Hz. Şeyh ŞERAFEDDİN DAĞISTANÎ
-Q-
Doğumu: Hicrî 1292 - Miladî 1875 *
Vefatı: Hicrî 27 Cemaziyel-evvel 1355 - Miladî 15 Ağustos 1936Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, Hicrî 1292 - Miladî 1875 yılı, Zilkade ayının üçüncü Pazartesi gecesi Dağıstan'ın Temirhan-şura vilayeti, Gunip kazasının Kikuni köyünde, dünyaya geldi. Babası Abdurraşid Efendi, annesi Emine Sara Hatundur. Anne ve babasının her ikisinin de kabirleri, Yalova Güneyköy’deki kabristandadır. Yalova ilinin Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyünde Hicrî 1355 - Miladî 1936 yılı Cemaziyel evvel ayının yirmiyedinci pazar günü, köyünde (hicri takvime göre) altmış üç yaşında iken vefat etmiştir. Son yüzyılın en seçkin tasavvuf büyüklerinden olan Şerâfeddin Zeynel Abidin Dağıstanî, “Ebu’l-Fukara” lakabı ile de anılır.
Hayatından Kesitler:Atayurdu olan Dağıstan, tamamıyle Rus işgali altında olduğundan doğduğu günler, dinin yasaklamalarla engellendiği ve maneviyatın neredeyse yok edildiği çok zor bir zamandı. Bir çok velinin menakıbında olduğu gibi Şeyh Şerâfeddin’in de doğumundan itibaren çeşitli kerametler gösterdiği çocukluğundan itibaren mahlukatın kendilerine has zikirlerini işitebildiği rivayet edilmiştir..
Bu rivayetlerin dışında kesin olarak gerçek olan husus, altı-yedi yaşlarında iken Dağıstan’ın o dönem Nakşbendiyye yolunun önderi Ebu Ahmed es-Suğuri’nin manevi eğitimine girdiği ve zikir meclislerine katılmağa başlamış olduğudur. Çok zeki bir çocuk olduğundan Ebu Ahmed es-Suğuri’nin ilahi sırlara ışık tutan sûfî öğretilerini hemen kavrama yeteneğine sahipti.
Dağıstan’daki gençlik yıllarında, elinden biat alarak Nakşbendi tarikatına intisab ettiği Şeyh Ebu Ahmed es-Suğuri’nin gözetiminde seyr ü sülukunu tamamlamıştı. Ebu Ahmed es-Suğuri’nin, İmam Şamîl ile birlikte Ruslara karşı savaştığı için Rus'lar tarafından vatanı Dağıstan’dan ayırılıp sürgün edildiği bilinmektedir.
Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, orta boylu bir insandı, hitab ettiği her insanı derinden etkileyen sesi berrak ve tok idi. Nurani, buğday renkli bir cildi vardı ve yüzü berrak; ışıltılı bir sima arz ederdi. İlk irşad yıllarındaki siyah sakalı yaşı ilerlediğinde pamuk gibi bembeyaz bir hal almıştı. alimdi. Gözleri koyu gri-lacivert renkte idi. Belki de en önemlisi her atışında ilahi rahmete dalıp çıkan bir kalb ve kendisine başvuran kişinin ruhani haline de nazar edebilen gözler ile dünyaya gelmişti. Zaman içinde hem kalbi, hem de gözleri nitelik olarak çok daha hassas bir nitelik kazandı.
Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, ilk medrese tahsiline de Dağıstan'da başlamış ve ancak savaş şartları yüzünden ikmal edememişti.; eğitimini Türkiye’ye daha önce hicret etmiş olan ve biatını tazeleyeceği amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni’de tamamlayacaktı. Böylece Türkiye’de Ebu Ahmed es-Suğuri’nin halifesi olan Muhammed-ül Medenî’nin terbiyesi altına girdi. Şeyh Ebu Muhammed el-Medeni , Şeyh Şerâfeddin’in öz amcası idi ve daha sonra kızı ile evlendirip kayınpederi de olacaktır.
Türkiye’ye Göçleri ve Yalova’da Yerleşim:İmam Şamîl’in destani direnişinin kırılmasından sonra Kafkasya’ya ve Dağıstan’a olanca gücüyle yüklenen Rusların zulmünden kurtulmak için, köylerinin neredeyse tüm halkından oluşan kalabalık bir cemaat halinde, Dağıstan’ı terk ederek Türkiye'ye göç etmek zorunda kaldılar. Köyleri sürekli olarak Rus askerlerinin baskınlarına uğruyor ve bütün ahalisi hakaretlere maruz kalıyordu. Bir kış mevsiminin ortasında 5 ay boyunca sürecek, karadan zorlu bir yaya yolculuğuna çıktılar. Kendi ailesi ve kızkardeşinin ailesi ile birlikte hicret ettikleri Türkiye'ye yöneldikleri, zahmetli ve tehlikeli yolculukları boyunca gündüzleri saklanıp geceleri yürüyorlardı. Kafilede çocuk, kadın ve yaşlıların da bulunduğu düşünülürse hangi zor şartlarda gerçekleştirildiği biraz tahmin edilebilir.
Türkiye’ye vasıl olunca Osmanlı devletinin organizasyonu ile önce Bursa’ya geldiler; bir süre Bursa’da misafir edildikten sonra , Marmara denizinin güney kıyılarındaki Yalova’ya giderek devrin sultanının özel fermanıyle denize oldukça yakın, dağlık bir yörede yerleştiler. Yerleşmek için bu mahalli seçmelerinde Osmanlı Devleti’nin iskan politikası yanında bölgenin Kafkasya iklimine kısmen uygun, dağlık bir arazi olması da etkili olmuştur. Yerleştikleri beldeye önceleri Elma-Alan veya Elmalı adı verilmiş; daha sonra köye Sultan Reşad tarafından yapılan yardım ve imar çalışmalarının nişanesi olarak Reşadiye ve nihayet Cumhuriyet sonrasında Güneyköy adı verilmiştir.
Şeyh Şerâfeddin, bölgeye yıllarca önce yerleşmiş olan amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni ile birlikte büyük bir azimle imar ettikleri Reşadiye köyünü ailesi ve akrabaları ile beraber, elbirliği ile yurt haline getirdiler. Küçük köy sürekli devam eden göçmenlerin ve özellikle Dağıstanlıların katılımıyla günden güne kalabalıklaştı; yeni evler inşa edildi; hatta o hale geldi ki arazi gelen göçmenlere yetmez hale geldi. Köyde ilk kurulan binalar arasında bir medrese ve köyün ilk mescidi ile ilk dergahının da bulunduğu külliye yer alıyordu. Böylece amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni ile birlikte Nakşbendi Tarikatı’nın sağlam bir kolunu Dağıstan’dan Türkiye’ye taşımış oldular.
Amcası Şeyh Muhammed-ül Medeni’nin şefkat kucağını açtığı Rus istilacıların acımasız ve sömürücü zorbalığından kaçan bütün Kafkas göçmenlerine ilave olarak Türkiye’nin hemen her yerinden pek çok talebe Reşadiye medresesine tahsil maksadıyla geliyordu. Bu şekilde birkaç yıl önce balta girmemiş bir ormanın eteklerinde kurulan birkaç evden ibaret olan Reşadiye köyü, rivayetlere göre 1000 öğrencinin ders gördüğü bir ilim ve irfan ocağına dönüştü.
Şerâfeddin’in, sonradan kayınpederi olan mürşidi Muhammed Medenî, o zamanda, Dağıstanlılar tarafından çok takdir edilen; hali, ilmi, kemal ve kerametleri gayet açık olan, maneviyat ikliminin zirvesinde olan büyük bir zat idi. Yalova’nın Reşadiye köyünde, ikinci mürşidi olan Muhammed el-Medeni tarafından tasavvufi alanda daha ileri düzeyde eğitildi. Ebu Ahmed es-Suğuri’nin Dağıstan’daki dergahında maneviyatın ilk soluklarını soluyan Şeyh Şerâfeddin’i zahirde ve batında evladlığa kabul edip yetiştiren, Ebu Muhammed Medenî olmuştur.
Tasavvuftaki Eğitimi ve Manevi Kemali:Özellikle amcası Şeyh Muhammed el-Medeni’nin kızı ile evlendikten sonra genç Şerâfeddin, Reşadiye köyünde büyük bir saygının odağı oldu. Reşadiye köyünde kurulan ve kısa sürede Bursa’dan, İstanbul’dan öğrencileri dahi cezbeden medreselerine gelip ders vermeğe başlayan alimlerden İslam’ın tüm zahiri bilimlerini de okuyup icazet aldı. Ancak O’na zahiri ilimin çok ötelerine uzanan "İlm-i Ledün" bilgileri verilmiş; Allah tarafından, "ilm-i ledünnî" vadilerinde , “sır bilgileri” alanında büyük bir derecelere garkolmuştu. Nakşbendi öğretisinin gereği olarak her an Rabb’inin huzurunda toplum içinde halvet, kalabalık ile inziva halinde idi.
Hızla ilerlediği maneviyat yolunda mertebeleri bir-bir aşarak Nakşbendiyye tarikatına ilaveten , amcası Ebu Muhammed Medeni’nin yetkin olduğu ve irşada izin yetkisi bulunan diğer beş İslam sûfî yolunun [ Kadiriyye, Rufa`iyye, Şazeliyye, Çiştiyye ve Halvetiyye ] daha irşad yetkisini aldı. Bütün bu altı tasavvuf yolunda yetkin olduğuna işaret eden icazetini aldığında henüz 27 yaşındaydı
Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin, Muhammed Medenî’nin terbiyesi altında, seyr-i sülükunu tamamlarken, altı ay kadar bir cezbe devresinden geçmiştir. Bu devrede, ilahi varlık aşkı ile, vücudunu ateş içinde hissederdi, vücudunun yükselen hararetini azaltmak için kış günlerinde bile evinden çıkıp elbiselerini çıkararak köy yakınındaki derenin buzlu sularına girdiğine halen de bazıları çok yaşlı olarak hayatta olan kişi tanık olmuştur.
Bu cezbe devresinin sonunda, 25 yıl süre ile hizmet edeceği kutb-ül irşad makamı ile taltif edilerek görevlendirilmiştir.
Tasavvuf yolunda şahsi ibadetler kadar nefs terbiyesi ve Allah’ın kullarına da hizmetin önemini sürekli vurgulamış ve kendisi de buna uygun olarak yaşamıştır. “Gün boyu kendi nefsini terbiye ile riyazete alıştırmaya çaba sarfetmeyen ve her gece tesbihat vazifesini yapmak için uyanmayan ve kardeşlerine hizmet etmeyen hiçbir talib bu yolda hiçbir dereceye erişemez.” sözlerinin bizzat uygulayıcısı olarak örnek olmuştur.
Dağıstan göçmenlerinin yerleştiği ve günden güne yeni göçlerle kalabalıklaşan köyün ihtiyaçlarının karşılanmasında öncülük rolünü üstlenmiş; o zamanın fiziki şartlarının zorluklarına aldırmadan köy yollarının genişletilmesi, su kanalları ile köye temiz içme suyu getirilmesi çalışmalarına fiilen katıldı.
Tarikatın hilafetini ve köyün liderliğini üstlendikten sonra daha çok göçmenin yerleşebilmesi için köyün yerleşim alanını büyütmeye çalıştı; hatta bir rivayete göre köyün yakınlarında bulunan şahıs mülkiyetindeki iki çiftliği de satın alarak göçmenlerin iskanına tahsis etmiştir. Kafkasya ve Dağıstan’dan gelen tüm göçmenlere karşı gayet candan davranır; beslenme ve barınma konularındaki her türlü ihtiyaçla ilgilenirdi ve böylece rehabilitasyonlarını kolaylaştırır, ortaya çıkabilecek geri dönüş arzularını da izale ederdi. Bunun sonucunda Dağıstanlı göçmenler Kafkasya’da bıraktıkları yurtlarına karşılık yeni bir vatan bulmuş oldular ve Kurtuluş savaşı öncesindeki acılı işgal günlerine kadar sürecek bir barış , mutluluk ve refah ortamına kavuştular.
Yalova’dan başlayarak Balıkesir’den Kastamonu’ya Sakarya’dan Konya’ya tüm bölgedeki halk arasında dalga dalga “manevi güçlere sahib bir zat” olarak tanındı ve kerametlerine ilişkin rivayetler bütün Türkiye’ye yayılmağa başladı. Ayrıca Güneyköy’de öncülük ettiği imar faaliyetleri, din dışı alanlardaki uzak görüşlülüğü geniş ile de ünlendi.
Şeyh Şerâfeddin’in ününün yayılması kendisine yönelik kıskançlık ve hased duygularının da körüklenmesine yol açıyordu. Reşadiye’deki medrese eğitimini yürüten zahiri ilimlerdeki bazı alimler, Şeyh Şerâfeddin’i dinin kurallarını ihlal etmekle, şeriata aykırı sözler söylemekle itham etmeğe başladılar. Bu durum tarih boyunca tasavvuf alimleri ile zahir alimleri arasında görülmüş bir durumdur. Hallac-ı Mansur’dan Mevlâna Celâleddin’e, Ahmed Yesevî’den Necmeddin Kübra’ya, Bayezid-i Bistami’den İbn Arabi’ye tasavvufun tüm zirve isimleri kendilerini Kur’an’a aykırı sözler söylemek, şeriata aykırı işler işlemek suçlamalarından kurtaramamışlardır. (En iyi bilinen örneği olarak Hallac-ı Mansur, bu suçlamalar sonucu darağacında feci bir şekilde can verirken, bütün batın ehlinin "Şeyhü’l Ekber" olarak tazim ettiği Muhyiddin Arabi’ye muarızları tarafından “Şeyhü’l Ekfer”adı verilerek küfür ile itham edilmiştir.) Güneyköy’de tesis edilen medresede eğitim veren zahir uleması ile Şeyh Şerâfeddin arasında irşad ile görevlendirilmesinin ilk zamanlarında bazı ihtilaflar ortaya çıkmış ve ancak kısa sürede zahir ehlinin tüm itirazları izale edilerek Şeyh Şerâfeddin’in zahiri ve batıni kemali tüm ulema tarafından teslim edilmiştir.
...
Yalova’nın küçük bir köyü olan Reşadiye, halktan her düzeyden kişiler yanında pek çok alim ve aydın için de bir cazibe merkezi haline geldi. Özellikle kandil, bayram gibi belirli gün ve gecelerde o kadar büyük bir topluluk köye geliyordu ki, bir süre sonra bu kalabalık ziyaretçi topluluğunun ihtiyaçlarına cevap verilebilmesi için Şerâfeddin Efendi’nin evinin bulunduğu mekanın avlusunda misafirhane, yemekhane, kurban kesim mahalli gibi bölümler tesis edildi. (Bugün de aynı mekan günümüzde sayıları azalmış olsa da ziyaretçileri için aynı şekilde muhafaza edilmekte ve özellikle Şeyh Şerâfeddin’in tasavvufi edeb ile terbiye edilmiş olan yaşlı gelini tarafından kapı açık tutulmaktadır.) Özellikle Şeyh Şerâfeddin’in hatm-i hacegan yaptırdığı ve hemen hemen aynen korunmuş olan kısım bugün de ziyaretçiler tarafından teberrüken ziyaret edilegelmektedir.
Şeyh Şerâfeddin Zeynel Abidin’in hayatı boyunca yapmış olduğu sohbetlerin, sohbette bulunan “katibler” tarafından not alınarak kaydedilmiş el yazması örnekleri, önceleri elyazısı ile Latin alfabesine çevrilerek çoğaltılmış ve daha sonra Hasan Burkay’ın himmeti ile "Menakıb-ı Şerefiyye" adı altında, ayet ve hadislerin kaynağı gösterilerek aslına tamamen sadık kalınarak kitablar halinde basılmıştır. “Bizim yolumuz sohbet yoludur” buyuran önderi Şah-ı Nakşbend Muhammed Bahâeddin Buhari’nin usulünce sohbete çok önem vermiş ve bağlılarının eğitiminde en etkin vasıta olarak kullanmıştır. Bu himmeti halen de matbu hale getirilmiş olan sohbetlerinin okunduğu meclisler vasıtasıyla gerek Güneyköy’de gerekse bağlılarının dağıldığı Türkiye’nin her köşesinde sürdürülmekte ve menbaı olduğu feyz ve bereketten istifade etmek ölümünden sonra da mümkün olmaktadır.
Şeyh Şerâfeddin, Osmanlı sarayının İslami konularda danıştığı kişilerden birisi olarak da kaydedilmiştir. Bu konuda değişik rivayetler de özellikle yakın tarihte vefat eden yakın bağlılarından Ali Usta’nın hatıratında nakledilerek günümüze ulaşmıştır. Bugün Şeyh Şerâfeddin’in torunları nezdinde saklanan bir emanet olarak hâlâ “ziyaret edilen“ Rasûlullah’ın sakal-ı şerif köye getirilmesi konusunda Ali Usta’nın anlattıkları Osmanlı Sultanı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişkinin de somut kanıtlarını içermektedir.
...
Köyün isminin Osmanlı Sultanı’ndan ilhamla Reşadiye olarak verilmesi de Osmanlı sarayı ile Şeyh Şerâfeddin arasındaki ilişki konusunda zaten bir nebze ipucu vermektedir. Küçük bir köy sayılması gereken Güneyköy’deki medresede bin kadar talebenin eğitim gördüğü ve bu talebenin masrafının Osmanlı Sultanı tarafından vakfedilen vakfiyelerin gelirlerinden karşılandığı rivayeti, o devirde bir köydeki ilim muhitinin etkinliği hakkında oldukça önemli bir fikir kaynağıdır. Köydeki iki camiden birisi olan ve medresenin de bulunduğu külliyenin klasik bir Osmanlı eseri oluşu, köy meydanında Osmanlı Sultanı Sultan Reşad’ın tuğrasını taşıyan görkemli çeşme ve hâlâ işletilmekte olan ve talebenin ihtiyaçları için vakfedildiği bildirilen “Reşad Menba Suyu“ işletmesi, bu vakfiyenin bir mirası ve köye verilen önemin somut kanıtı olarak hâlâ ayaktadır. Osmanlı Sarayı’na bu doğal kaynak suyundan gönderildiği rivayetleri de dikkat çekicidir. Bu kanıt ve bilgiler Osmanlı Sarayı-Reşadiye (Güneyköy) ilişkisi konusunda ciddi bir araştırma yapılması gereğine işaret etmektedir. İlişkide olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi makamları nezdinde saygın bir alim düzeyinde ayrıcalıklı bir muamele görmüştür.
Şeyh Şerâfeddin DAĞISTANÎ'’nin vefatı :O hicri:1355 yılı Cemaziyel-evvel ayının 27. gününde, (miladi: 15 Ağustos 1936) bir Pazar günü Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyünde bekâ alemine iritihal eyledi.
Reşadiye (bugünkü Güneyköy ) köyündeki kabristan’da bir tepeciğin yamacında toprağa verildi.
Şeyh Şerâfeddin’in kendi vefat tarihine işaret ettiğine ilişkin bir vakıayı da Abdülmecid Efendi adlı bir diğer bağlısının naklettiğini yine Ali Usta anlatıyor : “Şeyhimiz Şerâfeddin bir gün bana: “-Abdülmecid Efendi! Hazret-i İbrahim, Hazret-i Musa ve Hazret-i İsa Aleyhisselamların makamlarında olan ve "Alimler Nebilerin varisidir” denilen evliya, bu Rasullerden fazla yaşayabilir. Amma Hazret-i Rasûlullah (S.a.v.) Efendimiz’in makamında olan evliya yeryüzünde 63 yaşını geçmez. O’nun yaşında O da vefat eder. Abdülmecid Efendi! Sen şimdi 63 yaşındasın, senin de benim de doğumumuz aynı gecede olmuştur…” dediler. Şeyh Şerâfeddin’in bu sözleri, biraz muğlak söylendiğinden ne demek istediğini anlayamamıştım. Fakat o sene Şeyh Şerâfeddin, vefat edince söylediklerinin manasına intikal ettim. Şeyh Efendi’nin Rasûlullah (S.a.v.) Efendimizin makamında olduğunu anladım."
Şeyh Şerâfeddin’in “Bir insan için en mutlu an ölüm vaktidir, çünkü o ölürken günahları da birlikte son bulacaktır.” sözleri tasavvuf yolcusunun ölümü korkulacak bir şey olarak algılamaması için bir uyarıdır. Mevlâna Celâleddin’in ölümü “şeb-i arus (düğün gecesi) olarak nitelemesi de aynı çerçevede değerlendirilebilir.
Öleceği gün kendisine önceden bildirilen Şeyh Şerâfeddin, hayatının son gününde vasiyetini yazarak yeğeni ve halefi Abdullah’a verdi. Şeyh Şerâfeddin’in manevi mirasçısı ve halefi Abdullah Dağıstanî ölümünden sonraki olayları şu şekilde anlatmıştır: “ Cenaze namazına hazırlamak için O’nun bedenini yıkadık. Ertesi günkü cenaze defin törenine onbinlerce insan gelmişti ve öyle ki, küçük kasabamız bu kalabalık insan topluluğunu alamamıştı. Ölüm haberi hızla tüm Türkiye’ye yayıldığında herkes O’nun rızasını kazanmak ve bereketine nail olmak için evine geldi.Yalova, Bursa ve İstanbul gibi kısmen yakın yerler dışında Adapazarı, Eskişehir, İzmir, Kastamonu ve daha birçok yerden sevenleri koşup gelmişlerdi. Kalabalık muazzam bir topluluk ve hıçkırıklarla boğulmuş büyük bir insan kitlesi halinde idi. Erkekler bir kenara çekilip sessizce ağlıyorlar, kadınlar feryad ediyorlar ve onların feryadlarına çocukların var-güçleriyle ağlama sesi karışıyordu. Cebel-i Hafakan tepeciğinde önceki mürşidi Muhammed-ül Medeni’nin yanında sağlığında iken işaret ettiği yere hazırladığımız kabrine defnettik.”
Şeyh Şerafeddin’in cenaze törenine katılanlar arasında resmi bir heyetin de bulunduğu kaydedilmiştir.
Şeyh Şerafeddin’in yaşadığı ev olan zaviyesi ve mescidi hâlâ açık olup günümüze kadar geldi ve bugün pek çok insan ziyaret etmek; himmet ve bereketinden istifade etmek için oraya giderler. Şeyh Şerâfeddin’in -Nakşbendi Cemaat Zikri- Hatm-i Hacegan’ı idare ederken kullandığı tesbih de hâlâ duvara asılı olarak oradadır.
...
Kabr-i şerifleri, Yalova’ya 10 km. kadar mesafede bulunan Güneyköy’de olup halen de ziyaretgâhtır.
Kaddesallahu Sırrahul Azîz...
Himmetleri Hazır Ola...***
KAYNAK:
http://www.tasavvuf.info/sdagistani1.htmEskişehir Cezaevi Hatıratı:https://sites.google.com/site/rasihun/