Aşure, Hallac-ı Mansur ve Seksen İnanç'ta Devrialem
AHMET TEZCAN
a.tezcan@zaman.com.tr04 Nisan 2010, Pazar
TRT'nin kulakları çınlasın.
İngiliz devlet televizyonu BBC, espriyi Jules Verne'in 80 Günde Devrialem (Around The World In Eighty Days) romanından alıp 80 İnançta Devrialem (Around The World In 80 Faiths) adında bir belgesel dizi hazırlayıp yayınladı.
Dünyadaki bütün inançları anlayıp anlatmaya yönelik belgesel için, yapım ekibi dışında teolog, sosyolog, psikolog, pedagog ve felsefecilerin bulunduğu büyük bir danışmanlar heyetiyle çalışan BBC'nin bu çalışmasıyla ilgili bilgi edinmek için
http://www.bbc.co.uk/80faiths/ internet adresine girebilirsiniz.
İngilizler'in 80 İnançta Devrialem dizisinin Türkiye ayağında, Cem Radyo eski genel Yayın Yönetmeni Ayşe Acar da görüşüne başvurulan kişiler arasında yer almıştı. Ayşe Acar, 80 Günde Devrialem belgeselinin yapımcısı Tom Sheahan'a, kendisinin Atv-Avrupa kanalında yayınlanmış olan Aşure adlı belgesel-sohbet programını göndermiş. Alevi-Bektaşi Nefes'lerinin açılımında kadim bilgelik (tasavvuf) eksenli Aşure'yi hemen seyreden Tom Sheahan, Ayşe Acar'a gönderdiği mektupta Aşure'yi olağanüstü bulduğunu belirterek "Korkarım bizim belgeselimiz sizin hazırladığınız Aşure kadar heyecan ve gurur verici değil" diyor.
Ayşe Acar'ın Anadolu Aydınlanma Vakfı kurucusu Metin Bobaroğlu ile birlikte gerçekleştirdiği Aşure'yi hangi şartlarda, ne tür imkansızlıklar ve engellemeler içinde gerçekleştirdiğini bilseydi BBC Yapımcısı küçük dilini yutardı sanırım.
Hele hele kurumun Boğaziçi mezunu olup yurtdışında okumuş olmakla mağrur genç yöneticisinin, kendi kanalındaki Aşure'yi bir kez bile seyretme lütfunda bulunmayıp "Şu Aşure midir sütlaç mıdır nedir, para kazandırmıyor bize, kaldırın o programı" diyerek yayınına son verdiğini öğrenmiş olsaydı Tom Sheahan, ne düşünürdü doğrusu merak ediyorum.
Ayşe Acar; koltuğunun altında Türkiye'nin İnanç Haritası'ndan İbn-i Arabi'ye, Alevi-Bektaşi Geleneği'nde 12 Hizmet Olgusu'ndan Türk Tasavvuf Kültürü'nde Görsel Unsurlar'a varıncaya kadar BBC'ye parmak ısırtacak onlarca proje dosyası ile bir yıldır kapı kapı dolaşıyor, fakat nafile! Bütün kapılar duvar, bütün kulaklar sağır!
Çıldırmak işten değil!
Batı ülkeleri neredeyse 200 yıl öncesinden, Dünya'nın geçmişte olduğu gibi, gelecekte de sadece inanç ekseninde döneceğini, ideolojilerin iflasını görerek, buna yönelik pozisyon çalışmaları yaparken, biz başta kendi inancımız olmak üzere neredeyse bütün inançlara kapılarımızı kapatmış, ideolojik at gözlüklerimizle dolaşmaya ve dalaşmaya devam ediyoruz. Laikliği neredeyse 100 yıldır "başörtüsü" ve "şarap şişesi"ni sembolleştirerek güya tartışıyoruz.
En aydın geçinenimiz Basra harab olduktan sonra "Said-i Nursi'yi Yanlış mı Anladık?" başlıklı itirafnamelerle meşgul. En Müslüman geçinenimiz; İbn-Arabi'nin 1000 yıl önce Füsusü'l Hikem kitabının Hud Fassı'nda kaleme aldığı şu sözlerinin sahilinden fersah fersah uzak hâlâ:
"Her şahsın Rabbi hakkında bir inancı olmalıdır. Bu inanç vasıtasıyla Hakk'a döner ve Hakk'ı onda arar. Hakk o inançta göründüğünde kul O'nu kabul eder, başka bir surette tecelli ettiğinde ise, inkar eder. Ve O'ndan uzaklaşır. Böyle bir insan; içinden Hakk'a saygılı davrandığını zannettiği halde, saygısızlık yapmıştır. (...) Öyleyse; belirli bir inançla sınırlı kalıp, diğerlerini inkar etmekten sakın! Böyle bir şey yaparsan, pek çok iyiliği yitirirsin. Bütün inanç biçimlerinin heyulası (aslı, özü) haline gel, çünkü Allah, belirli bir inancın sınırlayamayacağı kadar büyük ve yücedir!" Peki niçin bu haldeyiz?
İbn-i Arabi'nin Rabb ve Allah isimleri arasında Tanrı'nın hangi ismine vurgu yaptığına dikkat edin lütfen:
Hakk!
İnsan İbn-i Arabi'nin tabiriyle "kendi zihninde yarattığı" ve Rabb edindiği ilahı, Hakk kavramına bağlayamadığı anda bütün inanışları ve hakikatte kendi inancını inkara düşüyor. Hakk ismi ise bir kavram olarak hakikat, hukuk ve dahi adaletin özü!
Eskilerin tabiriyle "ünsiyet-i Hakk" etmekten, Hakk kavramından, Hakikatten, Hukuktan ve Adaletten uzaklaştığımız ölçüde inancımızdan ve insanlığımızdan uzaklaşıyoruz.
Şimdi Hallac-ı Mansur'un "Ene'l Hakk - Ben Hakk'ım" sözünün üzerine neden paramparça edilip yakıldıktan sonra küllerinin havaya savrulduğunu daha iyi anlamak mümkün. Hallac'ın parçalanıp yakılmasının gerekçesi asla "din" değildi, tamamen siyasi idi. Parçalanıp yakılarak külü havaya savrulan ise Hallac-ı Mansur'un bedeni değil, Hakk kavramı yani Adalet'in ta kendisiydi. Bizim bir belgeselini bile yapmaya çekindiğimiz İbn-i Arabi'nin inanç ve düşünce sistemini anlamak için Amerika'dan Japonya'ya kadar akademik kürsüler oluşturan Batı; Hakk kavramına yaklaştıkça, yitirdiğimiz Hukuk ve Adalet'in ekseni haline geldikçe, inançların izini sürüyor, anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Biz ise; kendi inancımızı bile anlamaktan ve anlatmaktan kaçınır ve utanır hale geliyoruz.
Hal böyle iken; Hallac-ı Mansur'u Louis Massignon'dan, İbn-i Arabi'yi Claude Addas'dan, Mevlana'yı Paulo Coelho'dan işitip şişinmekten utanmıyoruz! İnsanlığımızdan utanmıyoruz yani!
Merhum Arif Nihat Asya gibi feryad etmenin zamanıdır şimdi:
"Ne diyeyim ben size eeey
bırakanlar beni Mevlana'sız!"
ZAMAN