KUŞADALI İBRAHİM HALVETİ 'nin Önemli Görüşleri:
ZİKİR HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ :
El-Zikr kelimesi hatırlamak, hatırda tutmak, şöhret, şeref anlamlarını taşır. Zikirdeki hatırlama iki tür anlama işaret eder: l. Unutulan şeyi hatırlamak, 2. Unutmamak için sürekli olarak hatırda tutmak. Kur'an ve Hadiste "zikr kavramı" dua, niyaz ve hatta Kur'an-ı Kerim manâsına da kullanılmıştır, (bk. Kur'an, 3/58, 21/24, 51, 43/44) Tasavvuf ıstılahı olarak zikr, havf (=korku)in galebesi veya hubb (=Allah sevgisi)un çokluğu ile "gaflet meydanından çıkıp Allah’ı müşahede fezasına yükselmek" anlamını taşır. Zikredene "zâkir", zikredilene yani Allah'a "mezkur" denir. Vird (çoğulu:evrad): Anlam olarak Kur'an-ı Kerim'den her gün okunan muayyen kısım demektir . Vird zamanla, dervişin devam ettiği günlük zikir ve dua manasına da kullanılmıştır.
İslam bilginlerinin bir çoğu zikri «ibadetlerin en yücesi olarak yüceltmektedirler.
Zikr Kur'an’ı Hakim’de üzerinde ısrarla durulan konulardan birisidir. Zikr kelimesi kavram olarak, Kur'an’da, 256 yerde geçmektedir. Bu keyfiyet zikir ve ondan türeyen kelimelerin vücut verdiği kavramların Kur'an bünyesinde tuttukları yerin büyüklüğüne bir delildir. Rasûlullah (s.a.v) ‘in sözleri ve davranışları, zikrin İslam’daki yerini göstermektedir.
Zikir dışındaki ibadetlerin hiç birisi Allah ile kul arasındaki perdelerin tamamını ortadan kaldırmaz, Allah-kul arası bütün perdelerin kalktığı an zikir anıdır. Bu yüzdendir ki zikir, İslam’ın beş temel şartından biri olan namazdan da ulvî ve erdirici olarak takdim edilmektedir. Şah Veliy'yullah ed-Dehlevî şöyle diyor: “Namaz — Allahın azameti hakkında tefekkür ve sürekli zikir (:zikr-i daimi) istisna edilirse— amellerin en üstünüdür. Tefekkür ve sürekli zikre gelince onlar sadece ruhları ulvîleşmiş insanlardan beklenebilir.»
Zikir için , namazın aksine her hangi vakit belirlenmemiştir.. Kul, « her vakitte Allahı zikretmekle yükümlü tutulmuştur» Kur'an’ın ifadesiyle bu memuriyet “ayakta iken, otururken, yatarken” kısaca her hal ve tavır içinde devam eder. Bu ilahî beyana sadık kalarak sürdürülen zikre sürekli zikir (:zikr-i daim) denmektedir.
Zikrin cehri (dil ile sesli) veya sırrî (dil ile sessiz veya sadece kalbî) olması tarîkattan tarîkata farklıdır. Fakat bazen aynı tarikat bünyesinde salikin durumu cehri veya sırrî zikirden birinin tercihine sebep teşkil edebilmektedir. Denmiştir ki: “Cehri zikir bidayette olanlar için faydalıdır. Çünkü onların kalplerine kasvet musallat olur. Kasveti gidermede, cehri zikir sırrî zikrden daha etkilidir. Sülükte ilerlemiş olanlara ise sırrî zikir tavsiye edilir.” Şunu belirtmek zorundayız ki sırrî zikir yapan her salik ileri merhalelere gelmiş sayılamaz. Nakşbendi tarîkatinde bütün müntesiblere, derecelerine bakılmadan sırrî zikir verilir. Bu uygulama o tarikata ait bir özellikdir.
Zikir için esas alınacak “kutsal cümle veya kelime” olan lafız da önem taşımaktadır. Kelime veya cümle seçimini tarîkatin özelliği yanında müridin yaradılışı ve sulükteki durumu da etkilemektedir. Hangi cümlenin veya Allah’ın Esmau'l-Hüsna'sından hangisinin mürîde daha lüzumlu ve uygun olduğuna mürşid karar verecektir. Fakat her müridin haline uygunluğu ittifakla kabul edilen bir cümle ve bir de kelime vardır: “La ilahe illAllah” cümlesi ve Allah (:lafza-i celal) kelimesi. Her mertebede her mürid, zikrini bunlarla yürütebilir. Esmau'l-Hüsnanın diğer isimleriyle zikir, büyük Halveti mürşidi Kuşadalı İbrahim Halveti’nin de da ifade ettiği gibi, «izn-i mürşide mütevakkıftır».
Halvetiyyede zikir, prensip olarak esma-i seb'a (: yedi isim) denen isimlerle yapılmaktadır. Ancak bu isimlerden hangisinin ne kadar tekrarlanacağına mürşid karar verecektir. Şayet bunlarla zikretmek zararlı bulunursa umumî zikir ve dualarla iştigal emredilmektedir. Bunların başında da Kur'an okumak gelir. Halvetîler zikre istiğfar ile başlarlar; emredilen müddet kadar istiğfardan sonra salat ü selama geçilir ve nihayet mürşidin beyanı veçhile zikir icra edilir.
Zikri, «ruhun gıdası” sayan Kuşadalı İbrahim Halveti onun en erdirici şeklini Kur'an-ı Kerim’de bulmaktadır. Kur'an her salikin haline uyan bir zikirdir. Salikin, bizzat kendisinin seçeceği isim veya cümleyle zikretmesi çoğu kere tehlikeli olmaktadır. Çünkü her ismin veya cümlenin bir tecellisi vardır ve bu tecellinin, durumuna uygun düşüp düşmediği salik tarafından bilinemez. Halbuki Kur'an Allah tertibi olduğu için bütün kulların maslahatlarına uygun tecellîlerle doludur. Onun tecellîlerine korkusuzca teslîm olabiliriz.
Bazı durumlarda, salikin kul tertibi olan evrad ve zikirler ile uğraşması tamamen yasaklanabilir. Kuşadalı İbrahim Halveti’nin de bu yasağa zaman zaman başvurduğu görülüyor. Mürîdine şöyle yazıyor: “Kur'an-ı Azîmüşşan, hakkınıza göre zikirdir, başka zikir ve evrad ile iştigal yüzün göstermeyesiniz”.Böylesine önemli ve feyizli bir zikir olan Kur'an'ın, tam istifade için, belirli şartlar altında okunması gerekir. Her şeyden önce zakir Kur'an'ın tertîbine dokunmayacaktır. O tertib “Levh-i Mahfuz tertibi” olduğu için, zakirin onu bir takım takdîm ve te'hirlerle değişikliğe uğratması, beklenen ilahî feyiz ve tecellîyi engelleyebilir veya aksatabilir. O halde Kur'an'dan seçmeler yaparak bir vird vücuda getirmek doğru değildir. Onu, mushaflanmızda yeralan tertîb üzre okumalıyız. Kuşadalı İbrahim Halveti , Kur'an'ın mana ve lafzı gibi tertîbinin de ilahî olduğuna dikkat çekiyor.
İkinci şart olarak, bu okuyuş, Kur'an'ın evvelinden ahirine tekrar, tekrar hatimler şeklinde olmalıdır.Üçüncü şart da, Kur’an’daki anlamı inceden inceye düşünerek okumaktır. Bu, «düşünerek okuma» keyfiyetini ifade için mektûbatta «tedebbür-i ma'anî», «tefekkür-i ma'anî» ve «teemmül» tabirlerinin kullanıldığını görüyoruz. Nihayet Kur'an-ı Kerim'i teennî ile (: aceleden kaçınarak) ve ta'zîm tavrı içinde okumak ve tashîh-i hurüf (:harf-leri gerektiği şekilde telaffuz) a da dikkat etmek lazımdır.
Sulûku tekke dışında yürütmeyi esas alan bir mutasavvıf sıfatıyla İbrahim Halveti, zikir için mekan, hatta zaman tayinine lüzum görmez. Her yerde ve her zamanda zikredilebilir. Zikr için belirli zaman ve mekan kaydı koymayan Kuşadalı İbrahim Halveti, zikir meclisleri teşkiline müsaade etmektedir. Fakat bunun çok ağır şartlarla bağlandığı hemen dikkatimizi çeker. Bu şartlar: Fenafi'ş-şeyhe mazhar bulunmak ve dünya çıkarlarından uzaklıktır. Kendisinde bu iki şart mevcut olmayanların zikir meclisi teşkîl etmeleri veya teşkîl edilmiş meclise girmeleri, sadece zarar getirir. Şartları yerine getirilen bir zikirde vecd ve coşkunluk zuhur etmişse bunu içimizde hapsetmek yerine izhar etmeliyiz. Kuşadalı İbrahim Halveti’nin tabiriyle, «coşkunluk zuhurunda aşkı yutkunmayarak ağlıya ağlıya sema'-i Mevlana etmeli». Demek oluyor ki Kuşadalı İbrahim Halveti, bir halveti olmasına rağmen mevlevî semaına müsade etmekte, bunun da ötesinde onu övücü ifadeler kullanmaktadır.
***
TEKKELER HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ
Kuşadalı İbrahim Halveti sulûkün tekke dışında tamamlanmasını tarîkatının aslî prensipleri arasına koyarak, kendine has bir sülük anlayışının en önemli adımını atar. Bir kaza sonucu yanan tekkesinin yeniden inşaını isteyenlere engel olmuş ve sebep olarak da tekkelerden feyzin kaldırıldığını söylemiştir. “Tekkesi yandığı zaman halîfesi Ahmed Îzzet'e şöyle der:
“Keyfine bak izzet, masivayı yaktın !”
Kuşadalı İbrahim Halveti, tekke devrinin kapandığı yolundaki düşüncesini şu gerekçelere istinad ettirmekten çekinmemiştir: “Zamanımızda (: Fî zamanina) tekkelerde sulûk ve irşad etvarı yok.” “Tekkeleri meyhane, kerhane ediyorlar”. “Sofîlik taç ile aba oldu Hayfakim marifet heba oldu.”
Sulûk ve irşadın zamana, salikin durumuna göre şekil ve tavır kazanacağım beyan eden Kuşadalı İbrahim Halveti, yaşadığı devirden itibaren sulûkün tekkelerde yürütülmesini mümkün görmemekte ve 13 asır süren tekke tatbîkatından rücü' edilmesi gerektiği fikrini savunmaktadır. İlk tekkenin hicri 150/767 ‘de ölen ve Sûfî diye anılan Ebü Haşîm tarafından, Şam'ın Remle mevkiinde yaptırıldığı söylenmektedir.Buna göre ilk tekkenin h. 100-150 yılları arasında inşâ edildiğini kabul mümkün görünmektedir.
Rabıtasında meleke peyda etmiş salikler için zaman ve yer tayinine lüzum kalmamıştır, herkes bulunduğu yerde sulûkünü sürdürecektir. Bu, bir bakıma, bütün yeryüzünü bir tekke olarak görmektir.
Sulükün tekke dışında yürütülmesi, diğer bir ifadeyle tekke yerine bütün yeryüzünün ikame edilmesi ne demektir? Ve böyle bir sülük nasıl gerçekleştirilecektir? Kuşadalı İbrahim Halveti ‘nin bu sorulara cevabı şudur: Bidayete rücü'(=Başlangıca dönüş) Bidayete rücü' kavramıyla ilgili olarak getirdiği izahlardan bunun, Rasulullah (s.a.v.) devrine dönmek olduğunu anlıyoruz. Şimdi, bu noktaya açıklık getiren bir beyanım okuyalım: «Evler istirahat için, camiler ihfaen ibadet için olmasına binaen tekkeler yapılıp cehren çalışması için mukaddem işaret olunmuş idi. Şimdi tekkeleri meyhane, kerhane ediyorlar. Evailde sülük gaza ile; ta'addüd-i esma dahi yok. Sonra ülke kavgası zuhuru ile gaza ile sulûkte inkıraz zuhur edip sonra istirahata ve ihfaen ibadete halel getirilmeyecekleyin olan mevazı'da, gerek bûyût-i vasi'ada, ve gerek kırlarda ihvan, rabıta birliği ile böyle çalışırlar iken o mahallerde dahi türlü fesat zuhürundan sonra tekkeler ihdası işaret olundu. Şimdi vakitler, mukaddeme-i zuhûr-i Mehdî kuddise sirruhu'dur. Yine vara vara onun vaktinde sulûk gaza île olacaktır. Şimdilik bir mevzi'da zikrolunması devam-i adet elvermez, îstirahata halel getirilmeyecek mevzi'da ve sibyan işitmeyeceği mahalde ve rabıtası olmayan ve rabıtasında meleke birliği olmayanlardan tehaşî ederek mahal tesadüf eder ise edivermelidir. Yoksa yok. îmdi, kesret lazım değil, olur ise bile, bila halel olmalıdır. Keçi gibi olmalıdır, keçi mekan tutmaz.»
İlk tekke, hicret sonraki ikinci yüzyılda yapıldığına ve bundan önce, evler ve kırlarda zikir meclislerinin teşkil edildiği bir devir geçtiğine göre sulûkün gaza ile gerçekleştirildiği » evâilin Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidîn devri olduğu, rahatlıkla söylenebilir. O halde evaile dönmek, devr-i peygambere avdet manasını taşır. Yukarıdaki sözler, ayrıca, Kuşadalının, Hz. Peygamber devrinden sonra gazaların ülke fethetmek kavgası haline dönüşmek suretiyle îslamî manalarını yitirdikleri yolunda bir kanaate sahip bulunduğunu da göstermektedir. Gazalar, o aslî manalarım kaybettikleri içindir ki Allah’a vasıl olma cehdi gaza meydanların-dan tekkelere nakledilmiştir. Fakat tekkeler de giderek bozulmuş ve meydanlara çıkma zamanı tekrar gelmiştir. Kuşadalı İbrahim Halveti, avdet eden «gaza ile sulûk» devrinin mukaddimesi olarak kendi yaşadığı zamanı (19.yüzyılı) gösteriyor.
Kaynak : Dr.Yaşar Nuri Öztürk , Kuşadalı İbrahim Halvetî , İstanbul 1982
_________________ " Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."
En son arsiv tarafından 02.03.09, 17:49 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
|