Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Önderimiz - Mürşidimiz: Şeyh Şamil k.s.
MesajGönderilme zamanı: 06.05.11, 10:08 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.12.10, 00:24
Mesajlar: 424
Şeyh Şamil Karşısında Resul Hamzatov

-San'atta İdeolojinin Tükenişi- (1)

Dr. Hayati Bice


Bu makalede Dağıstan'ın çağdaş Avar şairlerinden Resul Hamzatov örneğinde 1917 ihtilalini takip eden tarihî gelişim neticesinde Sovyetler Birliği'nde yaşamak durumunda kalan Türk ve müslüman san'atçıların karşı karşıya bulunduğu dramatik yol ayrımını belirtmeğe çalışacağız.

Aslen Avar olan Resul Hamzatov hem Avarca ve hem de Rusça eserler veren kuvvetli bir şairdir. Ayrıca Sovyetler Birliği Yazarlar Demeği'nin ve Komünist Partisi’nin kayıtlı bir üyesidir. Babası Hamzat Tsadasa da ünlü bir şairdi.
Resul Hamzatov'un bu incelememizde kaynaklık eden eseri, "Benim Dağıstanım" 1984 yılında Mazlum Beyhan'ın çevirisiyle Türkiye'de yayınlandı. Ancak daha 1968 yılında Münih'de neşredilen "DERGİ"de Dr. Edige Kırımal bu kitapla ilgili olarak bir tanıtma yazısı yayınlamıştı. Türkçe çevirideki ikinci kitabın sonunda 25 Eylül 1970'de ikinci bölümün tamamlandığı yazarın dilinden belirtilmiştir. Dr. Edige Kırımal bahsedilen yazısında şunları belirtmektedir:

"Sovyetler Birliği'nde 1967'de, tanınmış Sovyet Dağıstan şairi Resul Hamzatov'un "Benim Dağıstanım" adlı yeni bir mensur eseri yayınlanmıştır. Bu kitabın "istidat" başlıklı bir bölümü Resul Hamzatov'un bir dostu ve bugünkü Sovyet Türkistan'ı yazar ve şairleri arasında en ziyade millî ruha sahip olarak tanınan Sovyet Kırgız Türk Yazarı Cengiz Aytmatov'un büyükçe bir "önsözü" ile beraber "Sovyetskaya Kırgıziya" gazetesinin 6-7 Ocak 1968 tarihli nüshalarında yayınlanmış bulunmaktadır. Bilindiği gibi Resul Hamzatov ve Cengiz Aytmatov kendi edebi eserlerini iki dilde yazmaktadırlar: Birincisi ana Avar dilinde ve Rusça; ikincisi ana Türk dilinin Kırgız lehçesinde ve Rusça.

Cengiz Aytmatov önsözünün başında Dağıstanlı dostu Resul Hamzatov'un çeşitli memleketlerin geniş okuyucu kitleleri arasında tanınan, eşi bulunmaz, son derece milliyetçi bir şair olduğunu açıkça belirtmektedir. Aytmatov, "Benim Dağıstanım" kitabının Sovyetler Birliği'nde "1967'nin bir numaralı yayın hadisesi" olduğunu söylüyor.

Aytmatov'un "önsözü"nden hemen açıkça anlaşılıyor ki Resul Hamzatov'un "Benim Dağıstanım" eseri Rus dilinde yayınlanmış olduğu halde, muhteviyatı bakımından son derece millîdir ve Sovyet basmakalıp eserlerinden tamamıyla farklıdır.

...Eserde açıkça görülmektedir ki. Resul Hamzatov Kuzey Kafkasyalı -Dağıstanlı'nın Kuzey Kafkasyalı-Dağıstanlı olarak doğduğu ve kaldığı ve O'nu Rus ve Moskovalı'ya çevirme yolunda gösterilen bütün çabaların eninde sonunda O'nun "Kuzey Kafkasyalı" ruhu kayasına çarparak parçalandığı fikrini cesaretle savunmaktadır. O, Dağıstanlı genç aydınlar kuşağının bir çok hususlarda dikkatini çekmekte ve onu uyarmaktadır.

Gerek Resul Hamzatov'un yeni "Benim Dağıstanım" kitabı, gerekse Cengiz Aytmatov'un bu eser hakkındaki "önsözü" Kafkasyalı ve Türkistanlı Sovyet millî şair ve yazarlarının kendi millî edebiyatlarının pozisyonunu büyük bir gayretle ve sebatla savunmağa devam ettiklerini ortaya koymaktadır" (2).

Resul Hamzatov'un bir mensur otobiyografi olarak adlandırabileceğimiz "Benim Dağıstanım" kitabı, aynı zamanda şairin çeşitli alanlardaki -genellikle dil, tarih, edebiyat- özgün fikir ve görüşlerini sergilemektedir. Bu fikir ve görüşler adeta şairin kendi kendisiyle sohbeti gibidir. Bu arada şair, herhalde zorunlu olarak, bazı dogmatik tekerlemelere -çok az da olsa- yer vermek ihtiyacını hissetmiş olsa gerek. Ancak en önemlisi şair yüzyılımızın ilk yarısında cereyan eden büyük olaylar sonrasında ortaya çıkan yeni insan-toplum ilişkllerini anlatırken ortaya çıkan spontan görüntüler Sovyetler Birliği'ndeki toplumsal yapının da adeta "vesikalık" fotoğrafını vermektedir. Böylece kitabı dikkatle okuyup zihninde değerlendirebilen okuyucunun Sovyet düzeni üzerine yazılmış reddiyelerden çok daha anlamlı sonuçlar çıkarabileceği muhakkaktır.

Kitapta yer alan yüzlerce dikkate değer nottan bizim için en yararlı olduğuna inandığım kısımlar, Kuzey Kafkasya'nın unutulmaz mücahidi İmam Şamil -ki o da şair gibi Dağıstanlı bir Avardır- üzerine olanlardır. Bu notlarda Dağıstan'da İmam Şamil'in halen de en mümtaz bir mevkide yer alarak, kuşaktan kuşağa cihadının manasının aktarılmağa çalışıldığı gözden kaçmamaktadır. Bu durum ülkemizin kimi tarihine yabancı aydınlarının geçmişi inkar-kötüleme gayretlerinin vahameti hususunda hepimizi tekrar uyarmalıdır.

Resul Hamzatov'un İmam Şamil ile olan ilişkisi millî köklerinden kopmuş bir edebiyatın olduğu kadar, ısmarlama edebiyatın da (ısmarlayan -hangi içgüdüyle olduğu bilinmez- yazarın kendi olsa bile) dramatik sonuna ışık tutmaktadır.
"1917 inkılabından sonra Rusya'da kurulan komünist rejimin Kremlin'deki yöneticileri 25 yıl süreyle Kuzey Kafkasya'yı Çarlık Rusyası emperyalizmine karşı savunmuş olan İmam Şamil'in kahramanlığının dile getirilmesi başlarda sakıncasız görülmüştü. Ancak Lenin'in ölümünden sonra yerine geçen Stalin ve onun işbirlikçisi Beria böyle düşünmediler. Ancak onlar İmam Şamil'i kötüleme "işini" Kuzey Kafkasyalılar arasından bir kimseye kabul ettirebileceklerinden şüpheliydiler. Bu nedenle bu "işi" müslüman Türk Azerbaycan'ın Merkez Komitesi Sekreteri olan Bagirov'a vermeyi uygun buldular.

"İşi" kabul eden Bagirov, S.S.K.P. adlı dergide yazdığı bir yazı ile (ki bu yazı daha sonra bir broşür olarak da yayımlanmıştır) İmam Şamil'in hiçbir zaman kahraman olmadığını, O'nun ancak İngiliz ve Türkler'in paralı bir casusu olduğunu anlatmağa çalışıyordu.

Bagirov'dan sonra Resul Hamzatov İmam Şamil'i kötüleme "görevine -kendi beyanına göre- hiçbir emir almadan kendi kendine talib oldu ve becerikli kalemine sanlarak "İmam" adlı manzumesini yazdı ve 1951 yılında "Tsk-Vlksm" ve "Molodaya Gvardıya" adlı dergilerde yayınlattı. Daha sonra yazdığı bir kitabına bu şiiri alan Resul Hamzatov bu arada "Stalin" mükafatına da mazhar olmuştu.

En büyük düşmanı olmasına rağmen Çar I. Nikola İmam Şamil için bu şiirdeki kadar ağır kelimeler kullanmamış. Çar II. Alexandre ise esir düşen İmam Şamil'e ününe yakışır biçimde muamele etmiş ve şahsına saygılı olmuştu. Oysa "bizim" Resul Hamzatov İmam'ın mukaddes ölümüne bile "geberdi" demekten kaçınmamıştı. Şair, aynı şiirinde Stalin'in yarısını öldürttükten sonra kalan yarısını da toptan sürgün ettirdiği, her zaman Avarlar ile kader birliği etmiş, Kafkasya'nın savunmasmda Şeyh Şamil'in güvenilir ve sadık müridleri olarak savaşmış olan Çeçenler için "kurtlar", İnguşlar için de "yılanlar" tabirini kullanıyordu. Yine 1920'lerde Dağıstan'ın bütünlüğü için harekete geçen alim Necmeddin'i "göbekli koyun sürüleri sahibi ve sahte imamların sonuncusu" olarak gösterirken, Ruslar için de "hem öğretici hem de kardeştirler" demekteydi.

Stalin öldü, Beria'yı da kendileri öldürdüler. Kruşçev iktidara gelince İmam Şamil'in itibarını iade ettiler. O zaman "bizim" Resul Hamzatov yeniden kollarını sıvadı ve "Benim Dağıstanım" adlı kitabında İmam Şamil aleyhinde yazdıklarından büyük pişmanlık duyduğunu itiraf etti (3).
Şimdi Resul Hamzatov'un İzdatelstvo Tsk-VIksm adlı ve 1952 tarihli eserinden İMAM başlıklı manzumeye geçebiliriz:

***

İMAM

İngilizler ona itina ile bir sarık sardılar,
Türkler de sakalını dikkatte kınaladılar,
Daha önemlisi Kur'an'ı eline verip
Çelikten bir kılıçla ortaya saldılar.
İşte size dağlıların imamı ki,
O Allah'ın yeryüzündeki vekili.
O ilkin, kılıcıyla Dağıstan evlatlarını biçti.
Dağlı itaatli değildi, Şamil'in önünde kabahatliydi.
Sonra sıra Rus evlatlarındaydı,
"Dinsizleri kesiniz" diye cihad ilan etti.
Ne getirdi İmam'ın hak ve din kılıcı?
Ne kazandırdı, neyi korudu, kimin içindi bu cihad?
Dumanlarla kaplanmış avullarına yıkıntı ve korku;
Haydutlara bolluğu, hakikatli(!) mollalarına hilebazlığı.
Neler korudu onun çekilmez istibdadı?
Kara perdesi yalanın, açlığın ve can korkusunun.
Ekinler için yangınlar, milleti için haksızlık, cehalet.
Yılanlara yatak oldu, Çeçenistan ormanlarında yuvalar.
Ölülere mezar, yaralılara ölümden de beter ızdırablar,
Yavrulara yetimlik, dullara sonsuz iniltiler.
İmam için yok yoktu, yetmezdi onyedi katırda altınlar,
Şöhreti ve yedi karısı...
Neyi korudu o İmam'ın kanlı kılıcı?
Puşkin'in tatlı ve aydınlatıcı nağmeleri
Bizim dağlılara mıydı?
Yegane dostluk yıllar sonra gelecek,
Milletlere mutluluk, kardeş birliği verecek.
Neyi korudu o İmam'ın idaresi?
Zenginlere vatan topraklarım toptan ve perakende satmayı,
Dağıstan evlatlarım sağa, sola dağıtmayı.
İngiliz ve Türk'ün araba tekerleği altmdaki toprağa
Hazırdı İmam rütbe ve şöhreti uğruna
Dağıstan evlatlarının kanlarını karıştırmağa.
Ama dolanan at Gunib'in tepesinde topallamıştı.
İhtiyar İmam kalbinin güçsüzlüğünden şikayete başlamıştı.
İmam affi buldu ama ihtiyarlığından değildi.
Merhametinden çarın sağlam ip yerine
Esirinin karnını tok tutmalarını emretmişti,
Koşudan önce beslenen bir ata benzemişti.
O Rus evlatlarına dağlarda kıyan
Dağıstan evlatlarını at yemi haline koyan
O haindir dağlarda İmam unvanını taşıyan
Rusya'da Çar adı taşıyana yakındı.
İkisinin de eli milletlerinin kanıyla yıkanıktı.
Keder ekerlerdi ikisi de, benzerlikleri bundandı.
Sevgili Şamil'ine "Canın istediği gibi hareket et
Davetlim, misafirim ve kardeşim,
Her zaman sarayımda konuğumsun" derdi.
Böylece son buldu İmam'ın yirmibeş yıllık yalanı,
Gebermek için bile O, Dağıstan'a dönmedi.
Çeçen kurtlarıyla, yılan İnguşlara gerekti cesedi.
İngilizler gömdü O'nu Arabistan'ın kumlu tepelerine.
Sağdır hala kılıcı, sabahın gök gürültüsü
Dağlara yayılmış uğultulu bir kuvvet gibi.
Bu kanlı kılıçla benim aydınlanmış dağlılarıma
Yine sokulmuş Londra, yine İstanbul gelmiş.
Yeni kayışlarıyla bir göbeğe sarılmış,
Büyük koyun sürüsü sahibinin (4) yeni cihad dilemek için.
Ama millet akıllandı, o sahte İmam'ların sonuncusuydu.
Dağlılar biliyorlar, Ruslar hem öğretici, hem kardeştir!
Rus komünistiyle yürüdü, dağlıların çetecileri
Saadet ve dostluk sembolü bayrağı onlar Gunib'e diktiler.
Cihadcılar yine o paslı kılıcı biliyorlar,
Kendilerine bela olması için.
Büyük dostlukla mutlu zamana geldik.
Toprağımıza kılıç kaldıran dayak yiyecek;
Diyor şimdi benim Dağıstanım'ın evlatları,
Bunu bizim Rusya, bunu bütün insanlar bilecek.

***


İmam Şamil hakkında böylesi bir şiir yazma cür'etini gösteren soydaştan da yakını boydaşı şaire duyduğunuz kötü duyguları tahmin edeblliyorum. Ancak bu satırları yazarken eli titrememiş olan şair 1961 yılında yazdığı bir başka şiirle İmam Şamil'in ruhundan özür diliyor ve kendini asla affetmeyeceğini söylüyordu. Şiirle sürdüğü karaları yine şiirle ağartmağa çalışıyordu bir bakıma.
"Benim Dağıstanım" kitabında bu konuda adeta kendini mahkemeye çıkaran Resul Hamzatov'un bu konudaki beyanları çok önemli noktalarda bilgi vermekte ve ideolojinin koyu gölgesi altında "eser" vermenin yazarı "nereye" götürebileceği hususunda yol göstermektedir. (5)

------------------------------------------
(1) Yazarın Dr. Oğuz Karaçay müstear adıyla yazdığı bu yazı 'Hamzatov ve San'atta ideolojinin Tükenişi' başlığı ile Türk Edebiyatı Dergisi'nin 160. sayısında yayınlanmıştır. Bu yazı Sovyetler Biriiği'nin ilim ve kültür çevrelerindeki Şeyh Şamil değerlendirmelerinin ideolojinin etkisiyle ne kadar değişik yönlere kaydırıldığını ortaya koymaktadır.
(2) Edige Kırımal, "Benim Dağıstanım", Dergi, 51. Sayı, Münih 1968.
(3) Beksultan Batırhan, "İki Ayrı Duyuş ve Davranışın Sahibi Dağıstanlı Şair: Resul Hamzatov", Kuzey Kafkasya Dergisi, İstanbul 1975.
(4) Şeyh Necmeddin Hosatli kastedilmektedir.
(5) Resul Hamzatov, Benim Dağıstanım (çev. Mazlum Beyhan), Düşün Yay. İstanbul, 1984.

KAYNAK: Dr. Hayati Bice, Kafkasya'dan Anadolu'ya Göçler; s.133-139, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları; Ankara-1991.

İNTERNETTEN SİPARİŞ: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=13441


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Önderimiz - Mürşidimiz: Şeyh Şamil k.s.
MesajGönderilme zamanı: 06.05.11, 11:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.12.10, 00:24
Mesajlar: 424
Şeyh Şamil ve Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî

Şamil'in Nakşi yolunun Hâlidiye koluna mensup olduğu kesindir. Ancak bu kolun kurucusu Mevlâna Halid Bağdadî k.s. ile irtibatı ve irşad anlamında kimlerin eğitiminden geçtiği yeterince çalışılmamıştır. Kaynaklarda ve araştırmalarda Şeyh Muhammed Yerağî ve Seyyid Cemaleddin Kumukî gibi isimlere rastlanırsa da, genelde irşad faaliyetlerine pek değinilmez.

Mevlâna Halid'in hayat ve menakıbına dair yazılmış iki eserden birincisi olan el- Mecdü't - Tâlid'de herhangi bir kayda rastlanmazken, Şemsü's - Şümûs'ta Şeyh Şamil ismi Mevlâna Halid'in halifeleri arasında anılıyor:

“Âlim ve fâzıl mücâhid ve kâmil İmam Şamil Dağıstânî (Allah sırlarını takdîs etsin).” (Mevlânâ Hâlid el- Arûs , Şemsü'ş-Şümûs, Güneşler Güneşi, Mevlânâ Hâlid -i Bağdâdî, trc . H. Hasan Şükrü, sad. Mahmud Parlar, İstanbul 1976, s. 176)

Bir araştırmada da Mevlâna Halid'in tarikatını Kafkasya havalisinde temsil yetkisini iki halifesine havale ettiği belirtilerek, Şamil'le irtibatlı Hâlidî şeyhlerinin isimleri veriliyor:

“Muhammed Mehdî-i Dağıstânî ve Şeyh İsmail Şirvânî (1277/1870) ile de, Kafkasya ve Kazan bölgelerinde tarikat neşrine muvaffak olabilmiştir. Şirvânî'nin halifeleri arasında Şeyh Şamil (1288/1870) başta gelmektedir.”

(İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet Tekke Münasebetleri, İstanbul 1984, s. 246.)

***

"O Resim Şahid Olsun!"

Şamil'in hayatından kesitler alınmaya kalkıldığında, neyin seçileceği ciddi bir problemdir. Fakat kuşkusuz onun en bariz vasfı etrafında adeta manyetik bir alan oluşturmuş gibi gözüken tamamıyla tebellür etmiş saf, katışıksız imanıdır. İşte bir örnek:

Esir olarak Petersburg'a geldiği ilk günlerde vakit girer girmez namazını eda etmek istedi. Rus yetkililer saray kilisesinde Şamil'e namaz kılacak bir yer hazırlamak üzere derhal harekete geçtiler. Hıristiyanlara ve bilhassa en büyük din düşmanları tanıdıkları Ruslara ait bir mabedde Şamil'in namaz kılabileceğini bir türlü kabullenemeyen naipler hayretler içinde kalmışlar ve İmamlarının tavrını heyecanla takip etmeye koyulmuştular.

Mabeyn hademeleri saray kilisesinin bir köşesine henüz yıkanıp ütülenmiş sakız gibi temiz ve beyaz keten yaygılar getirip sermişler ve Şamil için hususi bir yer hazırlamışlardı.

Şamil bu kilise köşesindeki beyaz örtülerin üzerinde hiç tereddüt etmeden kıbleye dönmüş ve namaza niyet etmişti.

Halbuki Şamil'in tam karşısına rastlayan duvarda büyük bir Meryem Ana tasviri asılı bulunuyordu. Bu resmi o beyaz örtülerden bir kısmı ile örtmek üzere adamlarının büyük bir telaş ve titizlik gösterdiklerini gören Şamil:

- Bırakın , ilişmeyin. Yarın huzur-ı ilâhide o da şahit olsun ki, Şamil burada bile namazını geçirmemiştir, demiş ve büyük bir huzur içinde ibadetini ifa etmişti.

(Tarık Mümtaz Göztepe, Dağıstan Arslanı Şeyh Şamil, İstanbul 1970, s. 446)

***

Mescid-i Haram'daki Muhteşem Manzara

Yıl 1870. Mekke-i Mükerreme'de , Mescid -i Haram'da bulunan ziyaretçiler tarihi bir olaya tanıklık ediyorlar. 70'li yaşlarında keskin yüz hatlarına sahip, çatık kaşlı, ciddi, vakur, başında sarığı andıran, ancak Hicaz'da pek rastlanmayan türden bembeyaz papağıyla, üzerine düşeni yapmış fakat o çok arzuladığı sonuca ulaşamamış, yine de vazifesini ifa etmiş olmanın huzuru üzerine sinmiş, hareketlerine ve duruşuna yansımış, etrafında en küçük bir işaretini emir sayan adamlarıyla, yetmiş küsur yıllık hayatını dolu dolu yaşadığı her halinden belli ak sakallı bir ihtiyar gözyaşları içinde Kâbe'yi tavaf etmektedir. Aslında Kâbe'yi yine tavaf etmek isterdi ama bu şartlarda değil. Belki müslüman bir ülkenin devlet başkanı veya görevini başarmış, hedefine ulaşmış, emaneti ehline teslim ederek son günlerini mukaddes beldelerde geçirmek, hatta nasip olursa orada can vermek, Sahabe-i Kiram'la kıyamete dek yan yana yatmak üzere gelmiş bir mücavir olarak...

Bu zat yaklaşık 10 yıl erat, 20 yıl da komutan olarak en meşhur generallerin emrindeki sayıca ve teçhizatça kendisinden kat kat üstün Rus ordularına karşı kahramanca bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi vermiş Şeyh Şamil'den başkası değildi.

Hacılar bu efsane şahsiyeti bir kez olsun dünya gözüyle görebilmek için büyük izdihama sebep olmuşlardı. Osmanlı hac yetkilileri can kaybına ve yaralanmalara meydan vermemek için son çare olarak Şeyh Şamil'i Kâbe'nin içine soktular. Zira aşırı sevgiden kaynaklanan taşkınlık onun canını da tehlikeye atmıştı. Fakat halkın arzusu bir şekilde karşılanmalıydı. Kâbe'nin içindeki merdivenden dama çıkarılan Şamil, elini kaldırıp dudaklarını kıpırdattığında, hacılar büyük bir sevinç ve coşkuyla selama mukabele ettiler. Akabinde hançereleri yırtarcasına haykırılan tekbir nidaları Mescid -i Haram'ı çınlattı, Sefa ve Merve tepelerinde dalgalandı, Ebu Kubeys dağında yankılandı ve kim bilir nerelere ulaştı. Sanki bu rağbet ve selamlaşma ona ahirette verilecek mükafatın müjdesi gibi idi.

Şamil hac vazifesini yerine getirdi. Herkes yaşlı Kafkas kartalını misafir etmek, sohbetinde bulunmak, onunla aynı ortamı paylaşmak için adeta yarışıyordu. Aynı zamanda Mevlâna Halid -i Bağdadî'nin halifesi bir Nakşî şeyhi olan bu büyük dava adamı, mücahid ve kahraman zat, kısa süre sonra Hicaz Rifaî Şeyhi'nin kucağında, başını onun göğsüne yaslamış bir vaziyette son nefesini verecektir.

O, Rasulullah'ın şaşmaz bağlısı ve sevdalısı olarak zaten hep mukaddes topraklarda ölmek ve oracığa defnedilmek istemişti. Belki de bu ölüm ve Cennetü'l-Bâkî'de defin, onun Sünnet'e bağlılığının dünyadaki son ödülü ve taçlandırılmasıydı.

***

Kaynak: http://www.dagistan.net


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Önderimiz - Mürşidimiz: Şeyh Şamil k.s.
MesajGönderilme zamanı: 11.05.11, 09:17 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.12.10, 00:24
Mesajlar: 424
“ŞAMİL'E DOKUNMA! DOKUNURSAN ÖLENE DEK YAKANI BIRAKMAZ”

Resul HAMZATOV


"Şimdi anımsamak bile istemediğim bir iş yaptım ben gençliğimde. Dostlarım bunun üzerine bana çok sövüp saydılar; tüm bu sövgüler benim için bir ceza oldu. Ama asıl büyük cezayı ben içimde taşıyorum ve bundan daha ağır bir cezayı bana hiç kimse veremez.

BABAM DERDİ Kİ: Eğer yakışıksız, eğer utanç verici bir iş yaptıysan nice dua etsen, boş, olan olmuştur, yaptığını geri çeviremezsin.

BABAM YİNE DERDİ Kİ: Utanç verici bir iş yapan ve aradan birkaç yıl geçtikten sonra pişman olmaya başlayan kişi, borcunu dolaşımdan kalkmış geçmez parayla ödemek isteyen adama benzer.

VE BABAM YİNE DERDİ Kİ: Eğer sen kötülüğe izin vermiş, "var git kime ne edersen et" demişsen ve onu bulunduğu yerden çıkarıp özgürlüğüne kavuşturmuşsan, kötülüğün daha önce oturduğu yeri dövmekte ne yarar var?
Öküzleri kaçırmışlar, sen ahırın kapısına ağır kilitler asıyorsun, anlamı var mı?
Bütün bunlar böyle. Ve kavga bitti mi, artık yumruk sallanılmaz, bunu da biliyorum. Ama okurlar zaman zaman yazıp anımsatıyorlar, yaramı deşiyorlar. Sanki pencereme küçük küçük taşlar atıp,
-Hey, Resul Hamzatov- diyorlar, -pencereye çık! Çık ve bize, okurlarına anlat: bütün, bunlar nasıl ve niçin oldu?
-Ne anlatayım size okurlar?
Bedeninin herhangi bir yerine saplanan oku çekip çıkarabilirsin, ama ya yüreğine saplanan ok?
-Öyleyse biz anlatalım sana 1951 yılında yazdığın bir şiirde Şamil'e kara çalıyordun. 1961 yılında yazdığın bir şiirde ise aynı Şamil'i göklere çıkartıyordun. Her iki şiirin de altında aynı imza vardı: Resul Hamzatov. Şimdi biz birşeyi öğrenmek istiyoruz: Bu Resullerin ikisi de aynı Resul mü? Ve biz hangi Resul'e inanacağız?
Sevgili okurum, yaşını bilmiyorum, belki çok gençsin. Ama yaşamında hiç aşmak zorunda kaldığın sınırlar, güç dönemler oldu mu? Benim oldu. Duygularımı iyice anlamadan sevmiştim bir kez. Sonra da pişman olmuştum.
Daracık bir sokakla birbirinden ayrılmış, pencereleri karşı karşıya evler vardır, İşte komşular pencerelerine çıkıp birbirlerine sövmeye, birbirlerini suçlamaya başladılar. Yaşlı komşu genç komşuyu, genç komşu yaşlı komşuyu suçluyor. Ben bu sövüşen komşulara benziyorum, ama her iki pencerede duran da benim. Yalnız pencerelerin birinde gencim, ötekinde şimdi olduğum gibiyim.
Zaman gözlerimi kamaştırdı, tıpkı güzel bir kızın aptal bir delikanlının gözlerini kamaştırması gibi. Güvey geline bakar gibi bakıyordum herşeye, en küçük bir eksikliği bile ayrımsayamadan.
Ciddi konuşacak olursak, zamanın bir gölgesiydim diyebilirim. Bilinen sözdür; Değnek niceyse, gölgesi de oncadır. Bir ara, Şamil'in bir İngiliz-Türk ajanı olduğu ve halklar arasında düşmanca kışkırtmalar yaptığı resmen kabul edilmişti. Ben de bu savın ileri sürüldüğü eve, bu evin sahibine inanmış ve Şamil'in içyüzünü(!) dile getiren o şiiri yazmıştım.

Şimdi, beni avutmak için olacak, zaman zaman şöyle diyor dostlarım bana:
-Kulağımıza çalındığına göre sen bu şiiri sipariş üzerine yazmışsın, zorlamışlar seni böyle bir şiir yazmağa.
Doğru değil bu! Hiç kimseden baskı görmedim, hiç kimse zorlamadı beni. Kendim, isteyerek yazdım o şiiri ve kendi elimle götürdüm yazı kuruluna. Arapça tek bir sözcük bilmediği halde Kur'an'ı satır satır bellekten okuyan, dolayısıyla okuduğundan hiçbir şey anlamayan, ama yine de tatlı bir heyecan, bir kendinden geçiş, coşkunluk duyan kişilere benziyordum o sıralar.
Zamanın bir gölgesiydim ve ozanın bir gölge olamıyacağını, ozanın küçük mü yoksa güneşten bile büyük mü olduğuna bakmaksızın her zaman bir ateş olduğunu, bir ışık kaynağı olduğunu bilmiyordum. Işık gölge vermez, ışık yalnızca ışık verir.
Bunu sanırım oldukça geç anladım. Ama neylersiniz, elmalar bile tür tür oluyor. Bir tür elma çabucak kızarıyor, göz dolduruyor, bir tür elma ise ancak güzün olgunlaşıyor. Ben, anlaşılan, güzün olgunlaşanlar türündenim.
İşte böyle...
Yarama gelince, onu hep içimde taşıyorum.

ŞİİR

Yine o eski, o iyileşmemiş yara
Yüreğimi yakıyor,
Dedemin bir masalıydı O.
Ta çocukluğumdan bilirim
Onun üstüne ne söylenmişse köylerimizde.
Bir masaldı O, yaşamla içice geçmiş
Kulak kesilirdim her dinleyişimde
Ve gün kavuşurken kızaran bulutlar bana
Onun komutasındaki savaşçılar gibi gelirdi.
Dağların türküsüydü O, annemin de söylediği
Hiç unutamadığım çocukluğumdan beri
O tertemiz gözlerindeki pırıl pırıl yaşlar
Kuytu ormanların çiğleriydi sanki.
Bir resmi asılıydı evimizde, asker giysili
Seyreder dururdu öylece bizi
Solaktı, sol elinde tutardı kılıcını
Sağ yanında asılıydı tüfeği.
Anımsıyorum, bu koca savaşçıydı
İki ağabeyimi cepheye uğurlayan
Ve izleyen tank yapılsın diye bacımın
Bileziklerini verişini, asılı olduğu duvardan.
Ölümünden az önce babam
Bir destan yazmıştı Onun üzerine
Ama yazık! Kara çalındı kahramana
Söylentiler çıkarıldı arkasından.
Bu beklenmeyen acı olmasaydı
Belki yaşıyor olacaktı babam
Ve ne yazık, ben de katıldım bu kara çalıcılar korosuna,
Düşünülmeden bestelenivermiş kötü bir şarkıyla.
Çeyrek yüzyıl boyunca atalarımız
Elde kılıç yere serdiler düşmanı
Oysa ben şaşırıp çocukça bir şiirde
Düşmanın adamı diye gösterdim kahramanı.
Geceleri her yerde onun ayak sesleri
Işığı söndürdüm mü pencerede görünen O
Ahulgo'nun yiğit savunucusu oluyor kimi kez
Gunib'li bir ihtiyar ya da, giriyor içeri.
"Çok savaşlar yaşadım" diyor, "çok kanım aktı
Tam ondokuz kez yaralandım
Yirminci yarayı sen açtın bana
Sen açtın ağzı süt kokan çocuk."
"Hançer yaraları aldım, kurşun yaraları aldım
Ama senin açtığın yara çok daha büyük acı verdi
İlk kez bir Dağlı'dan yara aldım
Bundan daha büyük aşağılanma yoktur bir Dağlı için."
"Gazalarımı bugün belki hafife alıyorsun
Ama bu, dağlar bu gazalarla savunuldu.
Ben de görüyorum, silahım oldukça eskimiş
Ama özgürlük dağlara bu hançerin ucundan geldi."
"Durup dinlenmeksizin savaştım o dağlı inadımla
Şölenler, keyif meclisleri nedir bilmedim
Ozanlara kamçıyı çaldığım da oldu
Aşıklara acımasız davrandığım da."
"Onlara sert davranırken yanılıyordum belki
Gem vuramazken öfkeme belki haksızdım
Ama senin gibi karaçalıcıları gördüm mü
Hoşgörülü olamadım diye kendimi kınamıyorum..."
Sabaha dek böylece oturuyor, sitemle bakıyor bana:
Odayı dolduran geceyarısı karanlığı da olsa
Kınalı sakalını görüyorum, görkemli
Papağının üzerinde sıksıkı sarığı.

Ne yanıt vereyim Ona ve sana ey halkım
Suçum bağışlanacak gibi değil ki...
Ayrı yol tutmuştu Naib de önderinden
Toy değil üstelik sınanmış bir askerdi üstelik Hacı Murat.
Ayrı yol tuttu ve bataklıkta boğuldu
Böylece de hakettiği cezayı buldu.

...
İmam'a geri mi dönsem acaba? Gülünç bir istek.
Ne yol o yol şimdi, ne de zaman o zaman.
Bu düşüncesiz davranışımdan dolayı
Her gece utanç içinde kıvrandım durdum
İmam'dan beni bağışlamasını diliyorum.
Ama bataklığa düşmek de istemiyorum.
İmam özür kabul etmiyor ama.
Aldattım çünkü onu, beni bağışlamayacaktır.
Toy bir ozanın karaçalıcı dizelerini
Yazacağını kılıçla yazan kişi unutmayacaktır.
Unutmasın... Ama sen, çıldırasıya sevdiğim ülkem
Ve sen halkım, siz bağışlayın suçumu
Doğduğum toprak, bir ananın oğlunu
Bağışlaması gibi bağışla ozanı.


O eski şiirim için Dağıstanlılar beni bağışladılar mı, Şamil'in gölgesi beni bağışladı mı bilmiyorum, ama ben kendi kendimi hiçbir zaman bağışlamıyacağım.

BABAM DERDİ Kİ: -Şamil'e dokunma! Dokunursan ölene dek yakanı bırakmaz.
Haklıymışsın baba.


Resul Hamzatov'un Şeyh Şamil hakkında karaçalıcı 1952'de yazdığı şiirinden duyduğu pişmanlıkla kaleme aldığı "özür dilekçesi" böyle.

Biraz durup düşündükten sonra Resul Hamzatov'un kendi vicdanı ve milleti huzurunda düştüğü bu utanç verici müşkül vaziyetin nedenlerini ele alalım. Buradan hareketle ideolojiye göre yönlendirilen bir şiirin ideolojik değişimlerin zorlamasıyla şairi kısa bir sürede nasıl bitirdiği yolunda çıkarımlarımız olacaktır.

Resul Hamzatov'un deyimiyle "resmen" Stalin döneminde İmam Şamil'in bir İngiliz-Osmanlı ajanı olduğu iddia edilerek, bu iddia gerçekmişcesine her tür kitap ve ansiklopedilere konulmuştu. Dolayısıyla İmam Şamil'in Rus Çarlık ordularına karşı cihadı da resmen mahkum ediliyordu. Stalin döneminin yaygın Ruslaştırma politikası, herşeyi Rus objektifinden değerlendirme çabası gözönüne alınırsa bunu Ruslar yönünden normal karşılamak gerekir. Anormal olan husus kendisi de İmam Şamil'in boyundan olan Resul Hamzatov'un nasıl olup da şair babasının uyarılarına ve halkının yüreğine ters düşerek öylesi bir sövgü şiirini yazabildiğidir. İşte bu noktada "hakim ideoloji"ye şirin görünme içgüdüsü ve şartlanmasmın yattığı inkar edilemez, ki Resul Hamzatov bu işin kendisine sipariş edilmediğim bildirse bile. Çünkü insanların ruhî yapısında zorlayıcı baskılardan ziyade şuuraltına yönelik psikolojik yönlendirmelerin daha etkili olduğu bilinen bir gerçektir. Burada maksadımız kendi boydaşları tarafından iyice sıkıştırıldığı anlaşılan Resul Hamzatov'u gıyabında mahkum etmek değildir. Zaten o Dağlı haysiyetine yakışır bir şekilde kendi hakkındaki hükmü kendi verebilme yiğitliğini göstermiş bulunuyor. Ayrıca şu noktayı da vurgulamak gerekiyor kanısındayım: Şairin belirttiğine göre İmam Şamil hakkındaki bir dönemin "resmî" suçlamaları Dağıstan halkı üzerinde hiçbir tesir yapamadığı gibi aksine, İmam hakkındaki olumsuz flkirlere karşı kendini gösterebilen bir muhalefet dahi oluşmuştur. Şaire, "Bütün bunlar nasıl ve niçin oldu?" diye hesap soran da bu muhalefet olsa gerektir.

Stalin'den sonra işbaşına gelen Kruşçev döneminde Stalin döneminin pekçok kararı tashihe uğruyor ve bilhassa millî konulardaki Ruslaştırma siyaseti kısmen de olsa yumuşatılıyordu. Mesela, 2. Dünya Savaşı esnasında toptan savaş suçlusu ilan edilerek 2 Kasım 1943'de yurtlarından çıkartılan Karaçay-Balkar Türkleri ve 23 Şubat 1944'te aynı muameleye maruz kalan Çeçen-İnguşlann vatanlarına dönme hakları iade ediliyor ve bu işlem Kruşçev tarafından Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin XX. Kongresi'nde yapılan konuşmasıyla insanî olmayan bir hareket olarak tarif ediliyor ve Sovyet Devleti'nin uyguladığı Lenin millî siyaseti prensiplerinin kabaca bir ihlali diye kınanıyordu.

Bu ortamda yaptığı vicdan muhasebesi Resul Hamzatov'u Stalin devresinde "kabaca Ruslaştırma" politikasına uygun düşen eserlerini gözden geçirmeğe sevketmiştir diyebiliriz. Takdire değen bir şey varsa o da Resul Hamzatov'un yaptığı özeleştiriden sonra atalarının ve halkının gösterdiği millî yönde kalemine yol vermesidir. Böylece O, eserlerinde Dağıstan'ın hür havasını, Dağlı'nın zalimlere eğilmeyen "papaklı" başını unutmamak üzere yeniden doğuyordu. Cengiz Aytmatov'un deyimiyle böylece küçük Dağıstan'ın sınırlarını aşarak 'çeşitli memleketlerin geniş okuyucu kitleleri arasında tanınan, eşi bulunmaz, son derece milliyetçi bir şair' konumuna ulaşıyordu.

Resul Hamzatov Şeyh Şamil'den af dileğini sadece bir şiirden ibaret bir dilekçe halinde bırakmamıştır. "Benim Dağıstanım" kitabında Şeyh Şamil'in öğütlerini, hayatından bölümleri yeni nesillere anlatma görevini de başarıyla sürdürmektedir. Ayrı bir yazıda bu konuyu ele almak üzere Resul Hamzatov'a 'keşke o menfur şiirini yazmasaydın da İmam Şamil’in ruhunu incitmeseydin!' demekten yine de kendimi alamıyorum.

KAYNAK: Dr. Hayati Bice, Kafkasya'dan Anadolu'ya Göçler; s.139-145, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları; Ankara-1991.

İNTERNETTEN SİPARİŞ: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=13441


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Önderimiz - Mürşidimiz: Şeyh Şamil k.s.
MesajGönderilme zamanı: 11.05.11, 09:45 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 07.12.10, 00:24
Mesajlar: 424
'Benim Dağıstanım'da Şeyh Şamil

Çağdaş Avar şairi Resul Hamzatov kitabın, "Kısaca Kendime Dair" başlıklı önsözünde sazı eline aldıktan sonra şöyle giriyor söze:

Alıntı:
"Dağlarımın insanları erkenden yetişkin olurlar. Sayıca küçücük bir halkız biz, hani şu bir avuç dediklerinden: topu topu ikiyüz ellibin Avar yaşar yeryüzünde. Ama halkımın ünü, onu kuşatan dağların ardındaki sonsuz bozkırlarda da çağıldar durur. Başı bulutlara değen, çileleri, güçlükleri bitmez tükenmez dağlarımız kartal yürekli insanlar yarattılar. Yürekli savaşçıları, gözüpek cenkçileri için halkım yüzyıllardır büyülü şarkılar söyler durur.

Çocukluğumda bir taşın üzerine oturur, babamın anlattığı birbirinden ilginç öyküleri dinlerdim: yüreğinde sekiz yara olduğu halde, bir kılıç vuruşuyla, düşman atlısını atıyla birlikte ikiye bölen Şamil; üzerine Lev Tolstoy'un da çok güzel bir roman yazdığı Naib Hacı Murat; söylencelere konu olmuş Gidatla'h Hoçbar; yanan bir lamba gibi gölgesi toprağa düşmeyen Çoh'lu güzel Kamalila Başira; seven ve sevilen bütün dağlı delikanlılar, bütün dağlı genç kızlar için birer tılsım niteliğinde olan Mahmud'un sevi şarkıları... üzerine öykülerdir bunlar." (sh. 6)


Biz bu yazımızda Dağlı'nın kuşaktan kuşağa aktardığı bu öykülerden ve atalar sözlerinden şairin kitabıyla ölümsüzleştirdiği bir bölüğü; Şeyh Şamil ile ilgili olanları aktaracağız. İmam'ın Resul Hamzatov ile olan dramatik ilişkisi hatırlanırsa bunların önemi bir kat daha artacaktır.

"Eğer geçmişe tabanca ile ateş edersen Gelecek sana topla karşılık verir."

"ŞAMİL'E BİLMECE SORDULAR: Eline üzerinde üç düğüm bulunan, bir ucunda birbirine yakın iki düğüm, bunlardan uzakta, öteki uçta da üçüncü bir düğüm vardı. Haydi, çöz bakalım!

Şamil ipi elinde düzeltti, baktı ve:
-Düğümün biri benim- dedi. -ikincisi benim Ölümüm. Şu uzakta duran üçüncüsü ise, benim düşlerimin, amaçlarımın yaşadığı ve benim yaşamım boyunca ulaşmak istediğim yer." (sh. 209)
*
"BABAM ANLATMIŞTI: Birgün yakınları büyük Şamil'e sormuşlar:
-İmam, şiir yazmayı neden yasakladınız? Şamil yanıt vermiş:
-Yalnızca gerçek ozanların ozan olarak kalmalarını istediğim için. Çünkü gerçek ozanlar nasıl olsa sürdüreceklerdi şiir yazmayı. Yalancılar, ikiyüzlüler, kendilerini ozanmış gibi gösteren sahtekarlarsa yasağımdan korkup susacaklardı. Böylece de hem halkı, hem kendilerini aldatmaya bir son vereceklerdi." (sh. 236)
*
"BİRGÜN ŞAMİL'E SORMUŞLAR: "Söylesene İmam, küçücük yarı aç Dağıstan yüzyıllar boyunca onca güçlü devlete karşı nasıl direndi, nasıl karşı koyabildi? Otuz yıl boyunca dünyanın en güçlü krallarına karşı nasıl savaşabildi?"
-Göğsünde aşk ve kin ateşi yanıyor olmasaydı Dağıstan hiçbir zaman bu savaşlardan sağ çıkamazdı-demiş Şamil,-Tansık yaratan ve utkuları gerçekleştiren işte bu ateştir. Bu ateş Dağıstan'ın ruhudur, yani Dağıstan'ın kendisi...

"Ben kimim?- diye sürdürmüş sözlerini Şamil. -Gimri diye uzak bir köyden bir bahçecinin oğlu. Pekçok insan gibi ne uzun boyluyum, ne geniş omuzluyum. Çocukluğumda hele iyice zayıf, cılız bir şeydim. Büyükler bana bakıp bakıp, fazla yaşayamıyacağımı söylerlerdi. Önce Ali'ydi adım. Sonra hastalandım; hastalığın da eski adımla birlikte gideceğini umarak Şamil adını koydular bana. Dünyayı gezmedim. Büyük kentlerde eğitim görmedim. Hanları-hamamları olan varsıl bir insan değilim. Köyümüzdeki medresede okudum. Babamın eşeğe yüklediği şeftalileri Demirhan Şura pazarına götürüp satardım. Taşlı dağ çığırlarında, eşek önde ben arkada çok gidip geldim Demirhan Şura pazarına. Birgün bir olay geldi başıma. Çok, çok uzun yıllar önce oldu bu, ama ben hiç unutmuyorum bu olayı, unutmak da istemiyorum. Çünkü ruhum, ruhumdaki ateş o gün uyandı ve ben o gün Şamil oldum.

Demirhan Şura'ya varmadan bir önceki köyün sınırında, birtakım gençler önümü kestiler. Niyetleri benimle eğlenmekti. Biri başımdan papağımı kaptı, kaçmaya başladı. Ben onun peşinden koşarken ötekiler eşeğimden şeftali sepetlerini indirmeye başladılar. Benim umarsız, şaşkın durumuma bakıp gülüyorlar, eğleniyorlardı. Şakaları hiç hoşuma gitmemişti; içimde o güne dek bilmediğim bir ateşin tutuştuğunu duydum. Kemik saplı hançerimi çektim ve papağımı alıp kaçanın arkasından koşmaya başladım. Köyün ağzında yakaladım oğlanı ve bir çelmede kendisini kirli su dolu hendeğe yuvarlayıp, hançerimi gırtlağına dayadım. Amana geldi, yalvarmağa başladı.
-Ateşle oynama bundan böyle!- dedim.
Onu orada hendeğin içinde bırakıp çevreme bakındım. Sepetlerimi indirip şeftalilerimi dökenlerin herbiri bir yana kaçmıştı. Hemen en yakın evin damına çıkıp bağırdım:
-Hey, siz! Hançerimin ateşi karnınızı dağlasın istemiyorsanız döküp saçtığınız herşeyi toplayın!
Gençler sözlerimi ikiletmediler.
O gün pazarda yaşlılar, "Biz bu gencin adını ilerde de duyarız" diye konuşuyorlardı.


Bana gelince papağımı kaşımın üzerine yıkıp, iyi huylu eşeğimi dehleye dehleye yolumda ilerledim. Ben mi istemiştim kavgayı gürültüyü? Hayır. Sabrımı taşıran, yüreğimi alevlendiren onlar olmuştu.
Sonra yıllar geçti. Bir sabah bahçede çalışıyordum. Aşağıdan yukarıya, dağa humuslu toprak taşıyor ve tek tek her ağacın dibine döküyordum. Eski papağımla taşıyordum toprağı. Bu arada şunu ekliyeyim: çeşitli çarpışmalarda aldığım yaralarla süslüydü bedenim. Derken, bir de baktım, uzak hem de çok uzak köylerden bir takım Dağlılar geliyordu benim bulunduğum yere doğru. Dağlılar geldiler ve atımı eğerleyip silahımı kuşanmamı söylediler. Savaşmak istemiyordum, bahçeciliği savaştan daha çok seviyordum. Bu nedenle Dağlıların isteğini geri çevirdim.
Bunun üzerine uzak köylerin elçisi Dağlılar:
-Şamil!-dediler. -Yabancı atlar pınarlarımızdan su içiyor. Yabancılar üfleyip kandillerimizi söndürüyor. Kendin mi atlayacaksın atına yoksa biz mi yardım edelim sana?

O zaman, tıpkı haylaz gençlerin başından papağımı kapıp kaçtıkları, şeftalilerimi yere döktükleri günkü gibi bir ateşin tutuştuğunu duydum içimde. Tıpkı o günkü gibi, belki ondan da yakıcı bir ateşti bu. Bağ, bahçe, herşey bir anda silinip gitti gözümden. Ne yağmur, ne rüzgar, ne ayaz, görüyorsunuz, yirmi-beş yıldır dağlarda taşıyıp durduğum bu ateşi söndüremiyor. Köyler alev alev yanıyor, ormanlar duman içinde kalıyor, çarpışmalar, toz-duman, tüm Kafkaslar tutuşuyor. Ateş budur işte!"
(sh. 278-280).

***

"ANLATIRLAR Kİ: Şamil ve hocası Gazi Muhammed, bir gün Gimri boğazında düşmanın çemberine düşmüşler. Şamil, düşman süngülerinin üstüne atıhp hançeriyle yolunu temizleye temizleye dağa çekilmiş. Tam ondokuz yara almış ama kaçmayı da başarmış. Dağlılar, öldüğünü düşünüyorlarmış. Köyüne çıkıp geldiğinde, çoktan karalar bağlamış olan annesi şaşkınlıkla ve sevinçle sormuş:
-Şamil! Oğlum! Nasıl kurtuldun? Şamil yanıt vermiş:
-Dağda bir pınara rastladım.
Dağlılar imamlarının, yaşlı Şamil'in Arap çöllerinde deveden düşüp öldüğünü duyduklarında şöyle söylemişlerdi:
-Anlaşılan yakınında bir Dağıstan pınarı yokmuş." (sh. 289)

***

"1859 AĞUSTOS'UNDA, İmam Şamil, Gunib dağında atından indi ve yüce tutsak olarak Prens Baryatinski'nin katına çıktı. Sol bacağını biraz öne doğru açmış, ayağını küçük bir kayanın üzerine koymuştu; sağ eli kılıcının kabzasındaydı. Dumanlı bakışlarla çevresindeki dağları süzdükten sonra:
-Serdar!- dedi. -Bu dağların, bu dağlarda yaşayan Dağlıların onurunu koruyabilmek için yirmibeş yıl savaştım. Hiçbir zaman iyi olmayacak ondokuz yara var vücudumda. Şu anda tutsak düşmüş bulunuyorum, topraklarımız sizin elinizde artık.
-Bu topraklar için mi acıyorsun! Nereye baksan taş, kaya.
-Söylesene Serdar, hangimiz daha haklıyız bu savaşta: bu toprakları güzel bilip bu topraklar uğruna ölen biz mi, yoksa bu toprakları beğenmeyip yine bu topraklar uğruna ölen siz mi?
Tutsak Şamil'i bir ay süren bir yolculuktan sonra Petersburg'a götürdüler, çarın katına çıkardılar. Çar Şamil'e sordu:
-Nasıl yollar, geçip geldiğin yerler?
-Büyük bir ülke, çok, çok büyük bir ülke.
-Söyle İmam, ülkemin bu denli büyük, devletimin bu denli güçlü olduğunu bilseydin, yine de böyle uzun bir savaşa girişir miydin, yoksa akıllıca davranır ve işin başında silahını bırakır mıydın?
-Siz bizim küçük, zayıf bir ülke olduğumuzu biliyordunuz, ama yine de bizimle böylesine uzun bir savaşa giriştiniz?..
Babamda Şamil'in bir mektubu var, ayrılık mektubu. Şöyle diyor İmam, Dağlılarına seslendiği bu mektubunda:
"Dağlılarım! Bu çıplak, bu yabanıl dağları sevin. Size pek az dünya nimeti sundu bu dağlar, ama bu dağlar olmasa, sizin toprağınız sizin toprağınıza benzemezdi; ve toprak olmadı mı, siz yoksul Dağlılar için özgürlük de olmazdı. Çarpışın bu dağlar için, savunun onları. Kılıçlannızın ıslıklarını duyayım ve rahat uyuyayım son uykumda."

*

Şamil'le birlikte iki oğlu da tutsak düşmüştü. ancak oğullarının yazgıları Şamil'inkinden başka oldu. Küçük oğlu Muhammed Şafi Çar'ın generallerinden oldu. Büyük oğlu Gazi Muhammed'i ise yazgısı Türkiye'ye attı.
Birgün Türkler gibi giyinmiş yaşh bir kadın geldi bana. Gençliğinde bir Türk'le evlenmiş ve kırk yıl İstanbul'da yaşamış bir Gürcü kadınıydı bu. Kocası ölmüştü, gurbet ellerde yapayalnız kalınca da durmamış, yurduna, Gürcistan'a dönmüştü. Beni ziyaretinin nedeni şuydu: İstanbul'da yaşadığı sıralarda Şamil'in küçük oğlunun torunlarıyla karşılaşmış, dost olmuştu.
-Nasıllar?-diye sordum kadına.
-Kötü.
-Neden?
-Çünkü Dağıstanları yok. Nasıl hasretlik çekiyorlar bir bilseniz! Bazan memurlar ellerinden sahibi oldukları topraklan alabileceklerini söyleyerek gözdağı veriyorlar kendilerine, aşağılıyorlar. "Alırsanız alın-diyorlar onlar da. -Nasıl olsa Dağıstanımız yok, ordan başka hiçbir toprak bizim için değerli değildir. "Benim memlekete döneceğimi öğrenince, Dağıstan'a da uğramamı, Şamil'in köyünü, çarpıştığı dağları ziyaret etmemi ve bu arada sizi bulmamı rica ettiler, içine Dağıstan toprağı koyup kendilerine göndermeniz için de şu mendili verdiler.
Gürcü kadının uzattığı mendili aldım.
Mendilin ortasına Arap harfleriyle "Şamil" adı işlenmişti.
Gürcü kadının anlattıkları duygulandırmıştı beni. Şamil'in torunlarının istediği toprağı göndereceğime söz verdim.
Daha sonra konuyu yaşlı Dağlılara açtım:
-Yaban ellerde yaşayanlara toprağımızı göndermeye değer mi?
-Başkası olsa değmezdi ya, Şamil'in torunlan başka, gönder gitsin.
Yaşlı bir Dağlı, Şamil'in köyünden bir avuç toprak getirdi, toprağı İmam'ın adı işli mendilin içine koyduk..."

*

"-Denizi göremiyorum baba-demişti Cemaleddin, Şamil'in oğlu.
Çar'ın elinde rehindi Cemaleddin, Kadet ordusunda eğitim görmüştü, Dağıstan'a dönüşünde babasının ve dağlıların Çar'a karşı giriştikleri savaşı anlamsız, boşuna bir savaş olarak görmeye başlamıştı.
-Görürsün oğlum-dedi Şamil, -benim gözlerimle bak yeter ki..."

(sh. 312-315)

*

"ŞAMİL bir gün yazmanı Muhammed Tahir el-Karahi'ye sordu:
-Dağıstan'da kaç insan yaşar?
Muhammed Tahir nüfusla ilgili deftere bakıp söyledi.
-Ben gerçek insanları soruyorum- diye çıkıştı Şamil.
-Elimde bu konuda bilgi yok efendim.
-Çok yakında olacak, savaş var önümüzde. Saymayı unutma gerçek insanları." (sh. 333)

*

"Şamil Gunib dağında tutundu muydu, hiçbir düşman kendisine ulaşamazdı. Ama bir gün bir hain çıktı ve düşmana gizli çığırı gösterdi. Feldmareşal Prens Baryatinski bu Dağlı’ya hizmetine karşılık altın verdi.
Daha sonra Şamil'in Kaluga'da bulunduğu sırada, hain baba evine geldi. Babası haine şöyle dedi:
-Sen hainsin. Sen Dağlı değilsin. Sen insan değilsin. Sen benim oğlum değilsin.
Sonra oğlunu öldürdü, başını kesip altınlarla birlikte kayalardan ırmağa attı. Kendisi de uzun yaşayamadı. Köyünde insan içine çıkacak yüzü kalmamıştı. Oğlundan dolayı büyük utanç duyuyordu. Başını alıp bilinmez bir yerlere gitti, bir daha da kendisinden haber alınamadı.
Dağlılar bugün bile hainin kesik başının ırmağa atıldığı yerden geçerken aşağıya taş atarlar. Derler ki, kuşlar bile buradan uçarken, "Hain! Hain!" diye çığrışırlarmış." (sh. 334-335)

*

Ural'dan Tuna'ya dek
Görkemli bir nehircesine
Dalgalana, ışıldaya
Alaylar ilerliyor.
Bozkır başakları gibi dalgalanıyor
Başlarda beyaz sorguçlar.
Artlarını toz bulutlarına boğarak
Alaca atlılar geçiyor hızla.
Bataryalar yanaşık düzende.
Önde bayraklar dalgalanıyor
Trampetler çalıyor önde.
Toplar seke sarsıla ilerliyor.
Ve ateş emri verildi sanki
Dumanlar saçarak yanıyor fitiller.
Nice savaşlar görmüş, işinin ustası
Ak saçlı bir generalin komutasındalar.
Coşkun bir sel gibi gürültüyle ve dehşetli yavaş
-Bulutlar gibi yavaş nerdeyse-
Yürüyor alaylar.
Kazbek Dağı'nı uğursuz düşünceler almış
Kazbek Dağı kapkara düşlere gömülmüş
Kaşlar çatık, yüz bir karış,
Saymaya kalktı Kazbek Dağı
Sayamadı düşmanı.

Evet, sayılamayacak kadar çoktular.
Şarkılarımızda, birimize karşı yüz oldukları söylenir. "Bir kolu kesilen öteki koluyla, kafası kopan vücuduyla çarpışmayı sürdürüyordu." -diye anlatır yaşlılarımız o savaşı: -At leşleriyle yollara ve dağ boğazlanna barikatlar kuruyorduk. Bize o zaman "Yeter kan döktüğünüz, direnmeniz boşuna. Ne yapacaksınız yani? Kanadınız var da göğe mi uçacaksınız? Tırnaklarınızla toprağı mı kazacaksınız?" dediler.
Şamil onlara şu karşılığı verdi:
-Kanadımız kılıcımızdır. Tırnaklarımız hançerlerimiz ve oklarımızdır.
Şamil'in komutasında yirmibeş yıl çarpıştı Dağlılar. Bu yıllar içinde Dağıstan'ın yalnız dış görünüşü değişmedi, yer adları, ırmak, dağ, boğaz adları da değişti. Avar Koysu'nun adı Kara Koysu, yani Kara Irmak oldu. Yaralı Dağlar, Ölüm Boğazı, Valerik Irmağı, Şamil Çığırı, Şamil Yolu gibi yer adları doğdu, Şamil Dansı diye bir oyun ünlendi.
Savaşın yüreği Gunib Dağı'nda attı. İmam son namazını bu dağın doruklarında kıldı. Dua ederken açtığı ellerine bir kurşun geldi. İmam kımıldamadı bile, namazına devam etti. Dizine ve üzerinde namaz kıldığı kayaya kan sıçramıştı. Namazını bitirdikten sonra, müridleri kendisine:
-Yaralısın İmam.-dediler.
-Bu yara ne ki,- dedi İmam; yerden bir tutam ot koparıp elinin kanını sildi. -Bu yara iyileşir. Dağıstan kan kaybediyor asıl. İyileşmesi zor olan yara Dağıstan'ın yarası.
İşte bu çok zor günlerde İmam yıllar önce kara toprağın bağrına karışmış olan yiğitleri yardıma çağırdı: Ahulgo uğruna başkoyan yiğitleri, Hunzah'ta, Salta'da can verenleri, Gergebil'de düşenleri, Dargo şehidlerini...
Köylüsü, önceli, İmam Gazi Muhammed'i de unutmadı, sonra Topal Hacı Murat'ı, Alibekilav'ı, Ahberdilov'u ve daha pekçok yiğidi... Kimi kolsuz, kimi başsız, kimi yürekleri kurşunlanmış, paramparça, Dağıstan topraklarında yatan yiğitlerdi bunlar. Savaş, ölüm demektir. Dağıstan'ın en güzel yüzbin oğlunun ölümü.
Ve tutsak Şamil koca Rusya'yı bir baştan bir başa aşarak başkente götürülürken boyuna yineliyordu:
-Dağıstan küçük, halkımız küçük... Bin kılıcım daha olacaktı ki, gösterecektim onlara!..

Yukarı Gunib'te bugüne dek korunmuş bir taş vardır. Taşın üzerinde şu yazı okunur: "Tutsak Şamil'i teslim alırken Prens Baryatinski bu taşın üzerine oturmuştur."
-Bütün karşı koymaların, bütün çabaların boşunaydı-demişti Prens tutsağına.
-Hayır, hiç de boşuna değildi-demişti Şamil de. -Bu savaşın anısını halkımız sonsuza dek yaşatacaktır. Bu savaş pekçok kanlıyı kardeş yaptı, birbirinin canına susamış pekçok köyü birleştirip dost etti, insanlarımızın, ulusumuzun toplumsal bilincini pekiştirip tek bir Dağıstan halkı yarattı. Yurd duygusunu, tek bir Dağıstan ülküsünü kazandık biz bu savaşla, az şey midir bunlar?" (Sh. 340-342)

*

AMA BABAM EN ÇOK ŞAMİL'İ ANLATMAYI SEVERDİ: İmam birgün müridleriyle birlikte bir köye uğramış. Köyün yaşlıları düşmanca karşılamışlar İmam'ı.
-Bıktık artık savaşmaktan- demişler. -Barış içinde yaşamak istiyoruz biz. Sen olmasaydın şimdiye kadar çoktan anlaşmış olurduk çarla.
-Sizler eskiden Dağlı gibi Dağlıydınız. Şimdi Dağıstan'ın ekmeğini yiyip düşmana hizmet etmeye mi başladınız? Barışı ben mi bozdum? Tam tersine barışı savunmuyor muyum ben?
-İmam, biz de Dağıstanlıyız, ama biz bu savaşın Dağıstan'ın hayrına olmadığını ve olmayacağını düşünüyoruz. Kuru kuruya inatla uzağa gidemez insan.
-Sizler Dağıstanlı mısınız? Evet, yer olarak Dağıstan'da yaşıyorsunuz, ama yürekleriniz tavşan yüreği. Dağıstan kan yitirirken, ocağınızın başında pineklemek hoşunuza gidiyor sizin. Açın kapıları! Yoksa kılıçlarımızla açarız!
Köyün yaşlıları İmam'la uzun uzun konuşmuşlar, sonunda İmam'ı saygıdeğer, yüksek bir konuk olarak köylerine kabul etmeye ve ağırlamaya karar vermişler...

Kendinden kat kat güçlü düşmanla giriştiği savaş, pek çok bakımdan Şamil'in daha önce bu devle yaptığı boğuşmayı andırıyordu. Düşman yabancısı olduğu dağlarda, Şamil'e çoğu kez körlemesine saldırıyordu. Şamil ise çevik hareketlerle saldırılardan kurtuluyor, uygun fırsat yakalar yakalamaz arasıra yandan, arasıra geriden kendisi saldırıya geçiyordu.

Sanırım her Dağlı Şamil'i kendince düşler, her Dağlı’nın kendine özgü bir Şamil tipi vardır. Benim de öyle.

Henüz gençtir Şamil. Ahulgo dağında, düz bir kayanın üzerine diz çökmüş, namaz kılıyor. Az önce Avar Koysu'nun sularıyla yıkanmış ellerini göğe kaldırmış. Cüppesinin kolları sıvalı. Dudakları kımıl kımıl. Derler ki, İmam Dua ederken "Allah" dedi mi, insanların kulağına gelen söz "özgürlük" olurmuş, "özgürlük" dedi mi de, "Allah"...

Hazar'ın kıyısında bir daha sonsuza dek görüşmemek üzere Dağıstan'la vedalaşıyor. Çar'a tutsak düşmüş. Yüksekçe bir kayanın üzerinden Hazar'ın coşkun sularına bakıyor. Dudakları yine kımıl kımıl. Ama bu kez duyulan sözler ne "Allah", ne de "özgürlük"; "Elveda!" diyor İmam. Derler ki, bu sırada İmam'ın yanağında küçücük bir damlanın parıldadığını görenler olmuş. Ama Şamil, hiçbir zaman ağlamamıştır. Bu küçücük damla da olsa olsa, denizden uçup gelen bir serpintiydi bana kalırsa…
İmam'ı Dağıstan'dan götürdüler. Sonra dört yanı mazgallarla dolu bir kale yaptılar. Mazgallardan top ve tüfek namluları görülüyordu. Namlular gerçi ateş kusmuyorlardı ama sanki "Uslu durun Dağlılar, yoksa karışmayız" der gibiydiler.
(sh. 343-345-349).

"Dilini de toprağını korur gibi korumalı insan" demişti Şamil, (sh. 378)
*
ŞAMİL'E SORMUŞLAR: -Dağıstan'da niçin bu kadar çok ulus var?
-Birinin basma birşey geldi mi, ötekiler ona yardım etsin, biri şarkı söylerken, ötekiler ona eşlik etsin diye…

*

"Hacı Murat'ın kendisi Şamil'e ihanet edip de Ruslara geçince Şamil de Naibi için, "Herhalde annesinin söylediği ninnileri unuttu" demişti. Hacı Murat'ın annesinin söylediği ninni şuydu:
"Dinle şarkımı oğul
Gülücükle yanağında
Bir yiğidin şarkısı bu
Yaşayan hep onurla.

Belindeki kılıcının
Hakkını verirdi yiğit
Doludizgin koşan ata
Atlar binerdi yiğit.

Dağ ırmaklarını geçer gibi
Aşardı sınırları
Kılıcının şimşeğiyle
Keserdi sıradağları.

Yüzyıllık meşeleri
Bükerdi tek eliyle
Sen de kartalcığım benim
Böyle bir yiğit olacaksın işte."

Anne gülümseyen küçük yüze bakar ve şarkısında söylediği sözlere inanırdı: oğlunu, biricik Hacı Murat'ını gelecekte ne çetin sınavların beklediğini bilmeden. …
Oğlunun Şamil'den ayrılıp Ruslara geçtiğini öğrenen anne, bir başka şarkı söylemişti:
Sarp kayalardan bir uçuruma atladın,
Korkmadın hiçbir yükseklikten.
Şimdi bir dipsiz kuyudur yerin,
Sen artık evine dönebilmezsin.

Arsızca saldınp kendi Dağlarına,
Kaç çabuk, gizlen, karanlıklara.
Oysa kendin düşmana bir ganimetsin,
Sen artık evine dönebilmezsin.

Acı dolu, kapkara günlerim benim,
Bu nasıl analık, ben bilemedim.
Kapana düştün, demir tırnaklı bir kafes içindesin,
Sen artık evine dönebilmezsin.

İmam'ı küçük gördün, Çar'dan nefret ettin,
Ama dur, bunlar daha hiçbir şey değil:
Öz dağlarını bile sevmesini bilmedin
Sen artık evine dönebilmezsin.

Bilindiği gibi Hacı Murat, daha sonra Ruslardan kaçıp yeniden dağlara dönmek istedi, ama kendisini kaçarken yakalayıp öldürdüler, başını kestiler. O zaman acılı ananın bir başka şarkısı duyuldu dağlarda:

Kalktı balta, baş yok artık omuzda
Ama boş bir söylenti bu, boş bir söylenti
Savaş kurallarında, kanlı çarpışmalarda
Öyle gerekli ki o baş bize, öyle gerekli ki.
Bir yol kıyısına gömülü başsız ölü
Ama boş bir söylenti bu, boş bir söylenti
Kuşatılmış dağlarda, göğüs göğüse çarpışmalarda
O omuzlar öyle gerekli ki bize, o kollar öyle gerekli ki.
Keskin kılıçlara, sivri hançerlere sorun:
Sağ mı ölü mü Naibi Şamil'in?
Dağlar artık barut kokmaz mı oldu,
Topraktan dumanlar yükselmiyor mu?
Adı kartalca yükseklerde uçardı
Soldu, söndü bu ad yaşamının sonuna doğru
Bu utanç lekesini şimdi, kılıçlar temizliyor
Bu yaşam eğriliğini şimdi, kılıçlar düzeltiyor."

*

ŞAMİL'İN ANNESİNİN ŞARKISI: "Şarkıda ya gülme, ya gözyaşı vardır. Bize, Dağlılara ise, şu anda ne gülme, ne gözyaşı gerekli. Biz savaşıyoruz. Erkeklik, yüreklilik, nice yıkıma uğramış olursa olsun, sızlanmamalı, yakınmamalı, ağlamamahdır. Öte yandan, sevinip gülmemiz için ortada hiçbir neden yok. Yüreklerimiz üzünç, acı dolu. Dün, mescidin orda dans edip şarkı söyleyen gençleri cezalandırdım. Aptallık bu yaptıkları. Eğer bir kez daha görürsem yine cezalandırırım. Sizlere şiir, şarkı gerekliyse Kur'an okuyun..."
İmam Şamil, Dağıstan'da şarkı söylenmesini böyle yasaklamıştı.

...Ama yine de sağ kaldı şarkılar, bize değin ulaştılar, üstelik de, talihin bir cilvesi olarak, bunlara bugün "Şamil Şarkıları" denilir.
Şamil'in annesinin şarkısından sözedecektik... Ahulgo köyünün düşman eline geçtiği günler... Ahulgo savaşı pek çok kahraman yaratmıştı. Ama bu kahramanların hepsi orada, savaş alanında kaldılar. Düşmana tutsak düşmek istemeyen yaralılar kendilerini Avar Koysu'ya atıyorlardı. Kuşatılanlar arasında Şamil'in kızkardeşi ve onun çocukları da vardı.
İşte bu çetin günlerde yaralanan İmam, kendi köyü Gimri'ye geldi. Daha atının dizginlerini müridlerine uzatmadan, birinin şarkı söylediğini duydu. Şarkı da değil, bir ağıttı bu:
"Ağlayın ey Dağlılar, ağlayın Şehidlere ağlayın, yiğitleri ululayın. Ahulgo kalesini düşmanlar aldı Bir tek Dağlı sağ kalmadı..."
Ağıtta daha sonra tek tek şehidlerin adları sıralanıyor, kara haberi duyunca dağlardaki bütün pınarların kuruduğu söylenerek, herkesin karalar bağlaması isteniyordu. Yine, dağlıları koruması, İmam'a güç vermesi, Petersburg'da Çar'ın elinde bulunan Şamil'in oğlu Cemaleddin'i koruması için Tanrı'ya yakarılıyordu.
Şamil bir taşın üstüne oturdu, parmaklarını kınalı, gür sakalının içine daldınp çevresindekileri süzdü, sonra:
-Yunus, dedi, -kaç dize var bu ağıtta?
-Yüziki dize, İmam.
-Ağıdı yakanı bul, yüz kırbaç vur, iki kırbacı bana bırak,
Yunus kırbacını çekti.
-Ağıdı kim yaktı? Kimseden karşılık yok.
-Ağıdı kim yaktı, dedim!
Bu sırada iki gözü iki çeşme, beli bükülmüş, yaşh bir kadın yaklaştı: İmamın annesiydi bu, elinde bir meydan süpürgesi tutuyordu.
-Oğlum, bu ağıdı ben yaktım. Evimizde bugün yas var. Al şu süpürgeyi buyruğunu yerine getir.
İmam biraz düşündü, sonra annesinin elinden süpürgeyi alıp duvara dayadı.
-Ana, sen eve git.
Ana, oğluna bir göz attı, evinin yolunu tuttu, ilerde, köşeyi dönünce, duvarın ardına gizlenip gözlemeye başladı. Şamil kemerini çözdü, kılıcını çıkardı, Çerkes cüppesini fırlatıp attı.
-Anaya el kaldırılmaz! Onun suçunu oğlu olarak ben üzerime alıyorum.
Yarı beline kadar soyunup toprağa uzandı, müridine:
-Kırbacını neden gizledin?- diye sordu. Çıkar ve ne diyorsam yap!
Mürid kararsızdı. İmam kaşlarını çattı. Bunun ne anlama geldiğini mürid çok iyi bilirdi.
Vurmaya başladı İmam'a. Ama döver gibi değil, okşar gibi vuruyordu. Şamil firlayıp yerden kalktı:
-Sen yat! diye bağırdı müride.
Mürid soyunup yere uzandı. Şamil kamçıyı üç kez şaklattı. Müridin sırtında kıpkırmızı üç yara izi kabardı.
-Nasıl vuracakmışsın, anladın mı! Al kırbacını ve benim gibi vur!
Mürid, İmam'ı kırbaçlamaya başladı. Her vuruşunu sayıyordu:
-Yirmisekiz, yirmidokuz...
-Hayır, daha yirmiyedi oldu, doğru say!
Müridin alnından terler boşanıyordu. İmam'ın sırtı, üzerine yolların, çığırların çaprazlaştığı, ardarda koyun sürülerinin geçtiği bir dağ yamacı gibi olmuştu.
Sonunda ceza bitti, mürid derin derin soluyarak bir taşın üzerine çöktü. Şamil üstünü giydi, silahlarını kuşandı, çevresindekilere dönüp:
-Dağlılar! dedi. -Bize bir tek şey gerek: savaşmak! Şarkılar düzüp ağıtlar yakacak zamanımız yok. Varsın düşmanlarımız şarkı yaksın üzerimize. Kılıçlarımızla öğretelim onlara bunu. Gözyaşlarınızı silin, hançerlerinizi bileyin. Ahulgo'yu yitirdik ama, Dağıstan daha sağ ve savaş daha bitmedi.
O günün üzerine, Gunib de düşüp son savaş sesleri dinene dek Dağıstan tam yirmibeş yıl daha savaştı.
Birkaç gün süren Gunib savaşının en ateşli anlarından birinde İmam, mescidde dua ediyordu, ilk karısı Fadimat:
-Dağıstan hiçbir zaman böyle bir yıkım görmedi! dedi
-Yanılıyorsun Fadimat, dedi Şamil. -Dağıstan daha önce de böyle bir yıkım gördü.
-Ne zaman?
-Senin gibi bir karım varken, üzerine Şuaynat'la evlendiğim zaman!
İmam gülümsedi. Hemen oracıkta, mescidde yatmakta olan yaralı müridler de gülümsediler. İmam'ın ilk kez gülümsediğini gören bütün Dağıstan gülümsedi.
Dağıstan'ın en güç anında, yarattığı, varlıklanndan övünç duyduğu herşeyin yıkıldığı bir anda gülüyordu İmam. Tutsak düşmesine bir kaç saat kalmışken gülüyordu.
Ama sonra birden sustu, ciddileşti. Üç karısını yanyana oturttu:
-Bana rahmetli anamın yaktığı ağıdı söyleyin!
Fadimat, Nefisat, Şuaynat, üçü bir ağızdan söylediler:
"Ağlayın ey Dağlılar, ağlayın..."
Şarkının son ezgileri de bitti. Gökte ay doğmuştu.
-Bir kez daha söyleyin! dedi İmam, sesi üzünçlüydü.
Fadimat, Nefisat, Şuaynat bir kez daha söylediler. Bu kez şarkı daha uzaklara ulaştı. Ayışığı ile aydınlanan üzünçlü kayalar, salkım söğütler, Gunib kayınları duydu şarkıyı.
-Bir kez daha!
Şarkı çok daha uzaklara ulaştı. Gunib çevresinde yanan köyler uzak dağların ötesindeki suskun köyler ve mezarlarında müridler duydu şarkıyı. Şafak sökmek üzereydi. Cenk yeniden başladı. En sonuncu çarpışmaydı bu artık. Son silah sesleri de kesilip savaş alanına sessizlik çöktüğünde şarkı da duyulmaz olmuştu.

Saygın tutsaktı imam. Silahlarını ve atını geri verdiler, kendisine karılarını verdiler, ama Dağıstan'ında bırakmadılar O'nu. Kuzeye, uzaklara bir yerlere götürdüler. Dağıstan'ından kala kala bir tek yaşlı anacığının yaktığı ağıt kalmıştı. Bu ağıdı O'na üç karısı bir ağızdan söylemişti. Sonra Nefisat'la Şuaynat kaldılar. Sonra, -bu kez artık uzak Arap çöllerinde ve ölmek üzereyken- kendisinin de son şarkısı olan Şuaynat'tan dinledi şarkıyı."
(sh. 419-425)

*
CEMALEDDİN'İN ŞARKISI: Sekiz yaşındaki tutsak, Dağıstan'a yirmidört yaşında bir delikanlı olarak döndü. Oğlunun dönebilmesi için İmam'ın çokça güç, sabır ve kurnazlık göstermesi gerekti. Şamil, değiş-tokuş için elinde tutsak bulunan Rus askerlerini önerdi, Çar'a. Ama Çar bütün önerileri geri çevirdi. Genç Dağlı ona Petersburg'da gerekliydi. Oğlunu öldürmekle gözdağı vererek Şamil'i bu anlamsız savaşa son vermesi için kandırmaya çalıştı. Ama Şamil söz dinlemiyordu. Oğlunun ağzından (belki de oğlunun kendisi) Çar'ın çok güçlü ve yenilmez olduğunu yazdılar. Dağıstan kan yitiriyordu; daha fazla direnmenin, daha çok yüreği dağlayıp daha büyük acılar ve yıkımlar yaratmaktan başka bir sonucu olmayacaktı.
İnatçı İmam'ı yola getirmek olanaksızdı. Bu arada Hacı Murat birkaç müridiyle birlikte Çar'dan yana geçmiş, ama ailesini, annesini, karısını, kızını ve oğlunu bu yanda, dağlarda bırakmıştı. Doğal olarak Hacı Murat'ın ailesi olduğu gibi Şamil'in eline geçmişti. Şamil Hacı Murat'a, eğer dönmezse oğlunun başını uçuracağını, anasını, karısını ve kızını ise canları ne isterse yapsınlar diye askerlerine teslim edeceğini yazmıştı.
Hacı Murat ailesini içinde bulunduğu güç durumdan kurtarmak, böylece de inatçı İmam'a karşı verdiği savaşta eli kolu bağlı durumdan kurtulmak istiyordu. O günlerde söylediği bir söz var Naibin:
"Elim, kolum bir urganla bağlı ve urganın ucu Şamil'de". Şamil'e Hacı Murat'ın ailesini salıvermesi için herhangi bir kurtulmalık önermek sözkonusu bile olamazdı. Hacı Murat'ın kurtulmalık vererek ailesine kavuşmak istediğini duyan Şamil şöyle demişti: "Herşeyin üstüne bu adam bir de çıldırmış galiba."
Ama Hacı Murat'ı bağlayan urganın ucu Şamil'in elindeyse Hacı Murat'ın elinde de, doğruca Şamil'in yüreğine uzanan bir ipin ucu vardı. Bu ip, Cemaleddin'di. Hacı Murat, Vorontsov'a başvurarak, "Çar, Cemaleddin'i salıversin, dedi. O zaman Şamil de belki ailemi bana geri verir. Anam, karım, çocuklarım onun elindeyken O'na karşı savaşmam demek kendi ailemi kendi ellerimle boğup öldürmem demektir."
Vorontsov, Hacı Murat'ın dileğini Çar'a iletti. Çar, değiş tokuşa razı olmuştu, Şamil'e bir mektup yazdılar: "Hacı ailesini salıverirsen Murat'ın, oğluna kavuşursun."
Şamil güç bir seçimle karşı karşıyaydı. Üç gün üç gece ne kendisi ne ailesi gözlerini kırpmadı. Dördüncü gün İmam. Hacı Murat'ın oğlu Buluç'u yanına çağırdı.
-Şen Hacı Murat'ın oğlu musun?
-Evet, ben Hacı Murat'ın oğluyum, İmam.
-Peki, babanın ne yaptığını biliyor musun?
-Biliyorum, İmam.
-Ne diyorsun buna?
-Ne diyebilirim, İmam?
-O'nu görmek istiyor musun?
-Hem de nasıl!..
-Peki, seni, yanma ananı, nineni ve bacını da katıp babana göndereceğim.
-Hayır, olmaz İmam, gidemem. Benim yerim Dağıstan. Oralar, O'nun bulunduğu yerler Dağıstan değil.
-Gitmen gerek Buluç, buyruğumdur bu sana.
-Gidemem İmam. İstersen hemen şimdi buracıkta vur başımı, ama gidemem.
-Bakıyorum sen de baban gibi dikbaşlısın.
-Sana baş kaldırmak aklımızın köşesinden geçmez İmam. Ama benden oraya gitmemi isteme. En iyisi beni cepheye gönder. Yaşamımın şuncacık değeri yoktur, bilesin.
-Düşmana karşı.
O gün Şamil, Buluç'a en güzel hançerlerinden birini armağan etti.
-Bu hançeri, baban gibi ustalıkla kullan. Yalnız, onun gibi kime vuracağını şaşırma.
Hacı Murat'ın düşündüğü alışveriş gerçekleşmedi. Oğlu onun yanına geçmek istememişti. Böylece Cemaleddin de babasına dönemedi.
Ama Şamil boş durmuyor, oğluna kavuşmak için türlü düzenler kuruyor. Öteki oğlu Gazi Muhammed'i, Tsinandali'ye, Gürcü prenseslerinin sarayına bir baskına yolladı. Baskın sonunda Prenses Çavçavadze ve Orbeliani, Şamil'in tutsağı oldular.
Artık Şamil kendi koşullarını dayatabilirdi Çar'a. Gürcü prensesleri kurtarmak için Çarın yapmayacağı şey olamazdı. "Oğlumu verirsen prenseslerini veririm." Şamil'in son sözü buydu.
Ve işte beklenen gün... Arada küçük bir ırmak akıyor... Bu yanda özgürlüklerine kavuşmayı bekleyen Gürcü prensesler, öte yanda, Rus askerlerinin eşliğinde İmam'ın oğlu. Şamil de atına binmiş, ırmak kıyısında duruyor. Cemaleddin'i seçebilmek için karşı kıyıdaki kalabalığı tarıyor gözleri. Öyle uzun bir süredir görmediler ki birbirlerini, bakalım baba oğulu. oğul babayı tanıyabilecek mi hemen?
İmam'a karşı kıyıdaki kalabalık arasından kaputu altın apoletli çelimli, genç bir subayı gösterdiler; genç subay, öteki subay arkadaşlarına birşeyler söylüyor, onlarla kucaklaşıyordu. Sonra orada, biraz açıkta duran bir genç kızın yanına yaklaştı ve elini öptü. Arada bir, bu kıyıya beyaz bir atın üstünde duran babasına göz atıyordu.
İmam hiçbir davranışı kaçırmamak istercesine gözünü genç subaydan ayırmadan:
-Bu mu benim oğlum? diye sordu yanındakilere.
-Evet İmam, dediler. Cemaleddin, oğlun O'dur.
-Karşı kıyıya bir çerkes cüppesi götürün, giyinsin; bizim silahlarımızdan götürün, kuşansın. Artık, bir Çar subayı değil, Dağıstanlı bir savaşçıdır O. Üzerindeki şu sırmalı, süslü şeyleri de ırmağa atın! Yoksa O'nu o üzerindekilerle yanıma yaklaştırmam.
Cemaleddin babasının isteğini yerine getirip üzerindekileri değiştirdi. Çerkeş cüppesi giydi, Dağlı silahlarını kuşandı. Ama cüppesinin ve papağının altında, Cemaleddin'in yüreği ve başı vardı ve bunları hiçbir biçimde değiştirmek olanağı yoktu.
Ve işte sonunda Cemaleddin ırmağı geçti, babasına yaktaştı:
-Oğlum!
-Baba!
Cemaleddin'e bir at verdiler. Vedeno'ya kadar bütün yolu baba-oğul birlikte, yanyana aştılar. Arada bir baba soruyordu:
-Söyle Cemaleddin, buraları anımsıyor musun? Şu kayaları, köyümüzü, Gimri'yi, Ahulgo'yu?..
-Baba, o sıralar çok küçüktüm.
-Söyle, birkez olsun Dağıstan için dua ettin mi? Dualarımızı unutmamışsındır herhalde? Kur'an'daki ayetleri?
Cemaleddin isteksizce:
-Bulunduğum yerde, elimin altında bir Kur'an yoktu, baba,dedi.
-Cenab-ı Allah'ın önünde bir kez olsun secdeye varmadın mı yani? Dua etmedin mi? Oruç tutmadın mı? Namaz kılmadın mı?
-Baba, konuşmamız gerek.
Şamil atını mahmuzlayıp oğlunun yanından ayrıldı.
Ertesi sabah İmam oğlunu yanına çağırdı.
-Güneşin dağların ardında yükselişine bak, Cemaleddin. Güzel bir görünüm, değil mi?
-Güzel, baba.
-Bu dağlar, bu güneş için canını vermeye hazır mısın?
-Baba, konuşmamız gerek.
-Konuş öyleyse.
-Baba, Çar yüce. Çar çok varsıl. Çar çok güçlü. Bu dağların acınasılığını, bu dağların yoksulluğunu, karanlığını böylesine savunmak niye? Rusların büyük bir dili, yazını, müziği var. Bırak gelsinler. Rusya'yla birleşmekten Dağıstan yalnızca kazanacaktır. Gerçeği görmenin, silahları kınına sokup eski yaraları sarmanın zamanıdır. İnan bana, Dağıstan'ı senden daha az sevmiyorum...
-Cemaleddin!
-Baba, bütün Dağıstan'da hiç değilse bir kez olsun yanmamış bir tek köy, yaralanmamış bir tek kaya, üzerine kan sıçramamış bir tek taş yok!
-Görüyorum ki senin bu yaralı kayaları korumak için ne hazırlığın, ne de yeteneğin var.
-Baba!
-Ben gayrı senin baban değilim. Ve meğer sen de benim oğlum değilmişsin. Senin böyle konuştuğunu duyan ölüler mezarlarından fırlamalıydılar. Ya ben, yaşayan ben ne yapmalıyım, senden bu sözleri duyduğum şu anda? Dağlar bile nasıl karardı görüyor musun?
Şamil en yakın adamlarını ve aile üyelerini topladı,
-İnsanlar! Sizlere oğlumun bana neler dediğini söylemek istiyorum. Oğlum Çar'ın büyük, güçlü, varsıl olduğunu ve bizim boşuna savaştığımızı söylüyor. Silahlarımızı atmalı ve Çar'a boyun eğmeliymişiz. Bu sözleri değil söylemeye, düşünmeye bile cesaret edecek adamı Dağıstan'da bir an bile tutmam sanırdım kendimi. Ama bugün bu sözler, üstelik de bizim evimizde söyleniyor. Hem de kim söylüyor? Benim oğlum! Dağıstan'ı ve beni rezil etmesi için Çar'ın gönderdiği bu adama ne yapayım ben şimdi? Düşman süngüleri Dağıstan'ın ve benim göğsüme kaç kez saplanmıştır, bağrımızı paramparça etmiştir, sizler çok iyi biliyorsunuz. Bu kez benim kendi ellerimle dövdüğüm, Çar'ın bileyip üzerime saldığı bir süngü saplandı yüreğime. Ne yapayım ben şimdi?

Yakınları İmam'ın sözlerini üzünçle dinliyordu. Yalnızca anne söylenen bu sözlere bir türlü inanamıyordu.
Şamil Cemaleddin'e döndü:
-Ey dağların düşmanı! Sesini duyamayacağım bir yere gideceksin! Baban yok artık, Dağıstan'ın yok! Gürcü prensesleri seninle değiştirmiştim, seni kiminle değiştireyim? Ne yapayım ben seni?
-Ne istersen yap, baba. Vur, öldür, istersen, ama önce dinle,
-Yeter!.. Allah bana, "Düşmanı öldür!" diyor. Bense O'na, "Bu düşman değil, yolunu şaşırmış bir oğuldur" diyorum. "Elimden parmağımı kesecek gücüm yok!" diyorum. Yaşayacaksın... Ama üzerindeki şu hançeri çıkar. Silah savaşmaya hazır olan içindir.

Şamil oğlunu uzak bir köye gönderdi. Cemaleddin bu köyde, dalından kopmuş bir yaprak gibi yaşadı. Onulmaz yürek yarası, kötü beslenme, alışkın olmadığı iklim sonucu vereme yakalandı, İmam savaşıyor, oğlu ise, güngüne sararıp soluyordu. Ağır bir yargı giymişti sanki. Bu arada İmam'dan habersiz olarak Fadimat oğlunu görmeğe geldi. Ekmekten yapılmış oyuncaklar getirmişti yanısıra. Hamurdan yapılıp ekmek gibi pişirilmiş hançer, kartal ve kılıçtı bunlar. Avludan tezek getirip ocakta bir ateş yaktı ana. Ekmekten oyuncakları bu ateşte ısıttı, üzerlerine konan külleri üfleyerek temizledi, sonra küçük bir bebeği besler gibi, ikiye böldüğü sıcacık ekmeği Cemaleddin'e uzattı:
-Ana, sütü yetmedi mi, dağkeçisinin sütüne alıştırır bebeğini.
Cemaleddin şaşkın gözlerle bakıyordu annesine. Sanki ilk kez görüyordu onu. Birden onun genç, güzel olduğu günleri anımsadı. Çocukluğunda da bu ekmeklerle beslerdi annesi kendisini. Ata benzeyen beşiği başında, aslan sütüyle beslenmiş bir gencin şarkısını söylerdi. Beşiğindeki küçücük yastığının altında tahtadan bir hançer dururdu.
Cemaleddin tıpkı çocukluğunda olduğu gibi:
-Anne! diye bağırdı birden.
-Cemal, oğlum, döndün bana! diye karşılık verdi annesi.
Cemaleddin annesine bakıyordu. Sönmeye yüz tutan ocağın başında hasta oğlunun üzerine eğilen anne, tıpkı yaşamının şafağında olduğu gibi ona ninniler söylemeye başladı.
İmam, müridleriyle birlikte, oğlunun hiç bilmediği uzak bir yerlerde savaşıyordu. Karısı Fadimat ise, göz göre göre ölmekte olan ilk yavrusuna ayrılık şarkıları söylüyordu,
Hemen oralarda bir yerde, kayaların arasında bir ırmak inliyor gibi geldi Cemaleddin'e. Kapının orda, kuru otlar üzerinde bir buzağı yatıyordu sanki.
Gimri'deki evlerini, babasını, kendisine armağan edilen ilk atı anımsadı. Annesi, bir yağmur iplikçiğinden gökyüzüne tırmanan neşeli Dingir-Dangarçu'nun şarkısını okuyordu...
Öz dağları geliyordu Cemaleddin'in gözünün önüne. Karlar eriyor, sular kayaların arasından çağıldayarak akıyordu. Sıradağlar boyunca bulutlar yüzüyordu gökte. Dört yanından Dağıstan çevreliyordu, bir yaban yerde unutulup kalmış Cemaleddin'i. Annesi ise durmadan şarkı söylüyordu. Oğlu olan anaların şarkılarını, oğlu ölen anaların şarkılarını, oğullar öldükten sonra kalan şarkıları Şamil, Hacı Murat, Gazi Muhammed, Hamza Bey, Yiğit Hoçbar, Portu Fadimat, Nadir Şah'ın bozgun şarkılarını, gidip de dönmeyenler üzerine yakılmış ağıtları söylüyordu.
Ocakta ateş sönmüştü. Dağıstan'sa ateşler içindeydi.
Her iki ateş de Cemaleddin'in gözlerine yansıyordu.

Annesinin söylediği şarkılar canlandırmıştı delikanlıyı. Dağıstan'a duyduğu sevgi canlanmış, yüreğini yakmağa başlamıştı. Fadimat, "Haydi, git, babanın yanında cenge gir" dedi oğluna.
-Anne ben Dağıstan'a daha şimdi döndüm. Babamla işte şimdi karşılaştım. Bana silahlarımı getir. Ben, Şamil'in oğluyum. Evde, ocak başında ölmemeliyim. Şu anda çarpışmalar nerde en yoğunsa, beni oraya götür.
Ananın söylediği şarkılar baba buyruklannın yapamadığını yapmıştı... (Sh. 430-437).

*

ŞAMİL'İN BİR YAZICISI VARDI: Muhammed Tahir el-Karahi. Şamil O'nu hiçbir zaman tehlikeli yerlere sokmazdı. Ama Muhammed Tahir bu durumdan hiç hoşnut değildi. Birgün:
-İmam, dedi, yoksa bana güvenin mi yok? Beni de cenk alanına gönder!
-Herkes ölse bile sen sağ kalmalısın, Tahir. Elde kılıç çarpışan savaşçılarımızdan yitenlerin yerlerine yenilerini buluruz, ama senden başka eli kalem tutanımız yok. Sen, savaşlarımızın kitabını yazmayı sürdür.

Muhammed Tahir kitabını bitiremeden öldü, ama oğlu babasının işini sürdürdü. Bu kitabın adı şöyleydi: "İmam'ın Kılıcının Bazı Savaşlardaki Işıltısı".

Şamil'in büyük bir kitaplığı vardı. Yirmibeş yıl, on katır yükü tutan bu kitapları ordan oraya taşıyıp durdu. Bu kitaplar olmadan yaşayamazdı. Gunib Dağı'nda tutsak alınırken, kitaplarıyla kılıcının kendisine bırakılmasını rica etti. Kaluga'da yaşadığı sıralar durmadan kitap isterdi.

Şöyle derdi: "Kılıç yüzünden pek çok savaşın yitirildiği olmuştur, ama kitap yüzünden bir tek savaş bile yitirilmemiştir."
Cemaleddin Rusya'dan döndüğünde imam oğlundan üstündekileri çıkarıp Dağlı giysileri giymesini istedi, ama kitaplanna dokunmadı. "Bu gavur kitapları"nın ırmağa atılmasını önerenlere de şöyle dedi: "Bu kitaplar bizim üzerimize ateş açmadı, köylerimizi yakmadı, insanlarımızı öldürmedi. Kim ki kitabı aşağılar, kitap da onu bir paralık eder."
(sh. 459-460).

*
"Benim Dağıstanım" kitabında Resul Hamzatov'un İmam Şamil île ilgili yazdıkları hemen hemen bu kadar. Görüldüğü kadarıyla yazar tarihî realiteyi mümkün olduğunca doğru olarak yansıtmaya çalışmış. Kimi yerlerdeki İslam ile ilgili hassasiyet azlığı yazarın kendisine mi aittir, yoksa çevirenin İslamî kültürüyle mi ilişkilidir doğrusu anlayamadık. Ayrıca kitaptan alıntıladığımız bölümlerde, bu kitabı Türkiye'de okuyabllmemizi sağlayan çevirene duyduğumuz saygıyla, dilde göze batan bazı aşırılıkları hoşgörünüz, diyorum.

KAYNAK: Dr. Hayati Bice, Kafkasya'dan Anadolu'ya Göçler; s.145-169, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları; Ankara-1991.

İNTERNETTEN SİPARİŞ: http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=13441


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye