Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 28 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Re: Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
MesajGönderilme zamanı: 14.03.09, 22:20 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 17.12.08, 16:48
Mesajlar: 237
Linki yok kıymetli kardeşim dergiden taratmıştım.

Selam ve Dualarımla


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
MesajGönderilme zamanı: 14.03.09, 22:22 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
derginin websitesine erişilemiyor;

http://www.mostar.com.tr/

bir de sanırım yönetimi degisti; eski sayıları kaldırmışlardı bir ara..

Sağlık olsun.

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Hazret-i Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevi / Prof. Dr. M. Es'ad C
MesajGönderilme zamanı: 19.03.09, 17:50 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
AHMED-İ YESEVÎ HAZRETLERİ

Prof. Dr. M. Es'ad Coşan Rh.A


27. 5. 1995

Bismillâhir-rahmânir-rahîm.
Rabbişrahlî sadrî, ve yessirlî emrî, vahlül-ukdeten min lisânî yefkahû kavlî...
Sadakallàhul-azîm...


Bizi dinlerin en güzeli, en doğrusu, en sağlamı, en yücesi, Allah'ın râzı olduğu din olan İslâm'a bağlı, İslâm'la müşerref, müslüman olarak yaşatan; bizi İslâm nimetiyle şereflendiren, bize çok şanlı bir tarih, çok mübârek velîlerin evlâtları ve talebeleri olmak ve çok büyük bir kültürün mensubu olmak şerefini ihsân eden, sayısız nimetlerine mazhar buyuran Allah-u Teàlâ Hazretleri'ne, sayısız, sonsuz, hesapsız hamd ü senâlar olsun...

Onun alemlere rahmet olarak gönderdiği en sevgili kulu, Habîb-i Edîbi, rehberimiz, önderimiz, efendimiz, serverimiz Muhammed-i Mustafâ'sına sonsuz salât ü selâm, tahiyyat ve ihtiramlarımızı arz eder; Allah'ın rahmetini, Peygamber SAS Efendimiz'in şefaatini cümlenize niyâz ederim...

a. Son Derece Önemli Bir Şahsiyet

Çok aziz ve çok muhterem kardeşlerim!..
Biz bugün çok şanlı, çok muhterem, çok mübârek, çok büyük bir büyüğümüzü anmak için toplanmış bulunuyoruz. Onun evlâtlarıyız. Tahkik edilse, tedkik edilse, onun yol evlâtlarıyız, belki de soy evlâtlarıyız.
Öyle bir insan ki, sadece bizim şu anda yaşadığımız Türkiye'miz için değil, bütün dünya için, bütün Türkler için, tüm Asya için, Balkanlar için, Avrasya için, Hindistan için son derece büyük bir şahsiyetin hatırasını anmak durumundayız. Üzerimizde çok büyük hakkı olan, kültürümüze çok büyük tesiri olan bir büyük zâtın hatırası için toplanmış bulunuyoruz.
Bu mübârek zât, her şeyden önce, en önde gelen en bâriz vasfıyla çok büyük bir mürşiddir. Bir mürşid-i kâmil ve mükemmil... Hem kendisi kemâl sahibi, hem de birçok kemâl sahibi insan yetiştirmiş, birçok insanı kemâlâta îsal etmiş, vâsıl eylemiş bir kimse...
İslâm dinini intişarı tarihi bakımından, Mekke-i Mükerreme'den başlayan, Medine-i Münevvere'ye, Cezîretül Arab'a, dünyanın yakın uzak her tarafına doğru yayılan, o Allah'ın mübârek nûrunun yayılma tarihinde son derece mühim bir isim... Hem keyfiyet bakımından mühim, hem miktar, kemmiyet bakımından son derece mühim bir isim...
Tasavvuf tarihi bakımından çok mühim bir şahsiyet ve bizlerle çok yakın ilgisi olan, kendisine bağlı olduğumuz bir şahıs... Çünkü, Hâcegân'dan Yusuf-u Hemedânî Hazretleri'ne mensub olması dolayısıyla, silsilemizin hulefâsından... Yetiştirdiği halifelerinin bir kısmı, Bahâeddin-i Nakşıbend Efendimiz'in bizzat gidip rahle-i tedrisine oturup; bir kısmının yanında aylarca, bir kısmının yanında da yıllarca kaldığı ve doğrudan doğruya tasavvufî terbiyeyi aldığı kimseler olması dolayısıyla da şeyhimiz...
Askerî bakımdan son derece önemli bir şahsiyet... Çünkü, alp erenler yetiştirmiş. Cihan tarihinin çok mühim askerî harekâtlarına eleman yetiştirmiş, kıymetli elemanlar vermiş bir kaynağın sahibi... Sosyal yönden, ictimâî tarihimiz bakımından son derece önemli bir şahsiyet...
Edebî yönden Türk Edebiyatı'nın, Dînî Türk Edebiyatı'nın en önemli şahsiyetlerinden biri... Allah râzı olsun, benden önceki konuşmacı değerli kardeşim Osman Beyin çok mükemmel ifade ettiği bir zemin ve zamanda İslâm'a hizmet etmiş olan ve o bölgelerde yaşayan milyonlarca insana tesir etmiş olan çok önemli bir şahsiyet...
Bunların hepsi dünyevî değerler olarak görülse bile, sıraladığımız ölçüler maddî ölçüler olarak görülse bile, Allah'ın sevgili kulu olması, kerametlerinin hayatında ve vefatından sonra devam etmesi yönünden en önemli... Çünkü mühim olan Allah'ın sevgili kulu olmaktır. Herkes için en yüksek mertebe, Allah'ın sevdiği kul hâlini, sıfatını kazanmaktır.

b. Evliyânın Tasarrufu

Bursalı Mehmed Tâhir Efendi, Osmanlı Müellifleri kitabının başına dört mısrâ almış. O kendisinin inancını gösteriyor, bir hakîkatı ifade ediyor. Osman Bey'in sözleri üzerine, onu nakletmeyi uygun gördüm. Ahmed-i Yesevî Hazretleri sadece tarihte değil, bugün de bize faydası, tesiri devam ediyor diye söylediği için...

Diyor ki şair:
İki cihanda tasarruf ehlidir rûh-u velî;
Deme kim bu mürdedir, bundan nice dermân ola!..

Ruh bâkî... Beden toprak altına gömülüyor ama, ruh öyle değil... İki cihanda tasarruf sahibidir velînin rûhu... Hem hâl-i hayatında, hayat-ı dünyada; hem de vefâtından sonra, bağde vefâtihî, hayat-ı ahirette... İki cihan dediği bu... İki cihanda; yâni, vefatından önce yaşarken de, vefatından sonra da tasarruf ehlidir.
Deme ki, "Bu mürdedir, ölmüştür; bundan nice derman ola?" Böyle bir münkir tavır, inkârcı, materyalist tavır takınma!.. Böyle düşünme!..
Rûh şemşîr-i Hüdâdır, ten gılâf olmuş ona;
Daha a'lâ kâr eder, bir tığ kim uryân ola!..
Ruh Allah'ın keskin bir kılıcıdır, ten onun kını gibi... Ruh tenin içine girdiği zaman, kılıç kınındaymış gibidir. Bir kılıç kınından sıyrıldığı zaman daha iyi iş yapar. Kınında kesmez ama, kınından sıyrıldıktan sonra keser. Çünkü, hâl-i hayatında şöhret afeti vardır. Tevâzûya aykırıdır. Kemâlât ve kerâmâtını büyükler izhar etmezler. Aczini itiraf ederler, nâçizliğini söylerler. Günahlarını dile getirirler. Küçük kusurlarını büyük görürler, büyük hayırlarını yok farz ederler. Tevâzûya bürünmüşlerdir. Onun için anlamaz kimse... "Ben âciz..." der, "Ben günahkâr..." der, "Ben pürhatâ..." der. "Günah deryasına dalmış, Allah'ın asi, mücrim kulu..." der. Kendisini böyle görür. Ama, Allah'ın bir sevgili kuludur.
Tabii vefatından sonra imtihan bittiği için, o zaman artık tasarrufat başlar. Evliyâlık kerâmâtı o zaman, bakarsınız görülür. Kabrine gidersiniz görülür, rüyanıza girer. Günümüzden bir misâli, konuyla bir bakımdan ilgili ama, meseleyi çok güzel anlatacağı için söylemek istiyorum:
Bizim yaşayan müellif kardeşlerimizden birisi, cumhuriyet devrinden sonra Türkiye'de yaşayan evliyâullah'ın hayatını, bir kitap haline getirmek istemiş. Evliyâullah, tanınmış alim, fâzıl, meşâyihtan kimselerin bir listesini yapmış. Hocamızın da ismini almış. Hocamız Mehmed Zâhid Efendi'nin hayatını anlatmak için birkaç sayfa da Hocamız'a ayırmış.
Bir assubay kardeşimiz, onun bu güzel fikrini anlayınca demiş ki:
"--Sen bu işi yapmaya niyet ettiysen, ben de senin daktilon olacağım. Kâtibin olacağım. Sen söylersin, ben yazarım. Sana yardım edeceğim, yıllık iznimi alırım." demiş.
"--Pekiyi..." demiş ötekisi de...
Yardım edeceğim diyen şahıs, atom başlıklı füzelerin bulunduğu taburda assubay... Yıllık iznini alma zamanı gelince, komutan izinleri kaldırmış. Çünkü, füzelerin atış mekanizmasında bir arıza olmuş, çözemiyorlar. Uzman getirmişler, mütehassıs getirmişler, Amerikalılara sormuşlar... Bulamıyorlar arızayı... Birliğin komutanı asabî, sinirli, problemi çözememekten üzüntülü... İzinleri kaldırmış. Olağanüstü bir durum var, füze çalışmayacak; yâni, atmak gerekse atamayacaklar, mekanizma bozuk...
O günlerde assubay kardeşimiz bir rüya görüyor. Rüyasında mübarek bir zât; beyaz sakallı, gül yanaklı, nurlu bir zât:
"--Evlâdım! Sizin füzelerin mekanizmasındaki arıza filânca yerinin filânca kısmındadır; şurdadır." diyor rüyada...
O da ertesi gün gidiyor, komutana diyor ki:
"--Komutanım! Ben füzenin arızasını bulursam, bana izin verir misin?.."
"--Sen o arızayı bir bul, ben sana iki misli izin veririm!" diyor.
Gidiyor, eliyle koymuş gibi rüyada gördüğü yeri açıyor, arızayı buluyor ve arızayı gideriyor. Muhterem kardeşlerim, bu önemli bir nokta!.. Sonradan, o yazar kardeşimizin yanına gittiği zaman, resmini görünce rüyasına giren zâtın Mehmed Zâhid Kotku Hocamız olduğunu anlıyor. Daha önceden tanımıyor.
İşte evliyâullahın, Allah'ın sevgili kullarının vefatlarından sonra, hayatta olanlarla ilişkilerinin bir misâli, muhterem kardeşlerim!..
İnsan, rüyaları çeşitli şekillerde yorumlayabilir. "İnsan psikolojisinin alt şuuruna itilmiş olayların, duyguların, rüyadaki rahatlık dolayısıyla uyku esnasında şuura aksetmesidir." diyebilir. İyi, güzel ama, ne kadar aksetse aksetsin, füzenin kusurunu gösteremez ki!.. Füzenin kusurunun yerini gösteriyor. Şurada diyor ve kusur düzeliyor. Burdan anlıyoruz ki, ruhlar alemi ile, bizim yaşadığımız alem arasında irtibat var... Allah'ın sevgili kullarının ruhlarıyla, buradaki insanların ilişkileri olabiliyor. Tasarrufat diyoruz buna; yâni, birtakım işleri çekip çevirmek, yapmak, etmek...
Evet böyledir. Allah'ın gerçekten sevgili bir kuluysa, hâl-i hayatında da kerametleri vardır, olağanüstü olayları vardır; yüzlerce binlerce teklifsiz, tekellüfsüz zuhur eder. Vefatından sonra da devam eder.
Bakın kardeşimiz ziyaret etmiş. Dünyanın en güzel en muhteşem, en müstesnâ, sanat harikası türbedir Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin türbesi... O nakışlar, o nisbetler, o portal... O kapının muhteşemliği, o içerisinin tanzimi...
Zâten, Timur yaptırmış; Timur'un kendisinin kabri de öyle... Semerkand'da Gûr-i Mir denilen Timur'un kabri de öyle... Öyle dışardan, resimden filân anlaşılmıyor. Gitiğiniz zaman, türbenin içine girdiğiniz zaman, o zaman anlıyorsunuz ihtişâmı... Sanatın ihtişamını, güzelliğini... Evet, Semerkand'da bir sanat eseri görmek istiyorsanız, Timur'un türbesine gidin!..
Yesi şehrinde Ahmed-i Yesevî'nin türbesini yaptırmış. Yine yaptıran Timur... En meşhur mimara emretmiş, muhteşem bir eser... Neden yaptırmış?.. Rüyâsına girmiş, bir zaferi müjdelemiş; onun şükrânesi olarak kabrini ziyarete gidiyor, mimarlara emrediyor: "Buraya, bu büyük zâta bir türbe yapın!" diye... Teşekkür bâbında yapıyor yâni... Daha önceden bir alışverişi olmuş rûhâniyetiyle... Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin ruhâniyeti rüyasına girmiş, ona bilgi vermiş, müjde vermiş; onun için türbesini yaptırıyor. İtikadı olan, sevgisi olan, tasavvufî bir neş'esi olan, bağlı olan bir insan Timur...
Muhterem kardeşlerim! Tabii, en mühim olan nokta, böyle kerametleriyle, hem eserlerinden hem rivâyetlerden, hem eskide, hem günümüzde kerâmetleriyle, Allah'ın sevgili kulu olduğunu gördüğümüz bir insan... En büyük mertebe o zâten...
Pîr-i Türkistan demişler, Hazret-i Türkistan demişler. Doğrudur, ne söylense az gelir. Yedi kandilli Süreyyâ'yı türbesine uzatsak, yine bir şey yapabilmiş sayamayız. Kutbül-aktâbdır; çünkü, bir çok evliyâ talebeler, velîler, halifeler yetiştirmiştir. Server-i meşâyıhtır, sultânül- evliyâdır, burhânül- etkıyâdır. Takvâ ehli insanların parmakla gösterilen nümûne bir şahsiyetidir. Hayatında sözlerini yaşamış bir insan... Laf ebesi değil, hâl ehli... Kàl ehli değil, hâl ehli bir insan...
Sonra, ferzend-i Habîb-i Hüdâ'dır; Peygamber SAS Efendimiz'in evlâdındandır, evlâd-ı Rasûldür. Tabii, o da nurün alâ nûr, şeref üstüne şeref oluyor.
Yüzbinlerce insanın hidâyetine sebep olmuştur. Binlerce mürşid yetiştirmiştir. İnsanları İslâm dinine çekmeğe çalışan, gayret eden, koşturan eleman yetiştirmiştir, derviş yetiştirmiştir, halife yetiştirmiştir, şeyh yetiştirmiştir. İstikamet göstermiştir. Tehlikenin geldiği yere gidip göğüs germiştir. Tehlikenin karşısına çıkmıştır. Tehlikeyi kökünden çözecek çözümler getirmeye gayret etmiştir.
Medyûn-u şükrânız. Ne kadar teşekkür etsek, ne kadar gayret etsek anlatamayız, hakkını ödeyemeyiz o büyüğümüzün... Haydi rûhu için, --bütün büyüklerimizle berâber-- bir Fâtiha okuyalım!..
.....................

c. Hayatın En Mühim İşi

Muhterem kardeşlerim!..
Hepimiz hayatta bir meşguliyetle meşgulüz, bir çalışma yapıyoruz. Tabii, çalışmalarımızın arkasında bir niyet var... Allah amelleri niyetlere göre değerlendiriyor. Herkes bir niyetle, birtakım işlerin peşinde koşturuyor. Hayatın en mühim işi nedir?.. Hayatın en mühim işi, hayatı yaratan, kâinatın sahibi ve mutasarrıfı, rızıkları bize gönderen, nimetleriyle yaşadığımız, hâlikımız Allah-u Teâlâ Hazretleri'ni bulmaktır, bilmektir ve ona onun istediği tarzda kulluk etmektir. İşin aslı esası budur. Mesleğimiz doktorluk değildir, mühendislik değildir, politikacılık değildir, esnaflık, tüccarlık değildir. Nedir asıl mesleğimiz?.. Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne kulluk etmektir. Allah bunu istiyor.

(Ve mâ halaktül-cinne vel-inse illâ liya'budûn) (Zâriyat: 56) Ancak Allah'a güzel bir ibadet yapmak üzere yaratılmışız. Vazifemiz, hayatın asıl görevi, asıl fonksiyonu, asıl işi bu...

(Liyeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ) "Hangimiz daha güzel başaracak bu kulluk yapma işini?" (Mülk: 2) diye bir imtihan cereyan ediyor çevremizde... Hayatın hakîkati bu...
Allah-u Teâlâ Hazretleri yapılan amellerin, iyi bile olsa, hepsini kabul etmiyor. Edison elektriği bulmuş, falanca köprü yaptırmış, filânca filanca çalışmaları yapmış...

(İnnallàhe lâ yağfiru en yüşreke bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike limen yeşâ') (Nisa: 48) Allah başka kusurları affedebilir ama, kendisine şirk koşmayı aslâ affetmiyor. Kâfiri hiç affetmez de... Kâfir, münkir, ateist... Ateisti de kimisi Ata'cı anlıyormuş. Maalesef cahillik o kadar yaygın ki...
"--Sen ateist misin?"
"--Ateistim, Atatürkçüyüm, işte ne var?.." diyormuş. Ateizmi Atatürkçülük diye anlıyor kimisi de... Ateist; yâni anormal gibi, teist olmayan, Allah'ı bile tanımayan... Onun esfel-i safilîndedir yeri de, Allah'ı tanırken yanlış tanıyanı, müşriki, şirk koşanı dahi Allah affetmiyor. Affetmeyecek...
İnsan Allah'ı doğru bilmek zorunda... Amazon vadilerinde, bir medeniyetin ulaşmadığı köyde bile yaşasa, Allah'ı doğru bilecek; vazifesi bu... İnsanın ilk vazifesi bu muhterem kardeşlerim!..
Peygamberlerin en mühim vazifesi de, insanlara bu hakîkatı anlatmaktır. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde buyuruyor ki:

RE. 77/1 (Efdalü mâ kultü ene ven nebiyyûne min kablî lâ ilâhe illallahu vahdehû lâ şerîke leh) "Benim ve benden önce Allah'ın göndermiş olduğu peygamberlerin söylediği sözlerin en üstünü, 'Allah'tan başka ilâh yoktur, onun şerîki nazîri yoktur." sözüdür. En mühim söz bu... (Vahdehû) Tekdir; (lâ şerîke lehû) şerîki, nazîri, ortağı, misli, misâli yoktur.
Ve Peygamber Efendimiz diyor ki:

ME. 228 (Ümirtü en ukàtilen-nasü hattâ yüşhedü en lâ ilâhe illallàh) "İnsanlar Allah'ın varlığını birliğini anlayıncaya kadar, onlarla mücâdele etmekle emrolundum. Peygamberlik vazifem bu... İnsanları hak dine getireceğim, insanları bâtıl inançları kafalarından silmeğe çalışacağım; şirki yok edeceğim!" Peygamber Efendimiz'in vazifesi bu...
Onun için, bu vazifeyi yapmak için Tâif'e gitti. Tâifliler anlamadılar, taşladılar, yaraladılar, kanını akıttılar. Arap yarımadası mensupları çeşitli panayırlara geldikleri zamanlarda, onlara İslâm'ı tebliğ etti, Allah'ın emirlerini tebliğ etti. Aşîret-i akrabîninden başladı; ondan sonra, civarlardan gelen kabilelere, insanlara, grup grup gidip; "Siz kimlersiniz, nerden geldiniz? Söyleyin bakalım!" diyerek tanışıp, onlara İslâm'ı tebliğ etti. Onların bir semeresi olarak Medine'den gelen insanlara Akabe'de İslâm'ı anlattı. Onlara İslâm'ı kabul ettirdi de, İslâm tarihi bir başka vadiye doğru gelişme gösterdi.
Sonra Medine'ye gittiği zaman, münafıkların reisine gitti. Yahudilerin havrasına gitti. Necran'dan gelen rahibler kafilesiyle münâzara ederek, konuşarak, onların fikirlerini İslâm'a çekmeğe çalıştı. Yetmiş küsur insan gelmişlerdi Necran'dan, putlarıyla, haçlarıyla... Yahudilerin havrasına giderek, "Tevrat'ta Mûsâ AS'ın geleceğini söylediği peygamber benim, ey yahudi milleti!.." diye onlara İslâm'ı tebliğ etti.
Kabul eden etti. Abdullah ibn-i Selâm RA kabul etti, kimisi kabul etmedi. Gelen rahibler heyetinden bazıları kabul etti. Bazıları, "Vergi verelim, biz dinimizde kalalım! Bizans'ın Yemen kilisesine gönderdiği paralar elden kaçmasın." diye hristiyan kaldılar. Ama Peygamber Efendimiz böyle her yere İslâm'ı tebliğ etti. Her topluluğa İslâm'ı anlatmağa çalıştı.
Siyâsî elçiler gönderdi civar devletlere... Mektuplar yazdı. El-Vesâikus-Siyâsiyye, siyâsî vesikalar neşredilmiş. Bizans imparatoru Herakliyüs'e, Sâsânî imparatoruna, Mısır hükümdârı Mukavkis'e, Bahreyn emirine, Habeş'e ve sâireye... Süryânîlere...
Bugün Güneydoğu Anadolu'da süryânîlerin kilisesi var. Onların bir papazlarının ifadesini biliyorum; Peygamber Efendimiz'in onların atalarına, kilisesine gönderdiği mektup varmış kiliselerinde... "İslâm'a gelin!" diye, oraya da göndermiş, o mektubu muhafaza etmişler. Süryânî kilisesi Güneydoğu Anadolu'da, Peygamber Efendimiz'in mektubunu muhafaza ediyor.
Bunlar neyi gösteriyor?.. Rasûlüllah SAS Efendimiz'in ana hedefini gösteriyor. Allah'ın kullarından istediği ana hizmet nedir, onu gösteriyor. Sahâbe-i kirâm bu mânâyı anladılar. Sahâbe-i kirâmın çoğu, kendi öz diyarlarından çok uzaklarda vefat ettiler. İstanbul'daki şu medâr-ı iftihârımız Hâlid ibn-i Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî ve yirmi küsur sahâbinin kabri, bunun şahididir. Çok muhterem bir zât, ayrıca hayatı üzerinde konuşulacak bir zât...
Osman kardeşimizin Semerkand'da medfun olduğunu söylediği Kusem --peltek s ile-- ibnül Abbâs, Peygamber Efendimiz'in amcası Hazret-i Abbas'ın oğlu... Semerkand'da şehid düşmüş. Çok nefis türbesi var... Zâten bir sürü türbe var orda, bir türbeler topluluğu... Çinilerle süslenmiş şâhâne türbe... Allah nasib etti, ziyâret ettik. Kusem Hazretleri...
Benden önceki kardeşimizin anlattığı gibi, İslâm önünde bir hudut tanımadan, hudutları geçerek İran'la karşılaştı. İran müslüman oldu. İran'ı geçti, Horasan'a geldi. Horasan'dan Mâverâennehr'e, nehrin öbür tarafına, Ceyhun nehrinin öbür tarafına ulaştı. Seyhun ve Ceyhun nehri güneydoğudan kuzeybatıya doğru, Aral Gölü'ne akarlar. İkisinin arası bizim için çok büyük önemli merkez... Seyhun nehri yukarıda... Ondan daha ötede Karakal Gölü'ne doğru geniş mıntıkalar, Doğu Türkistan uzanıyor. Oralara vardılar.
Oralarda İslâm orduları ordugâhlar kurdular. Meselâ Nişâpur, Arapların kurmuş olduğu önemli ordugâhlardan bir tanesi... Oralarda çok Arap asıllı alimler yerleşti. Onların torunlarından kimlisi yerli ahali ile evlendi, kimisi kendi soyu ile kaldılar. Çok büyük alimler yetişti. Horasan'da, Mâverâennehir'de, bugünkü Afganistan'da ve Harezm'de şeceresi belli Arap kökenli çok insanlar var...
Hattâ ben hatırlıyorum, bir tanesi "Hocam burda ne yazıyor?" diye bana bir şecere getirdi. Kızcağız bir hastanede başhemşire... Müslüman, mütedeyyin bacılarımızdan, evlâtlarımızdan, kardeşlerimizden... Okudum; Peygamber Efendimiz'in sülâlesinden, şeceresi olan bir kızcağız... Türkistan'dan gelmiş. Akça pakça değil, biraz esmerliği var... Dedim: "Evlâdım, sen Peygamber Efendimiz'in sülâlesindensin! Senin babaların büyük alimmiş, bak burda yazıyor." dedim. Böyle kimseler çok...
Elhamdü lillâh, bizim de ailedeki an'anemiz öyle... Biz de Buhara'dan gelmişiz bu diyarlara... Yanımızda, kafilemizde Arap halayıklar varmış. Dedelerimiz öyle gelmişler.
Bunları niçin anlatıyorum?.. O tarafa doğru müslümanlar açıldı, bir taraftan Kuzey Afrika'ya açıldı, bir taraftan Kafkasya'ya doğru ilerlediler, bir taraftan Anadolu'yu zorladılar. Ama, Anadolu'nun müslüman olması çok zor oldu. Anadolu İslâm'a çok diretti. Karahıtaylar ordan baskı yapıyorlar, Allah bu taraftan Anadolu'yu fethettiriyor. Ordan gelen göçmenler de Anadolu'ya geliyorlar. Selçuklu devleti, ondan sonra İstanbul'un fethi, Balkanlar'ın fethi; ileriye doğru İslâm'ı götürüyorlar. Sonra onlar da müslüman oluyorlar.

d. Alimler Önderlerdir

Peygamber Efendimiz böyle çalıştı. Ashâb-ı kiram mânâyı anladı. Onlar da İslâm'ı yaymak için böyle çalıştılar. Terk-i diyar, terk-i evlâd ü evtân eyleyip, terk-i rahat eyleyip İslâm'ı yaymaya gittiler. Aynı vazifeyi onların evlâtları da, ulemâ-i âmilîn de, ilmiyle amil alimler de devam ettirdiler.
Peygamber SAS Efendimiz, Hazret-i Ali RA'in rivâyet ettiğine göre buyurmuş ki:

RE. 222/15 (El-ulemâü mesàbîhul-ard) "Alimler yeryüzünün ışıklarıdır, kandilleridir, projektörleridir. (Ve hulefâül-enbiyâ') Peygamberlerin halifeleridir. Asıl halife onlar... (Ve veresetî) Ve benim varislerimdir. (Ve veresetül-enbiyâ') Eski peygamberlerin de varisleridir alimler."

RE. 222/16 (El-ulemâü ümenâür-rusüli alâ ibâdillâh) "Alimler Allah'ın kulları üzerine peygamberlerin emin görüp de, ümmeti emânet ettikleri insanlardır." Alimlerin görevi bu...

RE. 222/18 (El-ulemâü ümenâullàhi alâ halkıhî) "Yarattıkları üzerine Allah'ın garantör, yed-i emin olan kullarıdır alimler..."
Sonra bir hadis-i şerif daha söyleyeyim:

RE. 222/19 (El'ulemâü kàdetün) "Alimler kaidlerdir, komutanlardır, liderlerdir, önderlerdir. (Vel-müttekùne sâdetün) Müttakî kullar da seyyidlerdir, efendilerdir, yüce kimselerdir. (Ve mücâlesetühüm ziyâdetün) Onlarla bir arada olmak, onların yanında olmak, meclislerine devam etmek; ilmin, irfanın, feyzin, sevâbın artması sebebidir." diye alimler medhediliyor.
Onun için alimlerin sıfatları sultandır, padişahtır, paşadır... Meselâ, Muslih Paşa, Aşık Paşa diyor; hüdâvendigâr diyor, sultânül-evliyâ diyor. O mânâyadır, o sebeptendir.
Tabii, alimler de, varisleri oldukları için peygamberlerin vazifesini anlamışlar ve o yolda yürümüşlerdir. Çünkü Peygamber SAS'in hadis-i şerifleri vardır:

RE. 344/13 (Leen yehdiyallahu alâ yedeyke racülen, hayrün leke mimmâ taleat aleyhiş-şemsi ve garabet) "Senin elinle Allah'ın bir kimseye hidâyet nasib etmesi, --sen çalıştın, irşad ettin, ikaz ettin; o da müslüman oldu, hak yola geldi, hidâyete erdi-- senin vasıtanla bir kişinin hak yola gelmesi, üzerinde güneşin doğduğu battığı bütün dünya varlıklarının hepsinden senin için daha hayırlıdır." Neden?.. Hidâyete erdirdiğin insanın sevaplarının misli, onun sevabından bir şey eksilmeden sana gelir.
Alimler bunu anlamışlardır. Onun için bu büyük zâtların sevaplarının, makamlarının yanına yanaşılmaz, yetişilmez. Neden?.. Milyonları irşad etmiş bunlar. Milyonların hidâyete ermesine, müslüman olmasına sebep olmuş. Onların hepsinin amellerinin, sevaplarının bir misli, bunların defterine yazılıyor. Ahmed-i Yesevî Hazretleri'yle kim boy ölçüşebilir?.. İmam-ı Gazâlî Hazretleri'yle kim boy ölçüşebilir?.. Büyük zâtlar, müthiş, muazzam, muhteşem kimseler...
Ali Yâkub Hoca cennet mekân, rahmetullahi aleyh, nur içinde yatsın; Arnavuttu kendisi, biliyorsunuz. Kenan Evren'le de yakınmış yerleri, Arnavutlukta... O her zaman dobra dobra bir insandı; eğriye eğri, doğruya doğru söylerdi: "Allah râzı olsun şu Osmanlılardan..." derdi. Kaç sefer duydum şu kulağımla... "Onlar gelmeseydi Balkanlar'a, İslâm'ı tebliğ etmeseydi, belki bugün biz Arnavutlar olarak hristiyan olarak yaşayacaktık. Haberimiz olmayacaktı belki..." derdi. Osmanlılara şükranını böyle ifade ederdi.
Muhterem kardeşlerim! Alimler de iki çeşit: Bir sözde, lafta ve unvanda alim... Bir de haliyle Allah'ın sevdiği sıfatlara sahib alim... Asıl önemli olan o!.. İşte o da tasavvufun büyükleri mürşidler ve tasavvufun erleri, alp erenler... Kimisi savaş etmiş, kimisi ibadet etmiş, kimisi ilim öğretmiş medresede ama, İslâm için çalışmışlar. Orta Asya'nın o, müşrikleri böyle müslümanların üzerine gönderen bölgelerine İslâm'ı yayan bunlar...
Balkanlar nasıl müslüman olmuş?.. Ord. Prof. Ömer Lütfi Barkan'ın meşhur bir makalesi vardır, bu salondaki herkes bilir: Kolonizatör Türk Dervişleri... Tek başına gidiyor, bir yerde bir kulübe yapıyor. Ama neresi?.. Yol güzergâhı... İnsanların yardıma, istirahate muhtac olduğu yer... Ağaç dikiyor, su getiriyor, yer yapıyor; tekke kuruyor, gelenleri misafir ediyor. Orası genişliyor, sonradan bir büyük şehir oluyor. Balkanlar'daki müslümanlaşmanın böyle dervişlerin faaliyetiyle nasıl olduğunu, nasıl neşv ü nemâ bulduğunu Ord. Prof. Ömer Lütfi Bey anlatıyor.
Bugün dahi Amerika'ya, Avrupa'ya, müslüman olmayan yerlere İslâm'ın yayılması yine ihlâslı, hâlis, muhlis dervişler vasıtasıyladır.
Bunları niçin anlattım?.. Şu bakımdan anlatıyorum ki muhterem kardeşlerim, Ahmed-i Yesevî Hazretleri işte bu mânâyı anlamış bir insan... Hayatını bu mânâya adamış bir kimse... O bakımdan, esas İslâm dini bakımından Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin mevkii anlaşılsın diye, bu girişi yaptım.
Yâni, Ahmed-i Yesevî Hazretleri, Peygamber SAS Hazretlerinin başlattığı hizmeti tarihin şahid olduğu bir şekilde, çok mükemmel bir tarzda başarmış bir insan... Çok büyük bir zât... Hem Asya'da, hem Avrupa'da, hem Anadolu'da... Bizim üzerimizde çok büyük hakkı var; çünkü, talebeleri Anadolu'yu İslâmlaştırmış. Bize tasavvuf terbiyesini veren o... Yunus Emre'ler, Hacı Bektâş-ı Velî'ler ona bağlı...
Şimdi Ahmed-i Yesevî Hazretleri'ni bizim halkımızın çok iyi tanıması lâzım!.. Çünkü şükran borcumuz var, çünkü büyüğümüz, çünkü ecdâdımız belki... Çünkü, kültürümüzün en önemli isimlerinden biri... Tabii, yavaş yavaş bir aslını anlama, öze dönüş... Bu batılılaşma hikâyesinin önünü, arkasını anlayıp, bu batılıları da iyi tanıyınca, biraz daha bir uyanma oldu. Sovyetler Birliği'nin dağılması, bizim oralara gitmemizi sağladı. Meselâ, bizim Azerbaycan'a gittiğimiz gün, Azerbaycan istiklâlini ilân etti. Taşkent'e geçtiğimiz gün, Özbekistan istiklâlini ilân etti. Yâni sûrî de olsa, bir başlangıç tabii...
Orasına bir serbestlik oldu. Demirperde yıkıldı, ziyâret imkânları oldu, oraları görmeğe başladık. Zulmü de gördük, zulme uğramış kardeşlerimizi de gördük. Sarıldık birbirimize, ağlaştık, göz yaşları döktük, sakallarımızı ıslattık göz yaşlarıyla... Bir yenilik oldu.
Tabii, öze dönüş dolayısıyla geçtiğimiz yıllarda UNESCO kararıyla bir yılımızı Yunus Emre yılı ilân ettik; güzel... 1993 yılını Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin hatırasına tahsis ettik Türkiye'de; bu da güzel... Ama, kâfi değil... Bu toplantı kâfi değil, bu salonlar kâfi değil, bu çok güzel hazırlanmış konuşmalar kâfi değil...
Salonun sahibi Mehmed Tanrısever kardeşimiz müjdeledi: Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin evlâdından bir zât Özbekistan'dan veya Kırgızistan'dan gelmiş buraya... Onunla temasa geçmiş. O film çeviriyor biliyorsunuz; Minyeli Abdullah, Sürgün vs. "Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin hayatıyla ilgili bir film çevirelim!" diye teklifte bulunmuş. İnşaallah onlar olacak. Gözümüzün önünde göreceğiz böyle...
Kelimeler tasvir etmeğe yetmiyor. Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin türbesini göreceğiz, yaşadığı muhiti göreceğiz, doğduğu şehri göreceğiz. Hâlini anlayacağız, hayatını anlayacağız. Tabii, inşaallah hizmetler yapılacak. Bir yıl kâfi gelmiyor, belki hatırasına on yıllar tahsis etmek lâzım!..

e. Ahmed-i Yesevî Hz. Hakkında Kaynaklar

Muhterem kardeşlerim!
Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin biz Anadolu'daki Türkler, müslümanlar, hattâ Kürtler diyor kaynaklar; Tunceli civarındaki kökeni Kürt olduğu bilinen kimseler, kendilerini Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin evlâdı olarak kabul ediyorlar diye kitaplarda okudum. O da önemli bir nokta... Biz evvelden beri biliyoruz, Ahmed-i Yesevî menkabesi bizim Hacı Bektâş-ı Velî'nin Velâyetnâmesi'nde var, Menâkıbnâmesi'nde var... Meşhur Evliyâ Çelebi Hazretleri'nin Seyâhatnâmesi'nde var... Horasan erenleri deyince zâten hepimiz biliyoruz, akan sular duruyor. Aşıkpaşa'dan biliyoruz. Alperenleri, Gàziyân-ı Rum'u kimin gönderdiğini biliyoruz. Ahmed-i Yesevî hakkında bilgimiz var...
Tabii, bu bilgilerin sıhhati merakımızı tatmin etmez. Daha derin, daha çok isterim dediğiniz zaman, "Nerelerde bulabiliriz bu bilgileri?" diyecek olursak, o zaman bütün eski tarihî bilgilerimiz gibi, birtakım eksiklikler ile karşı karşıya kalıyoruz. Birtakım kaynaklar var ama, bize tam mânâsıyla, gerektiği kadar, sadra şifâ olacak kadar bilgiler iletemiyorlar.
Ahmed-i Yesevî Efendimiz'le ilgili bilgilerin en başta gelen birincisi kendisinin yazmış olduğu, kendi ağzından, kendi anlattığı hikmetler... Hikmet diyor, o kendi şiirlerine... Biz dînî şiirlere halk edebiyatında, ilâhi deriz. Bektâşî Tarikatı'ya ilgili şiirlere nefes derler. Yine böyle felsefî derin mânâ taşıyan dörtlüklere de meselâ, ma'nî denmiş. Ma'nî, mânâ taşıyan söz demek... Kadı Burhâneddin, tuyug demiş; yâni, bir duyguyu dile getiren dörtlük mânâsına... Hikmet de; akla, mantığa, dine, ilme, irfana uygun söz demek...
Ahmed-i Yesevî Efendimiz şair değil... Şair küçültür bazı insanları... Peygamber SAS Efendimiz hakkında da, Kur'an-ı Kerim'de, hep okuduğunuz Yâsin Sûresi'nde geçiyor:

(Ve mâ allemnâhüş-şi'ra ve mâ yenbağî leh) "Biz ona şiir öğretmedik, şiir ona gerekmezdi." (Yâsin: 69) buyruluyor. Peygamber Efendimiz'e Kur'an'ın tamamlayıcısı olan, hikmet menbaı olan hadis-i şerifleri söyleme kabiliyetini vermiş.

(U'tiytü cevâmiul-kelîm) Derli toplu, özlü hadis-i şerifler sünnet-i seniyyesi... Onlar Peygamber Efendimiz'e verilmiş, Kur'an-ı Kerim'den ayrı hikmettir. Onun için hikmet sözü, dinî literatürümüzde... Kur'an-ı Kerim'de de buyruluyor:

(Ve men yü'tel-hikmete fekad ûtiye hayran kesîrâ) "Birisine bir hikmet verilmişse, çok büyük hayır verilmiş demektir." (Bakara: 269) Hikmet büyük bir bağış, Allah'ın büyük bir ikramı...
Onun için, Ahmed-i Yesevî Hazretleri hikmetler söylemiş. Yâni, hikmetâmiz, akla mantığa, ilme irfana uygun, hakîkatları ifade eden, derin mânâlı sözler söylemiş. Onun için adı hikmet...
Tabii, bu hikmetler toplanmış, Divân-ı Hikmet diye kitap haline gelmiş, yazmalar haline gelmiş, birkaç defa basılmış. Ama, hem yazma hem basma Divân-ı Hikmet'ler incelenirse, bunların birbirlerinden çok farklı olduğu görülür. Neden?.. Çünkü mübârek Ahmed-i Yesevî Efendimiz, yeri geldikçe hikmet buyurmuş, söylemiş, kaydedilmiş. Daha sonra toplanmış, muhtelif kolleksiyonlar var... Elden ele geçmiş, hattâ ezberlenmiş. Müridler okumuşlar toplantılarında... "Efendimiz şöyle buyurdu, şu hikmeti buyurdu." diye an'anevî olarak gelmiş ama, tekkelerde kullanıla kullanıla, içine aynı havada, aynı mânâda başka kişilere ait şiirler de konulmuş.
Bu bizim Türk Edebiyatı'nda çok oluyor. Meselâ, Mevlid'i çok sevmişiz. Süleyman Çelebi Hazretleri'nin Mevlid'i, Vesîletün Necât... Ama, Mevlid'i okurken kürsüden iniyor mevlidhân, hafız arada bir başka ilâhi söylüyor. Bir başka ilâhi filân derken, Mevlid sayfalarına baktığınız zaman, Süleyman Çelebi'nin Vesîletün Necât'ından başka alınmış manzumeler görüyorsunuz. Yâni, bir kolleksiyon oluyor, bir güldeste oluyor, bir antoloji olmuş oluyor. Meselâ Merhaba bölümünün başka bir şaire ait olduğu isbat edilmiş.
Aynı şey Yunus Emre'nin divanında var, şiirlerinde var... Muhtelif yazma eserlere bakıyorsunuz; bunda 135 tane ilâhisi var Yunus'un, ötekisinde 240 tane, berikisinde şu kadar... Birbirinden farklı... Tabii o ilâhileri yazan adam, falanca mübârek zâtın ilâhisi diye onu da oraya yazdığı için, başkalarının ilâhileri de girmiş oluyor.
Divân-ı Hikmet'lerde böyle... Ama, doğrudan doğruya Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin hayatıyla, tasavvufî fikirleriyle ve kendi hayatındaki birtakım mühim olaylarla ilgili bilgiler var Divân-ı Hikmet'te... Onun için hayatı hakkında önemli kaynaklardan birisi, en başta geleni kendisinin bu Divân-ı Hikmet'i...
Sonra bizim iyi tanımadığımız, mütehassısların kullandığı birtakım kaynaklar var... Meselâ, Ali Şir Nevâî'nin Nesâimül-Muhabbes'i var... Bizim Prof. Dr. Kemal Eraslan neşretmiştir bunu... Orada Yesevîler'le ilgili bilgi var... Bu Molla Camî'nin Nefâhatül-Üns tercümesidir ama, Ahmed Yesevî'yi Nevâî kendisi eklemiştir.
Reşâhatü Aynil-Hayat, (Reşâhat) Ali el-Herevî'nin eseridir. Bunun Türkçe tercümeleri var, Osmanlıca tercümeleri var... Orda da bilgiler var.
Mihmannâme-i Buhârâ, Risâle-i Tevârih-i Bulgariyye, Süleyman Hakim Ata'nın Bakırgan'ı gibi mütehassısların incelediği eserlerde küçük bilgiler var... Tibyânü Mesâilil-Hakàyık var, Harîrîzâde Kemâleddin Efendi'nin, Süleymaniye'de Fatih Kütüphanesi'nde 430-432'de bulunan meşhur eseri...
Evliyâ Çelebi'nin Seyahatnâme'sinde Yesevî dervişleriyle ilgili bilgiler var. Kendisi de, ben Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin torunlarındanım!" diye söylüyor. Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri'nin Menâkıbnâme'si eskidir, On beşinci Yüzyıldandır. Orda Ahmed-i Yesevî hakkında güvenilir olmayan bilgiler var... Hattâ Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin de bir menâkıbnâmesi olduğunu orası bildiriyor.
Bizim tarihçi Âlî'nin Künhül-Ahbâr'ında bilgiler var...
Fakat, Yesevî Hazretleri'yle ve onun müridleriyle, onu takib eden insanların teşkil ettiği Yesevîlikle, Yesevî Tarikatı'yla ilgili en mühim eserlerden bir tanesi, Cevâhirül-Ebrâr Min Emvâtil-Bihâr isimli elyazması eserdir. Bu eser İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe yazmalar bölümünde, 3893 numaradadır. Tek nüshadır bu... Büyük bir eserdir, 327 sayfadır. Son tarafından 127 sayfası Farsçadır. Bir Yesevî dervişi tarafından yazılmıştır. Yesevîlikle, Yesevî Tarikatı'yla ilgili çok bilgiler var içinde... Bunun Yesevî Hazretleri'ne tahsis edilmiş olan yılda, 1993'te neşredilmesi iyi olurdu. İnşaallah yakın zamanda neşredilmesini temenni ederiz.
Bunlar tarihî kaynaklardır. Birkaç tane daha belki ismini söylemediğim kaynak var... Bugün Ahmed-i Yesevî ile ilgili, bizim sizin istifade edebileceğiniz, monografi sayılabilecek en önemli eser, Ord. Prof. Fuat Köprülü'nün gençken yazmış olduğu Türk Edebiyatı'nda İlk Mutasavvıflar isimli eserdir. İlk defa 1919 yılında galiba, eski harflerle basılmıştır. O zamanın şartlarında Köprülü'nün böyle bir eser ortaya koyması, onun dâhi olduğunu gösterir. Çok güzel ve büyük bir çalışmadır. Eserin birinci bölümü Ahmed-i Yesevî Hazretleri'yle ilgilidir, ikinci bölümü de Yunus Emre'yle ilgilidir. Ve devrilmiş bir kütüphânedir. İçindeki dipnotları mı takib edeceksiniz, ana metni mi takib edeceksiniz. Ne bulduysa toplamıştır, hırsla, aşkla, şevkle, gençlik yıllarının o enerjisiyle...
Kendisini ziyarete gitmiştik evinde de, şu kadarcık bir adam... Küçücük fıçıcık derler, ama Allah kabiliyet vermiş. Ben zâten ufak tefek bir insanım; ben ona böyle tepeden bakıyordum. Çok muazzam bir eserdir. Tabii, bu içindeki kaynaklar ve bilgiler İslâm Ansiklopedisi'nde tekrar edilmiştir. Daha sonra Ahmed Yesevî ile ilgili çalışma yapan insanların eserlerinde tekrar edilmiştir. Bütün ansiklopedi maddelerinin kaynağı aşağı yukarı odur. İşte Evliyâlar Ansiklopedisi, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İslâm Ansiklopedisi... gibi. İslâm Ansiklopedisi'ndeki Ahmed Yesevî maddesi zâten Fuad Köprülü'nündür. Yâni, ana kaynak odur; sonradan eser yazanlar ondan faydalanmışlardır.
Büyük ölçüde isabetli fikirler söylemiştir. Tabii, yanıldığı bazı noktalar vardır. Ama, çok mühim bir eser olma hüviyetini hâlâ koruyor. Müteaddit defalar basılmıştır. İlki eski harflerledir. Tabii, eski harflerden yeni harflere çevrilirken, çevirenlerin bilgisi veya hatâları işin içine girmiştir. Okuyuş hatâları olmaması bakımından, eski baskısı daha kıymetli...

Sonra yine kütüphânenizde bulunmasını tavsiye edebileceğim bu konuyla ilgili bir eser, Dr. Hayati Bice'nin Hoca Ahmed Yesevî'nin Divân-ı Hikmeti neşri... Bu Diyanet Vakfı'nın neşriyatıdır. Güzelliği, bir tarafına hikmetlerin Orta Asya Türkçesiyle metnini yazmıştır. Hemen yanına, bizim anladığımız Türkçeyi de yazmıştır. Mukayese etme imkânı vardır. O bakımdan önemli bir baskı olarak tanıtılmağa değer güzel bir çalışma... Allah râzı olsun kardeşimizden...

Sonra, Prof. Dr. Kemal Eraslan Ahmed-i Yesevî üzerinde çalışmıştır. Onun bir eseri Kültür Bakanlığı yayınlarından, Divân-ı Hikmet'ten Seçmeler... Tabii o, dilci olarak bu işin mütehassısı olduğundan, okuyuşları daha isabetlidir. Kelimeleri daha iyi biliyor. Notlar ve sâireler var; daha kıymetlidir.
Biz 1993 yılında, herkesten önce, İlim Kültür ve Sanat Vakfı olarak bir sempozyum yaptık. O sempozyumdaki konuşmaların bir kısmı bizim İlim ve Sanat dergimizde Ahmed-i Yesevî ve Orta Asya'da Tasavvuf sayısında (Temmuz 1992) vardır. Resmi kaynaklardan önce biz bu işi ele almış oluyoruz.
Anadolu'yu Aydınlatan Güneş Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî ve Yesevîlik diye, Prof. Dr. Cemal Anadol'un bir eseri var... Bu muhtelif kaynaklardan alınmış iktibaslar mecmuası gibidir. Tahlil ve tenkid yoktur içinde... Basit oluyor o bakımdan...

f. Ahmed Yesevî Hazretleri'nin Hayatı

Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin doğduğu yer, bugünkü Kazakistan'ın içinde oluyor. Doğu Türkistan sayılan kısımda Çimkent şehrine yedi kilometre mesafede Sayram denilen bir yerdir. Sayram Türkçe bir kelimeymiş, suyun azalması, sığlaşmasına saylamlaşmak diyorlarmış. Farsçası İsficâb veya İspicâb'dır. Zeki Velidî Togan, isfic beyaz mânâsına gelir diyor. Aslında Farsçada beyaz sefîd'dir veya isfid'dir ama, sonunun c ile bitmesi, demek ki bir diyalekt olmuş oluyor. İsficâb; beyaz su, aksu mânâsına geliyor, bu isimle de tanınıyor.
Doğum tarihi belli değil ama, aşağı yukarı zamanı belli... Doğum tarihi hakkında bu kaynaklarda yazılan şeyler tahminlere dayanıyor. Eldeki bilgilerin yorumlamaya ve değerlendirmeye dayanıyor. Bazı bilgileri değerlendirmedikleri zaman da, tabii iş yanlış oluyor. Divân-ı Hikmet'in içinde meselâ, bazı bilgiler var... Onların değerlendirilmesi lâzım!..
Ansiklopedilerden bulabileceğimiz bilgi olarak söylememiz gerekirse, 27 yaşında Yusuf-u Hemedânî Hazretleri'ne intisab ettiğini Divân-ı Hikmet'inde görüyoruz. Kendi şiirlerinde, yıl yıl neler yaptığını yazan bir hikmette, Yusuf-u Hemedânî Hazretleri'ne intisab ettiğini anlatıyor. Yusuf-u Hemedânî, Ebû Ali Faremedî Hazretleri'nden el almış olan, Hanefiyyül- mezheb, çok büyük bir zâttır. Çok önemli bir şahsiyettir.
Yusuf-u Hemedânî, Hemedan şehrine mensubdur. Ömrünü fıkıhla, ilimle, Kur'an okuyarak, hiç bir zamanını boş geçirmeyerek sürdürmüştür. Yedi yüz adımlık yerde, bir yerden bir yere giderken, Bakara Sûresi'ni okur öyle gidermiş. Yolda yürürken bile Kur'an okuyarak giden, uzun boylu, sarışın, çiçek bozuğu yüzlü; çok gayretli, insanların İslâm'a gelmesi için çok çalışan bir insan... Hanefî mezhebinden... Bağdat'a geldiği, Ebû İshak'dan Hanefî dersi aldığı rivayet ediliyor. Hadis bilgisi var... Ehl-i sünnete son derece merbut... İran'da ateşperestlerin evlerine gidip onları İslâm'a davet edermiş. Çok cömertmiş, eli açıklığıyla tanınmış.
Bir ara Buhara'ya gelmiş ve Buhara'da bulunmuş, hizmet yapmış. Sonra, Herat'a gitmiş, Herat'ta bulunmuş. Tekrar çağırmışlar kendisini Buhara'ya... Herat'tan Buhara'ya gelirken yolda, Merv'e yakın bir yerde vefat etmiş. Bir rivayete göre, "Kabrini Merv'e taşımışlar." deniliyor.
Yusuf-u Hemedânî'ye intisabı çok önemli. Kendisi küçüklüğünde Yesi şehrine giderek Aslan Bab isimli mürşidden istifade etmiş. Yesi şehri, Sayram'dan 157 km kadar daha uzakta bir şehir... Sayram'da doğmuş, babası Şeyh İbrâhim'den ilk bilgileri almış. Babasının hem şeyh olması önemli, hem de Peygamber Efendimiz'in sülâlesinden olması önemli. Şeceresi veriliyor kaynaklarda...
Demin anlatmıştım, İran'da, Horasan'da, Mâverâünnehir'de Peygamber Efendimiz'in evlâdından çok kimseler var... Ayrıca, özellikle Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin doğmuş olduğu Sayram şehrinde üç büyük aileden bahsediliyor. Bunlardan birisi olan bilginler ailesinin Peygamber Efendimiz'in soyuna mensub olduğu da bildiriliyor. Yâni, bölgede Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin gerçekten, Peygamber SAS Efendimiz'in evlâdından olmasının kabul edilmesi için uygun bir durum var...
Aynı durum, Hacı Bektâş-ı Horasanî için de bahis konusudur. Onun da seyyid olduğunu, Ebûbekir Vasıtî --ona yakın zamandaki kaynaklardan birisi-- kaydediyor. Sonradan seyyid diye nisbet edilmiş değil... Eski kaynaklarda da seyyid olduğu söyleniyor. Nişâpur'dan gelmiş. Oraları zaten Arap ordugâhı diye biliyoruz.
Ahmed-i Yesevî Hazretleri, davranışı itibariyle Peygamber Efendimiz'in vazifesini, emretmiş olduğu hizmeti devam ettirmesi bakımından haliyle, tavrıyla Efendimiz'in yolundan, onun istediği yoldan gittiği gibi; sülâle itibariyle de Peygamber SAS Efendimiz'in evlâdındandır. Hattâ daha sonraki torunlarından bazılarının hayatını anlatan kitaplar, şecere vererek soyunun nereye gittiğini gösteriyorlar.
Bildiğimiz bir başka husus, Yusuf-u Hemedânî'den feyz almış. Ondan sonra onun halifeleri arasına kadar yükselmiş. Yusuf-u Hemedânî çok büyük bir zât... Birçok halifeler yetiştirmiş. Kendisinden sonra yerine geçen zâtların üçüncüsü olarak Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin Hâcegâniyye yoluna; Yusuf-u Hemedânî ve Abdülhâlik-ı Gücdevânî'den Bahâeddîn Nakşıbend'e doğru gelen tarikat yolunun postuna oturduğu da tarihî kaynaklarla sabit...
Burada hâce sözü üzerinde bir izahat vermek istiyorum. Hâce, bizim anladığımız hoca mânâsına değil. Yâni ben cami hocasıyım, filânca üniversite hocası; bu mânâya değil. Bir kere yazılış olarak vav'la yazılıyor, havâce gibi yazılıyor; fakat bu vav okunmuyor, hı harfinin özel telâffuzunu gösteriyor. Hâce, soylu kimselere ve özellikle Peygamber Efendimiz'in sülâlesinden olanlara verilen bir isim... Vezirlere verilebiliyor, büyük zâtlara veriliyor, sıradan insanlara verilmiyor. Nasıl bizim hüdâvendigâr, hünkâr kelimesini Anadolu'da kullanılıyor. Meselâ, Mevlânâ Hazretleri'ne Molla Hüdâvendigâr, Molla Hünkâr deniliyor, Hacı Bektâş-ı Velî'ye Hünkâr deniliyor. O da bir unvandır. Hâce de onun gibi bir unvandır.

İkincisi, ismi Ahmed... Sonra Yesevî, ism-i nisbet denilir buna... Yâni, bir insanın nereye mensub olduğunu, nereden neş'et ettiğini, yetiştiğini gösteren bir kelimedir. Bu ism-i nisbet sıfattır. İsme sıfat tamlaması şeklinde bağlanır. Farsça sıfat tamlaması... Onun için bunun doğru telâffuzu Ahmed-i Yesevî... Farsçası böyle... Bunu Türkçe söyleyeceksek Yesili Ahmed, Yesi şehrinden Ahmed dememiz lâzım!.. Yesevî, Yesi şehrine mensub mânâsına geliyor.
Buhara daha güneyde, daha emniyetli, daha büyük bir kültür merkezi ama, Buhara'dan kuzeydoğuya dönmesi önemli... Küfrün kaynağını karşılamak, küfrün önünü kesmek, müslüman olmayanlara İslâm'ı anlatmak için, o tarafa doğru bir hamle var... Yesi'de vazife görmüş, hizmet etmiş.

Zamanını üçe ayırmış: Bir kısmında talebelerle meşgul olur, onlara ulûm-u dîniyyeyi öğretirmiş; bir kısmında ibadet edermiş; bir kısmında da, geçimini alın teriyle kazanmak için fiilen çalışıyormuş. Bizim Nakşî Tarikatı'nda da, tasavvufun bütün kollarında da çok önemlidir. Her şeyin aslı esası helâl lokma yemek olduğu için, alnının teriyle yaşamak ve elinin emeğini yemek, kimseye yük olmamak, aksine kazandığını başkalarına yedirmek esastır.
Yunus bunu çok güzel ifade ediyor:
Dürüş, kazan, ye, yedir;
Bir gönül ele getir!

Dürüşmek, gayret etmek demek... Çalış, kazan; kendin helâlinden ye ve başkalarına da ikram et, yedir! (Bir gönül ele getir!) Bir gönül kazan, birisinin bir hayır duasını al! "Allah râzı olsun!" de!..
İbrâhim ibn-i Edhem Hazretleri ne yapardı?.. Gündüz çalışırdı, yevmiyesini alırdı. Çarşıdan pazardan yiyecek içecekleri zenbiline alırdı, kaldığı tekkedeki dervişlere kazancını gıda olarak getirirdi, onlarla yerdi. Kazanıyor, kazandığı ile bir şeyler alıyor, başkalarına ikram ediyor...
Helâl kazanmak; bu çok önemlidir. Onun için, erbâb-ı tasavvufun her birinin bir mesleği vardır. Onun için meslek teşekkülleriyle tasavvuf iç içe girmiştir. İşte Ahî Evran, meslek loncalarının, esnaf teşkilâtlarının piri olarak biliniyor.
Adam derviştir, şeyhtir, büyük alimdir ama, kendisinin bir helâl kazanç kapısı vardır, ordan yer. Kazanır, kazandığını da başkasına ikram eder. Onun için kimisi attârdır; Ferîdüddîn-i Attâr... Attâr, ne demek?.. İlâç, devâ, ot, koku vs. satan insan...
Hayreddîn-i Nessâc... Nessâc ne demek?.. Dokumacı... Ebûbekr-i Varrâk... Haddâd... Haddâd, demirci demek... Seyyid Emir Külâl; Bahâeddîn-i Nakşıbend Efendimiz'in şeyhi... Külâl ne demek?.. Çömlekçi demek... Çömlek yapardı çünkü, çömlek satardı. Neden?.. Helâlinden yemek için, başka geliri olsa bile helâlinden kazanmak için...
Ahmed-i Yesevî Hazretleri de kaşık yontardı, kepçe yapardı tahtadan... Onlara satmağa kendisi bile gitmezdi. Bir öküzü olduğu rivayet ediliyor. Öküzünün heybesine koyarmış, dehlermiş hayvanı... Hayvan çarşıda pazarda dolaşırmış. İsteyenler kaşıklarını, kepçelerini alır, parayı heybenin içine koyarlarmış. Yâni, alışverişe bile tenezzül etmiyor. Kim ne verirse tamam, içine koysunlar; ondan sonra, onunla geçiniyor. Helâl lokma yemek, kimseye yük olmamak, bilakis başkalarına fayda sağlamak...

Dünyada gözleri yoktur, ana özellikleri budur. Padişahların yanına gitmezler. Padişahlar ziyaret etmek ister, kabul etmezler. Yusuf-u Hemedâni'ye Sultan Sencer altmış bin altın göndermiş, "Bunları dervişlere harcayın!" diye... Sonra, "Bu mübârek zâtın, bu şeriata bağlı, sünnete bağlı çalışkan zâtın menâkıbını bize yazın!" demiş. "Yazalım mı efendim, sultan istiyor?" demişler. Demiş ki: "Kusurumdan başka ona yazacak bir şeyim yok!" Çok ısrar edince, "Gördüklerinizi yazın!" demiş.
Tabii, para gelirse fukaraya dağıtılır, yoksulların işleri görülür, yetimlere yedirilir. Onlar yine yamalı elbiselerle gezerler, oruç tutarlar, aç gezerler.

Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin bir önemli jesti, 63 yaşında yerin altını kazdırıyor, oraya merdivenle inilen bir ibadethâne yapıyor mezar gibi; ömrünü orda geçiriyor. 1166 tarihini vefat tarihi diye vermişler; yok öyle bir tarih... Halbuki hikmetlerinde, 125 yaşında olduğuna dair hikmetler var... Olabilir. Çünkü, bu mübarek zâtlar çok yaşıyorlar. Padişahların hayatlarına bakıyorsunuz 47 yaşında ölmüş, 42 yaşında ölmüş, 49 yaşında ölmüş... Osmanlı sultanlarının hayatlarını şöyle istatistikî olarak bir inceleyin; o kadar izzet, ikram, itibar, bal, kaymak... Ama, genç ölüyorlar.
Alimler çok yaşıyorlar. Neden?.. İslâm'ın insanın sağlığının da reçetesi olmasından dolayı... İslâm, insanın ruh sağlığının da, beden sağlığının da reçetesi olduğundan çok yaşıyorlar. Ben inanıyorum, 125 yıl yaşamıştır. Pir-i Türkistan sözünde tabii bir tarikat piri mânâsı olduğu kadar, bir de böyle beli iki kat olmuş, 125 yaşına gelmiş bir mübarek zat gözümün önüne geliyor. O kadar da yaşamış olabilir. Öyle yazıyorsa hikmetler, kabul da edilebilir. Olmayan bir yaş değil, yaşanılmayan bir yaş değil...

Ne zaman öldüğüne dair de bir kayıt mevcut değil elimizde... Fakat, Yesi şehrinde vefat ettiği belli... Yesi şehri çok önemli bir şehir. Oğuz Kağan'ın filân pâyıtahtı olan, tarihî bir şehir, önemli bir şehir... Sayram da önemli, ama Yesi tâ eski imparatorlukların kültür merkezi olan, önemli bir yer... Şimdi onlardan iz kalmamış olabilir.

Bu kadar uzun yaşamış. İrşadlarında İslâm'ı öğretirken bakıyoruz... Bir çalışma yapılması lâzım, ben o çalışmayı daha görmedim daha... Divân-ı Hikmet'teki manzûmeler ile, Yunus Emre'nin manzûmelerini karşılaştırmak lâzım!.. Bu çok önemli... Çünkü, Yunus Emre'nin bazı şiirleri, Divân-ı Hikmet'teki bazı hikmetlerin tercümesi gibi... Aynı... Bakıyorsunuz, okuyorsunuz; tam Yunus... "Haa, demek ki, Yunus burdan aynı fikri almış, kendisi Anadolu Türkçesiyle söylemiş." diyorsunuz. Bu kadar yakın ilişki var, Divân-ı Hikmet ile Yunus Emre arasında...
Benim tesbit ettiğim bir kaç misal var... Ama o misaller çoğaltılabilir. Yunus'un gerçekten Hoca Ahmed Yesevî'ye bağlı bir insan olduğu ordan anlaşılıyor.

Hikmetleri var Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin... Sonsuz hizmetleri var... Yetiştirdiği kâmil insanlar var, evliyâullah var...

Bir şey dikkatimi çekmişti. Yazıcıoğlu Selâhaddin Muhammediyye'yi yazdığı zaman, mukaddimesinde söylüyor:
"--Rüyamda Rasûlüllah'ı gördüm, o emretti, ondan yazdım." diyor.
Onlar böyle durup dururken eser yazmıyorlar. Bir mânevî işaretle yazıyorlar. Peygamber SAS Efendimiz'i rüyada görmüş, Muhammediyye'yi onun emri ile yazmış. Götürmüş şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'ye... Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri'nin sözü önemli... Almış kitabı:
"--A evlâdım! Böyle yazı ile, çizi ile uğraşacağına, bir can ele alsaydın da onu yetiştirseydin ya!" demiş.
Yâni, şunu anlatmak istiyorum: Bu mübârekler insan yetiştirmeğe çok önemli görüyorlar.
Biz şimdi bu devirde eser yazmayı önemli görüyoruz. Ben şahsen onu çok önemli görüyorum. Söylenmedik söz kalacak diye korkuyorum. Bir çok kimse ilmini söyleyemeden mezara gidiyor, gitti diye üzülüyorum. Yazmak lâzım diye düşünüyorum. Hacı Bayram-ı Velî demiş ki:
"--A evlâdım! Yazmak çizmekle uğraşacağına, bir gönül, bir insan alsaydın eline; yetiştirseydin, bir kâmil insan olsaydı!"
Çok önemli... Onların zihniyeti bu: Bir kâmil insan yetiştirmek... Çünkü, bir kâmil insan binlerce insanı yetiştiriyor. Alıyorsunuz onu bir yere koyuyorsunuz, gittiği yerde bir koloni meydana getiriyor. Şeyhi kendisini Midilli adasına göndermiş, orda nice insanları müslüman etmiş.
Onun için, insan yetiştirmek önemli olduğundan, eserleri yetiştirdiği halifeleri... Biliyoruz ki Hacı Bektâş-ı Velî, Horasan erenleri, alp erenler, Anadolu'ya cihada gelen insanların çoğu Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin işaretiyle gitmiş. Menâkıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî'de bu var, söz olarak ifade ediliyor; tarihen de, doğrudur, böyledir. Menkâbeler mübalağalı olsa bile, Anadolu'ya işaret ettiği muhakkak... O taraflar aşağı yukarı hallolmuş, asıl büyük fütûhatın ufku Anadolu olduğu için, "O tarafa yürüyün!" diye müridleri sevk ediyor.

Anadolu'nun mânevî fatihi kimdir?.. Ahmed-i Yesevî Hazretleri'dir. Çünkü o göndermiş, o işaret etmiş; ondan sonra asırlarca süren savaşlardan sonra, o fütûhat tamamlanmış.

Şimdi bir eseri daha var... Onu da Kemal Eraslan neşre hazırladı, Fakırnâme diye bir eseri... Mukaddimesinde söylüyor: "Bu eseri, şu şu sıfatlardaki Ahmed-i Yesevî Hazretleri şöyle buyurdu." diye... Şöyle okuyabilirim:
"Ammâ bilgil ki bu risâleyi kutbul-aktâb, server-i meşâyih, sultânül-evliyâ ve burhânül-etkıyâ, ferzend-i Han-ı Hazret-i Sultânül Enbiyâ SAS Hazretleri, Hazret-i Sultan Hâce Ahmed-i Yesevî andak ayıtıbdurlar kim..." diye açıkça başında, "Bu satırları Ahmed-i Yesevî söyledi." diye ifade ediliyor.
Hemen reddediyor. Fuad Köprülü de aşağı yukarı o kanaatte... Netice itibariyle Kemal Eraslan diyor ki:
"--Eski hikmet mecmualarının başında bu yok... Bu Divân-ı Hikmet'in bir parçası değil..." diyor.
Fakırnâme ayrı bir eser, tasavvufî bir başka eser... Onun içinde olması gerekmez. "Eski yazmalarda yok, onun değildir, birisi uydurmuştur." diyor. Ama, niye uydursun?.. Bir eseri uydururlar, birisine atfederler ama, bir sebep olması lâzım! Yâni ne diye uydursunlar Ahmed-i Yesevî'nin söylemediği bir şeyi...
Fakırnâme son Kazan baskılarında var ama, oraya bir yerden gelmiş tabii... Durup dururken "Ahmed-i Yesevî Hazretleri şöyle buyurur." diye demezler. Eski devirdeki bir eserin birisine ait olup olmadığını anlatan, sadece başındaki böyle bir sözdür. "Bunu falanca söyledi." der; "Haa, eser onunmuş." deriz. Başka elimizde bir delil yoktur.
Tasavvufî bir eserdir. İçindeki bilgiler Ahmed-i Yesevî'nin esas ana fikirlerine, tasavvufî görüşlerine aykırı değil... O bakımdan niye reddediyorsun, niye sahih saymıyorsun?..
İkincisi; bir noktayı ihmal ediyorlar, ben onu ilmî bir gerçek olarak ortaya koymak istiyorum: Fakırnâme'nin bir benzeri Hacı Bektâş-ı Velî'nin eseri... Makàlât'ın içinde bir bölüm Fakırnâme gibidir. "Kul Allah'a dört kapı ile ulaşır: Şeriat, tarikat, ma'rifet, hakîkat... Her birisinde on makam vardır." diyor. Fakırnâme de aynı şeyleri şöylüyor: "Dört kapı, kırk makamla ulaşır." diyor. Onları karşılaştırdığın zaman, bazıları tutuyor, bazıları tutmuyor ama; netice itibariyle, ana plan itibariyle aynı muhtevâ Hacı Bektâş-ı Velî'nin eserinde vardır.
Hacı Bektâş-ı Velî 13. Yüzyıl'da yaşamış bir insan... Demek ki, 13. Yüzyıl'da ona benzeyen bir eser dünya üzerinde mevcut... E Hacı Bektâş-ı Velî'nin Horasan'dan geldiği, Lokmân-ı Perrende vasıtasıyla Yesevî olduğu rivâyeti var... Binâen aleyh bu gibi delillerden Fakırnâme Divân-ı Hikmet'in 19., 20. Yüzyıl'daki baskılarında yer aldı diye reddedemeyiz. Tarih eskilere gidiyor. Anadolu'da Yesevî dervişlerinden Hacı Bektâş-ı Velî'nin eserinde var...
Demek ki Yesevîliğin içinde bu şeriat, tarikat, ma'rifet, hakîkat ve bunların alt bölümleri olan kırk makam var... Divân-ı Hikmet'in içinde de var bu... Şeriat var, tarikat var, ma'rifet ve hakîkat tabirleri var ve bunların birlerini tamamlayıcı olduğunu aynı tarzda Ahmed-i Yesevî söylüyor. E tabii, Hacı Bektâş-ı Velî de Makàlât'ında söylüyor.
Binâen aleyh, meseleyi 19. Yüzyıllardan aşağılara çekebiliyoruz, 13. Yüzyıla kadar götürebiliyoruz. Yine Yesevî olan ve Anadolu'ya gönderilmiş olan Hacı Bektaş'ta bir tezâhürünü görüyoruz. Binâen aleyh, bu Fuad Köprülü'nün fikirleri yanlış... Kemal Eraslan'ın Fakırnâme hakkındaki görüşleri, bu bakımdan kabul edilebilecek gibi değil... Fakırnâme 13. Yüzyıl'a kadar geriye gidilebilen bir eser...
Cevâhirül-Ebrâr'la karşılaştırılma yapılabilirse --yine 16. Asırların eseri-- orada da onun benzerleri görülecektir. Şuraya getirmek istiyorum sözü: Hacı Bektâş-ı Velî'nin Makàlât'ından da anlaşıldığı üzere, Ahmed-i Yesevî'nin bir de tasavvufla ilgili, Fakırnâme'de gördüğümüz gibi bir eseri olabilir. Mihmannâme-i Buhara'yı yazan Fazlullah isimli şahıs, oralara gittiği zaman Yesevî türbesini ziyaret ettiği zaman, orda Yesevî tarikatına ait tam bir eser gördüğünü, çok güzel mükemmel bir tasavvufî eser gördüğünü söylüyor.
Demek ki, bir takım eski eserler var ki, onlar kaybolmuş veya parça parça bazılarının elinde kalmıştır.

Hülâsa şunu demek istiyorum: Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin Divân-ı Hikmet denilen mecmualarda kendisine ait şiirler var ama, Divân-ı Hikmet'teki bütün şiirler sadece onun değildir. Yesevî dervişlerinin de katkılarıyla bir kolleksiyon haline gelmiştir. Bu biliniyor. Bunları ayırmak mümkün...
Bunları ayırmakta bir ipucu olarak benim aklıma gelen: "Yunus Emre'yle benzerlik arzeden hikmetler eskidir." diyebilir. Yunus'un hikmetlerden faydalandığı kesin olduğuna göre, Yunus'la benzerlik olan fikirlerle işlenmiş olanlar, tâ Ahmed-i Yesevî'ye kadar gidiyor diye öyle bir kıstas kabul edebiliriz. Fakırnâme de Ahmed-i Yesevî'nin tasavvufla ilgili görüşlerini anlatan bir eseri olabilir.

Ahmed-i Yesevî Hazretleri'nin fikirleri, tasavvufî görüşleriyle ilgili mâlûmatı benden sonraki kardeşime bırakıyorum.

Hepinize teşekkür ederim. Allah hepinizden râzı olsun... Allah büyüklerimizin şefaatine cümlemizi nâil eylesin...

Esselâmü aleyküm ve rahmetullàh!..

27. 5. 1995 - İstanbul

KAYNAK: http://www.angelfire.com/ak4/cilehane/y ... esevi.html

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
MesajGönderilme zamanı: 20.03.09, 13:13 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
Alıntı:
Bu sitenin yapılış amacı: Hoca Ahmet YESEVİ' yi nasıl daha iyi tanıyabiliriz ve onun yolundan nasıl ilerleyebiliriz.


http://www.ahmetyesevi.biz/index.php?op ... e&Itemid=1

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
MesajGönderilme zamanı: 20.03.09, 16:48 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Prof.Dr. Mahmud Es'ad Coşan -kuddise sırruh-"un tavsiye, övgü ve duası idi... yazdı:

Sonra yine kütüphânenizde bulunmasını tavsiye edebileceğim bu konuyla ilgili bir eser, Dr. Hayati Bice'nin Hoca Ahmed Yesevî'nin Divân-ı Hikmeti neşri...

Bu Diyanet Vakfı'nın neşriyatıdır. Güzelliği, bir tarafına hikmetlerin Orta Asya Türkçesiyle metnini yazmıştır. Hemen yanına, bizim anladığımız Türkçeyi de yazmıştır. Mukayese etme imkânı vardır.

O bakımdan önemli bir baskı olarak tanıtılmağa değer güzel bir çalışma...

Allah râzı olsun kardeşimizden...

27. 5. 1995 - İstanbul



Amin diyelim...

Zaman ne çabuk geçiyor; daha dün gibi idi...

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Yesevi Hz. ve Çay Duasi
MesajGönderilme zamanı: 21.03.09, 15:43 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 17.12.08, 16:48
Mesajlar: 237
Yesevi Hz. ve Çay Duasi

Hoca Ahmet Yesevi bir gün Hıtay sınırında Türkistan karyelerinden birine misafir olur. O gün hava çok sıcak olduğu için çok yorulmuştur. Evine misafir olduğu Türkmenin komşusunun zevcesi doğum yapmak üzeredir. Türkmen, Hoca Ahmet Yesevi’den dua ister, Ahmet Yesevi de dua eder. Allah’ın izniyle Türkmenin isteği hemen olur. Türkmen bu duruma çok memnun olur. O yörenin önemli bir ikramı olan çay kaynatıp getirir. Hoca Ahmet Yesevi çayı sıcak sıcak içince terler ve yorgunluğu gider. Sonra, “Bu şifalı bir şey imiş, hastalarınıza bundan içirin ki şifa bulsunlar. Allah kıyamete kadar buna revaç versin” diye dua etmiştir. İşte çay bundan sonra bütün Türkler arasında kullanılmaya başlamış ve şifa verici bir içecek olmuştur.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
MesajGönderilme zamanı: 10.02.10, 15:54 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 21.12.08, 12:25
Mesajlar: 641
HOCA AHMET YESEVİ İLE BAĞLANTILI VE
LİTERATÜRDE AZ BİLİNEN ALEVİ-BEKTAŞÎ ERENLERİ

Ali YAMAN1

ÖZET
Günümüzde Türk dünyasının çeşitli bölgelerinde Ahmet Yesevi’nin etkilerinin çeşitli şekiller altında
yaşadığı görülmektedir. Bu makalede Ahmet Yesevi ile bağlantılı literatürde fazla bir bilgi bulunmayan
Alevi-Bektaşi Erenleri ele alınmaktadır. Sözlü geleneğe dayalı sosyal yapılanma nedeniyle hakları
ndaki bilgilerin daha çok sözlü gelenek kaynaklı olduğu görülmektedir. Bu bilgiler gerek yayınlanmış
eserler gerekse yerinde yapılan alan araştırmalarına dayanılarak sunulmaktadır. Anadolu ve Balkanlarda
gerçekleştirilecek alan araştırmaları ile, Ahmet Yesevi geleneğine mensup çok daha fazla şahsiyetle
ilgili verilere ulaşılacağı da muhakkaktır.

ABSTRACT
In this article, some Alevi-Bektasi saints which are related with Ahmad Yasavi is analyzed. There
are not much information in literature about them and that’s why they are chosen. Information about
them is collected from some written sources and Şeld works. In the future there must be more Şeld
Works..

Anahtar Kelimeler: Ahmet Yesevi, Yesevilik, Alevilik, Bektaşilik, Erenler.
Key Words: Ahmet Yesevi, Yesevism, Alevism, Bektashism, Saints.

Kaynaklarda ve halk arasında, Pir-i Türkistan, Hazret-i Sultan gibi isimlerle de
anılan büyük Türk mutasavvıfı Hoca Ahmet Yesevi’nin ve Yesevi Yolu’nun Orta
Asya merkez olmak üzere Türk topluluklarının manevi hayatlarında asırlardır süren
etkisinin değişik yönleriyle incelenmesi, ayrıntılarıyla ortaya konulması Yesevilik
araştırmaları bakımından büyük önem taşımaktadır. Biz bu amaca yönelik
kendi alanımızla ilgili dağınık bilgileri sistemleştirmeye ve sunmaya yönelik çalışmaları
mızı sürdürmekteyiz. Genelde Yesevi kültürü olarak adlandırdığımız, kültürel
dokular, Ahmet Yesevi ve onun harika şahsiyeti sonucunda ortaya çıkmış ve zaman
içerisinde değişik şekiller altında olsa da çeşitli unsurlarıyla bugün hâlâ yaşamaya
devam etmektedir. Ahmet Yesevi’nin tarihimizdeki özel yerinin hiç şüphesiz,
Türk toplulukların İslâmlaşma döneminde harika bir zamanlama ile eski Türk
inançlarını yeni dinsel değerler ile uyumlu hâle getirmesindeki üstün başarısı ile
bağlantılı olduğu bilinmelidir.
Son dört yıldır çalışmalarımızı gerek Yesevilik araştırmalarının sorunları ve günümüzdeki
durumu, gerekse Yeseviliğin nitelikleri ve etkileri konusunda yoğunlaştı
rdık. Bu bağlamda Türkiye ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinde kaynak ve
alan araştırmaları yürüttük. Böylece gördük ki, Anadolu ve Orta Asya arasında
dinsel, kültürel bakımlardan büyük yakınlıklar bulunmaktadır. Bu konuları ele alan
makalelerimiz, daha önce gerek bu dergide, gerekse Kazakistan’daki çeşitli süreli
akademik yayınlarda yayınlandı.2 Burada konunun daha çok Anadolu boyutu üzerinde
durulacaktır.
Onun etkileri sadece Yesevi Yoluna özgü çeşitli dinî kültürel değerler ile sürmekle
kalmamış, aynı zamanda yetiştirdiği ve/veya onun izinden giden birçok şahsiyetle
de devam etmiştir. Çeşitli kaynaklarda Ahmet Yesevi ile ilişkilendirilen gerek
tarikat gerekse soy bağlantısı bulunan pek çok şahsiyet bulunmaktadır. Ahmet
Yesevi kadar olmasa da bu şahsiyetlerin birçoğu da tarihte iz bırakan tanınmış şahsiyetler
olagelmişlerdir. Bu zamana kadar yapılan çalışmalarda Ahmet Yesevi ve
Yesevilikle bağlantılı tarihi veya menkıbevî şahsiyetlerin derli toplu dökümünün
yapıldığı bir araştırma bulunmamaktadır. Biz burada kaynaklarda sıkça geçen tanı
nmış olanları Evliya Çelebi Seyahatnamesi ve Künhü’l Ahbar bağlamında belirtmekle
yetinerek, esas olarak literatürde az bilinen ve daha çok sözlü gelenek yoluyla
günümüze ulaşmış Alevi-Bektaşi erenleri üzerinde durmak istiyoruz. Yer yer
bu erenlere ait ziyaretgâhlardaki not ve gözlemlerimize de başvurulacaktır.
Ocak’ın da çok yerinde belirttiği üzere “…Anadolu için temel problemimiz,
Yeseviliğin Anadolu sufiliği için nerede ve ne ölçüde yer aldığı, ne gibi bir akıbete
uğramış olduğudur.

Yeseviliğin XIII. yy. da,
1) Kimlerin, hangi şeyhler tarafından temsil edildiğini,
2) Bunların Anadolu’nun nerelerinde faaliyet gösterdiklerini,
3) Hangi tekke ve zaviyeleri nerelerde kurduklarını,
4) Yeseviliği nasıl bir muhteva ile sunduklarını,
5) Yazılı bir edebiyat meydana getirip getirmediklerini bilebilmek, bu problemin
cevap verilmesi gereken temel sorularıdır. Oysa şimdilik bu cevapları tam olarak
bilemiyoruz. Çünkü bu mühim soruları kesintisiz cevaplamaya yarayacak, bu
devirden kalma hiçbir yazılı metin elimizde mevcut değildir… (Ocak, 1998: 327)”
Varolan bu kaynak sorunu nedeniyle olsa gerek, Köprülü de “...Yeseviyye’nin
ilk teşekkülüne ait bilgimizin yetersiz oluşu yüzünden, onu iyi anlamak için menkabelere
başvurmak zorundayız...” diyordu (Köprülü, 1972: 144).

Daha sonraki devirlere ait kaynaklarda ise Hacı Bektaş Veli, Sarı Saltuk, Emirci
Sultan/Şeyh Çin Osman, Piri Baba, Geyikli Baba, Horoz Dede, Gajgaj Dede,
Abdal Musa, Avşar Baba, Akyazılı Aziz, Şeyh Nusret, Şeyh Pir Dede, Kademli Baba,
Baba Sultan gibi erenlerin Ahmet Yesevi ile bağlantılı oldukları yönünde yarı
menkıbevî verilerin yer aldığı kaynakların bulunduğu görülmektedir. Bu menkıbevî
verilerin altında tarihî gerçeklerin de yer aldığını kabul etmek gerekir. Şöyle ki
Anadolu’da bugün yaşayan toplulukların Orta Asya’dan Balkanlara kadar uzanan
yerleşme süreci göz önüne alındığında bu verilerin tarihsel gerçekleri de içerdiği
görülecektir. Anadolu’ya göçlerin başladığı dönemlerden başlayarak pek çok tasavvuf
ekolüne mensup dervişin de buralara geldiğini biliyoruz. Mesela Gordlevski’ye
göre Küçük Asya’da Ahmet Yesevi’nin kalıtçıları ve ardılları Bektaşilerin de
bulunduğu açıktır (Gordlevski, 1988: 322). Çeşitli araştırmacıların verdiği bilgilere
göre Anadolu’ya Yesevi dervişleri gelmiş olup onların tarihi veya menkıbevî izleri
bugün hâlâ mevcut durumdadır. Mesela Hasluck’a göre Hacı Bektaş Veli ve
aynı ekole mensup dervişler Hoca Ahmet Yesevi ile ilişkilidirler (Hasluck,1929:
53, 135).3 Aynı şekilde Babinger de şu bilgileri vermektedir: “...Daha Selçuklular
zamanında birçok sufi insanlar Evliya merkezi olan Buhara’dan gelip, Anadolu’ya
toplulukla girmişler ve orada gerek saray gerek ahali tarafından istekle kabul edilmişlerdi.
Maveraünnehir’in çok yüksek tutulan halk velisi Ahmed Yesevi (Öl.
1166, Yesi) bunların hepsinin üstat ve sevgilisi idi. Bu bakımdan özellikle Horasan
bu yabancı konukların kaynağı bulunuyordu (Babinger, 1996: 21).”4

Kaynaklarda5 Ahmet Yesevi’nin Anadolu’daki halifelerinin daha çok Vilayetname-
i Hacı Bektaş-ı Veli, Evliya Çelebi Seyahatnamesi ve Künhü’l-Ahbar adlı eserlere
dayanılarak sunulduğu görülmektedir. Bu veriler Anadolu ve Balkanlar’daki
Yesevi halifelerini açıklamak bakımından yeterli değildir. Biz, bu konuda kısa zamanda
kaynak tarama ve Anadolu’da yaptığımız sınırlı bir alan araştırmasıyla bile
çok daha fazla veri elde edilebileceğini gördük. İşte bu makalemizde bu araştırmaları
mız sırasında elde ettiğimiz verilerle tespit ettiğimiz Ahmet Yesevi ile bağlantılı
Alevi-Bektaşi erenleri hakkında bilgiler verilecektir.

Vilayetname-i Hacı Bektaş-ı Veli, Anadolu’da yazılmış olup Ahmet Yesevi ve
onunla ilişkili erenler hakkında bilgi veren en eski ve en değerli eserdir. XV. yy.ın
sonlarında Uzun Firdevsi diye tanınan Hızır b. İlyas tarafından yazılmıştır. On ciltlik
Evliya Çelebi Seyahatnamesi ise XVII. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş
hakimiyet alanı altında bulunan yerlerdeki gezi bilgilerini içeren bir eser olup Ahmet
Yesevi ile bağlantılı erenler hakkında yararlı bilgiler vermektedir.6 Buna Evliya
Çelebi’nin Ahmet Yesevi soyundan geldiğini söylemesi de eklenince verdiği bilgiler
daha ilginç bir boyut kazanmaktadır. Bu duygusal bağı ile olsa gerek o, gidebildiğ
i yerlerde nerede Yesevilikle bağlantılı türbe, tekke veya kişiye rastlarsa bunu
belirtmektedir. Evliya Çelebi, Seyahatname’de Ahmed Yesevi’nin manevi nüfuzunun
bütün Rumeli, Anadolu ve Azerbaycan’da yaşadığını gözlemleriyle ortaya
koymaktadır. Evliya Çelebi bu bağlamda Sarı Saltık, Avşar Baba, Abdal Musa, Akyazı
lı Aziz, Geyikli Baba, Gajgaj Dede, Horoz Dede, Şeyh Çin Osman, Şeyh Nusret,
Şeyh Pir Dede ve Kademli Baba hakkında da bilgi vermektedir. Gelibolulu
Mustafa b. Ahmet adlı ancak daha çok Alî kısa adıyla bilinen tarihçi, Künhü’l-Ahbar
adlı genel dünya tarihini konu alan eserini ise 1593-1599 yılları arasında kaleme
almıştır. Bu eserde de menkıbevî/yarı menkıbevî olmakla birlikte Ahmet Yesevi
ve onun halifeleri hakkında bilgi bulunmaktadır. Buradaki bilgiler Vilayetname
ile de benzeşmektedir. Tarihçi Ali bu bağlamda Hacı Bektaş Veli ve Emir Çin
Osman hakkında bilgi vermektedir.
Bu çok bilinen kaynakların dışında da Anadolu’nun değişik bölgelerinde Yesevi
halifelerinin ve soyundan gelenlerin varlığına ilişkin veriler bulunmaktadır. Bizim
burada vereceğimiz üç örnek, Rumi Hoca, Bozgeyikli Dede ve Hacı Mahmut
Hoca’dır. Orta Anadolu’da bir Dolaşma adlı eserinde Dr. Şükrü Akkaya, Rumi Hoca’nı
n, nakledildiğine göre, Horasan’dan gelen Ahmed Yesevi halifelerinden oldu-
ğunu, Keçikalesi savaşında bu kaleyi aldığını ve sonra bu tepede şehit düştüğünü
yazmaktadır (Cunbur, 1998: 376). Yine Yalman’ın verdiği bilgiler ve Birdoğan’ın
naklettiğine göre Bozgeyikli Dede adlı Türkmen ereni de, Ahmet Yesevi soyundandır.
Birdoğan, Türkmen söylencelerinde Bozgeyikli Dede’nin Hoca Ahmet Yesevi
ardalarından ve torunlarından olduğu ve Hacı Bektaş’la ilişkide bulunduğunu söylemektedir
(Yalman, 1993: 124; Birdoğan, 1992: 91). Sevgen’in verdiği bilgiler de
Yesevi halifelerinden Hacı Mahmut Hoca hakkındadır: “Bor’da elimize geçen, Yesevi
halifelerinden Borlu Hacı Mahmut Hoca’nın eseri olan 1286-1869 tabı tarihli
Nesayih-i Amme isimli risalede Sarı Saltuk’tan, malum olan kerametlerinden
bahsedildikten sonra ‘Kasaba-i Bor’da’ olan Sarı Saltuk ziyaretgahı kabr-i şerifi
değildir, fakat makam-ı şerişeridir (Sevgen, 1967: 3019).”

Zamanla yerini yerel kültlere bırakmasına karşın, Anadolu Alevi-Bektaşi toplulukları
arasında Ahmet Yesevi kültü unutulmadan günümüze kadar ulaşmıştır.
Halk arasında Ahmet Yesevi’nin Anadolu’ya geldiğine dair rivayetler bulunmaktadır.
Şöyle ki Özkök’e göre; Esasen Dersimliler de asıllarını şu suretle anlatmaktadı
rlar: Bundan 1200 sene kadar evvel Horasan’dan kalkan (Ahmet Yesevi) Malatya
civarındaki bir yere gelmiş ve burada kendi adını verdiği bir köy kurmuştur. Bunun
oğulları (Şeyh Hasan ve Seyit Ali aileleri) adını almışlar ve Dersim’in yüksek
yaylalarına dağılmışlardır. Nesilleri çoğalarak Şeyh Hasan’ın Karabal, Abbas, Ferhat
adında üç oğlu olmuş ve bunlardan da Karaballı, Abbas ve Ferhat uşakları ve
Seyit Ali’nin oğullarından da Koç, Şamresik uşakları türemiştir (Özkök, 1937: 4).

Yine Önder’e göre, eskiden Dersim diye anılan bu bölgede aşiretler iki büyük
zümreye ayrılmaktadır:
1. Şeyh Ahmet Yesevi’ye bağlı olanlar
2. Dersimliler.
Birinci gruptakiler ise iki aşiretten ibarettir:
a) Şiranlı Aşireti,
b) Şeyh Hasanlı Aşireti (Önder, 1953: 757).

Bir diğer önemli nokta Anadolu’daki Türkmen boyları ile Ahmet Yesevi arasındaki
gerek tarikat gerekse soy silsilesi şeklindeki bağlantıdır. Bektaşi icazetnamelerinde
tarikat silsileleri verilirken Ahmet Yesevi de yer almaktadır (Şapolyo, 1964:
452; Akkuş, 1999: 34; Çıblak, 2000: 293). Bu arada çeşitli ocakzâde dede ailelerinin
neseben Ahmet Yesevi’ye bağlılık iddialarında bulundukları da görülmektedir.
Mesela Orhan, bu konuda şöyle der: “Türkiyemizde Şah Ahmed Dede’nin soyundan
gelen evlâtları vardır. Bunları elindeki silsilenamelerden (soyağacı) tespit
mümkündür (Orhan, 1993: 14).” Bu iddiaların kanıtlanmasında önemli yararlar
sağlayacak olan belgeler şüphesiz şecerelerdir. Ancak ocakzâde dede aileleri arası
nda sıkı şekilde saklanan ve en yakın akrabalara fotokopisi dahi verilmeyen bu
önemli belgelerin pek çoğundan ne yazık ki araştırmacılar da yararlanamamaktadır.

Değişik Alevi ocakları ile ilgili şecerelerin incelenebilmesi hâlinde Ahmet Yesevi’nin
Anadolu’daki gerek soy gerekse yol bakımından söz konusu ilişkilerinin
çok daha iyi bir şekilde anlaşılabileceği muhakkaktır.
Ayrıca Orta ve Doğu Anadolu’daki bazı Alevi boyları arasında bugün bile yaşayan
Ahmet Yesevi’ye mensubiyet iddiası geçmişte onun hatırasının ve izlerinin
ne derece güçlü olduğunu göstermektedir. Zamanla yerel kültler ön plana geçmiş
olmasına karşın Ahmet Yesevi adının unutulmaması oldukça anlamlıdır. Ahmet
Yesevi, Orta ve Doğu Anadolu’daki Aleviler arasında Şah Ahmet Yesevi, Şeyh Ahmet
Yesevi ve Hoca Ahmet Yesevi adlarıyla anılmaktadır. Anadolu’daki Türkler
arasında, Şah ve Şeyh sözcüklerinin dinsel ve sosyal önderlik vasıflarını gösteren
unvanlar olduğunun bilinmesine karşın, hoca sözcüğünün Orta Asya ve Doğu Türkistan’daki
anlamı yani Ahmet Yesevi’nin soy zincirini gösteren bir unvan olduğu
pek bilinmemektedir.

Eskiden Dersim olarak adlandırılan ve bugünkü Tunceli, Elazığ, Erzincan, Sivas
illerini kısmen içine alan bölgede etkin boyların önemli bir bölümü ve bazı ocaklar
yani dede aileleri kendilerini Ahmet Yesevi’ye bağlı saymaktadırlar. Buna bu illerde
1999-2002 yılları arasında gerçekleştirdiğim araştırmalarımda da şahit oldum.
Sözlü kültürün hâkim olduğu bu boyların nesilden nesle aktardıkları Ahmet
Yesevi ile olan bağlarını ve boyların Ahmet Yesevi soyundan gelişlerini açıklayan
bilgilere sahip oldukları da görülmektedir.7
Burada Yesevilikle ilgili literatürde pek bilinmeyen Alevi Bektaşi erenleri Hubyar
Sultan, Şeyh Hasan Onar, Teslim Abdal, Hamza Baba, Haydari Sultan, Baba
Mansur, Hacı Murad-ı Veli ve oğlu Hasan Dede ve Seyyid Baba hakkında bilgiler
sunulacaktır.

Hubyar Sultan

Hubyar Sultan adlı erenin türbesi daha önce Sivas’a bağlı olan ancak günümüzde
Tokat’ın Almus ilçesi sınırları içerisinde bulunan Hubyar Tekke Köyü’ndedir.
8 Gerek bu ocak soyundan dedelere göre ve gerekse de talipler arasında Hubyar
Sultan’ın Ahmet Yesevi soyundan olduğu kuşaktan kuşağa söylenegelmektedir.
Ocak talipleri Sıraç toplulukları olarak da bilinmektedir. Bu ocağın Tokat ve çevresindeki
en nüfuzlu Alevi ocağı olduğunu söylemek mümkündür. Bu ocak mensupları
nın en önemli özellikleri ata geleneklerinin titiz bir şekilde günümüze kadar
yaşatılması olmuştur. Eski Türkmen âdet ve geleneklerinin ibadet, cenaze vb.
uygulamalarının birçoğu daha yakın zamana kadar aynen uygulanmaktaydı. Ancak
âdet ve geleneklerde kentlere doğru yaşanan göç olgusu nedeniyle zayışama
olduğu da bilinmektedir. Eski Türklerdeki Gök Tanrı İnancı, Atalar kültü, doğa
kültleri gibi unsurlardan oluşan inanç sisteminin yaşamasının bir sonucu olarak
Hubyar Sultan’ın bulunduğu köyün içi ve yakınlarında birçok kutsal ziyaret
bulunmaktadır (Ayrıntılı bilgi için bkz. Kenanoğlu-Onarlı, 2003).

Hubyarlılar arasında Ahmet Yesevi ile ilgili menkıbeler, bugün olmuş gibi canlı
lığını korumaktadır. Ahmet Yesevi, Hubyar Sultan ve Hacı Bektaş Veli’ye ilişkin
çeşitli menkıbeler yüzyıllardan beri halk arasında yaşamaktadır. Ayrıca Hubyarlı-
ların deyişlerinde Ahmet Yesevi’nin de anıldığı birçok deyiş bulunmaktadır. Bunlardan
Abdal Dede’nin bir deyişinden alınmış iki kıta şu şekildedir:

Hoca Ahmet tercüman elma alınca
Sevgi ile ol ceme Selman gelince
Bektaş-ı Veli de niyaz kılınca
Budur has bahçesinin gülü dediler
...
Hak Muhammed Ali ismi anıldı
Erler hep solukta gayet bir idi
Hoca Ahmedim sağ soluğa bağladı
Soluk bilen yolu bulur dediler

Şeyh Hasan Onar

Türbesi Malatya’nın Arapgir ilçesine bağlı Onar Köyü’ndedir.9 Köyün Türkmenlerin
yerleşmesi öncesinde önemli bir Hristiyan yerleşim birimi olduğunu söyleyebiliriz.
Köyde bulunan mağaralarda oldukça eski ve önemli arkeolojik tarihî
değere sahip duvar işleme resimleri bulunmaktadır. Sonradan köye Türkmenlerin
yerleştiği, kendi inanç ve kültürlerini taşıdıkları anlaşılmaktadır. Öyle ki burada yapı
lan arkeolojik araştırmalar sonucunda Türk boylarının damgalarının bulunduğu
taşlar başta olmak üzere birçok tarihî eser bulunmuştur. Yüzyıllardır âyin-i cemlerin
gerçekleştirildiği Büyük Ocak ve Küçük Ocak olarak adlandırılan ve bugün de
korunan iki eski yapı bulunmaktadır. Gerek bu ocak soyundan dedelere göre ve
gerekse de talipler arasında Şeyh Hasan Onar Dede’nin Bayat Boyu’nun On-er kolundan
ve Ahmet Yesevi’nin akrabası olduğu anlatılmaktadır. Akrabası olmanın
yanı sıra onun yanında eğitim aldığı ve daha sonradan boyuyla birlikte 12.-13.
yüzyıllarda Anadolu’ya göç ettiği söylenmektedir. Bu ocak soyundan İsmail Onarlı’
nın elinde çeşitli vakfiye ve fermanlar bulunmaktadır. Bir başka söylenceye göre
ise Şeyh Hasan, Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevi’nin yanında yetişmiş ve Oner
adını da ona hocası Yesevi vermiştir. Şeyh Hasan Onar adına da bir Alevi Oca-
ğı ve bu soydan dedeler bulunmaktadır. Onar Köyü ile bağlantılı bir diğer yerleşim
birimi ise Elazığ’ın Baskil ilçesinde bulunan Şeyh Hasan Köyü’dür. Şıh Ahmet
Dede (Ahmet Yesevi) Ocağı da denilen buradaki ocağın Tabanbükü (Şeyh Hasan)
köyüdür. Bu köydeki ocakzâdeler Şeyh Ahmet Yesevi soyundan geldiklerini söylemektedirler.
10 (Şahhüseyinoğlu, 1991: 84) İfade ettiğimiz üzere bu Ocak, aynı
zamanda Şeyh Hasan Onar Ocağı ile de bağlantılıdır. Bu Ocak mensuplarından
alınan bilgilere göre Şeyh Hasan ve kardeşi Şeyh Ahmet, Elazığ’ın Baskil ilçesine
bağlı Şeyh Hasan (Tabanbükü) Köyü’nde bir Dergâh kurarlar ve amcazâdeleri olan
hocaları Ahmed Yesevi’nin de adını bu dergâha verirler. Bu nedenle bu ocağa Ahmet
Yesevi Ocağı da denilmektedir ki tüm ocakların başı sayılır. Yine bu bölgede
önemli araştırmalarda bulunmuş olan Ali Kemali de Alevi Ocakları hakkında bilgi
verirken, Şeyh Ahmet Dede Ocağı’nın Şeyh Ahmed Yesevi evlâdından olup, bütün
seyyid ve ocakların serçeşmesi olduğunu ifade etmektedir. Tunceli ve çevresindeki
bazı aşiretlerin onun soyundan geldiklerini ifade etmektedir (Ali Kemali,
1932: 192). Daha sonraları ise Şeyh Ahmed’in çocukları Zaviyenin adını Şeyh Ahmet Tavil
olarak değiştirerek babalarının adını verirler. Vakfa dönüşen tekke; Selçuklu
ve Osmanlı Sultanlarınca da onaylanır ve Şeyh Ahmet dede soylularına verilir.
Halk arasında her iki ad da kullanılmaktadır.
Ayrıca bölgede hem Kaygusuz hem de Onarlı tarafından derlenen ve tanınmış
Alevi-Bektaşi ozanlarından Derviş Muhammed’e11 ait Onar Dede Destanı adlı 37
kıtalık uzun şiirde yer alan şu ifadeler de dikkat çekicidir (Onarlı, 2001b: 76):

Kalkıp Horasan’dan sökün eyleyen
Şam’da Kul Yusuf’u ziyaret eden
Yesevi’den düstur alıp getiren
İn ziyaret eyle Sultan Onar’ı!...

Teslim Abdal

Ahmet Yesevi ile rivayetlerin bugün dahi canlı olarak yaşadığı Tabanbükü
(Şeyh Hasan) Köyü’nde büyük Alevi-Bektaşi ozanlarından Teslim Abdal’ın türbesi
de bulunmaktadır. Genellikle Alevi-Bektaşi edebiyatına ilişkin antolojilerde
derlenmiş deyişleri bulunan Teslim Abdal’ın hayatı hakkında ayrıntılı bilgiler
bulunmamaktadır. Aşan’ın verdiği bilgilere göre Teslim Abdal, 18. yüzyılın başında
(1719) vefat etmiştir (Aşan, 1987). Tabanbükü yöresinde elde edilen bilgilere göre
Teslim Abdal’ın da Ahmed Yesevi soyundan geldiği ifade edilmektedir. Bu tezi
desteklemek üzere kullanılan bir bilgi olması bakımından bir deyiş söylenmektedir.
Teslim Abdal bir deyişinin son kıtasında şöyle demektedir (Orhan, 1993:14):

Teslim Abdal, şal şalının kumaşı
Deryadan denizden artıktır coşu
Doksan bin Horasan pirinin başı
Fırat kenarında Şah Ahmed Dedem

Bir başka araştırmacı Onarlı da Teslim Abdal’ın Ahmet Yesevi’nin soyundan
gelen Şeyh Ahmet’in torunlarından olduğunu ifade ederek, başka bir deyişini
sunmaktadır ki bunda da Şeyh Ahmed Dede, Ahmet Yesevi soyundan bir eren olarak
ifade edilmektedir (Onarlı, 2001b: 139):

Şeyh Ahmet adındır, Tavil-i Tubi mahlasın
Şah-ı Merdan Musa Kazım Abbas neslisin
Hâce Ahmed Yesevi Rum halifesisin
İn ziyaret eyle Şeyh Ahmed Dede’yi…

Yesevilik araştırmaları bakımından Teslim Abdal ve soyu hakkında da araştırma
yapılmasıyla daha başka bilgilere ulaşılması da mümkündür diye düşünülmektedir.

Haydari Sultan

Orta Anadolu’da Ankara yakınlarında türbesi bulunan Türkmen babalarından
Haydari Sultan hakkında da Ahmet Yesevi ile ilişkilendirildiği menkıbeler bulunmaktadır.12
Örneğin 1900 yılı yazında Anadolu’da alan çalışmaları yapan İngiliz
antropolog J. W. Crowfoot, Haydari Sultan ile Ahmet Yesevi’yi ilişkilendiren bir
bilgiyi nakletmektedir: “Bu köyde, ilk gittiğim köyde topladığım geleneksel tarihî
bilgileri düzeltme ve detaylandırma olanağı buldum. Haydar Sultan’daki Şeyh,
Haydar’ın İran kralının oğlu olduğunu ve Horasan’ın Yesevi13 adlı bir kasabasından
geldiğini, onun Hoca Ahmet olarak da çağrıldığını ve ünlü Hacı Bektaş’ın müridi
olduğunu söylemişti... Hasan Dede’de ise, Haydar’la Hacı Bektaş’ın 670 veya
650 yıl evvel oraya geldikleri söylendi (Crowfoot, 1900: 309).”
Şapolyo’nun naklettiği bir rivayete göre Haydar Sultan, Ahmet Yesevi’nin oğludur.
Babası oğlu Haydar’ı Horasan’dan Rum diyarına gönderdiğinde Ankara, Keskin
yakınlarındaki Berek dağı eteklerine geldiği zaman, kaŞrler Haydar’ı esir ederek
bir yere hapsederler. Ahmet Yesevi Haydar’ı kurtarmak üzere Hacı Bektaş Veli’yi
Horasan’dan Rum diyarına gönderir. Hacı Bektaş Veli Haydar Sultan’ı bularak
onu Rumların elinden kurtarır ve ona babası Ahmet Yesevi’nin onu istediğini
söyler. Fakat Haydar Sultan: “Ben burada çok çile çektim, gidemem!” der, ancak
Hacı Bektaş’ın ısrarı üzerine babasını ziyarete gider. Bir süre sonra bu köye tekrar
gelerek, kendisine bir çilehâne yaptırır (Şapolyo, 1964: 278). Burası bir kuyudur.
Ziyaretçiler bu kuyuyu günümüzde de akıl hastalıklarının tedavisi amacıyla ziyaret
etmektedirler. Tanyu da Haydar Sultan Köyü’nde gerçekleştirdiği görüşmelere
dayanarak, bu menkıbenin benzerini naklediyor ve Haydar Dede’yi buralarda en
önceki erenlerden tanıyorlar. Hoca Ahmet Yesevi’nin oğlu olduğuna inanıyorlar.
Diyarı Rum’a ilk gelenlerdendir. Hacı Bektaşı Veli Türkistan taraşarında iken Haydar
Dede ondan çok önce buraya gelmiştir demektedirler, diyor. Ayrıca Haydar
Sultan türbesinin yanında bulunan kuyunun ise Haydar Sultan’ın çile çektiği kuyu
olarak adlandırıldığını da ekliyor (Tanyu, 1967: 127). Bu çile çekme konusu bilindiğ
i üzere tasavvuf ekolunun önemli sembollerinden olup Ahmet Yesevi’nin de çile
çektiği bir mekân Türkistan’da (Yesi) onun dergâhının yakınında bulunmaktadır.
Aynı şekilde Ahmet Yesevi geleneğinin Anadolu’daki önemli temsilcisi Hacı
Bektaş-ı Veli’nin adıyla özdeşleşmiş Hacıbektaş ilçesinde da çilehâne ve aynı zamanda
ziyaretgah olan bir mekân bulunmaktadır.

Hamza Baba

Hamza Baba’nın türbesi ve dergâhı İzmir, Kemalpaşa’da bulunmaktadır. Onarlı’
nın verdiği bilgilere göre Hamza Baba’nın Türkistan (Yesi) yakınlarında doğdu-
ğu ve Muhammed HaneŞ soyundan geldiği ifade edilmektedir. Ahmet Yesevi Dergâhı’
nda eğitim görmüş ve Moğol istilasıyla birlikte Hacı Bektaş Dergâhı’na gelerek
Hacı Bektaş’ın halifeleri arasına katılmıştır. Hacı Bektaş Veli’nin onu Ege bölgesini
irşad ile görevlendirdiği söylenmektedir. Moğol istilası sonrasında Anadolu
Selçuklu Devleti’nin yıkılmasıyla ortaya çıkan beylikler devrinde Saruhanoğulları
beyliği tarafından zamanında da Nif, bugünkü adıyla Kemalpaşa, Hamza Baba’ya
vakıf olarak arazi verilmiştir. Hamza Baba soyundan Dedeler Kemalpaşa’da bulunurlar.
Hamza Baba Dergâhı’nın mezarlığında bu soydan önemli dedelerin bulunduğ
u bilinmektedir. Hamza Baba Ocağı talipleri ise Manisa, Kemalpaşa, Balıkesir,
İzmir, Çanakkale, Akhisar, Demirci, Menemen, Turgutlu, Aydın, Dikili, Bergama,
Edremit yörelerinde bulunmaktadır (Onarlı, 2001a: 27 vd.). Hamza Baba soyundan
Dedeler hizmetlerini Hacı Bektaş çelebilerinden aldıkları icazetnâmeler ile
sürdürmüşlerdir. Elimde bu icazetnâme örneklerinden bulunmaktadır.

Baba Mansur

Baba Mansur adlı evliyanın da Horasan’dan geldiğine inanılmaktadır.14 Ayrıca
Baba Mansur’un büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevi’nin piri Arslan Baba’nın
oğlu ve aynı zamanda halifesi Mansur Ata olduğu da söylenmektedir ki, bu konuda
da tarihsel verilerden çok menkıbevî verilere sahibiz. Yörede araştırma yapanlardan
Polat’a göre; Baba Mansur, Hz. Muhammed’in torunlarından İmam Muhammed
el-Bakır b. Ali Zeynelabidin’in yirminci kuşak evlâdıdır. Büyük Türk mutasavvı
fı Hoca Ahmet Yesevi’nin talebesidir. Baba Mansur Miladi 1197 tarihinde
Düzgün Efendi’nin köyü Şöbek’te ölmüştür. Baba Mansur ölünce, oğlu Seyit Veli
kaldı. Silsilenâme buraya kadar devam etmiştir. Seyit Cafer, Seyit Veyis Ahmed ve
Seyit Abbas’ın, Seyit Veli’nin oğulları oldukları rivayet edilmektedir. Bu dört kardeşin
çocukları çoğalır (Polat, 1989: 61, 64, 65). Birdoğan’a göre de Baba Mansur,
Muhammed Bakır’ın yirminci kuşaktan oğullarından olup, Hoca Ahmet Yesevi’nin
öğrencisidir. Türkistan’ın Yesi kentinden olan Hoca Ahmet Yesevi’nin Anadolu’ya
gönderdiği halifelerinden birisi Baba Mansur’dur. 1170 yılında Şöbek Köyü’ne
yerleşmiştir. Alaeddin Keykubat’tan sonra Diyarbakır Dülkadirli devletinden bir secere
almış, torunları bunu daha sonra Sultan II. Mahmut döneminde yeniden onaylatmı
şlardır. Baba Mansur, 1197’de Şöbek’te ölmüştür (Birdoğan, 1992: 192).
Tunceli ili Mazgirt ilçesinin doğusunda Darıkent (Muhundi) Bucağı’nda bu tanı
nmış evliyanın yürüttüğüne inanılan bir duvar bulunur.15 Muhundi orada bulunan
bu ziyaretin anısı nedeniyle Tunceli ve çevresinin en ünlü ziyaretgâhlarındandır.
Baba Mansur’un adı etrafında ve onun soyundan gelenlerce oluşturulan, Baba
Mansur Ocağı dedeleri ve talipleri daha çok Erzincan, Tunceli ve Sivas bölgelerinde
yoğunlaşmaktadır (Ayrıca bkz. Ali Kemali, 1932: 184; 193; Clarke, 1998: 205).
Yüzyıllardır Doğu Anadolu’daki taliplerinin hizmetlerini gören bu ocak da yaşanan
sosyo-ekonomik dönüşümden etkilenerek, kentleşen Aleviliğin yeni ihtiyaçları
doğrultusunda fonksiyonlar yerine getirmeye başlamıştır.

Seyyid Baba

Anadolu’daki Alevi-Bektaşi erenlerinden olan Seyyid Baba’nın türbesi, Sivas,
Divriği Akmeşe (Ziniski) köyündedir. Yörede yaygın birinci rivayete göre Seyyid
Baba’nın atalarının da Ahmet Yesevi’nin halifelerinden olduğu ifade edilmektedir.
“Seyyid Baba’nın asıl adı Seyyit Saadettin’dir. Seyyit Baba’nın dedeleri Hoca Ahmet
Yesevi’den nasip aldıktan sonra Hacı Bektaş Veli ile birlikte Horasan’dan yola
çıkıyorlar. Vilayetname, Ahmet Yesevi’nin 99 bin halifesi olduğunu yazar. Hoca
Ahmet Yesevi’den nasip alan dervişlere Horasan erenleri denilmektedir (Özen,
1999: 279).” Bana Akmeşe Köyü’nde Seyyid Baba’nın türbedârı da olan Dede ile
görüşmemde de onun Ahmet Yesevi’nin halifelerinden olduğu ifade edilmiştir.
İkinci bir rivayete göre ise Seyyid Baba Horasan erenlerinden olup bir alp erendir.
Bu yörenin Müslümanlaştırılmasında önemli bir yeri vardır. Çevre halkı arasında
yaygın olan bir söylentiye göre Seyyid Baba Mengücekler döneminde şahların
sancaktarı olup buradaki bir savaşta şehit düştüğü için ona büyük saygı gösterilmektedir
(Ergün, 2001: 11). Bu köyde ve yakın köylerde Seyyid Baba Ocağı dedeleri
bulunur. Talipleri de yine Sivas’ın Divriği yöresindedir.16

Hacı Murad-ı Veli ve Oğlu Hasan Dede

Ahmet Yesevi ile bağlantılı bir diğer evliya ise Bursa’nın İnegöl İlçesi, Şehitler
Köyü’nde türbesi bulunan Hasan Dede’nin de babası olan ve Çankırı’nın Eldivan
İlçesi, Seydi köyünde türbesi bulunan Hacı Murad-ı Veli’dir. Bu Alevi-Bektaşi ereninin
de Ahmet Yesevi’nin Anadolu’ya gönderdiği halifelerinden olduğu ifade
edilmektedir.17 1999 yılının son gününde ziyaret ettiğim Bursa, İnegöl, Şehitler köyünde
Hasan Dede Türbesi’nde gördüğüm ve türbenin girişinde bulunan kitâbede
şu bilgiler bulunmaktaydı: “Miladi 733 yılında Medine’de dünyaya gelen 7. İmam
Musayı Kazım’ı, Abbasi Halifesi Harun-i Reşid Bağdat’a çağırmak suretiyle zehirleterek
şehit etmiştir. Miladi 788 yılında Musayi Kazım’ın 18 oğlundan biri olan
İmam Rıza, babasının yerine geçerek imamlık görevini sürdürmüştür. Diğer 17 oğ-
lundan gelen seyitler kendilerine inanan ehlibeyt taraftarlarını ilim ve irfan yönünden
eğiterek fikirlerini yaymaya çaba sarfetmişlerdir. Hiçbir politika ve siyasete karı
şmayan, sadece Tanrı ve insan sevgisini kitlelere aşılayan, şahsi menfaatlerinden
ziyade toplum menfaatini düşünen bu seyitlerden birisi Bağdat’ta rahat ve huzur
bulamayınca Horasan’a göç edip oraya yerleşmiştir. Aliyul Buka adındaki bu seyit
(M. 1046) yılında dünyaya gelip 1166 yılında ölen Muhammet HaneŞ neslinden
Hoca Ahmet Yesevi’ye intisap etmiştir. Horasan, Türkistan, Nişabur, Buhara, Belh,
Yesi ve Sayram şehirleri havalisindeki binlerce halifeleri tasavvuf yönünden yetiştirerek,
1071 Malazgirt Savaşı’nda Bizans’ı ağır bir yenilgiye uğratan büyük komutan
Alpaslan’ın, ilk açtığı geçitten yararlanan Hoca Ahmet Yesevi’nin halifeleri,
Anadolu’ya akın akın geçerek, belirli bölgelerde görev almışlardır. Selçuklu Türklerinin
bu galibiyetleri neticesi Anadolu’da şu Türkmen Beylikleri kurulmuştur: 1-
Saltuklular (1092-1201), 2-İzmir Beyliği (1081-1092) 3-Arkutlular (1101-1409) 4-
Mengüçlüler (1118-1250) 5-Danişmentler (1092-1178). Niksar, Tokat, Çorum,
Kastamonu ve Çankırı dolaylarında Türk ve İslâmlaştırma görevini üstlenen Danişmendliler
grubu içinde Hoca Ahmet Yesevi halifelerinden Horasan Erenlerinden
Hacı Muradi Veli’de vardı. Türbesi Çankırı ilinin Eldivan ilçesinin Seydi köyünde
olan Hacı Muradı Veli, çağın tanınmış evliyalarındandır. Büyük bir ihtimalle bu
bölgedeki harekata, Hacı Muradı Veli evlatlarından Hasan Dede’nin de katıldığı
kuvvetle muhtemeldir.” Kitabede yazılan bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere Hacı
Murad-ı Veli ve dolayısıyla onun oğlu Hasan Dede de Anadolu’da Ahmet Yesevi
geleneğine bağlı erenlerden görülmektedir.

Sonuç

Anadolu ve Balkanlar’da aradan geçen yüzyıllara karşın Ahmet Yesevi’nin etkisi
onun halifeleri veya soyundan geldiği iddia edilen şahsiyetler aracılığıyla da
olsa tarihî veya menkıbevî şekillerde yaşamaya devam etmektedir. Anadolu ve
Balkanlar’da özellikle yaşlı kuşak arasında yapılacak alan çalışmaları ile literatürde
pek bilinmeyen daha pek çok Yesevi halifesine ilişkin bilgilerin elde edileceği
muhakkaktır. Bu nedenle Anadolu ve Balkanlarda konuya yönelik alan araştırmaları
na zaman kaybetmeden başlanması gerekmektedir.


KAYNAKLAR
Ali Kemali, 1932: Erzincan Tarihi, CoğraŞ, İçtimai EtnograŞ, İdari, İhsai Tetkikat Tecrübesi, İstanbul,y.b.
AKTAN, Ali, 1993: “Künhü’l-Ahbar’a göre Hoca Ahmed Yesevi ve Anadolu’daki Halifeleri”, Milletlerarası
Hoca Ahmet Yesevi Sempozyumu, 26-29 Mayıs 1993, Kayseri, s. 13-22.
AŞAN, Muhammed Beşir, 1987: “Tabanbükü (Şeyh Hasan) Köyü Mezarlıkları”, Fırat Havzası Yazma
Eserler Sempozyumu (5-6 Mayıs 1986, Elazığ) Bildirileri, Elazığ, Fırat Üniversitesi, s. 147-169.
BABİNGER, Franz, 1996: “Anadolu’da İslamiyet, İslam Araştırmalarının Yeni Yolları”, Çev. Ragıb Hulusi,
Cem, (Ocak 1996), s. 19-24.
BİRDO⁄AN, Nejat, 1992: Anadolu Ve Balkanlar’da Alevi Yerleşmesi Ocaklar-Dedeler-Soyağaçları, İstanbul,
Alev Yayınları.
CROWFOOT, J. W., 1900: “Survivals Among the Kappadokian Kizilbash (Bektash)”, Journal Of The Royal
Anthropological Institute, vol. XXX, s. 305-320.
CUNBUR, Müjgan, 1998: “Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Ahmed Yesevi”, Yesevilik Bilgisi, Ankara,
Ahmet Yesevi Vakfı Yayınları, s. 350-378.
DERSİMİ, Nuri, 1997: Hatıratım, İstanbul, Doz Yayınları.
EKİNCİKLİ, Mustafa, 1993: “Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Yesevilik”, Milletlerarası Hoca Ahmet
Yesevi Sempozyumu, 26-29 Mayıs 1993, Kayseri, s. 115-118.
ERGÜN, Hüseyin - Erol Çakır (2001): “Köylerimiz, Akmeşe Köyü (Ziniski)”, Dört Mevsim Divriği, Sayı:
6, Mart, Nisan, Mayıs 2001, s. 11.
Evliya Çelebi, 1986: Evliya Çelebi Seyahatnamesi, İstanbul, Üçdal Neşriyat.
GORDLEVSKİ, V. A., 1962: “Hoca Ahmed Yesevi”, İzbrannie Soçineniya, c. III, İstoriya i Kultura,
Moskva, İzdatelstvo Vostoçnoy Literaturi, s. 361-368.
GORDLEVSKİ, V., 1988: Anadolu Selçuklu Devleti, Çev. Azer Yaran, Onur Yayınları.
HASLUCK, F. W., 1929: Christianity And Islam Under The Sultans, 2 vols., (Ed. By Margaret M. Hasluck),
London, Clarendon Press.
İNAN, Abdülkadir, 1952: “Müslüman Türklerde Şamanizm Kalıntıları”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, sayı: 4, s. 19-30
KENANOĞLU, Ali-İsmail Onarlı, 2003: Hubyar Sultan Ocağı Ve Beydili Sıraç Toplulukları, İstanbul,
Hubyar Sultan Derneği.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, 1972: “İslam-SuŞ Tarikatlerine Türk Moğol Şamanlığının Tesiri”, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 18, s. 141-152.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, 1993: “Ahmed Yesevi md.”, İslam Ansiklopedisi, c. 1, İstanbul, Milli Eğitim Bası
mevi, s. 210-215.
OCAK, Ahmet Yaşar, 1998: “Anadolu SuŞliğinde Ahmed-i Yesevi ve Yesevilik”, Yesevilik Bilgisi, Ankara,
Ahmet Yesevi Vakfı Yayınları, s. 325-331.
ONARLI, İsmail, 2001a: Saruhanoğulları Beyliği’nin Ulu Evliyası: Hamza Baba, İstanbul, Can Yayınları.
ONARLI, İsmail, 2001b: Şeyh Hasan Aşireti, Anayurt’tan Anadolu’ya, İstanbul, Aydüşü Yayınları.
ORHAN, M. Naci, 1993: “Şah Ahmed-i Yesevi”, Cem, yıl:3, sayı:27, (Ağustos 1993), s. 13-15.
ÖNDER, Ali Rıza, 1953: “Tunceli Bölgesi’ndeki Aşiretler ve Kabile Adları”, Türk Folklor Araştırmaları,
sayı: 48, (Temmuz 1953), s. 757.
ÖZKÖK, Burhan, 1937: Osmanlı Devrinde Dersim İsyanları, İstanbul, Askeri Matbaa.
ÖZEN, Kutlu, 1999: “Sivas-Divriği Yöresindeki Bektaşi Tekkeleri (16. yy. – 20. yy.),” I. Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Veli Sempozyumu Bildirileri, (22-24 Ekim 1998), Ankara, Gazi Ün. Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Yayınları, s. 273-284.
POLAT, Mustafa, 1989: Mazgirt Ve Yöresi Tarihi (İdari, Kültürel Ve Sosyal Yönleriyle), Fırat Üniversitesi
Tarih Bölümü, Yayınlanmamış Lisans Tezi.
SEVGEN, Nazmi, 1967: “Sarı Saltuk ve Aiyos Spiridon (4)”, Tarih Konuşuyor, cilt: 6, (Ocak 1967), s.
3015-3020.
ŞAHHÜSEYİNOĞLU, Hasan Nedim, 1991: Malatya Balıyan Aşireti, Malatya, ABC Kitabevi.
ŞAPOLYO, Enver Behnan, 1964: Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul, Türkiye Yayınevi.
TAŞ, Hülya, 2000: “Bursa Şehitler Köyü Halk Kültüründe “Hasan Dede ve Çevresinde Oluşan İnanç ve
Gelenekler”, Uluslararası Anadolu İnançları Kongresi, 23-28 Ekim 2000, Ürgüp, Nevşehir, Ankara,
ERVAK Yayınları.
ULUĞ, Naşit, 1939: Tunceli Medeniyete Açılıyor, İstanbul, y.b..
YALMAN (YALGIN), Ali Rıza, 1993: Cenupta Türkmen Oymakları, cilt:II, Haz. S. Emir, Ankara, Kültür
Bakanlığı Yayınları.
YAMAN, Ali, 2002: “Yesevilik Araştırmaları’nın Sorunları Üzerine Bir Deneme”, Turkologya, Türkistan,
(Kırküyek-Kazan 2002), no: 1, s. 107-118.
YAMAN, Ali, 2003: “Yesevi Jolının Negizgi Erekşelikteri Jayında”, Turkologya, Türkistan, (Navrız-Sevir
2003), no: 4, s. 99-108.
YAMAN, Ali, 2004a: “Neizvestnie Posledovatel Yasavi v Kırgızistane: Lahçidi, Allahçidi”, Ahmet Yesevi
Üniversitetinin Habarşısı, Türkistan, No: 1 (43), (Kantar – Akpan 2004), s.152-158.
YAMAN, Ali, 2004b: “Kırgızistan’da Bilinmeyen Yesevi İzbasarları: Laçiler”, Hacı Bektaş Veli Araştırma
Dergisi, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Merkezi, (Bahar 2004), sayı: 29, s.
33-47.
YAMAN, Ali, 2004c: “Yasavi Medeniyetinin Turik DünyesindeAlatın Ornı men Manızı”, Yasavi Jolı,
Turkistan, No: 1, (Kazan, Karaşa, Jeltoksan), s. 60-82.
YAMAN, Ali, 2005a: “Türk Dünyasında Süreklilik Unsurları: Orta Asya’da Hikmet Geleneği, Divanı
Hikmet ve Deste-i Gül”, Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Gazi Üniversitesi, (Bahar 2005), sayı:
33, s. 231-252.
YAMAN, Ali, 2005b: “Fergana Vadisi’nde Saçlı İşanlar Hareketi ve Yesevilikle Bağlantısına Dair”, Hacı
Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Merkezi, (Yaz
2005), sayı: 34, s. 191-199.

DİPNOTLAR
1 Yard. Doç. Dr., Ahmet Yesevi Uluslararası Kazak-Türk Üniversitesi Öğretim Üyesi.
2 Bu konularda yayımlanmış makalelerim için Kaynaklar bölümüne bakınız.
3 Ayrıca bu erenlerin Anadolu’da da eski İslâm öncesi inançlarını sürdürdükleri de görülmektedir.
Bu konuda İnan’ın ifadesiyle Barak Baba, Sarı Saltuk, Geyikli Baba, Bektaş Veli menkabeleri bugünkü
Altay kamlarının menkıbelerinden farksızdır (İnan, 1952: 28).
4 Hasluck ve Babinger’in verdiği bilgilere benzer şekilde Ahmet Yesevi halifeleri veya soyunun Anadolu’ya
geldiğine ilişkin bir bilgi Dersimi’de de bulunmaktadır (Dersimi, 1997: 29).
5 Bu konuda bkz. Ekincikli, 1993; Aktan, 1993.
6 Her ne kadar Seyahatname’de yer alan verilerde abartılı ifadeler de bulunmaktaysa da dikkatli bir
analiz ile birçok konuda yararlı bilgiler elde edileceği muhakkaktır.
7 Bu konuda bkz. Önder, 1953: 757; Sevgen, 1951; 882-883; Uluğ, 1939; 48-49
8 2001 ve 2002 yaz aylarında Hubyar Tekke Köyü’ne giderek burada görüşmeler yaptım.
9 Onar Köyü’nü 2003 Ağustos’unda ziyaret ederek görüşmeler yaptım.
10 Bu ocağa ait ve şimdi İstanbul’da bulunan Ütebay ailesinde bulunan şecere ne yazık ki kimseye
verilmeyerek gizlenmekte olduğundan, içindeki bilgilerden yararlanmak şimdilik mümkün görünmemektedir.
11 1999’da ziyaret ettiğim, Sivas, Divriği’nin Anzahar Köyü’nde türbesi bulunan Derviş Muhammed’in
Şahkulu Mehmet Ali Hilmi Dedebaba Vakfı tarafından Divan’ı yayınlanmıştır.
12 Haydari Sultan’ın Ahmet Yesevi ile ilişkilendirilmesi konusunda ayrıca bkz. (Hasluck, 1929: 53).
13 Burada, bugün Kazakistan Cumhuriyeti’nde küçük bir şehir olan Türkistan (eski adı Yesi) kastedilmektedir.
14 Bilindiği gibi Horasan, Türkistan gibi deyimler genel anlamda olup, halk arasında daha çok Türklerin
Anadolu öncesinde yaşadıkları yerleri tanımlamak üzere kullanılmaktadır.
15 2 Kasım 1999’da Tunceli’nin Mazgirt ilçesine bağlı Darıkent (Muhundi) bucağında bu duvarın
bulunduğu yeri ziyaret ettim. Duvar bir oda şeklinde Cemevi içine alınmış, yeniden yapılan bu
cem odasının içinde bulunan bazı ağaç sütunlar ve ziyaret niteliğinde bazı eşyalar var.
16 Seyyid Baba’nın türbesinin bulunduğu Divriği’nin Akmeşe Köyü’nü 22 Ekim 1999’da ziyaret ettim
ve görüşmeler yaptım.
17 Şehitler Köyü’nde 31 Aralık 1999 tarihinde gerçekleştirdiğim alan araştırması notları (Ayrıca aynı
yönde bkz: Taş, 2000: 712).

http://www.hbektas.gazi.edu.tr/dergi_do ... 45-159.pdf

_________________
"Bismillah dep beyan eyley hikmet aytıp
Taliblerge dürr ü gevher saçdım mena..."


Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî [ Qaddesallahu Teala Sırrahul-Azîz ]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
MesajGönderilme zamanı: 03.03.10, 00:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 21.12.08, 12:25
Mesajlar: 641
AHMED YESEVl VE DİVAN-I HİKMET

Dr. Mustafa YALÇINKAYA*

Sûfî bir şair ve tarikat sahibi bir mürşid olarak Türk milletinin. manevî hayatında asırlarca nüfuzu devam eden Ahmed Yesevî büyük bir şahsiyettir. Şeyh Ferîdü'd-dîn-i Attâr'm "Pîr-i Türkistan" lâkabı ile vasıflandırdığı Ahmed Yesevî'nin menkıbeleri ve kendisine isnad edilen kerametleri Türk dünyasında öylesine yayılıp benimsenmiştir. ki zamanla tarihî hüviyeti unutulup yerini menkıbevî hüviyeti almıştır. Ahmed Yesevî kadar değişik coğrafyalarda yaşayan Türk toplulukları arasında yaygm şöhreti olan ve bir velî mertebesine yükseltilen başka bir şahsiyet yok gibidir (Eraslan, 1983, s. 14).

Hayatı
Ahmed Yesevî'nin tarihî hüviyetini gösteren belgeler o kadar az ve o derece menkıbelerle karışıktır ki bunların incelenmesinden de kesin bir sonuca varmak mümkün görünmemektedir. Bununla beraber, onunla ilgili tarihî kaynaklardan, menâkıb-nâmelerden ve hikmetlerden elde edilecek bilgiler ve çıkarılacak sonuçlar menkıbevî de olsa, hayatı, şahsiyeti, eseri ve etkileri hakkında fikir verebilecektir (Eraslan, 1983, s- 14).

Çeşitli kaynaklardan elde edilen bilgilere göre Ahmed Yesevî Batı Türkistan'ın Çimkent şehrinin doğusunda bulunan Sayranı kasabasında doğmuştur. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Kaynaklarda olduğu gibi, hikmetlerinde de bununla ilgili bir kayıt bulunmamaktadır (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 2, ss. 159-160 Türk Ansiklopedisi, C. 1, s. 274; Büyük Lügat ve Ansiklopedi (Meydan Larousse), C. 1. s. 184; İslâm Ansiklopedisi, C. 1, s. 210; Banarlı, s. 276). Ancak, Yusuf el-Hemedâni'ye (Ölümü 1140-41) intisabı ve onun halifelerinden oluşu dikkate alınırsa XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylemek mümkündür (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 2, s. 160).

Sayram'ın tanınmış şahsiyetlerinden olan babası, keranıetleri ve menkıbeleri ile tanınan ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrahim adlı bir zattır. Annesi ise Ayşe Hatun'dur. Önce annesini, yedi yaşında da babasını kaybeden Alımed Yesevî ablası Gevher Şeh-na_z'm bakımına kalmıştır (Türkiye Diyanet Yakfı İslâm Ansiklopedisi, G. 2, s. 160; Köprülü, 1991, s. 62).

Kısa bir süre sonra Gevher Şehnaz kardeşini de yanma alarak Yesi şehrine gider ve oraya yerleşirler. Ye&i —bugünkü adıyla Türkistan- Oğuz Han'ın hükümet merkezi olması dolayısıyla önemli bir şehirdi. Hoca Ahmed'in Yesevî lâkabını almış olması bu şehre izafe edilmektedir (Köprülü, 1991, ss. 63-64.)

Tahsiline Yesi'de, başlayan Ahmed Yesevî küçük yaşına rağmen birtakım tecellilere mazhar olması, bazı olağanüstülükler göstermesi ile çevresinin dikkatini çekmiştir. Menkıbelere göre yedi yaşında Hizır'^ m delâletine nail olan Ahmed Yesevî, Yesi'de Arslan Baba'ya intisab ederek ondan feyz almaya başlar. Yine menkıbeye göre, ashaptan olan Arslan Baha'nın Yesi'ye gelerek Ahıned Yesevî'yi bulması v,e Hz. peygamber'in kendisine teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul olup onu irşad etrn'esi, Hz. Peygamber'in manevî bir işaretine dayanmaktadır. Arslan Baha'nın vefatından-bir.-müddet sonra zamanın önemli İslâm merkezlerinden Buhara'ya gider. Burada devrin önde gelen âlini ve mutasavvıflarından Şeryh ifusuf el—Hemedâni'ye intisab ederek onun irşad ve terbiyesi altına girer. Yusuf el-Hemedâni'nin vefatından sonra onun üçüncü halifesi olan Ahmed Yesevî ilk iki halifeden sonra irşad postuna oturur. Bir müddet sonra, vaktiyle şeyhi Yusuf el-Henıedâni'nin vermiş olduğu bir işaret üzerine irşad makamını bırakarak Yesi'ye döner; vefatına kadar burada irşada devanı eder (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C, 2, s. 160).

Ahmed Yesevî Hz. Muhammed'in vefat yaşı; olan 63 yaşına geldiği zaman, Hz. Peygamber'in sünnetine olan bağlılığı sebebiyle tekkesinin avlusunda müridlerine bir eilehane hazırlatır. Müridleri merdivenle inilen bir kuyu kazıp dibine de ancak bir insanın sığabileceği genişlikte bir hücre yapmışlar. Ahmed Yesevî vefatına kadar bü hücrede ibadet ve riyasetle meşgul olmuştur. Bu çilehanede ne kadar kaldığı belli değildir; fakat, vefat tarihi olarak kabul edilen M. 1166 yılına kadar buradan çıkmadığı ve burada vefat ettiği muhakkaktır. Hikmetlerinde bu çilehane hayatını ayrıntılı olarak anlatır. Ahmed Ycsevî'nin doğum tarihi bilinmediğinden kaç yıl yaşadığı hususunda da kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Rivayetlere göre yüzyirmi, yüzyirmibeş veya yüzotuzüç yıl yaşamıştır (Eraslan, 1983, s. 21).

Türbesi
Kerametlerinin vefatından sonra da devanı ettiği ileri sürülen Ahıned Yesevî, rivayete göre, kendisinden iki asır sonra yaşayan Timur'un (M. 1336-1405) rüyasına girer ve zafer müjdesinde bulunur. Timur zafere eriştikten sonra M. 1396-7 yılında Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmed Yesevî'nin kabrini ziyaret için Yesi'ye gelir. Ziyaretten sonra kabrin üstüne devrin mimarı şaheserlerinden olan bir türbe yapılmasını buyurur, iki senede inşaatı tamamlanan türbe camii ve dergâhı ile bir külliye halini alır. , Zamanla harap olan türbe, bir rivayete göre Özbek hanı Abdullah Han veya Şeybanî Han tarafından tamir ettirilir (Eraslan, 1983, ss. 24-25). Günümüzde de restorasyonunun yapılmasını Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti karar altına almıştır.

Türbe Mâverâünnehr halkı ve bozkır göçebeleri için mukaddes bir ziyaretgâh kabul edilip Yesevî kültürünün merkezi durumundadır. , Her yılın belli bir ayında Yesi'de toplanan on binlerce Türkmen, Özbek ve Kazak—Kırgız Türkü burada bir hafta süreyle ibadet ve ayin yaparlar (Eraslan, 1983, s. 25). Bugün de bayram namazları için Alimed Yesevî Camii'nin dışında toplanan cemaatin bütün ovayı doldurduğu görülmektedir (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 2, s. 163).

Bilhassa bozkır göçebeleri için ölünce Ahmed Yesevî'nin türbesi civarına gömülmek ayrı bir değer taşır. Bunun için daha hayattayken türbe civarında toprak satın alarak kendilerini hazırlarlar. Kışın ölen bir kimse bir keçeye sarılarak ağaca asılır ve bahara kadar bekletilir. Bahar gelince. götürülüp Ahmed Yesevî türbesi civarında defnedilir. Bu gelenek Ahmed Yesevî'nin, bozkır göçebelerinin tabirlerince "Kara Ahmed" in Ortaasya Türklüğü üzerinde ne derece etkili olduğunu açıkça göstermektedir (Eraslan, 1983, s, 25). Belki de bu yüzden Ali Şir Nevayi Ahmed Yesevî'yi "Türkistan mülkinin şeyhu'l-meşâyıhı ve Türkistan ehlinin kıble-i duası" olarak görmüştür (Eraslan, 1979, s. 383).

Fikrî ve Edebî Şahsiyeti
Ahmed Yesevî güçlü bir medrese tahsili görmüş, Arapça ve Farsça'yı öğrenmenin yanında İslânıî ilimler ve tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Devrinin bir çok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dille aktarmaya çalışmıştır. İslâmiyet'i
Türklere sevdirmek ve yerleştirmek başlıca amacı olmuştur. (Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 2, s. 161). Buradaki başarısının en büyük nedeni, Yesevîliğin, İslâm imânını Türk inanış üslûbuyle ve Türk inanışlarının yaşayan hatıralarıyla birleştirmiş olmasıdır (Banarlı, s. 279).

Yesevî'ye göre hayat, uzun bir ibadet yoludur ki Tanrı âşıkları için bu yol ne kadar uzun olsa. yine de kısa sayılır. Bu bayat âşıkın Tanrı'ya olan kulluğunu tam yapabilmesi ve ibadetini tamamlaması için yeterli değildir. Bu sebeple ömrün her ânını, gönlün Allah sevgisiyle dolu ve uyanık bir ibadet ânı bilmek, öyle yaşamak, öyle çalışmak gerekir. Biricik hakikat olan Allah'a varabilmek, ancak aşk yolu ile mümkündür. Aşk yolu ise çok zorlu bir yoldur. Aşık olmak için önce nefsi öldürmek, kendi benliğinden uzaklaşıp sevgi bağına girmek gerekir. Aşk ateşiyle yanan âşıkların rengi uçar, kendi hayran, gönlü viran ve gözyaşları tufan olur. Ancak saadet, bütün bu çekilen ve yenilen zorlukların sonundadır. Yesevî burada Allah aşkına dayanan bir irade terbiyesiyle insanı daha çok insan yapmak ve üstün insan olmaya yöneltmek gibi bir hedef güder (Banarlı, s. 279).

Eseri: Divan-ı Hikmet
Ahmed Yesevî, Türkistan'ın geniş bozkırlarında yaşayan göçebe' halk topluluklarına hem İslâm'ı hem tasavvufu tanıtma yollarını iyi kavramış bir mürşid sıfatıyla, sözlerini XII. asır Türklerinin çok iyi anlayabilecekleri sade bir dille söylemiş; halkın çabuk öğrenip terennüm. edebileceği bir vezin ve şekille söyleyerek Ortaasya'da tasavvufa bir halk edebiyatı kurmuştur. Onun gerek Türk tekke hayatı gerek halk arasında hızla gelişen Türk Tasavvuf Edebiyatı üzerinde etkisi bu yüzden geniş ve devamlı olmuştur (Banarlı, s. 279). Ortaasya'da Ahmed Yesevî ile başlayan bu tekke edebiyatı, XIII-XIV. yüzyıllarda Anadolu'da büyük bir gelişme göstermiş, Yunus Emre ve takipçileri bu edebiyat tarzını günümüze kadar yaşatmışlardır (Köprülü, 1966, s. 185, 247).

Yesevî'nin şiirleri, yüksek öğretici mahiyette fakat lirizmden uzak ve sanat endişesi taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilir. Bu manzumeler, güzelliklerini ve telkin kudretlerini, yazarının inanış ve söyleyişindeki samimiliğinden almıştır. Bu manzumelere "hikmet" adı verilmiştir. İmam Gazalî'ye göre hikmet, varlıkların en yücesini, bilgilerin en iyisi ile bilmek demektir. Varlıkların en yücesi Allah'tır. Şu haİde hikmet, Allah'ı bilmek demektir (Banarlı, s. 280).

Yesevî'nin şiirleri kısa, zamanda büyük sevgi ve ilgi uyandırmış, Yesevî gibi söylemek Ortaasya sûfileri arasında mukaddes bir hareket sayılmış ve zamanla gelenek halini almıştır. Bir kısım Yesevî dervişleri de, muhtemelen, büyük şeyhlerinin adında ve şahsiyetinde fâni olmak istediklerinden, söyledikleri hikmetlere kendi adlarını koymamışlardır. Gerek böyle hikmetler, gerek zamanla asıl sahipleri unutulduğu için Yesevî'nin sanılan daha birçok şiirler, (hepsi de Yesevî yolunda hattâ Yesevî üslûbunda olduğundan) Divan-ı Hikmet'te bir araya gelmiştir. Böylelikle Divah-ı Hikmet, bütünüyle Yesevî'nin değil, fakat Yesevî ile asırlarca Yesevî tarzında hikmet söyleyenlerin meydana getirdikleri ortak bir hikmetler kitabı çehresindedir. Bundan dolayı Divan-ı Hikmet'i yalnız Yesevî'nin değil, belki Yesevîliğin bir hikmetler kitabı olarak karşılamak daha doğrudur (Banarlı, s. 280).

Türk edebiyatının ortaya koyduğu eserler arasında Divan-ı Hikmet birkaç bakımdan büyük önem taşır: 1) Ahmed Yesevî XII. yüzyılda öldüğü cihetle bu eser İslâmî Türk edebiyatının Kutatgubilig'ten sonra , en eski bir örneğini göstermektedir. 2) Eski Halk edebiyatının birçok unsurlarını alarak islâm ruhunu o unsurlarla yâni eski millî şekiller ve eski vezinlerle ifade eden ilk eser olma bakımından da Divan-ı Hikmet tasavvufî Türk edebiyatının en eski ve en önemli abidesi sayılır (Köprülü, 1991, ss. 119-120).

Ahmed Yesevî hikmetlerinde ilâhî aşk, dünyanın fânî oluşu, fakirlere yardım etmenin değeri gibi çeşitli dînî-tasavvûfî konulara yer vermiştir. Şimdi Divan-ı Hikmet'ten aşağıya alınan bazı hikmetlere göz atalım (Eraslan, 1983, ss./ 30-337).
Bismillah dip beyân eyley hikmet aytıp
Tâliplerge dürr ü güher saçtım muna
Riyazetni katığ tartıp kanlar yutup
Min defter-i sâni sözin açtım muna

(Bismillah'la başlayarak hikmet söyleyip
Taliplere inci, cevher saçtım işte.
Riyazeti katı çekip, kanlar yutup
Ben Defter-i Sanî sözünü açtım işte.)

dörtlüğü ile başlayan Divan-ı Hikmet gerçekten bir din ve ahlâk kitabıdır, hedefi Islâmiyetle İslâm ahlâkını öğretmektir..

Ahmed Yesevî şiirlerinin pek çoğunda ilâhî aşkı işlemiştir. Ona göre ilâhî aşk, varlığın sebebi ve mânâsıdır. İnsanın, gayesi kulluk, kılarak Allah'a varmak olmalıdır. Allah aşkına sahip olan Bir kimse ondan başka bir. şeye gerek duymaz.

Işkıng kıldı şeydâ mini cümle âlem bildi mini
Kayğum sin sin tüni İdini minge sin ok kirek sin
(Aşkın kıldı şeydâ beni, cümle âlem bildi beni,
Kaygım sensin dünü günü, bana sen gereksin sen.)

Alimlerge kitâb kirek sûfilerge mescid kirek
Mecnunlar ga Leylâ kirek minge sin ok kireksin
(Âlimlere kitap gerek, sûfilere mescit gerek,
Mecnunlara Leylâ gerek, bana san gereksin sen.)

* * *

Âlem barı uçmak bolsa cümle hûrlar karşı kilse
Allah minge rûzî kılsa minge sin ok kirek sin
(Âlem tamam cennet olsa, hep huriler karşı gelse,
Allah bana nasip kılsa, bana sen gereksin sen.)

Hâce Ahmeddür minim atım tüni küni yanar otını
İki cihanda ümidim ıninge sin ok kireksin
(Hâce Ahmed'dir benim adım, dünü günü yanar odum,
İki cihanda ümidim, bana sen gereksin sen.)

Ahmed Yesevî'ye göre insanın kendisini bilmesi Hak'kı bilmesi demektir.

Özini bildi ise Hak'nı bildi
Hûda'dan korktı vü insâfğa kildi

Yesevî hikmetlerinde dünya ve dünya malının geçici olduğuna, ezelî ve ebedî olanın sadece Allah olduğuna, bunun için dünyanın gafletle geçirilmemesi gerektiğine çokça yer vermiştir.

Ata ana karındaş kayan kitti fikir kıl
Tört ayağlığ çûbîn at bir kün sanga yitere
(Ata, ana, kardeşler nere gitti, fikir kıl;
Dört ayaklı tahta at bir gün sana yeter ya.)

Dünyâ üçün ğam yime hakdm özgeni dime
Kişi malını yime sırat, üzre tutara

(Dünya için gam yeme, Hak'tan başkayı deme,
Kişi malını yenle, Sırat üzre tutar ya.)

Kul Hâce Ahmed tâat kıl ömrüng bilmem nice yıl
Aslıng bilseng âb u gil gene gilge kitere
(Kul Hâce Alımed tâat kıl, ömrün bilmem kaç yıl
Aslın bilsen, su ve kil, yine kile gider ya.)

Bu dünyâğa bina koyğan Kârûn kanı
Dâva kılğaıı firavh bile Hâmân kanı
(Biı dünyaya bina koyan Karun hani,
Dâva kılan Firavun ile Hâmân hani.)

* * *
Hiç bilding mü âdem ölmey kalğanını
Bu dünyânı vefasını bilgenini
Dünyâ-taleb bûy-ı hudâ alğanıni

(Hiç bildin mi kişi ölmeyip kalanını,
Bu dünyanın vefasını bilenini,
Dünya isteyip Halk lûtfunu alanını.)

* * *

Bu dünyada pâdşâh min dip kögsin kergen
Hem aklıda kürsî koyup hayme urgan
Nice yıllar hayl ıı haşem çerig salğan
Ecel kilse biri yefâ kılmas imiş

(Bu dünyada padişahım diye göğüs geren,
Hem önüne kürsü koyup hayme vuran,
Nice yıllar hayl u haşem, çeri salan,
Ecel gelse, biri vefa kılmaz imiş.)

* * *
Bu dünyada tabîb min dip dâva kılğan
Dâvaları bâtıl irür sözü yalğan
Halayıklar illetige dârû kılğan
Ecel kilse dârûsını bilmes imiş

(Bu dünyada tabibim diyip dâva kılan
Dâvaları bâtıl olur, sözü yalan;
İnsanların dertlerine deva kılan,
Ecel gelse dermanını bilmez imiş.)

* * *

Tiriglikde dîn nevbetin yahşi urğıl
Ahiretning eshabmı munda kırğıl
Kul Hâce Ahmed iman üzre tâyib bolğıl
İman birlen barğan kullar ölmez irmiş

(Dirilikte din nevbetini iyi vur sen;
Âhiretin esbabını burada kur sen;
Kul Hâce Ahmed iman üzre tevbeli ol sen;
İman ile varan kullar ölmez imiş.)

* * *

Vâ-dirîğa kiçti ömrüm gaflet bilen
Sin ki çürgil. günahlarım rahmet bilen
Kul Hâce Ahmed sanga yandı hasret" bilen
Öz otığa özi yanıp köyer irmiş

(Vah ııe yazık, geçti ömrüm gaflet ile;
Sen bağışla günahlarımı rahmet ile;
Kul Hâce Ahmed sana döndü hasret ile;
Kendi ateşine kendi yanıp yakılır imiş.)

Hz. Peygamber Medine'ye hicret etmekle "garîb" olmuştur. Bu sebeple, gariblere daima şefkat göstermiştir.
Ahmed Yesevî'ye göre gariplere acımak, mazlumlara yardımcı olmak Resul işi, yani sünnettir

Medinege resul barıp boldı ğarîb

* * *

Gariplerge rahim kılmak resul işi
Gariplerni körgen yirde akar yaşı
* * *

Kayda körseng köngli sınuk merhem bolğıl
Andağ mazlum yolda kalsa hemden bolğıl
(Nerde görsen gönlü kırık', merhem ol sen.
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol.sen.),

* * *

Garib fakir yetimlerni resul sordı
Uşol türıi mirâc çıkıp dî'dâr kördi
Kaytıp tüşüp ğarîb yetîm izlep yördi
Gariblerni izin izlep tüştim muna

(Garip, fakir, yetimleri Resul sordu; Hem o gece Mirâc'a çıkıp didar gördü; Geri inip garip, yetim izleyip yürüdü;
Gariplerin izini izleyip indim işte.)

* * *

Akil irseng ğarîblerni könglin avla
Mustafâ dik ilni kizip yetîm kavla
(Akıllı isen gariplerin gönlünü avla;
Hz. Muhanımed Mustafa gibi ülkeyi gezip yetim ara.)

Ahmed Yesevî sözlerinin cahillere değil, onlardan anlayan, ilim sahiplerine olduğunu belirtmiştir.

Kul Hâce Ahmed sözüngni nâdânlarğa aytmağıl
Sözni aytıp nâdânğa pûçek pulğa satmağd
Açdın ölseng nâmerddin hergiz minnet tartmağıl

(Kul Hâce Ahmed sözünü cahillere söyleme;
Söz söyleyip cahile, değersiz pula satma;
Açlıktan ölsen bile nâmerde minnet etme.)

SONUÇ
XI. yüzyıldan beri Türkistan'ın Sayram Kasabası'ndan günümüz Türk-İslâm dünyasına ulaşan ışığı ile gönüllerde taht kuran bu büyük Türk mutasavvıfını böyle küçük bir makale ile anmak kuşkusuz yeterli değildir. Alanın gerçek sahiplerinin yapacağı araştırmalar bu büyük zâtı bizlere daha kapsamlı tanıtacaktır. 1993 ydının Ahmed Yesevî yılı olarak kabul edilmesi burada önemli bir adım olarak görülmektedir. Ayrıca, yine Türk ye Kazak Hükümetleri arasında imzalanan "Uluslararası Hoca Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesi" anlaşması bir diğer önemli adımdır (TBMM, s. 6).
Türklerin dînî ve edebî tarihinde bu kadar büyük yeri olan Ahmed Yesevî ve hikmetleri, bundan sonra da ölmez bir fasd olarak ebediyete kadar yaşayacaktır.

KAYNAKLAR

Banarlı, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1983.
Büyük Lügat ve Ansiklopedi (Meydan Larousse), C. 1, Meydan Yayınevi, İstanbul 1981.
Eraslan, Kemal, Ali Şîr Nevâyî: NesâyimüH-Mahabbe Min Şe'mâyimü'l-Fütüvve, (doktora tezi), İstanbul 1979.
--------------, Ahmed-i Yesevî: Divan-ı Hikmetten Seçmeler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 546, Ankara 1983.
İslâm Ansiklopedisi, C. 1, MEGSB, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul.
Köprülü, Fund, Edebiyat Araştırmaları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1966.
------------, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlan, Ankara 1991
Türk Ansiklopedisi, Ç, 1, MEGSB, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1989.
TBMM. S. Sayısı: 317, Dönem: 19, Yasama Yılı: 2.
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C. 2, İstanbul 1989.





* A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Eğitim Yönetimi-Planlaması Bölümü.

_________________
"Bismillah dep beyan eyley hikmet aytıp
Taliblerge dürr ü gevher saçdım mena..."


Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî [ Qaddesallahu Teala Sırrahul-Azîz ]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Yesevi’ce Muhabbet
MesajGönderilme zamanı: 13.04.10, 12:40 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Moderator
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.12.08, 14:54
Mesajlar: 417
Yesevi’ce Muhabbet

Medet Bala

Ahmet Yesevi, yaşadığı çağdan itibaren Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar Müslümanların yaşadığı bölgelerde en etkili olan, dinî-tasavvufî hayatın yayılmasında ve gelişmesinde geniş tesirler icra eden ve “Pîr-i Türkistan” diye anılan, Yeseviyye tarikatının kurucusu, büyük mutasavvıf ve şairdir.

Menkıbelere göre, yedi yaşında Hızır’ın delâletine nail olan Ahmed Yesevî, Yesi’de Arslan Baba’ya intisap ederek ondan feyiz almaya başlar. Ashaptan olduğu söylenen Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmed Yesevi’yi bulması ve Hz. Peygamberin kendisine teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul olup onu irşad etmesi, Hz. Peygamber’in manevî bir işaretine dayanmaktadır.

Yesevî menkıbelerine göre siyah ırktan olan Arslan Baba ashabın büyüklerinden olup dört yüz yaşamıştır.

Bir rivayete göre, sahâbîler bir gaza sırasında veya Arslan Baba’nın evindeki bir toplantıda acıkırlar. Bu arada Hz. Peygamber’in duasıyla Cibril cennetten bir tabak hurma getirir. Hurmalardan biri yere düşünce Cibril o hurmanın ileride doğacak Ahmed Yesevî’nin kısmeti olduğunu söyler. O zaman Hz. Peygamber ashabına, “Bu hurmayı Yesevî’ye kim ulaştıracak?” diye sorar. Göreve Arslan Baba talip olur ve Hz. Peygamber hurmayı onun ağzına koyar. Arslan Baba nice yüzyıl sonra Türkistan’ın Sayram şehrinde henüz yetim kalan yedi yaşındaki Ahmed Yesevi’yi bulup emaneti ona teslim eder. Yesevî’ye “binbir zikir” telkin eder ve biraz sonra öleceğini bildirerek cenaze namazını kıldırmasını emreder.1 Arslan Baba’nın terbiye ve irşadı ile Ahmed Yesevî kısa zamanda mertebeler aşar, şöhreti etrafa yayılmaya başlar.

Ahmed Yesevi, hayatını Hz. Peygamberin sünneti seniyyesi üzere yaşamaya gayret eder. Şiirlerinin ve hikmetlerinin derlendiği “Hikmet” adlı eserinde hayatını anlatır: Hz. Peygamber’den dörtyüz yıl sonra zuhur edip ümmet oldum… Altmış üç yaşımda Hak’tan “kul yere gir!” fermanı ulaştı. Hû kılıcını ele alarak nefsi parçaladım ve ölmeden evvel öldüm.2

Hz. Peygamber’e muhabbeti ve sünnetine candan bağlılığı sebebiyle Efendimizin vefat yaşı olan altmış üç yaşına geldiğinde tekkesinin avlusunda müritlerine bir çilehane hazırlatmıştır. Müritleri, merdivenle inilen bir kuyu kazıp dibine ancak bir insanın sığabileceği genişlikte bir hücre yapmışlardır. Ahmet Yesevi vefatına kadar bu hücrede ibadet ve riyazetle meşgul olmuştur.

Ahmet Yesevi, Hazreti Peygamberin şeriatine ve sünnetine sıkı sıkıya bağlıdır.

Ona göre ilâhî aşk varlığın sebebi ve manasıdır. Şiirlerinin toplandığı Hikmet adlı eserde ilahî aşkı, Peygamber muhabbetini, dinin emir ve nehiylerine bağlılığı sık sık vurgulamaktadır. O dinin hem özüne hem de şekline mutlak şekilde bağlıdır. Hz. Peygamberin sünnetine uymak için bu iki esasa uymak gerekir:

Tanrı Taâla sözüne, rasulallah sünnetine

İnanmayan ümmetine ümmet demez Muhammed

Hz. Peygamber “ şefîu’l- müznibîn” dir. Ümmeti için Allah katında şefaatçidir. Hz. Peygamberin tek kaygısı ümmetidir. Yüce yaratılışı, üstün ahlakı sebebiyle düşmanlarını bile bağışlamıştır. Hesap günü mümin kulları şefaatinden mahrum etmeyecektir.

Her kim “Ümmetim” dese, Resul işini koymasa,

Şefaat günü olsa, mahrum koymaz Muhammed.

Hz. Peygamber daha doğmadan babayı kaybetmekle yetim, yedi yaşında anneyi kaybetmekle öksüz, Medine’ye hicret etmekle de garip olmuştur. Ahmet Yesevi de küçük yaşata anne ve babayı kaybetmiş; hem yetim, hem de öksüz kalmıştır. Bu nedenle yetimlere, gariplere daima şefkat göstermiştir. Ona göre gariplere acımak, mazlumlara yardımcı olmak Resûl işidir, O’nun sünnetidir.

Resul dedi: ben de yetimim
Yetimlikte, gariplikte büyümüşüm.

Yetimi görseniz, incitmeyiniz siz;
Garibi görseniz, dağ etmeyiniz siz.

Gariplere merhamet etmek Resûl işi
Garipleri gördüğü yerde akar yaşı

Ahmet Yesevî’nin Efendimiz (sav)’in dînî, ruhânî, ilmî, idârî, siyasî liderliğini ve vasıflarını tam bir bütünlük içinde dile getirdiği manzumesi Peygamberimizin her yönü ile üsve-i hasene (örnek) oluşunu çok veciz bir şekilde anlatmaktadır.

On sekiz bin âleme server olan Muhammed;
Otuz üç bin ashâba rehber olan Muhammed.

Ehli sünnet akidesine ve Hanefî mezhebine bağlı bir mümin olan Ahmed Yesevî’nin Hz. Peygamber’e sonsuz hürmeti vardır. Çünkü Hz. Peygamber “vema erselnâke illa rahmeten li’l-âlemîn = Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak olarak gönderdik” âyetinde buyrulduğu gibi bütün beşeriyeti hidayete erdirmek için elçi olarak gönderilmiştir. Bu bakımdan Hz. Peygamber “server-i mahlukât” ve “Mefhar-i Mevcudât”tır. Allah’ın sevgili kulu “Habibi”, şeriatın direğidir.

Yoldan azan şaşkına hidayetli Muhammed;
İhtiyaç olsa kime, kifayetli Muhammed.

Ebu Cehl ve Ebu Leheb’e siyasetli Muhammed;
Melâmetin sabunu, selâmetli Muhammed.

Ahmet Yesevi’ye göre bütün güzel vasıflar Peygamber Efendimiz’de toplanmıştır. Kısaca O, kanaatli, şefaatli, tilâvetli, hidayetli, kifayetli, siyasetli, selâmetli, inayetli, iradetli, icazetli, icabetli, kerametli, celaletli, itaatli, imametli, şehadetli, velayetli ve sahavetli Muhammed’dir. Onun Peygamberimizi anlattığı bazı mısraları şöyledir:

Namaz, oruç kılıcı, ibadetli Muhammed;
Daim tesbih diyici, riyazetli3 Muhammed

Mel’un lain şeytana siyasetli4 Muhammed;

Şeriatın yoluna inayetli Muhammed.

Tarikate5 reh-nüma, iradetli Muhammed;

Hakikate mukteda, icazetli Muhammed.

Duaları müstecap, icabetli Muhammed;
Kötülüğe iyilik, kerametli Muhammed.

Tevfik veren zâlime, celaletli Muhammed;
Secde kılan eğilip, itaatli Muhammed.

Beş vakit namaz olanda imametli Muhammed;
Mirâc aşıp varanda şehadetli Muhammed.

Arş ve Kürsü pazarı, inayetli Muhammed;
Sekiz cennet sahibi velayetli Muhammed.

Miskin Ahmed kuluna yazdırıcı Muhammed
Yetim, fakir, garibe sahavetli Muhammed6

Dipnotlar:
1) Fuat Köprülü, İlk Mutasavvuflar, Hamid Algar DİA, Arslan Baba.
2) Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, Haz: Kemal Eraslan.
3) Riyazat, Nefsi kırma, fani ve geçici şeylerden nefsi men etmek; az yemek, az uyumak ve daima ibadetle nefsi terbiye etmek.
4) Siyaset, İdare etme; cezalandırma; insanları dünya ve ahirette mutlu kılacak yola iletme.
5) Tarikat, hakikati bilmek ve Allah’a ulaşmak için girilen manevî yol. Sûfilere göre tarikat, dinin dış yüzü olan şeraitten, dinin iç yüzü olan hakikate götüren manevî bir yoldur.
6) Dîvân-ı Hikmetten Seçmeler, Haz: Kemal Eraslan.


Altınoluk Dergisi


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi
MesajGönderilme zamanı: 16.04.10, 10:18 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 21.12.08, 12:25
Mesajlar: 641
KADINLAR VE YESEVÎHANLAR

Prof. Dr. Mustafa KARA



Bilindiği gibi din kadın-erkek ayırımı yapmadan bütün insanlara hitabeder. İnsanlar da ferdi veya toplu ibadetlerde aynı mabedi paylaşabilir, dinî cemiyet ve toplantılarda aynı mekanda bulunabilirler.

Bizim toplumumuzda mevlid merasimleri bunun tipik örneğidir. Kadın-erkek bir arada Mevlid’i dinlemeleri mümkün olduğu gibi kadınların bir araya gelerek Mevlid merasimi icra ettikleri, böylece gönül dünyalarını besledikleri de bilinmektedir. Benzeri bir meclis Türkistan’da Yesevî Hikmetleri ile icra edilmektedir. O bölgenin insanı olan Baymirza Hayıt’ın Yesevî geleneğine bağlı kadınların bu meclisini tasvir eden yazısı oldukça dikkat çekicidir.14 Onun satırlarıyla hem îivân-ı Hikmet’in bu coğrafyadaki tanınma ve okunma durumunu hem de “Kırk kadın kızlar”ın zikir meclislerini takip etmeye çalışalım:

Alıntı:
“Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet adlı eseri, onun hayatı ve ondan sonra halk arasında Türk dili vasıtasiyle Allah’a yakınlaşma niyetlerini ifade etmenin en tesirli bir ruhi kuvveti idi. Tahminlere göre Yesevî’nin hikmet konusu altındaki El yazmaları, hikmetin halk arasında yayılmasına tesirli olamamışlardı. Hikmetin XIX. asır sonuna kadar dar bir muhit içinde, Yesevî’nin talebeleri, müridleri tarafından ve Yesevî Tarikatının tekkelerinde çok okunuyor, lakin halk hikmetten uzak kalmaktaydı. Divan-ı Hikmet, 1880’de Taşkent’de, 1881’de İstanbul’da ve 1887 yılında Kazan şehrinde basılmıştır. Üç yıl içinde Türk aleminin üç kültür şehrinde (Kazan, Taşkent, İstanbul) Divan-ı Hikmet’in basılışı sayesinde bu eseri okuyanların sayısı çoğalmıştır. XIX. asır sonlarında yayınlanan hikmetlerin sayısı 3000’e yaklaşmıştır. Böylece basılan hikmetler halka Yesevî düşüncesini anlatabilmiştir. Yesevî’yi halk arasında yayan ve onun fikirlerini geniş halk kitlelerine anlatan yegane kuvvet, Türkistanlı Türk-Müslüman kadınları olmuştur.

Kadınlar arasında Yesevî’nin hikmetlerini öğrenmek ve öğretmek faaliyeti Yesevî’nin devrinde başlamıştır. Onun kızı Gevher Şahnaz Hanım, babasından öğrendiği hikmetleri önce komşularına, sonra etrafındaki köy ve avullardaki kadınlar arasında okumuş, hikmetleri başka kadınlara öğretme üslubunu da öğretmiştir. Bu ise Yesevî’den Gevher Şahnaz Hanım’dan sonra kadınların devamlı an’anesi haline gelmiştir. Gevher Şehnaz Hanım devrinde hikmetleri öğrenmek, öğretmek ve okumak bir adet haline gelmiştir.

Sonbahardan ilkbahara kadar hikmetleri ezberden okuyan kırk kadın-kızlar, köylerde şehirlerin mahallelerinde, yurtlarda (çadırlarda) toplanıyorlardı. Bunlar dört köşeli bir daire teşkil ediyorlardı. Rivayetlere göre bunlar, Çiltanları tasvir ediyorlardı. Çiltan (Türkiye Türkçesinde: Çilten=Kırklar) hakkında Türkler arasında çok hikayeler vardır. Bunlar, kırk canı tasvir ediyorlardı. Bunlar malikelerdir. Başka tasvire göre, kırklar, kırk kişinin bir niyet toplumudur. Umumiyetle Çiltanlar, insanlara hayırlı olmak niyetini taşıyan bir topluluktur. Bunun için olabilir ki, kırk kadın-kızlar Yesevî hikmetlerini umum olarak okumakla Allah yolunda hayırlı bir işte bulunduklarına inanıyorlardı.
Hikmetleri ezberden okuyan kırk kadın-kızlar, diz çökerek oturuyorlardı. Onların arkasında dinleyiciler oturuyorlardı. Akil baliğ olan erkek çocuklar, kadın-kızlar toplumuna alınmıyorlardı. Ortaya bir, bir buçuk metre yüksekliğinde yeşil bir ağaç dikiyorlar ve onun üstünde şamdanda mum yakıyorlardı. Camları kapatıyorlardı. Hikmetleri okumadan önce dua okuyorlardı. Dua ve hikmet okuyanları, aralarında bulunan yaşlı bir hanım idare ediyordu. Kırk-kadın kızlar, bir defa “Bismillahirrahmanirrahim” dedikten sonra, kırk defa “Allahu ekber” diyorlar. Bunun devamı olarak kırk kadın kızlardan ilk on kadın, hikmetleri okumaya başlıyor. Kalan otuz kişilik grup okumayı sırayla devam ettiriyorlar. Onluk gruplar hikmet parçalarını seçmekte serbesttiler. Hikmetleri okuma merasimi iki saate kadar devam edebilmektedir. Okumanın sonunda kırk-kadın kız beraber hikmetlerin “münacaat be dergah-ı kadi’l-hacat celle celâlûhû” kısmını koro halinde söylüyorlar. Ses, yavaş başlıyor, münacatın ortasında yükseliyor. En sonunda yavaş yavaş sakinleşmeye başlıyordu. Koro, bir neyin seslere uygun akımıyla devam ettiriliyordu. Hikmetlerin okunmasından sonra “Pir-i Türkistan” şerefine dua okunuyor. Camlar açılıyor, ortadaki mum söndürülüyordu.
Hikmet okuma merasiminden sonra çay içiliyordu. Çam merasimi sırasında Yesevihanlar, Yesevî’nin hayatı ve fikirleri hakkında hikayeler söylüyorlardı. Hikayelerin çoğunluğu, Yesevî’nin halvet hayatıyla ilgili oluyordu. Yesevî’nin Peygamberin yaşına (63) girdikten sonra yer altında yaptırdığı hanede yaşadığına dair hikayeler vardır. Hoca Ahmed Yesevî, yer altındaki bu hanede altmış yıldan fazla yaşamıştır. Bu ise, onun terk-i dünya ettiği manasına gelmektedir. O, Allah’a sığınış ile Allah’a yakın olmak niyetinde bulunmuştur. Halk arasında bugüne kadar devam etmekte bulunan hikayelere göre, bugünkü Türkistan (=Yesi) şehrinde Yesevî’nin şerefine Emir Timur tarafından yapılması emredilen halvet odası, Timur’dan sonra inşaatı tamamlanan Yesevî Camisi’nin batı tarafında bulunuyordu. Kazakistan İlimler Akademisi 1972-73 yıllarında Yesevî halvethanesinin bulunduğu yeri öğrenmek için arkeolojik kazılar yürütmüştü. Öğrendiklerine göre Yesevî, hayatındaki küçük halvethaneye ilave olarak XIV. asır sonunda büyük halvethane kurulmuştur. Bu bina içinde bir mescid, dört yatakhane, dört taharethane, bir anbar ve bir odunhane bulunmaktadır. Bu halvethanenin altında zikir için kullanılan bir salon yer almaktadır.

Yesevîhanların hikayelerinin çoğunluğu halvetteki Yesevî hayatının görünüşlerini tasvir etmektedir. Yesevî’nin sabırlı olduğunu, onun halvette geçen altmış küsür yıllık hayatında tamamıyla Allah’a bağlandığını ve insanın iradesiyle her türlü zahmeti geride bırakabileceğini anlatıyorlardı.

Bolşevizm devrinde, ayrıca 1925-1989 aralarında, Yesevî’nin eserlerini okumak, onun fikirlerini anlatmak, onun zamanında ve günümüzde büyük bir mütefekkir, İslam hayatında ilk defa dini fikirleri halka halkın dili ile anlatmaya cesaret eden bilim adamı olarak göstermek yasak edilmişti. Hatta Yesevîciliğin gerici bir faaliyet ve bir hayal olduğunu da propaganda etmişlerdi. Ama asırlardan beri kadınlar arasında devam ettirilen Yesevî okulları bolşevizm devrinde de gizli olarak yaşatılmıştır. Kadınlar, iş yerlerinde ve ziraat işlerinde imkan olan toplantılarda, mesela düğünlerde , Yesevî hikmetinden parçalar okumuşlardır.

Türkistan kadınlarının Yesevîcilik an’anesi, Pir-i Türkistan’ın fikirlerinin halk arasında yayılmasına ve himaye edilmesine bir temel olarak hizmet etmişlerdir. Ben bu kısa tebliğimde gördüklerimi, işittiklerimi, ve İslam doğu ülkelerinde yaşamakta bulunan Türkistan’lı kadın kızlar arasında Yesevîcilik an’anesini devam ettirmekte olduklarını gördüğüm için bu konuyu ifade etmeye cür’et edebildim. Kadınlar, Yesevîcilik kan damarı olarak hizmette bulundukları halde maalesef bu konuda araştırma yapılmamıştır. Kadınlar, hikmetleri okuma ve ezberden gençlere öğretmek suretiyle (Yesevî’nin dilinin Karluk Türkçesi olduğunu iddia eden fikirler olmakla beraber) Türk lehçelerinin de günümüze kadar yaşamasına imkan sağlamıştır. Bugünkü Türkistan’da kadınların Yesevî an’anesi yeniden başlamıştır.”

Baymirza HAYIT; “Türkistan Kadınlarının Yesevîlik Ananesi”, Milletlerarası Ahmet Yesevî Sempozyumu, Kayseri, 1993



TASAVVUF KÜLTÜRÜNÜN TÜRKİSTAN MACERASINA GENEL BAKIŞ
Mustafa KARA*

ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ
Cilt: 10, Sayı: 1,ss. 9-31, 2001.

_________________
"Bismillah dep beyan eyley hikmet aytıp
Taliblerge dürr ü gevher saçdım mena..."


Hazret-i Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî [ Qaddesallahu Teala Sırrahul-Azîz ]


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 28 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye