‘Musteşrik’leri hatırlatan bir cür’etle Surûş, nereye?
Selâhaddin Çakırgil
cakırgil@vakit.com.tr İçinde bulunduğumuz çağ, her kutsalı, özgürlük adına, gerçekte ise 'nihilist, (hiçbir kural ve kutsal tanımamayı temel kural ve kutsal sayan) bir anlayışla alabildiğince tartış(tır)ırken, en çok da, kesin inanç/iman konularının temel konu olduğu açık.. Ancaak, böyle bir zaman diliminde, 'dinsizlik' cereyanları kadar, inanç cereyanları da güçlenmekte ve ateizm (tanrı tanımazlık) cereyanı erirken, o cereyanın bağlılarında, mevcud inanç sistemlerinden birine bağlanmasalar bile, 'mutlaka bir yaratıcı'nın, bir tanrı'nın olması gerekiyor..' şeklindeki fikrî/felsefî cereyanlara doğru bir kayma gözleniyor.. Bu tablo, herhalde, ateizmin‚ tanrıtanımazlığın insan ruhunun ihtiyaçlarına ve aklın suallerine cevab veremeyişinden ve fikrî/ideolojik bir 'kaos'a sürüklenen insanların, tutunacak bir dal aramak zorunda kalmasından kaynaklanıyor.. Bu bakımdan, 'ateist'lere, 'tedaviye muhtaç hasta ruhlu, acınası kimseler' olarak bakmak gerektiğini söyleyenler de haksız değildi.. Bu fırtınalı zaman dilimi, 'inanç'lara bağlı olanları, dinlerine daha bir kalbî itminan ile, aklî tefekkür ile sarılmaya da zorluyor.. Hristiyanî kaynaklarda, seçkin din liderlerine atfedilen, 'dinime, aklım ermediği için inanıyorum..' gibi bir latince söz, açık ki, zavallıcadır..
İslam ise, bağlılarına, tefekkür ve akletmeyi ısrarla teşvik ile, 'sadece Kur'an'ı değil, büyük mukevvenât kitabını da okumaya' çağırmaktadır.. 'İqra' (oku!) emrinden maksad, aklen de kavramaya bir çağrıdır. Kur'an'ın bir adı da, 'Furqan'dır ve, 'farkettirici, iyiyi-kötüyü, hakk ve bâtılı ayırt ettirici' gibi mânaları içermektedir.. Bu ise, akıl faaliyetlerini de gerektiriyor.. Ve esasen, İslam, akıl sahiblerini muhatab alıyor.. Yani, aklı küçümseyen bazıları, aslında kendi imanlarını da şübhe altına atıyorlar.. Çünkü, aklı olmayanın dini olmadığı gibi, aklını kullanmayanın dinini anlamasının seviyesi de, o derecede sığdır.. İslam, 'vahy' ile aydınlanan bir akl'ı yüceltiyor, aşağılamak ne kelime..
Ancak inancın, aklî tartışmalardan ziyade kalbî tasdik ve ikrar ile şekillendiği de açıktır.. Çünkü, iman konularının akletmek (taaqqul) ve tefekkürle anlaşılması teşvik edilmekle birlikte, buna gücü yetmeyenlerin bile, imanın temel çerçevesini, 'küllî bir kalbî kabul'le benimsemesi yeterlidir.. Bu küllî imanın başta gelen rükunlarından birisi de 'Gayb'e iman'dır.. Baqara sûresi, 2, 3 ve 4. âyetlerinde buna işaret edilir: 'O (Kur'an) muttaqîler, (sakınanlar, korunmak isteyenler) için bir yol göstericidir. Onlar, Gayb'a inanırlar, …' (…) Yine onlar, Sana indirilene ve Senden önce indirilene iman ederler; Âhiret Günü'ne de, yaqînen, kesin-kes iman ederler.' Yani, 'Gayb'a iman', inancın temel özelliklerindendir.
'Gayb', mechûl/bilinemez bir âlem değil; bizim bilgi, idrak ve müşahade gücümüzle şekillenen tefekkürümüzün, aklımızın sınırları ötesinde varolan bir âlemdir.
'Gayb'den bildirilen ve Peygamber diliyle diğer insanlara sunulan 'vahy'e inanan insan, hayatını şekillendirmekte elbette ki, doğruluğuna kesinkes inandığı o ölçüleri esas alır..
Bu inanç noktasına kimse zorla gelmez, getirilemez.. İnanan inanır, inanmayan da hiç..
İman'a ulaşılmasında, 'Gayb'den gelen vahy'in, ilahî mesajın gücü, mesajı nakledenin şahsiyeti ve mesajın muhatabının kavrama kabiliyeti gibi faktörler de elbette etkilidir.. Ama, muhatabın özellikle beyin faaliyetleri açısından sağlıklı, hürr ve reşîd (olgunluk yaşına gelmiş) olması gibi özelliklere sahib olması da gereklidir. Bu unsurların varlığı içinde yapılan kalbî tasdik ve 'amentu' / inandım' dedikten sonra, artık, o kabul ve tasdikin gereklerine göre bir hayat çizgisi tutturmanın bir mükellefiyet olacağı da açıktır.. Ancak, iman konusunun anlaşılması için, elbette tefekkür etmek teşvik edilip öğülmüştür; ama, 'iman'a fikrî tartışmalarla ulaşılması istisnaî bir durumdur. Yani, 'düşündüm, karar verdim' değil, 'inandım/amentu' önce gelir.. O da, düşünmekle kavranılamayacak olan bir âlem'in, Gayb'in varlığına ve o Gayb âlemini de yaratan bir Yüce ve Yaratıcı tek ilah'ın, Hâliq'ın varlığına inanmayı gerektirir. (Ki, Allah'a inancımızın aslî sınırlarını da, İkhlâs sûresinde buluruz..)
Bu bir inanç sistemidir, bir 'paradigma'dır.. İnananlar bu vahy'in, ('Gayb'den gelen haber'in) mahiyetini akılları yettiğince anlamaya, kavramaya çalışabilirler, elbette.. Ama bu, her şeyden önce, iman ve taqvâ ister.. Onun içindir ki, 'vahy'in mahiyetini dışardan anlamaya çalışanlarla, inananların algılamaları çok çok farklıdır..
Nitekim, nice 'musteşrik (musteşriq/şarqıyatçı/şarqşinâs/ orientalist)'ler vardır ki, İslam konusunda çoğu müslümandan çok daha derin bilgilere sahibdirler, amma, onlar, onun hakikatini ve hayatı şekillendiren tek aslî doğru olduğunu kabullenemezler. Çünkü, inancın derûnî mahiyetinden habersizdir. Ve onların yaklaşımları da inananlar için bir şey ifade etmez. Çünkü onlar iman zevkıni tadamamışlardır..
Bu konu, bir makale hacminin çok ötesinde olduğu halde, bütün bunları niye mi anlatıyorum?
İran'lı düşünür Abdulkerîm Surûş, İslam'ın temel itikadî konularını aklî tartışma zeminine; inancı, tecrubî ilimler laboratuarında denemeye tâbi tutmak için yıllardır sürdürdüğü fikrî çabalarının son merhalesinde, yeni birtakım iddialar ortaya attığı için..
Surûş'un iddialarını burada etraflıca tekrarlayacak değilim. Ancak, bugünlerde Türkiye'deki İslamî eğilimli bazı medya organlarında bile bu konu tartışılıyor.. Konunun, bugünlerde Hilâl tv.'de de tartışılacağını öğrendim.. Onun için, onun sözlerinin özetini belirtmekle yetineyim: Surûş'a göre, Kur'an 'Kelâmullah' (Allah kelamı) değil, 'Kelâm-ı Muhammed'dir.. Bu söz, büyütülmeyebilir. Çünkü, Hz. Peygamber arab kavminden ve muhatablar da ilk planda arab olduğundan, Kur'an arabça gelmiştir ve Resul-i Ekrem (S)'in dilinden telaffuz olunmuştur. Surûş ise, Kur'an'ın Hz. Peygamber'in derûnunda doğan ve O'nun bilgisiyle sınırlı, yüksek seviyede bir ilham olduğu, vs.. iddialarda bulunuyor. Dahası, 'Kur'an, mahsûl-i beşer est, insan ürünüdür' diyor; sonra da bunları 'lezzet-i irfan ve hikmet' vs. ile te'vile çalışıyor.
Halbuki, Surûş'un, kendisini modern zamanlardaki yorumcusu olarak da gördüğü (Mevlâna lâkabıyla meşhur) Celâleddin Rûmî, 'Gerçi Qur'an, ez leb-i Peygamber'est,/ Her ki begûyed Haqq negoft; kâfir est!.' (Gerçi Kur'an Peygamber'in dudağındandır, /Her kim dese ki Hakk dememiştir, kâfirdir..) demektedir..
Surûş'un bu yaklaşımı, asırlarca nice 'musteşrik'lerce de dile getirilmiştir; ama, onlardan ilmî vakaar sahibi olanlar bile, bu kadar cür'etkâr olamamıştır.. (Bu konuya gerektiğinde, etraflıca değinilebilir; amma, bazı okuyucuların konuya hazırlıksız yakalanmaması için, şimdilik kâfî..)
Vakit
|