Avni ÖZGÜREL
TARİKAT-CEMAAT-DEVLET
Yazı Dizisi
RADİKAL25 ŞUBAT 2001 - 6 MART 2001
İskenderpaşa'da devrim
Nakşibendiliğin İskenderpaşa cemaati olarak bilinen kolu, Esad Coşan döneminde 'klasik' yapısında çok önemli değişimler yaşadı; eğitim konusuna özel önem veren Coşan, cemaat üyeleri arasındaki ilişkiyi internete de taşıdı
Esad Coşan tasavvuf tarihi açısından önemli bir sima. Nakşibendi yolunun takipçileri ilerde onu geleneksel çizgiyi modernleştirmeyi başarmış bir şeyh olarak hatırlayacaklar.
Onun dönemine kadar İskenderpaşa Camii ve çevresiyle sınırlı; ziyaretçileri ve bağlıları arasında ünlü politikacıların bulunması dolayısıyla ilgi çeken tarikat Esad Coşan'la siyasi elitten koparak üniversite gençliğine ve İslam'a ilgi duyan farklı toplumlara yöneldi, çevrelerinde kalabalıklar bulunmasını isteyen şeyhlerin uhdelerinde tuttukları ritüeller herkese açık hale geldi..
Sanal dergâh
Artık Nakşibendilik meraklıların gözünde bir 'sır' değil, mahiyetini öğrenmek herkesin dergâhla ve şeyhle doğrudan ilişki kurmadan kafasına takılan soruların cevabını öğrenebileceği, interaktif olarak iletişim kurup belki de zamanla bu yoldan ' intisap edebileceği' bir ekol.
Bunu Esad Coşan'ın iletişim devrimine ve internete verdiği önem sağladı. Halen sanal ortamda 10'dan fazla Türkçe-İngilizce site İskenderpaşa ekolüne bağlı olarak yayın yapıyor. Ve dünyanın farklı yerlerinde manen Coşan'a bağlı ama bir kısmı ne İstanbul'u ne İskenderpaşa'yı görmemiş dergâhlar var. İnternet kanalları üzerinden Nakşibendi geleneğinin kaynakları, ritüelleri ve Esad Coşan'ın vaaz ve konferansları sesli-yazılı olarak aktarılıyor. Zikrin ve derslerin nasıl yapılacağı, hangi duaların nasıl okunacağı, rabıta v.s. dahil.
Bütün bunlara bakarak artık Nakşibendiliğin eski Nakşibendilik, Esad Coşan'ın da eski şeyhlerden biri olmadığını ifade etmek mümkün.
Esad Coşan, Kafkasya'dan Çanakkale'ye göçmüş bir aileye mensuptu ve soyunun Hz. Ali'ye kadar uzandığı biliniyordu. Arap dili ve edebiyatı üzerine yüksek öğrenim yapmış, eski yazılı Türkçe metinler konusunda akademik kariyer sahibiydi. Hacı Bektaşı Veli'ye nispet edilen Makalat'ı konu alan çalışmasıyla doçent olmuştu; İbrahim Müteferrika'nın Risale-i İslamiye adlı eseriyle profesör olduğunda (1982) iki yıldır İskenderpaşa cemaatinin başında bulunuyordu. Bundan dolayı tarikat içinde sivrilmesi ve daha Mehmed Zahid Kotku'nun sağlığında onun yerine vaaz için kürsüye çıkarılmasına kimse şaşırmadı.
Coşan eski şeyhlerle kıyaslandığında kadınların toplum içinde yer ve kariyer sahibi olmalarına verdiği önemle de farklıydı. Nitekim tesettürü savunmakla birlikte bunun çarşaf olarak yorumlanmasının kadını çalışma hayatının dışına iteceği kanaatindeydi ve kendi aile fertlerinin de başörtüsü kullanmasını yeterli gördü. Çeşitli vaazlarında kadınları toplumsal sorumluluk üstlenmeye ve eğitim seviyelerini geliştirmeye teşvik ettiği de biliniyor.
Nureddin Coşan dönemi
Esad Coşan'ın geçtiğimiz ay Avusturalya'daki kazada ölümü üzerine İskenderpaşa cemaati bir kez daha gündeme geldi. Ancak dergâh tereeddüde yer bırakmadan varisin 'Coşan'ın Sevdiği' tanımlamasıyla oğlu Nureddin Coşan olduğunu açıkladı.
Cemaatin tercihini Mehmed Zahid Kotku'nun da yakın arkadaşı olan Esad Coşan'ın babası Necati Coşan'dan yana yapabileceği de söyleniyordu; ancak dergâhın bu eski mensubunun yaşının hayli ilerlemiş olması ve başlatılan açılımın kesintisiz devam ettirilmesi düşüncesiyle Nureddin Coşan'a yönelindi. Necati Coşan da 'Oğlum ilmiyle bizden iyisini bilirdi, bize onun isteğine uymak düşer. Torunumun destekçisiyim ve her zaman onun yanında olacağım..' diyerek bu seçimi onaylayınca sorun çözüldü.
Yeni dönemde Nureddin Coşan'ın klasik dergâh faaliyetini kurulacağı açıklanan Esad Coşan Vakfı üzerinden sürdüreceği ve zikirlere kendisi de katılmakla birlikte esas olarak bu hizmeti dergâhın kıdemlilerine bırakacağı söylenebilir. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde sanal ortamda daha da güçlenen, şeyhlik karizmasından ziyade 'kurumsal kimliğe' dayanan bir Nakşibendilik hareketi izleyeceğimize şüphe yok. Dolayısıyla Esad Coşan'ı geleneksellikten modernliğe bir geçiş olarak görürsek, Nureddin Coşan'ın 'milenyum cemaat liderlerinin ilki' olacağı ve dergâhı gelecekle bağlantılandırmaya çalışacağı söylenebilir.
Nureddin Coşan kim?
1963 yılında Ankara'da doğan Nureddin Coşan ilk ve orta öğrenimini Ankara'da Fevzi Çakmak İlkokulu ve İmam Hatip Lisesi'nde tamamladı. Daha sonra (1982) Suudi Arabistan'a giden Nureddin Coşan, Kral Suud Üniversitesi'nde Arap dili ve edebiyatı
eğitimi aldı. 1992'de ABD'ye giden Nureddin Coşan New York College of Saint Rose'da işletme öğrenimi gördü. Daha sonra İstanbul'a dönen ve ticaretle ilgilenmeye başlayan Coşan bu sırada evlendi. İskenderpaşa cemaatinin genç varisi iki çocuk sahibi.
'Cumhurbaşkanının takdiridir'
Babanızın defni vesilesiyle devlet katında ortaya çıkan durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhurbaşkanı'na yönelik bir kızgınlık içinde misiniz?
Babamın defni konusunda devletin yürütme organı durumundaki merciler arasında çıkan ihtilaf üzüntü vericidir. Biz aile olarak milletimize hizmeti ilke edinmiş kimseleriz. Aile büyüklerim hem anne tarafından, hem de baba tarafından köklü bir ilmi geleneğe sahip, ulema sınıfına mensup, vatan, millet, devlet ve asli değerlerimiz uğruna canlarını mallarını ortaya koyan, feda eden insanlar. Babamın dedesi ve kardeşleri Birinci Dünya Savaşı'nda Çanakkale ve diğer cephelerde şehit düşmüş yüksek tahsilli, ilmiye mesleğine mensup şahsiyetlerdi.
Yine anne tarafından dedem olan Mehmed Zahid Kotku da fikirleri halkımız tarafından yaygın olarak benimsenen, sevilen, sayılan, sevgi ve güzel ahlak timsali bir insandı. Böylesine köklü bir ilim ve irfan ortamından gelen babam da ömrünü
ilim, irfan ve insanlığa hizmet yolunda tamamlamıştır. Milletimizin gelişmesi, birlik ve beraberliği için çalışmıştır. Bilgili, erdemli birbirini seven, becerisi yüksek insanlar yetiştirmiştir.
Bize; adaletli olmak, hakka riayet etmek, sevmeyi erdem edinmek, güzel ahlaklı olmak, milletimize ve insanlığa hizmet etmek, sorumluluklarımızı yerine getirmek gibi değerleri öğütlemiştir. Milletimizin çok değer verdiği, devlet büyüklerinin en üst seviyede anma merasimlerine katıldığı, UNESCO tarafından adına yılların ilan edildiği Mevlana, Yunus Emre, Ahmed Yesevi'nin öğretisini, hizmet anlayışını, sevgi iklimini, birlik ve beraberlik mesajını çağın şartlarına uygun hale getirmiş, onların metodunu benimsemiş, ilim, gönül, ahlak ve sevgi timsali bir şahsiyetti. Avustralya ve dünyanın diğer bölgelerine hep milletimizin değerlerini götürmüş. Milletimize hizmetten başka bir düşüncesi olmamıştır. Ulusal değerlerimizin evrenselleşmesi için çalışmıştır.
Bir kırgınlığınız söz konusu mu?
Babamın vefatından sonra, Avustralya'daki şartlar ve yaşarken dile getirdiği Süleymaniye Camisi'nin mezarlığına defni ile ilgili arzusu doğrultusunda ilgili mercilere müracaatlarda bulunduk. Avustralya'dan nakil sırasında ilgili bakanlık ve ona bağlı kurumlar, Avustralya makamları gereken hassasiyeti gösterdi. Babamın bir arzusunu gerçekleştirmek için üzerimize düşeni yapmaya çalıştık. Biz babamızın sahip olduğu vasıflarla; hizmetleri, milletimize, milli kültürümüze, dilimize, güzel bir çevre oluşmasına, sivil toplum anlayışının gelişmesine, milli menfaatlerimizin korunmasına katkılarıyla, halk tarafından benimsenmiş, dinin asli değerlerine uygun, hurafelerden uzak, bilimsel bir anlayışı yansıtan hizmetleriyle, milleti millet yapan değerlerimizi yaşatmasıyla bu talebin makul olduğunu düşünerek ilgili makamlara başvuruda bulunduk. Sayın Başbakan, sayın başbakan yardımcıları ve sayın Bakanlar Kurulu üyeleri gereken ilgi ve alakayı gösterdiler.
Cumhurbaşkanı da meseleye eşitlik açısından yaklaştığını belirterek takdir hakkını kullanmıştır. Bizim için bir kırgınlık, kızgınlık söz konusu değildir.
Süleymaniye'nin bir özelliği?
Ölümden sonra defin yerinin Allah katında insana katacağı bir değer yoktur, hatta mekânlar insanların varlığı ile bir anlam kazanır. İnsanın kıymeti; hizmetleri, eserleri, fikirleri, karakteri ve şahsiyetiyle ölçülür. Babamın yaptıklarının da milletimiz tarafından nasıl algılandığını cenazesine katılım ve katılanların sergiledikleri olgun tavırlarla bir kere daha görmüş olduk. Alakasını esirgemeyen, acımızı paylaşan herkese bu vesile ile de teşekkür ederim.
Yarın: Nureddin Coşan, ilkelerini, hedeflerini ve projelerini anlatıyor...
***
Her kesime açık bir vakıf
Esad Coşan'ın oğlu ve vârisi Nureddin Coşan Radikal'e amaçlarını ve projelerini anlattı: Bir vakıf kurup kalıcı, herkese açık ve her kesime hitap eden çalışmalar yapacağız. Milletimizin, yönlendirici politikalar üretebilmesi için uğraşıyoruz
Avni ÖZGÜREL
Babanızın taşıdığı sorumlulukları bundan böyle sizin üstleneceğiniz yorumları yapılıyor, bu ne kadar doğru?
Babam, insanlığın ve milletimizin hayrına, iyiliğine yönelik yüksek idealleri, hizmetleri, tasarıları olan örnek bir şahsiyetti. Onun öğretilerini, asil duygu ve davranışlarını aynı amaçlarla sürdürmeyi bir sorumluluk olarak görüyorum. Asırlardır devam eden bu güzel öğretilere sahip çıkmamak, ideallerini, hizmetlerini, erdemini devam ettirmemek vefasızlık ve vebal olur düşüncesindeyim. Onun ismini, eserlerini yaşatmak, geliştirmek ayrıca evlatlık vazifemdir. Babamın da tavsiye ve yönlendirmesiyle toplumumuza ve insanlığa karşı sorumluluk hissediyorum.
Sevginin ve güzel ahlakın milletimizin ortak değerleri olmasını; milletimiz arasındaki kırgınlıkların, dargınlıkların, ayrılıkların sona ermesini; milletimizi ayakta tutacak, geliştirecek değerlerimizin yeni nesillere, insanlığa anlatılmasını arzu ediyorum. Dünyanın herhangi bir köşesinde bir insan açlıktan ölüyorsa, bir başka insan uyuşturucunun pençesinde kıvranıyorsa, dini, dili, ırkı ne olursa olsun, nerede bulunursa bulunsun bir insan haksızlığa uğruyorsa bunda bizim de mesuliyetimiz olduğunu düşünüyorum.
İslami cemaatler yaşadığımız 'bilgi çağı'nın şartlarına göre bir değişim içindeler mi? Dedeniz Mehmet Zahid Kotku'nun görevinin manevi yetkinliği yanında bilim adamlığını ve araştırmacı kimliğiyle de bilinen babanıza intikal etmesini bu çerçevede mi değerlendirmek gerekir?
Dedemin görevinin babama intikalinin sebebi babamın liyakatıdır. İlmi kişiliği, araştırmacılığı, şahsiyeti, karakteri, hizmet anlayışı, ufku, vizyonu ve birikimi ve toplum tarafından kabullenilen vasıflarıdır.
Dedem de bilgiye ve gelişmeye büyük önem vermiş, zamanının en ileri teknolojilerinin Türkiyemize kazanılması için çalışmış ve takipçilerini teşvik etmiştir. Bu anlamda Türkiyemizin ilk motor üreten tesislerinden Gümüş Motor'un kurucu ortağıdır. Babamın yaklaşımı da böyleydi. O bilgi çağının ve dünyadaki gelişmelerin farkındaydı. Yıllar önce bu konuyu gündemine almış, geniş ilmi katılımlı bilimsel toplantılar düzenlettirmişti.
Cemaatlerin teknolojik yeniliklere ayak uydurması?
Çağın gelişmelerini ve gereklerini yakından takip etmeyi ve yerine getirmeyi bir zorunluluk olarak görüyoruz. Değerlerimizi muhafaza ederek milletimiz dünyadaki hak ettiği yeri almalıdır. Milletimizin yönlendirici ve politikaları belirleyici güce ulaşması için elimizden geleni yapmayı kaçınılmaz bir mesuliyet olarak kabul ediyoruz.
Babanız genç sayılacak bir yaşta büyük sorumluluk aldı. Siz ondan daha gençsiniz...
Meseleyi yaş açısından değil sorumluluk açısından ele almak gerek. Tarihten günümüze çok genç insanlar büyük başarıların altına imza atmıştır. Bunun bizim tarihimizde de sayısız örnekleri var. Babam da çocuklara ve gençlere büyük önem verirdi. Gençlere güvenilmesini isterdi, onların hayata kazanılmasını, sorumluluk üstlenmelerini arzu ederdi.
Çok genç yaşlarda büyük başarılara imza atabilmeleri için, küçük yaşlardan itibaren işte tecrübe kazanmalarını tavsiye ederdi. Etrafında çok genç denilecek yaşta, sahalarında isim yapmış, büyük tecrübeler kazanmış etkili, bilgili, geniş bir gençlik kitlesi vardı.
Bu açıdan bakıldığında dünyada estirilen gençleşme rüzgârının önündeydi. Bu kitle onun öğretilerini gelecek yüzyıllara taşıyacak.
Babanız adına bir vakıf kurma çalışmanız olacağını açıkladınız. Neyi hedefliyorsunuz?
Bizi millet olarak farklı kılan vasıflarımız var. Bunların başında sevgi ve güzel ahlak geliyor. Sevgi iklimi, sevgi ve güzel ahlak okulları oluşturmak istiyoruz. Bu değerleri milletimizin ve insanlığın ortak değerleri haline getirmek istiyoruz. Güzel ahlakı, güzeli sevmeyi en büyük erdem olarak görüyoruz. Babam insanla ilgili her meseleye yakın alaka gösterdi.
Milli kültürümüzün korunması ve geliştirilmesi, dilimizin korunması, çevrenin korunması, ülkemizin iç ve dış menfaatlerinin korunması, ahlakın güzelleşmesi, temiz toplum da dahil olmak
üzere hemen her konuda çalışmalar yaptı, yaptırdı, tespitlerde, tekliflerde bulundu. Değerlerimizi, babamın öğretilerini daha nitelikli bir hizmet anlayışıyla toplumumuzun ve insanlığın bilgisine, hizmetine sunacağız. Bunun için, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Kültür, Araştırma ve Dayanışma Vakfı'nın kuracağız.
Amacımız, herkese açık ve her kesimin istifade edebileceği şekilde bilimsel yöntemlerle ve müesseseler vasıtasıyla babamın öğretilerinin, hizmet anlayışının, insanlığa katkılarının devamını sağlamak, ideallerini gerçekleştirmek, yarım kalmış tasarılarını tamamlamaktır.
Böylece daha kalıcı ve faydalı çalışmalar üretebilir, herkese açık, her kesimin istifade edebileceği faaliyetler yapabiliriz. Babamın anlayışı da buydu.
Yeni yüzyılda yeni bir İslam anlayışının hâkim olması gerektiği düşüncesine katılıyor musunuz?
Babam misyonunu, "Çağa uygun, aşırılıktan uzak, peygamberimizin sünnetine bağlı, Allah'ın rızasına uygun Müslümanlık" olarak açıklıyordu. Hizmet anlayışının ilmi usullere uygun olmasının, bütün insanları kucaklamasının, bütün insanlara faydalı çalışmalar olduğunun altını çiziyordu.
Bunun için düzenli ve sürekli okumayı, mesleki gelişmeleri yakından takip etmeyi, en az bir Batı dilini ve kültürümüzün kaynakları olan dilleri öğrenmeyi, bilimsel metot kullanmayı tavsiye ediyordu. Babamın eserleri, fikirleri, öğretileri ortadadır. Kendi sesi ve kalemi ile tespit edilmiştir.
Onun yol gösterici öğretilerini, tasarılarını ve insanlığın hayrına olan ideallerini ve hizmetlerini bu vakıfla bütün insanlığın istifadesine sunmak istememizin sebebi de budur. Bu vakıf aynı zamanda bir kültür merkezi ve müzesi olarak hizmet verecektir.
Bizim değerlerimiz, hiçbir ayrım yapmadan, bütün insanları kucaklayan, çağın teknolojik gelişmelerini izleyen, düşünce ve inanç hürriyetine saygılı, sevgiyi, güzel ahlakı en büyük erdem olarak benimsemiş ve sosyal yaşamdan kopmamış insanlarla yaşayacaktır.
Bize ulaşıp fikirlerini paylaşmak, yapıcı yaklaşımlarda bulunmak, mevcut birikimlerimizden istifade etmek isteyen güzel insanlara iletişim kapımız her zaman açık kalacak.
'Cemaatler çağına girdik'
Ege Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Mehmet Aydın, dini gelişmeleri eleştirel yaklaşımla izleyen bir bilim adamı. Aydın'la tarikatların durumunu ve geleceğini konuştuk.
Tasavvufun İslam'a aykırı olduğu yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şeyin İslam'a yabancı tarafları olabilir, felsefenin, kelamın da... Merkezi İslam'dan ne anladığınıza bağlı bu. Ortada bir vahiy var ve fikir var. Kelam ondan çıkıyor, teorik kelam ve rasyonel kelam dediğimiz şey vahiyden çıkıyor. Hayatı düzenleyen ahlak ve hukuk kurallarına kaynaklık eden hususlar yanında, iç dünyayı düzenleyen bir boyut da var. Tasavvuf burada oluşuyor. Dolayısıyla tasavvuf İslama ters düşer demek de yanlış, İslam tasavvuftur demek de...
Tasavvuf ve modernite karşıt mı?
Modernite bir manada globalleşmedir. Bu bireysel durumları, varoluşu hesaba katmayan bir soyutluğu da getiriyor. İnsanı iç dünyasında yalnızlığa itiyor. Kalabalık içinde yalnızlaşan insan kendisi gibi düşünenlerle, kendisinden daha iyi düşündüğüne inandıklarıyla, sıkıntısını paylaştıklarıyla birlikte olma eğilimine giriyor. Bunun mutlaka dini çerçeve içinde olması gerekmiyor. Onun için modernite cemaatleri ortadan kaldırmıyor aksine çeşitlendirip büyütüyor.
Teknolojik gelişmenin etkisi...
Geçmişte tarikatlar alet edevat veya telefon yokluğundan mı kuruldu ki, şimdi teknoloji gelişti onlara ihtiyaç kalmadı diyelim. İddialı gelebilir, 21. yüzyıl cemaatler yüzyılı olacak... Modern imkânlar, global cemaatleşme imkânını doğurdu. Eskiden duyardı insanlar, İspanya'da Hindistan'da çok önemli bir mürşit var diye. Aylar süren yolculuk, çile vesaire... Şimdiyse internetten mürşide ulaşabiliyor, chat yapabiliyorsunuz...
Modernite karşısında tarikatların hiç problemleri yok mu?
Var. Muhammed İkbal'in 1930'larda belirttiği şekliyle kendi kendilerini yenileyemediler; bilgi ve tasavvufi teknikler bakımından... Bizde de yenileşmemiş bilgi ve tasavvufi çerçeveyle cumhuriyete girdiler, kapandılar. Yeraltına girdiler. Yeraltında zenginleşmedi, kendini koruma mekanizması sonucu bir oranda radikalleşti hattı.
İllegalite ayıklanmaya engel oldu...
Evet, iyiyle kötü ayırt edilemedi. Meydan boşluğu fırsatçılara imkân verdi. Tarikat göz önünde olsa bilenler kötüyü yakalar, bilmeyen ondan öğrenir. Ama gizlilik kötünün yakalanmasına engel oldu, polisiye olaylar vesilesiyle insanlar pek çok kişinin canı yandıktan sonra durumdan haberdar oldu.
Söylemlerini yenilemeleri de bir sorun değil mi?
İstanbul'da yaşayan ve kafasında binbir problemi olan bir genci düşünün. Bu üç yüz sene önce dağda gezen Türkmenimiz değil... Metropoldeki insan televizyonun karşısında, internetin karşısında. Buna, 'Şeyhin karşısında cenaze yıkayıcısının elindeki ceset gibi olacaksın, şeyhinden daha faziletli kimseyi düşünmeyeceksin' denilirse çözüm üretilemez, sorun doğurulur.
Kuran merkezli akımların şansı daha çok o zaman.. Yani tasavvufun ritüel tarafının ön plana çıkmadığı..
Kuran'dan daha çok etkilendiğini söyleyebileceğimiz hareketler, mesela Risale-i Nur gibi önem kazanıyor tabii. Orada bilgi önemli, itaat çok öne çıkmıyor. Zaten bizde Kuran yeterince ağırlıkla önde olmadığı için her tür bilgi ve tefekkür ikinci planda kaldı. Televizyonda yakın zamanda izledim, bir şeyhten söz ediliyor, o bilir, deniliyor. Şeyhin bilgisi açıklanmış bilgiyse mesele yok, açıklamamış ve kendinde kalmışsa o da beni ilgilendirmiyor. Ama benim çocuğuma yön verecek bilgiden söz ediyorsak bunun ortalıkta, açık, eleştirilebilir olması lazım.
Ancak şimdi öyle bir seçicilik ve araştırma hassasiyeti yok gibi..
Aklı başında insanlar tanıyorum, senin intisab ettiğin şeyhin şu şu görüşleri yanlış dediğimde gözleri yaşarıyor, ona da bağlanmazsam ne yapacağım, diyor. Açıkçası bu tavır, Kuran müminine yakışmayan bir haleti ruhiye. Bir taraftan bilgi ürettiklerini söylüyorlar ama öbür taraftan o bilgiyi tartıştırmıyor, yaşa ve gör diyorlar. Şeyh olarak bilinenlerden bir kısmının ciddi ruhsal sıkıntıları var. Ona bağlı olan üniversite mezunu insanlarla bile bunu tartışamıyorsunuz. Yakından tanıdığım birinden ağabey diye bahsettiğim için hayli tarize uğradım. Sıradan bir adamdan bahsediyorum diye. Kişilerin kendisi buna sebep oluyorsa o da vebaldir bence. İrşad konumunda olanların bir kısmı eski dostlarından uzak durur. Bunun sebebi eski tanıdıklarının ona hazret, şeyhim, efendi, hocam diye değil ismiyle hitab etmeye eğilimli olmasıdır. Çevrelerindeki insanların bu seküler sözcükleri duymasını istemezler..
Sanal ortamın cemaatleri güçlendirmesi mümkün mü?
Dergâhın yerine sanal dünya geçerse korkarım şeyh-mürit ilişkisi de sanal olur. Tarikat edebi ve ahlakı yüz yüze ilişkide yakalanır, internet sayfasında insani bir ilişki yok. Dolayısıyla yüzeyselliğin huy haline gelmesi ve sorun doğurması ihtimali yok değil.
Yarın: Bektaşilik ve Bektaşiler
***
Alevilik ne, Bektaşi kim?
Emevi saltanatının İslamiyet'i 'bir Arap dini' olarak görmesiyle birlikte yeni Müslüman olan kavimler de, tepki olarak farklı dinsel anlayışlar geliştirdi. Farslar Şiileşirken, kentli Türkler Hanefi mezhebine girdi, göçerlerse Aleviliği geliştirdi
Avni ÖZGÜREL
Emevi saltanatı İslam'ı Arap kalıbına döküp diğer kavimleri 'mevali' nitelemesiyle dışlayınca hem gerçek İslamı yaşamak hem de kültürel kimliğini korumak isteyen halk toplulukları, itildikleri noktada ve yönde yollarını ayırmakta sakınca görmediler.
Arapça metinleri öğrenmekte ve ezberlemekte esasen zorluk çeken ve eski dinlerinde var olup bilinçaltında korudukları unsurları terk etmemiş olan insanlar, kuşaktan kuşağa aktardıkları hikâyelerin duygu yüklü ortamını ve kutsallaştırdıkları renk ve ritüelleri içine girdikleri yeni dine taşıyarak manevi dünyalarını inşa ettiler. Sonuçta Farslar Şiileşti, kentleşen Türkler Hanefileşti.. (*)
Ancak Yeseviye kültüründen gelen göçebe Türkmenler hem Sünni geleneğin formelliğinden sıkıldıkları hem de gündelik hayatlarında alışageldikleri ilişki kalıbını ilahi menşeli ve ahlaki buldukları için, kendilerini Şia'dan farklı olarak Alevi diye tarif ettiler.
Alevilik Sünniliğin zıddı mı?
Alevilik esas olarak Hz. Ali ve ehlibeyt (=Hz. Muhammed'in ev halkı) sevgisi demek olduğuna göre bu manada ehlisünnet diye isimlendirilen ve Sünni olarak anılan kitle aynı zamanda Alevi sayılabilir. Ya da Sünniliğin Aleviliğe mani olmadığı söylenebilir.
Ehlibeyt sevgisine 'tevella'; sevmeyenleri lanetlemeye 'teberra' denildiği göz önüne alınır ve bu Aleviliğin bir kriteri sayılırsa iki büyük Sünni mezhebin kurucuları İmam Ebu Hanife ve İmam Malik'in Aleviliklerine hükmetmek dahi mümkün. Zira iki imam da hilafetin Emeviler tarafından zorla ele geçirilmesini onaylamayan ve hilafet hakkının Hz. Ali'nin çocuklarına ait olduğu kanaatine sahip olduklarını saklamayan bir tutum içindeydiler. Ancak fark bu tavrın sergilenmesinde daha bariz denebilir. Şia ve günümüzde Alevi olarak isimlendirilen kitle ibadet sırasında Yezid'e açık laneti gerekli görürken ehlisünnet 'şeytan'a dahi lanet edilemeyeceği' yorumuyla bu yola gitmedi. (Sünni Müslümanlık'ta da Yezid kelimesinin olumsuz bir sıfat olarak yerleştiğini unutmamak lazım..)
Bu noktada Haricileri ve Yezid taraftarlarını tahlilin dışında tuttuğumuzu söylemeye gerek yok. İki aşırı cemaatin de Hz. Ali ve ehlibeyt sevgisinin uzağında bulunduğu çok açık.
Ayırt edici ölçü
Belirtmemiz gereken bir başka husus da, Sünnilik çerçevesinde ortaya çıkmış ve gelişmiş tarikat hareketlerinin tamamının kendilerini Hz. Ali'ye bağladıklarına bakarak bunların vasıf olarak Alevi oldukları gerçeği. Yani Hz. Ali sevgisi tarihen bir ayırt edicilik ölçüsü değil. (Alevi hareketine karşı oldukça haşin davranmış Yavuz Sultan Selim'in oğlu Kanuni Sultan Süleyman 1535'te Bağdat seferi sırasında düşmanın Van üzerine yürüdüğünü öğrendiği halde Meşhedeyni yani Hz. Ali ve Hz. Hüseyin'in türbelerini ziyaretini ertelememişti..)
Buraya kadar anlattıklarımız tablonun bir yanı. Ancak zaman içinde Aleviliğin 'farklılığın inşası' diye niteleyebileceğimiz bir süreç yaşadığı da inkâr edilemez. Öyle ki günümüzde Aleviliğin ayrı bir mezhep; hatta giderek ayrı bir din olduğuna kadar vardı tartışmalar.
Bektaşilik ve Hacı Bektaş
Alevilikle başlayan yazıyı Bektaşilik'le sürdürmemek imkânsız. Ancak tasnifte Aleviliğin konulacağı yerin tartışmalı olmasına karşılık Hacı Bektaş Veli'ye bağlılığın ifadesi olan Bektaşiliğin tarikat olduğuna kimsenin itirazı yok.
Bu vurgudan yola çıkarak, ihtiyat payıyla belki şunu söylemek mümkün: Her Bektaşi Alevi sayılabilir, ancak her Alevi Bektaşi değildir..
Horasan'ın Nişabur şehrinde doğan Hacı Bektaşı Veli (1200), Hz. Türkistan diye anılan Hoca Ahmet Yesevi'ye nispet edilirse de (Vilayetnamelerin bazılarında Hacı Bektaş Veli'nin Ahmet Yesevi'ye intisab edişi anlatılıyorsa da Ahmet Yesevi'nin ölüm tarihi 1168 ) Anadolu kültürünün bu büyük isminin Ahmet Yesevi'nin halifesi Lokmanı Perende'nin müridi olduğunu söylemek daha doğru.
Velayet ve keramet
Hacı Bektaş'ın on bir on iki yaşında 'veli' mertebesine ulaştığı, Perende'nin bir çocuğa gösterdiği saygıyı abartılı bulan diğer dervişlerin sızlanması üzerine onun izniyle keramet gösterdiği de biliniyor. (Hac ziyareti sırasında Lokmanı Perende'nin Horasan taraflarında yapılan bir yemeği canının çekmesi üzerine Hacı Bektaşı Veli'nin ortaya açtığı bir sofra bezi üzerine o yemeği sermesi v.s.) Tarihen sabit olan ise Hacı Bektaşı Veli'nin bir süre sonra Anadolu'ya gelip (kardeşi Menteş de yanındadır ve günümüzde de bölge onun adıyla anılır) Kırşehir'in Karahöyük'e (Bugünkü Hacı Bektaş ilçesi) yerleştiği. (**) Menteş'in Baba İlyas ayaklanması sırasında öldürüldüğü, Hacı Bektaş'ın ise Kırşehir'in Malya Ovası'nda katliama varan bir kırımla sona erdirilen isyana katılmadığı kabul ediliyor.
Hacı Bektaşı Veli'nin sağlığında bir tarikat oluşturduğunu gösteren işaret yok. Medrese
eğitimi almadığı için kelam ve fıkıh bilgisinin de sınırlı olduğunu söylemek gerek. Ancak evlat edindiği Kadıncık Ana'nın manevi babasının fikirlerine dayanarak dergâha vücut verdiğine hükmetmek mümkün. (Bektaşi geleneğinin büyük ismi Abdal Musa'nın da Hacı Bektaşı Veli ile şahsen görüşmeyip onu Kadıncık Ana'dan dinlediği söylenebilir. (Abdal Musa, Alaiye Beyi'nin oğlu Gaybi'nin mürşididir. Gaybi onun kerametlerini bir av sırasında görünce dünyadan el çekip tekkede mürit olan Kaygusuz Abdal adıyla tanıdığımız derviştir...)
Kesin olan şu ki, Bektaşi tarikatı Balım Sultan tarafından teşkilatlandırıldı. (Ö.1516) Her yerde farklı yapılan ayinlerin ve izlenen ritüellerin Balım Sultan tarafından disipline edildiğini de biliyoruz. ( O yıllarda bekârlık andı içmiş mücerred diye anılan bir grup derviş kendilerini dergâha adamışlıklarının ifadesi olarak kulaklarına demir halka takarlardı..) Bektaşiliğin 'kente mahsus' hale gelmesi ise daha sonra. Nazenin tarikatı ( Babagân kolu) diye anılan topluluğa köylülerin alınmadığı söylenir. Keza Aleviler de ancak 'baba'lara 'ikrar' vermişlerse dergâha girebilirlerdi.
Bu durumun giderek 'baba'larla Çelebi'ler arasında husumete sebep olmaması imkânsızdı. Nitekim sonradan babaların 'pir evi'nin bakımını üstlenmelerine karşılık çelebilerin köşk ve konaklarına çekildikleri görüldü.
Rumeli'ye yayılma
Sultan Murat devrinde Bektaşilik Anadolu'da ve Rumeli'de yayılmaya başladı. Devlet nezdinde itibar kazandı ve en önemlisi yeniçeri olarak bilenen Osmanlı ordusunun çekirdeği manen bu ocağa bağlandı. ( Hıristiyan ailelerden seçilip devşirilen çocukların eğitilmesiyle oluşan yeniçerinin ılımlı bir İslam anlayışını benimsemiş dergâhın manevi himayesine ve terbiyesine terk edilmesi mantıklı da..) Ancak sonradan bu asker ocağının tasfiyesi gündeme geldiğinde Bektaşi dergâhlarının da saldırıların hedefi haline getirilip tamamen tahrip edildiği, Osmanlı'nın son yüzyılında dergâhın devletle ilişkisinin yeniden tesis edildiği biliniyor. Cumhuriyet döneminde ise Bektaşilik uzun süre foklorik bir öğe olarak törensel yanıyla varlığını sürdürüp ilgisizliğe terk edildi dersek yalan olmaz.
Ancak yakın zamanda Batı'nın kısmen siyasi ilgisiyle Alevilik'le birlikte Bektaşilik de yeni araştırmaların konusu oldu.
(*) Bektaşi tarihini efsaneler dizisinden ayrı görmek zor. Hacı Bektaşı Veli'nin Kırşehir'de de kerametlerinin devam ettiğine; bölgenin yerli halkı Çepni boyunun lideri Yunus Mukri'nin oğlu İdris'in karısının çocuğunun olmadığına ancak Hacı Bektaşı Veli'nin onu evlat edinip burun kanı kerametiyle Timurtaş ve Seyyid Ali Sultan'ın doğumlarını sağladığına inanılır. Ve genç kadın Bektaşiler tarafından Kadıncık Ana Kutlu Melek diye anılmaya başlar.
(**) Türk topluluklarının geçmişinde, boylar arasında siyasi nedenlerle diğerlerinden farklı olma kaygısıyla ayrı inançları benimseme eğilimi var. Budist olan ve öyle kalan kabileler; Mani inancını seçenler, Müslüman olanlar yanında Hıristiyanlığı (Uzantıları halen kısmen Türkiye'de Moldova'da var) hatta Museviliği (Hazara Türkleri) benimseyenler var.
Kâtip Çelebi: Yas ve lanetin kökeni
'Şamda Emevioğulları devleti çıtı. Müslümanlar arasında uyuşmazlık düşüp bölük bölük oldular. Haşimoğulları arasında kavga sürdü. Hazreti İmam Hasan hilafet davasından vazgeçince devlet, Emevioğulları'nda karar kıldı. Lakin bu durum Haşimoğulları tarafına çok ağır gelip, ciğerlerine işledi. Hazmı üç olduğundan Hazreti İmam Hüseyini Medine-i Münevvere'den kaldırıp devleti onların elinden koparıp almak için Arap Irakı'na götürdüler. Emevioğulları tarafı bunu haber alınca yardımcıları ve onların tarafını tutanlar ne olursa olsun, savunmak üzere ayağa kalktılar. Ve Kerbela Vakası olup o arada Hazreti Hüseyin (Tanrı ondan razı olsun) ve ona uyanlar şehid oldular. Bu vaka Hicretin 61. yılında (680-681) olup o zaman Şam'da Muaviye'nin oğullarından Yezid hükümdardı.
Bu iş Haşimoğulları'na yürek acısı olup, kılıçla öç alamayınca dil ile Yezid'e ve onun adamlarına sövüp okumaya başladılar. Bununla hınçlarını alırlardı. Şiiler arasında bu yas ve lanet okuma o zamandan âdet kalıp, giderek Sünnilere de geçti. 132 yılında (749/750) Haşimoğulları'ndan Abbas soyu çıkıp Emevioğulları'nın kökü kırılınca sövme ve lanet okuma artıp Şiiler'den nicesi rıfz yoluna uyup -haşa sümme haşa- Şeyheyne sövmeye başladılar. Hazreti Ali ve Ali'nin çocukları hakkında Havariç tefrit ettiği gibi, Rafıziler ifrat eylediler. Abbasoğulları zamanında Sünni bilginleriyle Şia arasında bu yolda nice dedikodu oldu. İslam akaidi kitapları yazılıp 'din usulü' kitapları ortaya konup peygamberin yüce arkadaşları hakkında bütün İslamlara vacip olan ehlisünnet itikadını böyle beyan ettiler.
'Bunların kıssası çokdur'
Hacı Bektaş, Al-i Osman neslinden hiç kimse ile musahabet etmedi...
Hacı Bektaş kim Horasan'dan kalktı, bir kandaşı daha var idi. Menteş derler idi. Bile kalkdılar, geldiler. Doğru Sivas'a geldiler. Ve andan Baba İlyas'a geldiler. Ve andan Kırşehiri'ye geldiler.
Kayseri'den kardaşı Menteş yine Sivas'a vardı. Anda eceli mukadder imiş. Anı şehid ettiler.
Bunların kıssası çokdur. Cem'isine ilmim yetmişdür. Bilmeşemdür. Hacı Bektaş Kayseri'den Karayola (K. Sulucakaraöyük'e) geldi. Şimdi mezar-ı şerifi andadur. Ve hem bu Rum da dört tayfa vardur kim misafirler içinde anılur:
Biri Gaziyan-ı Rum, biri Ahıyan-ı Rum, biri Abdalan-ı Rum, ve biri Bacıyan-ı Rum.
İmdi Hacı Bektaş Sultan bunların içinden Bacıyan-ı Rum'ı ihtiyar etdi kim o Hatun Ana'dur.
Anı kız edindi. Keşf-ü kerametini ana gösterdi. Teslim etdi. Kendü Allah rahmetine vardı.
Sual: Bu Hacı Bektaş Hazretinün bunca müridi ve muhibi vardur. Bunların biatları ve silsileleri nereden olur?
Cevap: Hacı Bektaş, Hatun Ana'ya ısmarladı nesi var ise. Kendü bir meczub, budala aziz idi. Şeyhlikten ve müridlikden farig idi. Abdal Musa derler idi, bir derviş var idi. Hatun Ana'nun muhibbi
idi. Ol zamanda şeyhlik ve müridlik igen zahir değül idi.
Silsileden dahı farigler idi. Hatun Ana ol azizün üzerine mezar etdi. Geldi, bu Abdal Musa bunun üzerinde bir nüce gün sakin oldu. Orhan devri geldi. Gazalar etdi.
Sual: Bu Bektaşiler eyidürler kim yeniçerilerün başındaki tac Hacı Bektaş'undur derler.
Cevap: Yalandur! Ve bu börk hod Bilecük'de Orhan zamanında zahir oldu... Ve illa Bektaşılar geymege sebeb: Abdal Musa, Orhan zamanında gazaya geldi ve bu yeniçerinün arasında bile yüridi ve bir yeniçeriden bir eski börk diledi.
Yeniçeri üsküfini çıkardı. Bunun başına geydürdi. Abdal Musa vilayetine geldi ol börk bile başında. Sordılar kim: 'Bu başundaki nedür?' Ol eyitdi: 'Buna elif derler' dedi. Vallahi bunların taclarunun hakikatu budur.
Sual: Bu Hacı Bektaşıoğlı Mahmud Çelebi kim ol Resul Çelebi'nün oğlıdur, ya anın müridlerinden ehli ilimden kimse var mıdur?
Cevap: Vardur. Bengi ve zankı, dobalak ve zobalak ve şeytani âdetler bunlardan çokdur. Ve bu halk bilmezler anı şeytani midür veya rahmani midür. Ve her kimse kim Hacı Bektaş, Al-i Osman'dan kimse ile musahabet etdi der ise yalandur, böyle bilesiz.
Kısa Alevilik terimleri sözlüğü
Hamse-i Al-i Aba: Peygamberin abası altındaki beş kişiden ibaret ev halkı.
Abdal: Peygamberin ev halkının kulu manasında. Abd, kul köle anlamında, 'al' eki ise Ali'yi ifade ediyor.
Tevella: Birini davet etmek, sevmek manasına gelen Arapça tevelli kelimesinin Farsçaya
geçen şekli.
Teberra: Arapça aslı teberrü olan sözcük birini sevmemek, ondan yüz çevirmek anlamına geliyor.
Güruh-u Naci: Ehlibeyti sevenler.
Şiilik: Hz. Ali taraftarlığı. Şiiliğin üç kolu var, Zeydilik (Sünniliğe en yakın yorum), Gulat (İslam dışı yorumlara da kapı açan aşırı yorum) ve İmamilik (Dar manasıyla günümüzde Caferi mezhebi).
Batınilik: Her zahirin (dışın) bir batını ( içi) olduğu fikrine dayalı dini akım. Bünyesinden Hurufilik gibi müfrit akımlar da çıktı.
Mehdi: Kelime olarak hidayete ermiş kişi manasında olan mehdi, gelecekte dünyaya nizam vermek için geleceğine inanılan imamın sıfatı.
Haydarilik: Esas olarak Noktavilikten Kalenderilikle birlikte çıkan akım. Kuranın
harf ve noktalarına esoterik anlam yükleyen bu düşüncenin Nesimi dahil pek çok halk ozanını ve Bektaşi hareketini etkilediği söylenebilir.
Yol evladı: Bektaşilik'te Kadıncık Ana Hacı Bektaşı Veli'nin' bel evladı' olarak değil 'yol evladı' kabul edilir. Bel kendi kanından gelmek, yol öğretisinde birlikte olmak anlamındadır.
İkrar: Bağlılık ifadesi..
Semah: Hacı Bektaşı Veli'nin ibadetten ziyade cezbeyle dikkat çektiği bilinir. Yaşadığı dönemde kendisinin de ardıç dallarının yakılmasıyla oluşan ateşin üzerine hırkasını atarak semah yapması üzerine geleneğin ibadet olarak kabullenilip Bektaşi geleneğine yerleştiği söylenebilir.
Kızılbaş: Kırmızı başlık giyen Bektaşi Türkmenler manasında. Bektaşi törenlerinde içki içilmesi, müzik dinlenmesi ve sır saklamanın bir öğreti olarak benimsenmesi dolayısıyla haksız yakıştırmalara ve gerçekdışı iddialara kaynak olmuş bir sözcük. Kaldı ki Türk oymaklarından birinin adı Kızılbaş'tır. Tıpkı bir diğerinin adının Karabörklü olması gibi... Ancak Anadolu'da Kızılbaşlık Rafızilik diye tanımlanıp zorlu takiplere uğramıştır.
Ayin-i Cem: Terim 'ayn' ve 'cem'den geliyor. Yani varlık-öz ve birleşme.. Dolayısıyla Varlıkta birliğin ayin-i cemde ifade edildiğini söylemek mümkün.
Yarın: Tasavvuf ve tarikatlar
***
'Yasaklar cehalete yarar'
Sadece Türkiye'nin değil, Müslüman dünyanın önde gelen fıkıh (İslam hukuku) uzmanlarından, ilahiyat profesörü Hayreddin Karaman, tarikat-tasavvuf ilişkilerini ve tarikat tipi yapıların hem dinsel hem de sosyolojik açıdan analizini yaptıProf. HAYREDDİN KARAMAN
Tasavvufun başka bir kültürden mi iktibas edildiği, yoksa İslam'ın içinden ve özünden mi çıktığı konusu tartışılagelmiştir. Müslümanların konuya yaklaşımını, tasavvuf tarihinin önemli ve ilk kaynaklarından biri olan Kuşeyri (v. 465/1072) Risalesi'nden takip edelim:
"Resulullah'tan (s.a.) sonra Müslümanların ileri gelenleri, onunla beraber olmaktan daha büyük bir meziyet bulunmadığı için bunu ifade eden 'suhbet' kelimesinden başka bir isim almadılar ve onlara 'sahabe' denildi. Onlardan sonra gelen iki nesil de onlarla beraber olmayı büyük şeref bildikleri için 'tabiler' ve 'tabilere tabiler' diye anıldılar. Sonra insanlar arasındaki fark açılmaya, dereceler zıtlaşmaya başladığında dine titizlikle sarılanlara zahidler (zühhad) ve abidler (ubbad) denildi.
Daha sonra bidatler ortaya çıktı, her bir grup (fırka) zahidlerin kendilerinde bulunduğunu iddia eder oldular, ehl-i sünnet içinden her nefeslerinde Allah ile olmaya riayet eden, kalplerine gafletin yol bulmasını engellemeye çalışanlara tasavvuf ismi tahsis edildi, Hicret'in ikinci yüzyılından önce bunlar, bu isimle meşhur oldular." (s.7)
Bu ifadelerden açıkça anlaşılacağı üzere 'tasavvuf' ve 'mutasavvıf' isimleri başlangıçta, ehl-i sünnetin iyi derecede dindar olanlarına ve onların takip ettikleri eğitim-öğretim yoluna verilmiş isimlerdir.
"Bu işin temeli ve belkemiği şeriatın sınır ve adabını korumak, harama ve şüpheli olana el uzatmamak, duyu organlarını yasaklardan korumak, bir nefes dahi Allah'tan gafil olmamaya çalışmak, rahat ve serbestlik zamanını bırak zaruret halinde bile, içinde şüphe bulunan susam tanesini bile helal saymamak ve şehvetin peşine düşmemek için nefisle cihad etmektir... (Risale, s. 185). Kuşeyri'nin bu sözleri de tasavvuf-İslam ilişkisi konusunda iki noktayı açıklığa kavuşturmaktadır:
a) Tasavvufun yöneldiği amaç, şekli/kabuğu atmak değil, onunla ve onun içinde özü yakalamaktır; öz ise ihlastır, ihsandır, rızadır, kurbdur...
b) Tarihte iki türlü tasavvuf anlayışı, uygulaması ve çizgisi bulunmuş ve gelişmiştir; birisi Kur'ani olan, Allah Rasulü'nün örnekliğinde gelişen, bid'atlere cephe alan tasavvuf, ikincisi bid'atlere ve sapıklıklara bulanmış, İslam'ın özünden de, şeklinden de uzaklaşmış tasavvuf.
İslam'ın ilim, düşünce ve ahlak alanlarında yapılan teorik ve pratik çalışmalar/uygulamalar -İslam'ın ikinci yüzyılın sonlarında tasavvuf adıyla anılan- bilgi ve eğitim okulunu doğurmuştur. İslam'ı bilme ve yaşamada tutulan bir yolun genel adı olan tasavvuf içinde, daha ziyade öne çıkan isimler ile bunların eğitimde (seyir ve süluk) uyguladıkları yol ve yönteme bağlı olarak tarikatlar oluşmuştur.
Her tarikatın, sonu ya Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ömer yoluyla Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaşan bir silsilesi (zinciri) vardır; bu zincirin halkaları, baştan sona; yani yaşayan mürşide kadar sıralanmış mürşidlerden meydana gelir. Mürşid kelimesinin lügat manası 'yol gösteren'dir. Tarikatlerin müminleri eğitmek ve amaçlanan kemal mertebesine; ilimde ve ahlakta olgunluk ve yetkinlik derecesine ulaştırmak için uyguladıkları -ortak tarafları yanında farklılıkları da bulunan- yöntemleri vardır.
Osmanlı'da meşruiyet
İslam tarihi boyunca İslam'ı anlama ve uygulama faaliyeti içinde bulunan hadis, fıkıh, kelam, felsefe, tasavvuf okulları arasında tartışmalar olmuş, bu tartışmalar-işin içine taassup, siyaset ve menfaatin de girdiği zamanlarda - çığırından çıkmış, karşılıklı ithamlar, ağır suçlamalar yapılmış, bir grubun diğerini tekfir ettiği (İslam'dan çıkmış olarak nitelediği) de görülmüştür. Tasavvufun bilgi ve inanç ile ilgili kısmına ve özellikle vahdet-i vücud (varlığın yalnızca Allah'a mahsus olduğu, diğer varlıkların görüntüden ibaret bulunduğu) inancına şiddetli itirazlar yapılmış ise de aslına, yani bir ahlak terbiyesi yolu olarak tasavvufa ciddi bir itiraz yapılmamış, bu mana ve mahiyetteki tasavvuf İslam'ın bir yorumu, uygulaması ve kurumu olarak kabul görmüştür.
Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında, Sünni Müslümanlığın ilim, fetva ve idare merkezi olan Şeyhülislamlık tasavvuf ve tarikatların meşru birer İslami kurum olduklarını onaylamakla kalmamış,bunları kendi yönetim ve denetim çerçevesine dahil ederek mevzuata da kavuşturmuştur. Bu mevzuattan biri 'tekkelerde uygulanmak üzere çıkarılan yönetmelik'tir (Ceride-i ilmiyye, 1337, sayı: 39). Bu yönetmelik (talimatname) 27 madde olup, başta bazı terimler açıklanmış, sonra 1. fasılda tekke içi vazifeleri, 2. fasılda tekke dışı vazifeleri, 3. fasılda ise dervişler ve muhiblerin vazifeleri açıklanmıştır.
Yönetmeliğe göre:
1. Tarikat: İslam'ın gerçek/muteber inanç esaslarını benimsemiş, dinin temel, vazgeçilmez ve tavizsiz talimatını hayatına (uygulamalarına) rehber kılmış olarak bir kâmil şeyhin manevi irşad ve terbiyesi ile mana âlemine ait makam, mertebe ve basamaklarda ilerleme ve olgunlaşmaya götüren özel bir yoldur.
2. Şeyh: Tarikatının zinciri kesintisiz olarak peygamberlerin sonuncusu olan efendimize (s.a.) ulaşan, kâmil ve mükemmil (yetkin ve yetkinleştirici) bir mürşidin rehberliğinde eğitimini (seyir ve sülukünü) tamamlayarak, içte ve dışta yüksek ahlak ve yetkinlik özelliklerini kazanarak insanları irşad etmekle görevlendirilen kâmil ve mükemmil kimsedir.
3. Derviş ve mürid: Bir kâmil mürşide bağlanan ve tarikat eğitimi alan (seyir ve süluk ile meşgul olan) kimselerdir.
4. Tekke: Bir şeyhin idaresi altında olup içinde tarikat eğitimi verilen hayır kurumudur.
İkinci maddeyi biraz açarak şeyh, mürşid, pir diye anılan tarikat rehberlerinin özelliklerini, olmazsa olmaz niteliklerini görelim:
a) Şeyhin elinde, mürşidi tarafından kendisine verilmiş bir mürşidler zinciri (tarikat silsilesi) bulunacaktır. Bu zincirde, isimleri ve hayatları muteber kaynaklara geçmiş kâmil mürşidlerin adları, sondan başa; yani Hz. Peygamber'e (s.a.) kadar sıralanmış olacak.
b) Şeyh, kendi mürşidinin terbiyesinde, insanı kemale erdiren önemli bir eğitimi (seyir ve sülukü) tamamlamış, hem dışta (objektif, herkesin bilip anlayacağı şekilde) hem de içte (ancak erbabının, aynı derecede yetkin insanların bilebileceği) yüce nitelikleri, olgunlukları, bilgi, iman, ahlak ve ilahi yakınlıkları elde etmiş olacak.
c) Mürşidi tarafından insanlara tarikat eğitimi vermekle görevlendirilmiş olacak.
d) Kendisine bağlanan kimseleri fiilen eğiterek kemal yolculuğunda ilerlemelerine, kâmil manada mümin ve Müslüman olmalarına katkıda bulunacak.
Cumhuriyet ve sonrası
Osmanlılar, içtimai ve dini bir vakıa olan, yasaklamakla, ortadan kaldırmaya teşebbüs etmekle yok olması mümkün bulunmayan tarikatları yasaklamak yerine bir sivil dini kurum (hayır müessesesi) olarak düzenlemeyi ve 'meclis-i meşayih, encümen-i meşayih' isimlerini verdiği ilimi/dini daireler vasıtasıyla denetlemeyi tercih etmiştir.
Cumhuriyet idaresi aynı yolu tutmamış, tarikat faaliyetlerini yasaklamış, tekkeleri kapatmıştır. Ancak Cumuhriyet tarihi boyunca tarikatlar yok olmamış, bütün İslam dünyasında olduğu gibi Türkiye'de de açık veya gizli (Türkiye'de gizli) olarak faaliyetini sürdürmüştür.
Gizli olan bir faaliyetin ilmi ve idari yönden denetlenmesi mümkün olmadığı için, tarikatler denetim dışında kalmış, iyi niyetli ve ehliyetli az sayıda insan yanında, maddi ve manevi rant peşinde olan birçok kimse de 'Ben mürşidim, şeyhim, silsilem ve tarikatım, hatta görevlendirme belgem var' diye ortaya çıkmış, tasavvuf ve tarikati istismar ederek meşru olmayan menfaat sağlamış, saf, temiz kalpli ve
iyi niyetli müminleri kandırmış, yoldan çıkarmış, yanlış bilgiler vererek, inançlar telkin ederek dine ve dindara zarar vermişlerdir.
Tasavvufa yasak yok
Şunu da ifade etmek gerekir ki, cumhuriyet döneminde faaliyetleri yasaklanan kurumlar tarikatlardır. Tasavvuf bütünüyle yasaklanmış değildir. 1930'lu yıllardan sonra Milli
Eğitim Bakanlığı, başta Mevlana'nın eserleri olmak üzere birçok tasavvuf kitabını Türkçeye çevirterek basmış ve Türk okuyucusuna sunmuştur. Ayrıca tarih boyunca tarikatlar, bugün adına irtica denilen 'islami hareket'in içinde değil, karşısında olmuşlar, halka ahlak terbiyesi vermeyi öncelemişlerdir.
Birkaç münferit örnekten yola çıkarak tarikatları -güç kullanarak, devrim yaparak şeriat getirme faaliyeti manasında- irtica'ın içinde göstermek tarihi gerçekliğe aykırıdır. Tarikatlar, devrimleri, isyan ve ihtilalleri desteklemek bir yana, halkı sosyal faaliyetlere ve problemlere yönelmekten alıkoydukları ve pasifleştirdikleri için tenkit ve şikâyet konusu olmuştur.
Milletin tarihi boyunca özümsediği bir İslamileşme yöntemini, kültürümüzün söküp atılamaz önemli bir karesini illegal ilan etmek, yasaklamak, yok etmeye çalışmak çıkar yol değildir. Tarikatların bir sivil toplum örgütü olarak yeniden-meşruiyet çerçevesinde hayata sokulması, toplum içinde olumlu ve yapıcı bir rol oynamasının sağlanması üzerinde durulmaya ve düşünmeye değer bir konudur.
http://www.radikal.com.tr/2001/03/05/tu ... 1yas.shtml***
10
Önyargıyı yıkma vakti
Prof. Ahmet Yaşar Ocak: Diyanet, Alevilik'le diyalog yollarını aramalı ve bunu 'tarihsel Hz. Ali' vurgusuyla yapmamalı. Aleviler de Sünnilik hakkındaki önyargılarını yenmekten korkmamalı
Avini ÖZGÜREL
Prof. Ahmet Yaşar Ocak tasavvuf tarihimiz ve sosyolojik açıdan heterodoks akımlar konusunda önemli araştırmalara imza atmış bir bilim adamı.
Ocak, Radikal'in Türkiye'deki Alevilik ve Bektaşilik hareketiyle ilgili sorularını cevaplandırdı.
Tasavvuf akımlarının, Türk toplumunun İslam'ı kabullenme sürecinde yeni dine entegrasyonu sağlayıcı bir rol oynadıkları söylenebilir mi?
Bu hem tarihi hem de sosyolojik bir gerçek. Orta Asya'da İslamiyet tasavvuf aracılığıyla yayıldı. Eski dinlerde, özellikle mistik yanı güçlü olan Budizm, Maniheizm, Şamanizm gibi dinlerden İslamiyete geçerken tasavvuf gerek kavramsal açıdan, gerek zihniyet gerekse pratikler açısından geçişi kolaylaştıran bir kurum oldu.
Tasavvufi hareketler Ahmet Yesevi'ye bağlanıyor. Sonra kiminin Nakşibendilik kiminin Bektaşilik olarak gelişmesini nasıl izah edersiniz.
Türkler arasındaki tasavvuf akımlarını sadece bu köke bağlamak yanlış. O ana kök ama Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde tasavvufun sadece bir ayağı. Özellikle 'Horasan Melameti' dediğimiz ilahi cezbeye dayalı, yani züht ve takva anlayışına değil de ilahi cezbeye dayalı tasavvuf anlayışına bağlı tarikatların ana kaynağı. Diğer taraftan 13. yüzyılda da Kuzey Afrika'dan, Irak'tan, Suriye'den birçok akım Anadolu'ya geldi.
Ama Bektaşilik gibi cezbeci akımlarda ana damar Orta Asya tabii.
Nakşibendilik?
Nakşibendilik çok önemli. Son yüzyılda Türkiye'de meydana gelmiş olaylara bakarak bir karara varmak veya analizi buradan başlatmak bence yanlış. Nakşibendiliğin Orta Asya'daki doğuş şartları çok farklı. Fuat Köprülü çok güzel anlatıyor. Moğol istilasıyla Orta Asya'da tekrar bir Şamanist dalga başladı, diyor. O dalganın tesirlerini ortadan kaldırmak için Nakşibendilik orada yeniden İslam'a dönüş için önemli bir fonksiyon icra etti. Dolayısıyla orada Nakşibendilik büyük çapta İslam'la özdeş oldu.
Etkisi hâlâ sürüyor zaten...
Elbette.. Müridizim hareketi, Şeyh Şamil direnişi... Nakşiliğin Osmanlı'nın Balkanlar'daki hâkimiyet dönemindeki fonksiyonu başka. Bunları göz önüne alarak bir değerlendirme yapmak lazım. Yani bir Menemen hadisesine, Şeyh Said hareketine, keza 31 Mart vakasına endekslenerek Nakşibendilik tahlili yapmak yanlış olur..
İslam'ın önemli kırılma noktasını oluşturan Şia'yla Alevilik arasında bir bağ var mı?
Şia'yla Alevilik arasında bağ olduğunu pek çok kimse zanneder. Bu görünüşe bakıp aldanmadan ibaret. Aleviliğe de Şia'ya da baktığınızda On İki İmamı, Kerbela matemini, Hz. Ali sevgisini hatta ondan ötesini görünce aynı sanılır. Oysa On İki İmam Şiası Alevilik'ten çok farklı. Bazı bakımlardan İmamiye Şiası Sünnilik'ten farklı değil.
Pek çok Alevinin kendilerini Caferi mezhebine, yani On İki İmam Şiasına bağlı olarak tarif etmeleri sadece bir yere mensubiyet arayışının ifadesi mi?
Tabii. Geleneksel çizgiden gelen Aleviler, yani Alevi dedelerinin veya Bektaşi babalarının eğilimi bu bence. Böylelikle İslam'a bağlanmış oluyorlar. Ama 1960 sonrası ortaya çıkan siyasal ve ideolojik dalgalanmalar farklı zihniyetleri doğurdu.
Size göre Alevilik nasıl tanımlanabilir? Tarikat mı, mezhep mi? Din diyenler de var...
Bu zor bir konu. Nereden bakılırsa oradan değişik manzara görülebilir. Aleviler farklı ideolojik ve siyasal açılardan baktıklarından kendilerini farklı farklı tanımlıyor. Bilimsel açıdan Alevilik İslam içinde, yani İslam tarihi içinde oluşan heterodoks yapılanmalardan biri. Bu özelliğiyle bir mezhep olarak tanımlanması doğrudur.
Ayrı bir dindir diyenler?
Bu metodolojik bir yanlıştan ileri geliyor bence. Bu tür yaklaşımları yapanlar Aleviliği tek başına ele alıp analiz etmeye çalıştıkları için yanılıyor. Ben öyle düşünmüyorum. Aleviliği İslam dünyasının bütünü içinde düşünerek ele almak lazım. Çünkü Aleviliğe benzeyen başka yapılanmalar da var. Örneğin İran'daki Kırklar gibi...
Ali ve ehlibeyt sevgisinde Sünni âlimler Alevilerden geri kalmıyor. Sünni olmak Aleviliğe mani mi? Aleviliğe bir meşrep olarak da bakılamaz mı?
Her mezhep meşreptir aynı zamanda. Sünnilerin Hz. Ali'ye, On İki İmam'a ve o sülaleden gelenlere elbette sevgisi var. Yezid ve Muaviye Sünnilerce de sevilmez, çocuğuna Yezid ismini koyan bulamazsınız.
Fakat çok önemli bir nokta var, onu Sünnilerin anlamaya yanaştığı söylenemez. Tarihte yaşamış Hz. Ali ile Bektaşilerin ve Alevilerin keza Aleviliğe benzer durumdaki Nuseyrilik, Yezidilik gibi heterodoks yapılanmaların inanç dünyalarındaki Hz. Ali aynı kişi değil. Bu grubun Hz. Ali'si, tarih içinde değişik mistik kültürlerin içinde yaratılmış bir Hz. Ali kimliği.
Hatta son zamanlarda ortaya atılmış teori var, doğru gibi geliyor; Hz. Ali, Orta Asya'daki Gök Tanrı olarak algılanıyor. Yani Alevilik Hz. Ali'yi sevmekse biz de Aleviyiz gibi sözlerin fazla bir anlamı yok.
Yani Sünnilerin gerçek Hz. Ali'ye bakarak Alevilik tarifi yapmalarının karşılığı yok...
Hem yok, hem yanlış. Bunu anlamak ve analize buradan başlamak lazım. Aleviliği anlamak için Hz. Ali'yi bir kenara bırakmak gerektiğini söylemek istiyorum.
Her Alevi Bektaşi midir?
Hem sayılabilir, hem sayılamaz. Türkiye'deki Alevilerin çoğunluğu Hacı Bektaşı Veli'yi Hz. Ali'nin reenkarnasyonu olarak kabul ettikleri için takdis eder. Aleviliğin Hz. Ali'den ve On İki İmam'dan sonra en büyük şahsiyeti sayılır. Bunu söylerken Tunceli çevresinde, Hacı Bektaş kim oluyor diyen Alevileri unutmamalı. Balkanlar'da kimi yerlerde Hacı Bektaş'ın ikinci, üçüncü derecede kaldığını, bazen önemsenmediğini görürsünüz. De- liorman Alevilerinde mesela...
Oralarda Bektaşiler elbette Hacı Bektaş'ı kutsarlar ama Balkan Aleviliği genelde Şeyh Bedreddin'i, Akyazılı'yı birinci sıraya koyar...
Tek tip bir Alevilik yok yani..
Evet, monolotik bir yapı yok. Sünnilik gibi...
Osmanlı'da Bektaşiliğin bir misyonu var; devşirmelik, yeniçeri falan... Bektaşiliğin Hıristiyanlık-Müslümanlık arası bir geçit olduğu söylenebilir mi?
Bektaşiliğin bu işlevi var. İslam içinde Bektaşilik senkretif bir yapı arz eder. Yayıldığı alanlardaki bütün inançları içine alabilen, özümseyebilen bir yapı. Yayıldığı yerlerdeki gayrimüslimleri, inanç dünyalarına rahatsızlık vermeden, onları takdis ettikleri kişilerden uzaklaştırmadan kolaylıkla İslam'a geçiş forksiyonunu icra etmiştir.
Bu söylediğiniz şunu düşünme imkânı verir mi: Hacı Bektaşı Veli'nin Anadolu'ya geldiği dönemlerde Anadolu'da Hıristiyanlığın Pavlusçuluk mezhebi yaygındı.. Bu da Bektaşilik
için bir zemin mi oluşturdu?
Pavlusçulukla Bektaşiliğin benzeşen çok tarafları var. Pavlusçuluk 6. yüzyılda Doğu Anadolu'da Sıvas, Divriği ve Ladik havalisinde, ağırlıklı olarak da Tunceli'de Ermeniler arasında güç kazanmış bir akım. Maniheizm Hıristiyanlıkla karışması sonucu doğmuş.
Düalist?
Mesih anlayışı var, Hz. İsa'nın tanrılık vasfını kabul etmez, kiliseleri pek önemsemez, ikon tapımına itibar etmez, domuz eti yemezler. Bundan dolayı Abbasi fütühatında İslam orduları Pavlusçuların desteğini gördü. Bizim Battal Gazi gibi epik tarihi romanlarda bunun izleri görülür. Buralarda Aleviliğin ve Bektaşiliğin zemin bulmasında Pavlusçuluğun çok etkisi oldu.
Aleviler kendileriyle ilgili doğru bilgilere sahip mi?
Değiller. Büyük sıkıntı içindeler. Alevi ve Bektaşi olmak bunları bilmek manasına gelmiyor. Bu akademik bir formasyon işi. Türkiye'deki çalışmalar problematik noktalara yönelmekten çok işin kolayına dönük. Ritüeller, âdetler, gelenekler üzerine yoğunlaşılıyor. Oradan bir yere varmak mümkün değil oysa.
Nasıl bir Hz. Ali mesela... Bu konuda araştırmalar gerek. Hem dünü araştırmak gerek hem ileride nasıl değişimlere uğrayabileceği konusunda senaryolar lazım.
Alevi topluluğunın talep ve sıkıntılarını biliyoruz. Çıkış yolunu nerede görüyorsunuz?
Diyanet İşleri'nin yeterli bilgiye sahip olduğu kanaatinde değilim. Başkanlığın Aleviliği tarihi Hz. Ali gerçeğinden hareketle yorumlama arzusundan vazgeçmesi lazım. Bu bizi bir yere götürmez. Bugüne kadar götürmedi, üstelik Alevi kesimi daha da kızdırdı. Diyanetin önce Alevilerle diyalog içine girmesinde yarar var. Farklı dinden olanlarla diyalog aranıyor, Alevilerle niye aranmasın? Alevilik'le değil dini yapının bütünüyle ilgili olmalı. Bunu vaktiyle önermiştim...
Alevilere öneriniz olur mu?
Alevilerin de Sünnilik hakkındaki önyargılarını bırakıp araştırmaları şart. Bunu yapmakla Sünnileşeceklerinden korkmamaları lazım. Sünniliği Emevi Müslümanlığı olarak görüyorlar. Biraz zaman ve müsamaha...
Dini kurumlaşmamızın gözden geçirilmesi de gerekebilir?
Bunu tarih dayatıyor bence...
Yöneticilerin geleneği
Atatürk yakın çevresine Kurtuluş Savaşı hatıralarını anlatırken, Samsun'a gitmeden İstanbul'da Yuşa Tepesi'ndeki dergâhı ziyaret ettiğini söyler. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun tarikatla bağı yoktur (*) ancak bu bir durumu doğrular: O dönemde gerek İttihat Terakki yöneticilerinden önemli bir kısmı gerekse üst rütbeli subaylardan bazıları Arusi tarikatına mensuptur.
Seyyid Ahmed El Esmer tarafından Kadiri-Rufai geleneğinden doğan Arusiliğin Türkiye'deki büyük ismi Ömer Fevzi Mardin'dir. Osmanlı hanedan mensuplarına hocalık yapan Ebuulla Mardin'den günümüzde Arif Mardin, Şerif Mardin ve Betûl Mardin'e uzanan ailenin, tarikata mensup büyük isimlerinden biri de Münir Ertegün'dür.
Ömer Fevzi Mardin askerliğini denizci olarak Hamidiye'de yaparken komutanı olan Rauf Orbay da müridiydi. Mareşal Fevzi Çakmak'ın da dergâha mensup olduğu ve 'Ölümümde beni şeyh efendilerden birinin ayak ucuna gömün' dediği için Eyüp'te Küçük Hüseyin Efendi adındaki Kadiri-Rufai-Arusi Şeyhi' nin yanına defnedildiği biliniyor.
(*) Atatürk, Bektaşi dergâhları dahil pek çok topluluğa girip çıkmış, ancak hiçbirine bağlı olmamış. O bakımdan 'Bağımsızlık benim karakterimdir' derken sadece düşünce yapısıyla değil ruh dünyasıyla da ilgili bir gerçeği açıkladığına şüphe yok.
Yunus nasıl derviş oldu?
Kıtlık dolayısıyla Yeseviye Şeyhi Taptuk Emre'nin tekkesine buğday istemek için gelen ve burada karşılaştığı, "Hikmet mi istersin, buğday mı" sorusuna "Buğday" cevabını verdikten sonra köyüne dönerken pişman olan Yunus Emre'nin yeniden şeyhe başvurup hikmet istemesi üzerine uzun yıllar dergâhta hizmetle görevlendirildiği biliniyor.
Anadolu tasavvuf kültürünün bu ünlü siması üzerine kurulan bir öykü de şu:
Yunus Emre yıllarca odun kesmekten başka iş yapmadığı ve kendisinde manevi bir farklılık görmediği için izin isteyip Taptuk Emre'nin dergâhından ayrılır.
Dönerken ormanda gecelemek zorunda kalan Yunus üç kişiyle karşılaşır ve onların yaktığı ateşle ısınıp yanlarında uyumak ister. Karanlık basınca üç kişi içlerinden birini seçip "Soframızı sen kur" derler. Yunus heybesinde yiyecek bulunmadığı için kenara çekilecek olur ama sofrayı hazırlama işini üstüne alan kişi ona ısrarla bir yere gitmemesini, kısmette ne varsa birlikte yemelerini söyler.
Yunus utana sıkıla yaklaşır. Adam sofra bezini açar dua etmeye başlar ve ortaya nefis yiyecekler çıkar. Oturur hep birlikte yerler. Ertesi sabah sofra hazırlama görevini diğer kişi, akşam üçüncüsü üstlenir ve her seferinde duadan sonra mükellef yiyecekler gelir ortaya.
Üç adam Yunus'a 'Sıra sende' der... Yunus ezilir, sıkılır ancak yemek vakti geldiğinde açılan sofra bezinin yanına gelip dua etmekten kaçamaz. Ama beklemediği şekilde çok zengin bir sofra çıkar ortaya. Üç adam da şaşırırlar ve kendilerinin duasıyla oluşanları katbekat geride bırakan insana, 'Sen nasıl dua ettin' diye sorarlar. Yunus şaşkın 'Yarabbi beni bu iyi insanlara karşı küçük düşürme diye dua ettim' der... Ve o an aklına gelen soruyu sorar: 'Siz nasıl dua etmiştiniz ki?' Adamlar ağız birliği etmişcesine cevap verirler: 'Yarabbi Taptuk Emre dergâhındaki Yunus Emre'nin başı için bize ikramda bulun diye dua etmiştik...' derler...
Göze batanlar ve gözden kaçanlar...
İnanç dünyamızın bir cephesine, kısmen ve yüzeysel bakma çabası bile bizi bir haftayı aşan yayına zorladı.
Bu dizi vesilesiyle gerek resmi görevlilerden ve siyasilerden gerekse dini topluluklardan hayli eleştiri aldım. Öncelikle Sayın Başbakan'ın tasavvuf konusunda bildiğim yaklaşımını zaman içinde netleştirdiğini Esad Coşan'ın cenazesinin defni vesilesiyle tespit etme imkânı doğdu.
Başbakan Bülent Ecevit'in bu konudaki yaklaşımını savunurken 'Biz doğru olduğuna inandığımızı yaptık. Meselenin hiçbir siyasi yanı yoktur. Tavrımız geleneğimize yakışan bir tavırdır' değerlendirmesini bilmek anlamlıydı.
Keza kimi söyleşilerin özellikle askerler katında ilgi çektiğini ve farklı değerlendirmelere yol açtığını gördüm. Elbette bir kesim bildik yorumlarını sürdürdüler ve 'alet olduğum' hükmünü vermekte tereddüt göstermediler. Ancak bir kesimin bu konuda 'Şimdiye kadar tek kaynaktan beslendiğimizi, olaya farklı pencereden bakıldığında değişik, unsurları tartışılabilir bir tabloyla karşılaşabileceğimizi gördük' sözüyle umutlandığımı da itiraf etmem gerek.
Cemaatlere gelince, kimi fotoğraflardaki yanlışlıklar, az sayıda da olsa tarih-isim hatalarını düzeltme isteği dışında bir itirazla karşılaşmadım (Örneğin Mahmut Ustaosmanoğlu'nun yerine bir başka kişiye ait fotoğraf basılmıştı, İskenderpaşa dergâhı Hak-Yol Vakfıyla özdeşleştirilmişti v.s.) Dizinin yayınına başlarken ulaştığımız Prof.Esad Coşan'ın oğlu Nureddin Coşan'ın söyleşi talebimizi kabul ettiğini bildiren sözlü notunun dışında bir güvencemiz yoktu. Kendisi Avusturalya'ya gittiği için iletişim kurmamız da zordu. Ancak Sayın Coşan birçok yazılı ve görsel basın organının öncelik isteklerini ve tepkileri de göze alarak hem sorularımızı cevaplandırdı hem de aile fotoğraflarının yayınına izin verdi. Bu iletişimi kurmakta yardımcı olan Coşkun Yılmaz beye teşekkür ediyorum.
Öte yandan Fethullah Gülen Hocaefendi de bu dizi için iki senedir sürdürdüğü 'konuşmama' ilkesini bozdu. Telefon görüşmemiz sırasında rahatsızdı ve refakatçileri kendisinin yanındaki doktorların şiddetli itirazıyla karşılaştığını ama söz verdiğini belirterek onlardan izin istediğini nakletti. Bazı okurlarımızın Hoca'yla söyleşinin yayımlanan cümlelerindeki duygusallığı tespit ettiğine ve doğruluğunu hayretle karşıladığım bazı tespitlerde bulunduklarını gördüm. 'Mutlaka şu cümleden sonra ıstırabını ifade eden şu mealde şeyler söylemiştir...' diyorlardı ve bu doğruydu.
'Haber değeri'
Bu dizi vesilesiyle gördüğüm ve mesleki bakımdan önemli bulduğum bir gerçeği aktarmam gerek. Tarikatlar Türkiye'nin gerçeği ve basınımız ne yazık ki bu olgunun sadece sansasyon yanıyla ilgili. Kameralar ve dikkatler ancak bir skandal yaşandığında ya da bir çirkinlik vukuunda dergâhlara dönüyor.
Mesleki açıdan bu olayların haber değeri inkâr edilemez. Hak ettiği oranda büyütülmesine bir itirazım da olamaz. Ancak dini grupların sadece bu haberlerde yansıyanlardan ibaret sanılmasının doğru bir yaklaşım olmadığı açık. Örneğin Mahmut Ustaosmanoğlu'nun şu sıralar ağır hasta ve sürekli doktor kontrolünde olduğu da; Menzil tarikatının lideri Raşid Erol'un oğlu Feyzullah Erol'un trafik kazası geçirdiği de haber.. Ve tarikatlar; batılı manada 'demokratik sivil toplum örgütleri' olarak değerlendirilmese dahi, bunların sivil toplumun parçası olduğu gerçeğine göz kapamak bana hata gibi görünüyor.
http://www.radikal.com.tr/2001/03/06/tu ... 1ony.shtml06/03/2001
NOT: Dizinin yayını sırasında kimi okurlarımızın çeşitli tarikatlar hakkında bilgilenme isteklerine muhatap oldum. Bunlara tek tek yanıt vermeye ne imkânım ne bilgim var. Ancak belli başlı cemaatlerin hemen tamamının internet ortamında site açtığını hatırlatmalıyım. Örneğin Nakşibendi dergâhı 'İskenderpaşa' ismi altında; Kadiri, Rufai, Arusi Dergâhları bu isimler altında yayındalar. Ulaşmakta zorluk çeken okurlarımız bildikleri şeyhlerin isimleriyle de sanal ortamda tarama yapabilirler.