili çözecek mahiyettedir. Konuyla ilgili hadis şöyledir: Bir defasında Resulullah Efendimiz bazı sahabilerle beraber dışarı çıkmışlardı. Bir sokaktan geçerken bir evinin yanında yüksekçe yapılmış bir kubbe gördüler. Onu sorunca Ensardan bir adamın yaptığını söylediler. Peygamber Efendimiz sustu ve bir şey demedi. Ama adam bir ara yanına geldiğinde Efendimiz ondan yüz çevirdi. Bu birkaç defa tekrar etti. Adam Peygamber Efendimizin kendisine kızdığını ve bu sebeple yüz çevirdiğini fark etti. Durumu sahabilere sorunca onlar sebebini anlattılar. Bunun üzerine adam gitti ve o yapıyı yıkıp yerini düzledi. Bir başka defa o sokaktan geçerken Efendimiz o kubbeyi göremeyince sordu ve sahabiler adamın yıktığını haber verdiler. Bunun üzerine Efendimiz, "Gereksiz, lüzumsuz yapılmış her bina sahibine vebaldir." buyurdu (Ebu Davud Edeb, 170, İbn Mace, Zühd 13).

İçinde yaşadığımız şahsî mekânları tesis ederken ihtiyaca göre davranma ve mütevazı olma düşüncesini oluşturan temellerden biri de Peygamber Efendimizin (s.a.s.) hadisleridir. Efendimizin dünya ile kendi arasındaki ilişkiyi anlatan, "Benim dünya ile ne alâkam olabilir. Ben dünyada bir ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden bir yolcu gibiyim." (Tirmizi, Zühd 44) hadisi bunlardan biridir. Bu hadis ışığında düşünülecek olursa, ümmetin dünyada yaşayacağı mekânlar meydana getirirken onları nasıl tanzim edeceği kolayca anlaşılacaktır. Demek ki içinde yaşadığımız mekânlar, bu sözü yansıtacak nitelikte olacak ve bu sözün işaret ettiği manada tecessüm edecektir. Kur'ân'ın ve Hz. Peygamber'in mümin şuurunda meydana getirdiği etki, Şair Taşlıcalı Yahya'nın şu beytinde ne güzel ifade edilmiştir:

"Bâde-nûşân gibi doğru yolumuzdan sapmazuz,
Avn-i Firavn ile Şeddâdî binalar yapmazuz"

İslâm ümmeti kendi şahsî yaşama mekânlarında fanilik hissini canlı tutacak şekilde davranırken toplumsal birliğin (tevhid) sembolü sayılabilecek cami, medrese, han, hamam, çarşı, pazar gibi umumun istifadesine açık mekânları inşa ederken zamanın yıpratıcılığına karşı dayanıklı ve Müslüman toplumun kuvvetini gösterecek, onların inançlarını yansıtacak nitelikte muhteşem yapmışlardır. Bu noktada İslâm milletlerinin, "Kulunun yaptığı şeyi sağlam yapması Allah'ın hoşuna gider" (Taberanî, el-Mucemu'l-evsat, 897) vb. hadisleri hareketle sanatlarını onlar üzerinde kalıcı bir şekilde icra ettikleri görülmektedir.

Bu çerçevede klasik İslâm şehirlerinin mimarisi tevhidin işaretlerini taşır. Bu şehirler iç içe geçmiş daireler şeklindedir. Şehirler, merkezde kurulan cami, medrese, idari teşkilat, han, hamam ve çarşı gibi unsurlar etrafında meydana gelen ve dışa doğru gittikçe genişleyen dairelerden oluşur. Mahalleler dardan başlayarak geniş halkalar oluşturacak şekilde tasarlanmıştır. Şehir mimarisinde, özellikle Müslümanlar tarafından sonradan kurulan şehirlerde genel plan, Allah'ın zatında ve tabiatta var olan birliği insanî-sosyal alanda da sağlayacak şekilde oluşturulmuştur. Mahallelerden merkeze akıp gelen yollar adeta insanları birliğe (tevhide) taşıyan, hatta onları toplayıp getiren vasıtalara dönüşür. Şehri bu şekilde inşa etmek de tevhid inancının bir tezahürü, Kur'ân'ın içtimaî birliğe çağıran, "Allah'ın ipine topluca sarılın, ayrılmayın" (Âl-i İmran sûresi, 103) mesajını gerçekleştirme düşüncesinin bir ürünüdür.

Tezyinatta olduğu gibi, İslâm mimarisinde kullanılan unsurların sayılarının ve ölçülerinin de belli anlamları vardır. Müslüman mimarlar bunları tasarlarken İslâm'ın asıllarını remzetmeyi hedeflemişlerdir. Mesela Eminönü Yeni Camiinin kubbe sayısı -şadırvan avlusundaki kubbeler dahil- toplam 66 adettir ki bu rakam ebcedî olarak Allah Lafz-ı Celalesine tekabül etmesi hasebiyle tevhide işaret eder. Yine Mimar Sinan'ın Süleymaniye Camiinde yaptığı büyük kubbenin yerden aleme kadar yüksekliği ile avlunun köşelerinde yer alan minarelerin boyları da 66 arşındır. Bunlar da boyutlarında kullanılan ölçüleriyle tevhidin sembolüdürler.

Müslüman mimarların mimaride kullandıkları ölçülerin belli manalara işaret etmek üzere seçildiğinin bir başka örneğini Şehzade Camiinde kullanılan ölçüler teşkil etmektedir. Mimar Sinan bu caminin yapımında 318 modülünü kullanmıştır. Bir yapının elemanlarını boyutlandırmada kullanılan en küçük ortak ölçüye modül denir. Bunun bir standardı yoktur. Her mimar kendine göre bir ölçüyü esas alabilir. Osmanlı mimarisinde kullanılan 1 modül 1 boğuma eşittir. 2.5 parmak kalınlığına 1 boğum denir. 1 parmak 10 iplik, 1 iplik de 100 örümcek teli kalınlığındadır. Böylece müşahhas bir standart geliştirilmiş olmaktadır. Şehzade Camiinin elemanlarının birbirine oranlamasında gözetilen en küçük oran 318 boğum ve onun katlarıdır. 318 rakamı, rasgele seçilmiş değildir. Aksine belli bir inancı temsil etmektedir. 318 rakamı, "şefkatle koruyan" anlamına gelen "er-Raûf" isminin ebcedî karşılığıdır. Bunu kullanmaktan gaye, "er-Raûf" ismine mazhar olanların Firdevs cennetine girecekleri inancını remzetmektir. İşte Mimar Sinan bu camiyi yaparken kullandığı ölçülerle, Kur'ân'da, "İman edip salih amel işleyenlerin" (Kehf sûresi 107), ve "Namazlarına riayet edenlerin" (Müminûn sûresi, 9-11) gireceği yer olarak anlatılan Firdevs cennetinin dünyadaki bir temessülünü meydana getirmek düşüncesindedir. Nitekim Sinan'ın türbesinin kitabesinde bulunan "Yapdı bir cami, virdi Firdevs-i âlâdan nişan" sözü onun bu düşünce ve inançlarını mimariye nasıl yansıttığını açıkça göstermektedir.4

Bu açıdan bakacak olursak minarelerin de müminlerin şuurunda yer eden sembolik anlamı büyüktür. Minareler İslâm'ın şeâirindendir. Onların hem şeklinin, hem de sayılarının anlamı vardır. Minareler şekil olarak, âdeta toplum vicdanının şahadetine işaret eden işaret parmağı mesabesindedir. Camiye yapılan minare sayıları, ya İslâm'ın esaslarına işaret etmek, manevi değerlerimizi remzetmek üzere belirlenmiştir. Bunları görenler her birinden kendilerine göre bir mana çıkarırlar. Mesela Sultan Ahmet Camiinin minareleri iman esaslarına, Süleymaniye Camiinin minareleri ise dört halifeye veya dört büyük meleğe işaret eder. Müminlerin maşerî vicdanında onlar hep tevhide veya onunla alakalı hususlara işaret eden birer alamet olarak algılanır.

Klasik İslâm sanatını yansıtan eserler incelendiğinde üzerine tevhid damgasının vurulduğu türbeler, çeşmeler, kitabeler, mezar taşları gibi daha nice eserler karşımıza çıkacaktır. Bu eserlerden her biri ayrı ayrı incelendiğinde üzerlerine sanatla vurulan tevhid mührü görülecektir. Ancak meselenin yeterince anlaşıldığı kanaatiyle misalleri daha fazla çoğaltmak istemiyoruz.

Sonuç
Netice olarak ifade etmeliyiz ki, insanı en derinden etkileyen ve hayatının şekillenmesinde en büyük tesire sahip olan, onun inançlarıdır. Dolayısıyla insan ne yaparsa yapsın, bütün yaptıklarına inançları bir şekilde yansıyacak, ortaya konulan eserler, inançlarından birtakım alametler taşıyacaktır. Bu çerçevede Müslüman sanatkâr, eserlerine Allah'ın birliği (tevhid) inancını nakşeder. Onun sanatı, âlemin faniliği düşüncesinin ve bu yüzden Sonsuz olanı aramak gerektiği kanaatinin damgalarını taşır. Ayrıca Müslüman sanatkâr, icra ettiği hünerin, Allah'ın sanatının bir gölgesi olduğunu düşünerek aradan çekilir ve sanatının bütün yönleriyle Allah'ı işaret etmesine itina gösterir. "Yegâne sanat ve güzellik sahibi Allah'tır" inancıyla sanatını O'nun gerçek sanatının anlaşılmasına vasıta yapar.

Sonuçta "Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…" (Necip Fazıl) diyerek sanatıyla "marifetullah"a yol bulmaya ve onu seyredenleri de o yola ulaştırmaya çalışır.

-------------
Dipnotlar

1 Taberanî, el-Mu'cemu'l-evsat, 8934.
2 Buharî, Halku ef'âli'l-ibâd, s. 25.
3 Bkz. Matüridî, Te'vilât, 10/321; İbn Kesir, Tefsir, 3/341.
4 İsmail Yakıt, Osmanlı Araştırmaları, s.101-104.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye