Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Ecdâdı Anıyoruz...
MesajGönderilme zamanı: 28.12.08, 09:54 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
Selef-i sâlihin ecdâdımızı rahmet ve minnet ile anıyoruz...

8 Şubat 2001 - 8 Şubat ... : Ahmed KABAKLI

25 Mayıs 1983 - 25 Mayıs.......: Necib Fazıl Kısakürek

5 Ekim 1997 - 5 Ekim ............: İrfan Fethi Gemuhluoğlu

27 Aralık 1936 - 27 Aralık .......: Mehmed Âkif ERSOY

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


En son arsiv tarafından 15.01.09, 15:39 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Vefatının 72. yıldönümünde Mehmed Akif'e Açık Mektup
MesajGönderilme zamanı: 28.12.08, 09:56 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
Açık Mektup: 'Mehmet Akif'

Vefatının 72. yıldönümünde Akif'imizi rahmetle anarken, 2004 yılında o'na yazmış olduğum mektubumu yeniden okuyucuyla paylaşmak istedim...

A.Özcan...

***

Müslümanlık nerde, bizden geçmiş insanlık bile...
Alem aldatmaksa maksat, aldanan yok, nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse: Hep Makberde'dir
Müslümanlık bilmem amma, galiba göklerdedir!
İstemem dursun o payansız mefahir bir yana...
Gösterin ecdada az çok benzeyen bir kan bana!
İsterim sizlerde görmek ırkınızdan yadigar!
Çok değil ancak! Necip evlada layık tek şiar.
Varsa şayet, söyleyin bir parçacık insafınız:
Böyle kansız mıydı -haşa-kahraman eslafınız ?
Böyle düşmüş müydü herkes ayrılık sevdasına?
Benzeyip şirazesiz bir mushafın eczasına,
Hiç görülmüş müydü olsun kayd-ı vahdet tarumar?
Böyle olmuş muydu millet can evinden rahnedar?
Böyle açlıktan boğazlar mıydı kardeş kardeşi?
Böyle adet miydi, bi- perva, yemek insan leşi?
Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan!
Hey sıkılmaz ağlamazsan, bari gülmekten utan!
"His" denen devletliden olsaydı halkın behresi:
Payitahtından taşmazdı bu gün sarhoş na'resi!


Davranın haykırmadan nakuus-i izmihlaliniz..
Öyle bir buhrana sapmıştır ki, zira haliniz:
Zevke dalmak şöyle dursun, vaktiniz yok mateme!
Davranın, zira gülünç olduk bütün bir aleme,
Bekleşirken gökte yüz binlerce ervah intikam;
Yerde kalmış, naşa benzer kavm için durmak haram!
Kahraman ecdadımızdan sizde bir kan yok mudur?
Yoksa: İstikbalinizden korkulur, pek korkulur!

Mehmet Akif Ersoy


***

Muhterem Mehmet Akif Ersoy,

Evvela, samimi özürlerimi kabul etmenizi rica ediyorum. Mazeret değil ama, ne zaman size 'cevap yazmak' için elime kalemi alsam, kelimeler hep boğazımda düğümlendi. Nedenini tam olarak bilmiyorum, belki, onurlu hayatın ve aydınlık zihnini kendime yakın bulmama rağmen, küserek çekip gitmiş olmanı tasvip etmemekle acaba sana haksızlık mı yapıyorum diye, karar veremediğim içindir. Çünkü, diyebilirim ki, Sen'in şahsında bütün bir dindar-muhafazakar damar'ın yüzyıllık kaderini görüyorum. Öyle ya da böyle, seninle paradoksal bir ilişkim oldu her zaman.
Bilirsin, bizim konuşmalarımız, konuşabildiklerimizdir. Asıl duygu ve düşüncelerimizi hep saklarız. Söylediklerimiz söylemediklerimizin şifreleri ile doludur. Ama açık ve net konuşmayı sevmeyiz. O yüzden en iyi şairlerimiz en şifreli şiirlerin yazarlarıdır.
Müsaadenle, ben seninle açık konuşmayı deneyeceğim.

Akif Bey,
Diyalektiğin kuralıdır, yeni eskiden doğar ve onu tasfiye eder. Cumhuriyet kurulacaksa Osmanlı, M. Kemal yaşayacaksa Enver Paşa, Kemalizm egemen olacaksa İttihatçılık 'ölecektir'.
1908'de İttihat Terakki cemiyetine, 1915'te Teşkilat- Mahsusa'ya üye olan, 1916-1921 arası aktif olarak Milli Mücadeleye katılan, yani büyük çöküşün bütün aşamalarını içerden yaşayan birisi olarak, 1923'te bu diyalektiği görememiş olduğunu sanmıyorum. Üstelik Lozan görüşmelerinin tamamlandığı, yani "yeni"nin, yenilen taraf olarak metazori benimseneceğinin anlaşıldığı bir dönemde, küserek ülkeyi terk etmiş olmanı bütün açıklığıyla analiz etmek gerekiyor.
1925'te ülkeyi terk ederken, bir arkadaşına, "arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum" diyorsun.

1923'te Meclisteki muhalif guruptan Ali Şükrü Bey'in öldürülmesiyle başlayan "yeni düzenin yerleşimi" senin gibi birçok İttihatçı ve Teşkilat-ı Mahsusa kökenli insanı ürkütüyor. Üstelik sen Teşkilat'ın kurucu liderlerinden ve Enver Paşa'nın sağ kolu Kuşcubaşı Eşref Sencer'in en yakın arkadaşısın. Yani, tıpkı 1925 ve 1926'daki İstiklal Mahkemelerinde yargılananların kimliğine, geçmişine, vatanseverliğine, hizmetlerine, 'gözünün yaşına' bakılmadığı gibi, senin de İstiklal Marşı şairi olmanın, keskin dönüşüm anlarında pek de ehemmiyeti olmadığı görülüyor. 1923-1926 arasında yeni düzen ve yeni kadrolara sadakat ve eski düzen ve kadroların biat etmeyenlerinin tasfiyesi, tek geçerli kural durumunda. Şimdi benim anlamadığım şu; Kuşcubaşı Eşref, Said Halim Paşa ailesi ve benzeri namlı İttihatçılar ile bu kadar yakın olup da, benim arkamda hafiye gezdiriyorlar, diye hayret etmeni ve üzülmeni nasıl yorumlamalıyız? Hayret etmen, siyaseti sevmeyen tabiatındaki saflığının, üzülmen ise dindarane ve şairane ruhundaki inceliğin mi ürünü? Yoksa, bu kadar iktidar oyununun tam ortasında durup da, sadece memlekete, amme hizmetine çalışan ve hiçbir oyunu görmeyen bir garip adanmışlığın timsali misin? Bu soruları senin 1925-1936 arası Mısır'a gönüllü sürgün gidişin ve suskunlaşmanın gerisindeki küskünlüğünden dolayı soruyorum. Neden ve kime küstün Akif Bey? Ne olacağını bekliyordun? Ne istiyordun? Savaştan sonra masaya oturan ve müzakereye katılanlar anlaşmaların gereğini yapar, bunu bilmiyor muydun? Ya masaya oturanlardan olacaktın, ya da onların "gereğini yapma"larına bu kadar hayret etmeyecektin. Sana sormak istediğim asıl soru, işte bu tutumuna yönelik. Masaya başkalarının oturmasına izin veren halet-i ruhiye nedir? Bugün dahi cevabı üzerinde düşünülmeyen ama her tasfiyeden sonra kendini dayatan soru budur. İktidar oyununa kenarından bulaşıp, ortasında olmamak? Siyaset yapıp siyasetin hiçbir kuralına ve donanımına sahip olmamak? Kavgaya girip kavga etmiyor gibi yapmak? Yenilince üzülmek? Kime ve neden yenildiğini dahi kavrayamamak?

Akif Bey, sizin bu tutumunuzun şahsında, bütün bir siyasi tarihimizin kaybedenlerini görüyorum. Lütfen alınmayın!
Acaba diyorum, o temiz ve içten dindarlığınızın da kaynağı olan fazla mütevazi ve iyi niyetli kişiliğiniz, bu politik yeteneksizliğin nedenlerinden biri olabilir mi? Bu kişiliğe dayalı olarak gelişen bir tür dindarlık, insan bünyesini daima sınırlar, sınırlamalar ve mecburiyetler içinde yaşamaya alıştırıyor galiba. Ancak, sınırları ve kuralları, 'hedefe ulaşma hırsı'yla belirlenen politika sanatı bu inceliği tabii ki kaldırmıyor. Basit kuralları bile çiğneyince cezalandırılacağına ve cehennemde yanacağına inanan "korku"ya dayalı suçluluk psikozu, somut gerçeklerin ve acımasız gelişmelerin karşısında kıvraklık gerektiren manevraları yapamayacak bir hantallık ve ağırlık çökertiyor insanın üzerine! Bütün her şeyi Tanrı'yla birlikte algılayan, onunla açıklayan, onunla yaşayan insanlar, içinde Tanrı olmayan bir politik "oyun"da, ne yapacağını şaşıran, elleri ayakları birbirine dolaşan acemi figüran durumuna düşüyor, doğal olarak. Yani, acaba diyorum Akif Bey, sizin şahsınız da, bu tür dindarlıkla politik yeteneksizlik ilişkisi kurulabilir mi? Bilemiyorum, belki haksızlık ediyorum, ama şiirlerinizde dile getirdiğiniz Asım nesilleri yetiştirip, aydınlık günlere kavuşmak için, yani sizin hedeflerinize ulaşmak için, sizi eleştirerek aşmak gerektiğini düşünüyorum. İnşallah hatıranıza saygısızlık olarak anlamazsınız, çünkü ben tam tersine sizin gerçek hatıranıza nasıl sahip çıkılabileceğinin cevabını arıyorum.Ya da şöyle söyleyeyim; millet evlatlarının, bitmeyen ideolojik, etnik yada dini görünümlü oyunlarda figüran olmayı bırakıp muktedir bir siyasetin aktörleri olmalarının, sizlerin makus talihinizi yenmekle mümkün olduğuna inanıyorum.

Bunun dışında, emin olun ki, acılı, trajik ama onurlu yaşam öykünüz, daima bizim ve çocuklarımızın rehberi olacak. Bir dava sahibi olmak nedir, vatanseverlik nedir, kalemini satmamak, onurunu açlığa tercih etmek, özü sözü bir olmak, inançlarından, değerlerinden vazgeçmemek, doğru düşünmek, aydın fikirli bir mümin olmak, nedir? diye soranlara, hep sizi göstereceğiz.

"Akif" diyeceğiz, ona bakın, onu okuyun, onun mahzun mezarındaki çiçeğe su verin. O, bu milletin içinden çıkarmakla iftihar edeceği bir gerçek insandı, diyeceğiz.

'Aydın' kimdir diye soranlara seni göstereceğiz; Bütün ömrü boyunca parasızlık çekmiş, İstiklal Marşı'nın parasını dahi almamış, zorla verilince bir hayır kurumuna bağışlamış olan "Akif"e bakın. Her esen rüzgara dönen, fikrini parasını verenlerden alan, kendi ülkesine dahi beşinci kol ağzıyla düşmanlık yapan, milletini aşağılayan, kimliğinden utanan, Tüccar-Aydın'lardan olmayın, diyeceğiz.

'Adam gibi adam' kimdir diyenlere seni göstereceğiz. "Akif" gibi olun diyeceğiz. Hasta eşine ömrü boyunca hizmet eden Akif gibi olun, eşi için:

"Seni bir nura çıkarsam diye koştum, durdum
Ey, bütün dalgalı ömründe hayat arkadaşım
Dağ mıdır, karşı gelen taş mı hep aştım, lakin
Buruşuk alnıma çarpan bu sefer kendi taşım!

diye şiirler yazan 'Akif' gibi olun,

İnançlarına ve değerlerine bağlılık nasıl olur? diyenlere seni göstereceğiz; Kuşcubaşı Eşref'in 1931'de sana yazdığı bir mektubunda, "Akif'ciğim, Kıbrıs'ta bir Rum komşum var, mübadele de Aydın'dan göçmüş. Geçenlerde İstanbul'a gitmiş. Dönüşünde bana, 'sizin Türkler bize benzemeye karar vermişler. Madem bize benzeyeceklerdi bu kadar kan niye döküldü, bize bıraksalardı biz daha kolay yollarla onları kendimize benzetirdik', dedi." Şeklindeki satırlarını okuyunca hüngür hüngür ağlayan Akif'i göstereceğiz. Yazdığı Meal'i, dini deforme etme çabalarına alet olmaması için yaktıran,
"ilahi pek bunaldım, nerde nurun? Nerde güfranın?
Cehennem gezdirip dursunmu afakında hicranın?, diyen Akif'i.

Vatanseverlik nedir, adanmışlık nasıl olur? diyenlere seni göstereceğiz; 1916'da Teşkilat-ı Mahsusa adına Şerif Hüseyin'e karşı İbn Reşit'i örgütlemek amacıyla Necid seyahatine çıkarken evine bırakması için teklif edilen parayı geri çeviren, "hayrına inandığımız bir hizmeti altınla vurarak öldürelim mi?, diyen Akif'i ; "iki gözüm Eşref'ciğim, bizler maddi manevi yapımızı kendi öz hislerimiz ve müsbeti, hayrı, doğruyu arayan hasbi duygularımızla inşaya çalışmıştık. Beşerde en ali hisde işte bu imiş: Cemiyete rağmen, kendi vicdanının ve hissi selimin istikametini bulup yürüyebilmek" diyen, Akif'i.

Bir ülkenin evlatlarına nankörlük etmesi nedir?, büyük bir devletin "küçük adam"ların eline düşmesi nasıldır?, diye soranlara senin cenaze törenini göstereceğiz, Akif Bey?
27 Aralık 1936'da hastalıktan maada vatanında geçirdiğin son günlerinde dahi evinin gözetlenmesini, vefatından sonra resmi makamların hiçbirşey yapmadığı gibi, cenazene sahip çıkan, Kabe örtüsü ve bayrağa sarılı tabutunu eller üstünde Edirnekapı'ya taşıyan üniversiteli "Asım"ların teker teker tespit edilip okul idarelerince azarlanmasını göstereceğiz. Yoksulluğunu bile bile, üstelik Meclis'de Mebusluk yapmış olmana rağmen sana maaş bağlanmamış olmasını, herhangi bir iş dahi verilmemiş olmasını göstereceğiz. Sen Milli Mücadele'de, M. Kemal'in emriyle Burdur, Kastamonu, Konya, Afyon, Eskişehirlerde dolaşıp hutbelerle halkı mücadeleye çağırırken ortalıkta görünmeyen, tanınmayan kişilerin 1923'lerde yeni düzenin sahibi imiş gibi Ankara'dayken seni azarlayıp, "küsmene" neden olan 'Akif, devir değişti, artık Ankara'da senin gibilerede, arap yavelerinede yer yok' diyen o alçakça tavırlarını göstereceğiz.

Bir insanın anlaşılamaması yada yanlış anlaşılması nasıl olur? diye soranlara, senin Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh gibi akıl ve yenilenmeye vurgu yapan müslüman aydınları örnek almanı hazmedemeyen tam anlamıyla "mürteci" muhafazakarları göstereceğiz. "Safahat"ını basıp da, önsözünde seni senden kayırmaya kalkan, "o İttihatçı değildi" diyerek, kafasındaki "sağcı" İttihatçı düşmanlığı sayıklamalarından güya Akif'i beri tutmaya çalışan o müzmin "sağcı"ları göstereceğiz. Eşref Edip'le çıkardığınız Sebilürreşat ve Sırat-ı Müstakim gazetelerinin İttihat Terakki'nin İslamcı kanadının yayın organı olduğunu 'kavrayamayan' sözde İslamcıları göstereceğiz.

Bir milletin İstiklal Marşı'nın şairine nasıl haksızlık edilebilir?, diyenlere seni göstereceğiz;
Darbe günlerinde zindanlarda dipçik zoruyla, okullarda eziyet olarak İstiklal Marşı okutulmasını, içeriği ve anlamından kopartılmış eski kelimelerden ibaret resmi bir seramoniye indirgenmesini, İstiklal ruhunu hazmedemeyen ama İstiklal'in nimetlerinden de vazgeçemeyenlerin Onuncu Yıl Marşı'nı sana karşı kullanmalarını göstereceğiz.

Seni hep seveceğiz ve seni çocuklarımıza da öğreteceğiz, Akif Bey.
İşte bu yüzden "seni" eleştirmenin ve içererek aşmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Çünkü sen, hiç de aynı yerde durmadığın ve sonradan çıkma bir garip sağcı-dindarlığın, hep kaybetmek ve kazananları muktedir kılmak üzerine kurulu kof siyasetinin malzemesi yapıldın. Muhalifliği kader olarak benimseyen, kazansa da kaybetmiş sayılan, suçluluk ve gayri meşruluk psikolojisini üzerinden atamayan, çekinik ve utangaç bir kişilikle, ürkek ve aşağıdan bakan bir ruhla, ikiyüzlü bir dille varolmaya çalışan bu "badem bıyıklı"ların elinden seni kurtarmak boynumuzun borcu.

Senin küserek terkettiğin yerden, yapmadan yapamadan bıraktığın yerden alıp ilhamı, asrın idrakine konuşturmakta boynumuzun borcu…

Birde o Ankara'da, seni azarlamış olanların torunlarını görmekte borcumuz.

Sana borcumuz çok, anlayacağın. Sakın o merhametli yanınla, alacaklarını silme… ne olur, bu konuda "şahin"ol. öfkeni esirgeme…

Ve Biz, senin eksikliğini ve eksikliklerini telafi etmeden hakkını bu ülkeye, bu millete, Biz'e helal etme, ne olursun Akif Bey...!

Ellerinden öper; seni Hüda'nın birliğine emanet ederim, rahmetle kal!


Ahmet Özcan
-----------------------------------------------------------------

Kaynaklar:Safahat, M.Akif Ersoy, E. Düzdağ, İst. 1992
Tarih sohbetleri,1,2,3,Cemal Kutay, İst. 1967

Açık Mektuplar, Ahmet Özcan, kızılelma yay. İst. 2004

ahmetozcan1@yahoo.com

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ecdâdı Anıyoruz...
MesajGönderilme zamanı: 04.05.09, 15:58 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
3 Mayıs 1481: Fatih Sultan Mehmed Han -rh.a-


***

Fatih öldü mü, öldürüldü mü?

Yavuz Bahadıroğlu


Vakit - 3.5.2009

Hiç gözünüze çarptı mı bilmiyorum, bir süreden beri bendeniz Tv. Net’de “Tarihçe” isimli bir tarih programı yapıyorum.

Televizyon programı yapmaya karşı uzun süren bir direniş içinde olduğumu itiraf edeyim. Çünkü fazla tanınmak istemiyorum. İnsan ne kadar tanınırsa, huzuru ve rahatı o kadar kaçar. Dikkatler tanındığınız ölçüde üzerinize döner. Ne giydiğinize, ne yediğinize, nasıl yediğinize dikkat edilir. Oysa ben özgürlüğüme çok düşkünüm.

Şöhret âfettir! Zamanla “istediğiniz gibi” davranmayı bırakıp “istendiği gibi” davranmaya başlarsınız. Bu süreç kişinin “kendisi” olmaktan hızla çıkıp “rol” yapmaya kaydığı bir süreçtir. İnsanı “kendisi” olmaktan, bir bakıma da “orijinalitesi”nden uzaklaştırır.
Bu yüzden fazla tanınmaktan daima korktum. Fazla tanınmaktan korktuğum için de, televizyonlardan uzak durmaya çalıştım.

Ama bir yerden sonra, artık kaçamıyorsunuz. “Faydalı” olduğuna inandığınız bir “proje” geldiğinde, sırf şahsi rahatınız ve huzurunuz için, reddedemiyorsunuz.
Ben de edemedim ve kendimi bir televizyon kanalında buldum.
Bir yönüyle çok sevindirici: Zira yıllardan beri tarihi Türkiye’nin git gide magazinleşen gündemine getirmeye çalışıyorum.
Sonunda oldu sanırım. Artık pek çok televizyon kanalında tarih programı var. Kimi fazlaca magazinsel, kimi fazla ders havasında... Ne olursa olsun, tarihin bir vakıa olarak televizyon ekranlarına gelmesi son derece memnuniyet vericidir.
Bu çerçevede bendeniz de, Tv. Net’de, bir süreden beri tarih programı yapmaya çalışıyorum. Program Çarşamba günleri saat 20.10’da canlı olarak yayınlanıyor. Bu program çerçevesinde sorulara anında cevap vermeye çalışıyorum. Bunlardan bazıları o kadar önemlidir ki, Vakit’deki sütunuma taşıma zarureti duyuyorum. Bugün de bu sorulardan birinin üzerinde duracağım…


Güngören-İstanbul’dan Coşkun Çetinkaya soruyor: “Fatih Sultan Mehmed vefat ettiği zaman hangi sefere gidiyordu? Bu sefer sırasında zehirlendiği doğru mudur?”

Hemen söyleyeyim: Fatih’in zehirlendiğini iddia eden tarihçiler olduğu gibi, kalıtımsal bir hastalık olan “Nikris=Gut” hastalığından öldüğünü söyleyen tarihçiler de var.

Bu arada hatırlayalım ki, 3 Mayıs Fatih’in ölüm yıldönümüdür. Koca Hünkâr 3 Mayıs 1481 Perşembe günü ikindi üstü Hakk’a yürümüştür.

Sefere çıkmıştı. Önden giden ordusuna katılmak üzere Maltepe’ye geçmiş, önceleri “Tekfur Çayırı”, sonraları ise “Hünkâr Çayırı” denilen yerde kurulu Otağ-ı Hümayun’a gelir gelmez yatağa girmişti. Bir daha da yataktan çıkamadı. Nihayet 3 Mayıs 1481 Perşembe günü ikindi vakti Kur'an sesleri arasında ebedî hayata geçti. Henüz 49 yaşındaydı.

Fatih’e muasır tarihçilerimizden Âşık Paşazade şöyle yazıyor:

“Vefatuna sebep, ayağunda zahmet vardı. Tabipler ilâcundan âciz oldular. Ahir tabipler cem oldular, ittifak ettüler, ayağundan kan aldular. Zahmet ziyade oldi. Şerab-ı fariğ virdüler: Allah rahmetine vardı.”

Ve Fatih’in ağzından doktorları suçluyor:

"Tabipler şerbeti kim virdi Han'e
O Han içdi şerabı kane kane…
Ciğerin doğradı şerbet o Han'un
Hemandem zari itti yane yane…
Didi: ‘Neycün bana kıydı tabipler?’…
Boyadular ciğeri canı kane...
İsabet itmedi tabib şerabı
Tımarları kamu vardı ziyane.
Tabipler Han’a çok taksirlik itti
Budur doğru kavil düşme gümane..."


• • •

Tarihçi Babinger’e göre, Fatih zehirlenerek öldürüldü. Babinger haklı olabilir: Çünkü Venedik Cumhuriyeti, Fatih’e tam 14 suikast tezgâhlamış olmakla sabıkalıdır.

Babinger, bu iş için Venedik Cumhuriyeti’nin, Yahudi hekim Laestro Iacopo’yu kullandığını belirtiyor.
Yahudi hekim İstanbul’a gelip güya Müslüman olarak “Yakub” adını almış, Padişah'ın itimadını kazanarak paşalıkla ödüllendirilmiş ve Fatih’in özel hekimleri arasına girmeye muvaffak olmuştu.
Yine Babinger’e göre, Iacopo, mel’un plânı gerçekleştirdiği taktirde Venedik Hükûmeti’nden büyük miktarda para alacak, ayrıca neslinden gelecek olanlara Venedik vatandaşlık hukuku tanınacak (o devirde Osmanlı Devleti’nin dışında yaşayan Yahudilerin hemen hiçbir hakkı yoktu), bütün vergilerden ve mükellefiyetlerden muaf tutulacaklardı.

Babinger, Fatih’in öldürüldüğünü kesinliğini ifade ettikten sonra, dönme hekimin asker tarafından yakalanarak paramparça edildiğini de kaydediyor.

Fatih’in ölüm haberi “La Grande Aquile è Morta = Büyük Kartal Öldü” başlığını taşıyan ve İstanbul sefaretinden gönderilen bir mektupla, olaydan 16 gün sonra, Venedik’e duyuruldu.

Papa, kiliselere gönderdiği bir talimatla “şükür ayini” yapılmasını ve çanların üç gün üç gece çalınmasını istedi.

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye