Müftiyü’s-Sakaleyn (ins ü cin müftüsü) Ebussuud Efendi
ŞEYHÜLİSLAM EBUSSUUD EFENDİ’NİN HAYATI Torunlarından bulunduğum Müfitiyü’s-Sakaleyn (insanların ve cinlerin müftüsü) Ebussuud Efendi merhumun hayat hikâyesini yazmak isteyişimiz, Allah şahittir ki övünme hevesinden değildir. “Salih insanlar anıldığında rahmet iner” sözü gereği onun yüksek hatırasını yad etmek, manevî bir feyz edinmek isteyişimizden dolayıdır. Yoksa Şah-ı Nakşibendî Efendimizin kutsal nefeslerinden bir yüce hikmetin manzum söyleyişi ve Mevlânâ Câmî’nin kaleme aldığı: “Soyundan hiç kimse onun yerini tutmaz” mısraındaki hakikati –hamdolsun- tamamıyla idrâk edenlerdeniz.
Hatta vaktiyle aşağıdaki şiirimde bunu itiraf eylemiştim:
“pâkdir neslim fakat etmem anınla iftihâr
eylemez insan olan seng-i mezâra i’tibâr
hânedânın senden etsin ibtidâ ersen eğer
âdemiyet böyledir, insân etmez iftikâr”
Zaten fazilet ve kemalinin ünü, bu âlemin her köşesine yayılmış olan bir ulu zattan bahsetmek malûmu ilâm kabilinden olmakla beraber haddini bilmemekten kaynaklanan bir hareket de değildir. Çünkü Ebussuud gibi ulu şahısların hayat hikâyeleri ne kadar yazılıp söylense de birçok noktaları noksan kalır. Bunun için bu konudaki araştırmalar ne kadar çoğalırsa meçhul noktalar o kadar azalacağından “malumu ilâm ediyorsun” gibi itirazlara sebep kalmaz. Bu açıklamayla kendini gösterme kuruntusu da düzeltilmiş demektir. İki kuruntunun bir arada olacağına hükmetmek muhtemelen yine bir kuruntudur. Fakat bu ihtimalden uzaklaşmış olmakta değildir ya! Bununla beraber sevgili okuyucularımı da günaha girmekten koruma maksadıyla şu girişi yazmaya mecbur oldum.
“Büyük âlim, ikinci Ebû Hanife ve cinlerle insanların müftüsü” unvanları verilmiş olan Ebussuud Efendi Hazretleri, Tarîkat-ı Şemsiyye-i Halvetiyye ileri gelenlerinden, bu ümmetin iyilerinin büyüklerinden Şeyh Mehmed Muhyiddin Yavsî hazretlerinin oğludur. Onun babası da İskilibli Mustafa el-İmâd hazretleridir. 896 hicrî yılının Safer ayının 19. gününde (m. 1490) İstanbul civarında bulunan ‘Vidos’ köyünde rahmet ayeti gibi bu âlemi şereflendirmiştir. İlk hocası, zamanın kutbu olan muhterem babasıdır. Öğrenmesi gereken ilk bilgileri babasında tahsil ettikleri gibi Haşiye-i Tecrîd’i baştan sona, Şerh-i Miftâh’ı iki kere, Şerh-i Muvâfık’ı dahi tamamen ondan okumuş ve Miftâh-ı Ulûm’u ezberlemek sûretiyle derslerini tamamlamıştır.
Yaygın şöhreti Sultan Bayezid Hân-ı Velî’ye ulaştığında, kendilerini günlük otuz akçe çelebi ulûfesi tahsîs edilerek pâye-i ilmî (ilim adamlarına verilen rütbe) ihsân ettiler. Ebusuud Efendi bu erişimden sonra çalışmalarını derinleştirmiş ve derece derece ilim yollarını aşmıştır. Bir hayli müddet Sadrü’l-İfade Müeyyed-Zâde Efendi’den ders okumuş ve ona damat dahi olmuştur. Daha sonra Kazasker Seyyid Süleyman Efendi’nin yanında kalmıştır. H. 924’de âlimlerin övüncü olan İbn Kemal merhum, Ebussuud Efendi’ye Çankırı Medresesi müderrisliğine tayin edildiğini bildirmiş ise de bu görevi kabul etmemiştir. Ancak o sıralarda boşalan İnegöl’de bulunan İshak Paşa Medresesi’ne müderris oldu. Burada dört sene kadar ders verdi. On ay kadar boş kaldıktan sonra 927’de Davut Paşa Medresesi’ne, 931’de Vezir Mustafa Paşa’nın Gebze’de yeniden bina eylediği medreseye, 932’de Bursa’da Sultan Medresesi’ne, 934’de Medâris-i Semân’dan Müftî Medresesi’ne, 939’da Bursa Kadılığı’na, on ay sonra da İstanbul Kadılığı’na tayin edilir. 944’de Rumeli Kazaskerliği makamına tayin edilmesiyle bu makam şereflenmiş oldu. Sekiz sene Kazaskerlikte bulunduktan sonra 952 Şaban ayında Şeyhülislâmlık elbisesi omuzlarına giydirilerek hak ettiği yere gelmiş oldu. Tam otuz sene bu yüce makamda hizmet ederek ileri gelenlerin ve halkın müşkül meselelerini çözdü.
Şeyhülislam olmadan önce mana âleminde kendilerine gösterilen manevî teveccühü şöyle naklederler:
Alıntı:
“Henüz müderris iken bir gece rüyamda Zeyrek Câmi-i Şerifi’ne girmiştim. Gördüm ki cami halk ile dopdolu. Bu cemiyet ne ola, dedim. Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin saadetli divânlarıdır denildi, saygıyla bir köşede durdum. Önümde devrin şeyhülislamı olan Kemal Paşazade Ahmed Çelebi bulunuyordu. Resullerin önderi efendimiz mihraba oturmuşlardı. Sağlarında ve sollarında Ashâb-ı Güzin (radiyallahu anhum) efendilerimiz tertip üzere, göğüslerine el kavuşturmuş tazim ile ayakta duruyorlardı. Peygamberimizin karşısında hal ve kıyafetinden Arap olduğunu zannettiğim bir kimse gördüm. Seyyidlerin Ulusu Efendimizle diz dize denilecek bir durumda oturuyor, kendileriyle sohbet ediyordu. Ben hayret ettim. Acaba bu zat kimdir? Bütün Ashab-ı Kiram ayakta durdukları halde yalnız kendisi Peygamberimizin huzurunda oturabiliyor, diye düşünüyordum. Dinledim; Efsahü’r-Rasul (peygamberlerin en güzel konuşanı) Efendimiz Arapça konuşuyor, o zât Farsça söylüyordu. Peygamberimizin “Mevlâna Câmî! Ben Arapça konuşuyorum, sen de Arapça konuş” hitabı ile karşılaşınca Arap zannettiğim bu zatın Molla Câmî (kuddise sirruh) olduğunu anladım. O ise peygamberimizin bu buyruğuna cevaben “Ya Resulallah, ben zelîl kulunuz, yüce zâtınızdan özür dilemiştim. Acep özrüm makbul olmadı mı?” dedi. Nebi efendimiz hazretleri “ Ne yolda özür dilemiştin?” diye buyurduklarında Molla Camî:” yüce resullüğünüzü övmeye çalıştığım bir kasidemde:
“Sırrını anlatamam, o bir Arap ben acemî
Sevgiden de söz edemem, o bir beyaz ben zencî” demiştim” dedi. Bunun üzerine peygamberlerin en beliği Efendimiz “Zararı yok Farsça konuşman da makbulümdür” buyurdular. Daha sonra yine Molla Câmî’ye hitâben “Şu oturanı bilir misin?” sualiyle Kemal Paşazade’yi işaret buyurdular. “Bilmem Ya Rasullallâh” dedi. “Kemal Paşazade’dir, hâlen ümmetin muftîsidir” dediler. Tekrar ben hakir kulu işaretle “Ya onun ardında duran şu kimseyi bilir misin?” diye sorduklarında Molla Câmî yine: “Hayır Ya Rasullallâh” dedi. Belagat dolu kutsal sözler söyleyen Peygamberimiz buyurdular ki “ Ebussuud İbni Yavsî’dir. O dahi ümmete müftî olsa gerektir.” Bu sadık rüyayı gözettim. Otuz yıl sonra bu acize fetva işleri (şeyhülislâmlık) ihale kılındı.”
Merhum, şeyhülislâm olduktan sonra meşguliyetlerinin fazla olmasından dolayı yorgunluk alâmetleri belirdiğinde, kazaskerlikte bulunduğu zamanı yâd eder ve aşağıdaki rüyayı anlatırmış:
Alıntı:
“Kazaskerliğimden bir hafta evvel bir gece rüyamda kendimi Fatih Cami-i Şerifi’nde ikindi namazını eda eder görmüştüm. Meğer bu rüya, kazaskerlikte sekiz sene müddet bulacağımıza işaretmiş. Keşke ikindiye bedel yatsı namazı kılmış olsaydık.”
982 Hicrî yılı Cemazîyelulâsının Pazar günü (m.1574), 87 yaşında olduğu halde ruhu, arzuladığı hakikat âlemine yolcu oldu. Cenaze namazı Fatih Camii’nde Sümbül Sinan Hazretleri’nin imametiyle kılınarak Hazret-i Ebu Eyyûb civarında kendisinin yaptırmış olduğu mektep sahasında defnedildi. “Kad Entekale’l-Mevlâ Ebussuud (Ebussuud Mevlâ’ya intikal etmiştir)” ibaresi ebced hesabıyla vefat tarihidir.
Şerefli kabirleri gayet sade ve bir peygamber benzeri yaşadığı hayatı gibi her türlü gösterişli süslemeden uzak olmakla beraber ziyaret edenlerin bildiği üzere hakikaten heybetli ve gönül alıcıdır. İnsan O’nun türbesini ziyaret ettiğinde, o heybetli fakat gösterişli süslemelerden uzak türbesini, bir de orada medfun olanın kemal ve dehasını düşünmeye başlar. Türbenin çevresinde medfun olan başkalarının süslemeler, debdebelerle bezenmiş olan gösterişli türbelerine hayretle bakar da süsleme ve bezeme sanatında ne derece ileri gittiğimize, manevi ilerlemede ise ne kadar geri kaldığımıza ilk bakışta hükmederek üzülür.
Merhum Ebussuud Efendi’nin irtihal ettiği haberi Mekke ve Medine’ye ulaşınca, kendisi için gaib cenaze namazı kılınmıştır. Bu mazhariyet İslam büyüklerinin çok azına nasip olmuştur. Büyük âlim Ebussuud Efendi’nin çok kıymetli vücut definesi yüklenmiş olan sükûn içerisindeki türbesi, vasiyetine binaen sade bir şekilde tanzim ve aynı şekilde muhafaza edilmiştir.
Mühim bir mülahaza: Sufiler ile MüftilerEbussuud merhumun cenaze namazının Sünbül Efendi imametiyle eda olunması dikkate şayandır. Çünkü Sünbül Efendi Tarikât-ı Halvetiye müceddidliğiyle cihânın tanıdığı zamanın kutbuydu. Öteden beri âlimler ile sûfiler arasında fikir ayrılığı bulunduğuna inananlar şu Sünbül Efendi’nin imameti hususuna akıl erdiremezler, sanırım. Fakat mesele gayet basittir. Ebussuud Efendi zamanına gelinceye kadar bu iki İslâm cemaati arasında hakikaten hayli tartışmalar geçmiş ve bu da birbirlerinden nefret etmelerine sebep olmuştu. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi tarafından verilen bir fetva meseleyi iki tarafın da itirazına gerek kalmayacak şekilde hallediyor. Ebussuud Efendi bu fetvasında:
“Mazhar-ı aşk-ı ilâhî olan bahtiyârânın esnâ-yı zikr ve tesbîhde bazı ahvâl-ı fevkalâdede bulunmaları mahall-i i’tirâz değildir. Çünkü insanın vecd halindeki hareketleri gayr-i ihtiyârî ve sırf ruhânîdir” [İlahi aşka mazhar olan bahtiyar kimselerin Allah’ı zikir ve tesbihleri esnasında bazı olağanüstü durumlar göstermelerinde itiraz edilecek bir durum yoktur.] yolunda gerçeği dile getirerek kendisinin de çeşni-i senc-i lezâiz-i tevhîd [tevhit lezzetlerinin tadıcısı] olduğunu ispat eylemiş ve cenâze namazını da Hazret-i Sünbül gibi kâmil bir velînin kıldırmasını vasiyet etmiştir.
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi ile Sünbül Efendi arasında gayet ciddi bir muhabbet bulunduğu dahi onları tanıyanlarca doğrulanmıştır. Ebussuud Efendi zamanından sonra akıllara durgunluk veren değişikliklere maruz kalan devlet idaresine bağlı olarak genel ahlâka dahi sayısız noksanlar yayılmıştır. Türlü sebeplerden dolayı bu iki cemaat arasında yine bir takım münakaşalar meydana gelmiş ise de –eğer Allah Teâla dilerse- bir orta yol takibiyle aslında tek bir topluluk olan Ehl-i İslâmın bir sağlam noktada birleşeceklerini ve birleşmekte olduklarını umuyor ve iftihar ile bu yolda ilerlediğini görüyoruz. Bu hal pek tabii değil midir?
Çünkü “Cümlenin maksûdu bir amma rivâyet muhtelif”
...
Muhterem edib Faik Reşad Efendi, Eslâf’da Ebussuud Efendi’yi şöyle tarif eder:
“Muşârünileyh uzun boylu, yanakları çukurca, buğday renkli, uzun aksakallı, nuranî yüzlü, vakur, zarif görünüşlü ve heybetli, süslü elbiseler giymeyen, selef-i salihîn, Ashab ve tabiîn gibi yaşamaya çalışan bir kimse imiş.
Osmanlı kanunlarını usulüne uygun olarak yeniden düzenleyip Divan işlerini güzel bir şekilde ıslah etmeği başardığı gibi bu günkü sicillât-ı hükkâmın [Kadı sicilleri, mahkeme kayıtları] yazılması ve usûl-i sakki [mahkeme kayıtlarının tutulduğu bir çeşit resmî yazı yazma usûlü] onun icraatlarından olduğu Zeyl-i Şakâik adlı kitapta yazmaktadır.
Hazretin birkaç defa sabah namazı vaktinden ikindi namazı vaktine kadar bin dört yüzü aşkın fetva imza eylediği rivayet edilmiştir. O zamanki İslam âlimlerinin fetva imza etmesi yalnız: “ketebehû el-fakîr filân ibni filân ufiye anhü” [bu fetvâyı yazan falan oğlu filanın günahları affedilsin] cümlesini yazıvermekten ibâret değildir. Bir şer’i meseleyi usulüne göre etraflıca açıklayıp izah ile altına imza atmak demektir. Daha sonra usul haline getirilen yalnız imza atarak fetva vermekle kıyaslanamayacağından, bir günde öyle bin dört yüz fetvayı tanzim ve imza eylemek insan kuvvetinin dışında görülür. Bu Ebussuud Efendi’nin manevî kuvvetine bağlıdır.
En büyük eseri olan Tefsîr-i Şerîf, ilim ve hünerde sahasında emsaline nadiren tesadüf olunan bir dahinin kaleminden çıkmış harikûlâde bir eserdir. Bu kıymetli eserin mukaddimesi olan Hutbe-i Şerîf’in birkaç yüz cilde muâdil bir belagat örneği olduğunu âlimler tasdîk etmiştir. Arap âlimleri arasında, Rumeli âlimlerinden en çok Ebussuud Efendi Tefsiri şöhret bulmuş ve takdir ile okunmuş ve incelenmiştir.
“İrşâdü’l-Akli’s-Selîm”, Tefsîr-i Kebîr’in kenârında matbu olmakla beraber Mısır’da ayrıca basılmıştır.
Ölümsüz eserlerinden biri olan Fetvâ-yı Şerîfe’si de meşhûrdur. Zikir ehli ve tevhidle ilgili fetvası ve Yüce Halifeliğe ait mühim bir açıklamasını içeren diğer fetvası ilim adamlarınca muteber kabul edilen eserlerindendir.
Şiirleri de şairlerce takdir edilmiştir. Bu konudaki bilgisine güvenilen bir âlim olan Faik Reşad Beyefendi’nin Ebussuud Efendi’ye ait şiirler hakkındaki değerlendirmesi şöyledir: “Ebussuud Efendi merhumun elsine-i selâse [üç dil; Arapça, Türkçe, Farsça] üzere gayet nefis ve selis şiirleri vardır. Arapça şiirlerinin en meşhûru:
“Arzu ve istekteki sağlamlığım (akl-ı selîmim) benden uzaklaştı
Yerine onun, gözyaşı, ihtiyarlık ve zayıflık durdu oturdu.” gibi âşıkâne söylenmiş beytiyle musavver olan Kasîde-i Mîmiyye’sidir.
Hizmeti olan değerli bin insanın vefatında mersiye tarzında kaleme aldığı manzumeden seçilmiş birkaç beyti de pek acıklıdır:
“gel ey huceste-hisâl ü melek cemâlim gel
tükendi hasret ile takât ü mecâlim gel
seni bekâda koyup ben fenâ bulam der idim
vücûd bulmadı endîşe-i muhâlim gel
seninle mülk-i vücûdum temâm-ı âmir idi
yıkıldı cümleten, oldu harâb hâlim gel
bu rüzgâr ise ey ebr, iden yaşın seylâb
beni ağlatan oldur, gel ağlaşalım gel”
(Faik Reşad’ın değerlendirmesi burada bitiyor.)
Osmanlı ve İran şairleri arasında merhum kadar beliğ ve muciz bir şekilde Arapça şiir söyleyen yoktur. Türkçe olarak yukarıda zikredilen mersiyeden başka manzum eserine tesadüf edemedik. Tesadüf eden kardeşlerimiz varsa yayınlamasını istirham ederiz. Merhumun nesri dahi şiiri gibi gayet tabii ve sade ve fazla sözden arındırılmıştır. Elimizde bulunan bazı eserlerinden yola çıkarak böyle söylüyoruz.
Merhum Ebussuud Efendi, Zeyrek civarında Çırçır’da bulunan konağında ikamet ederek Müslümanların işlerini görür ve belirli vakitlerde Topkapı Sarayı’na gelerek padişahı ziyaret eylermiş. Saraya gelirken ve dönerken –günümüzde de onun güzel ismine nispetle yâd olunan- caddeyi seçtiği cihetle bu cadde, namına izafeten isimlendirmek şerefine mazhar olmuştur. İkametgâhı bulunmakla mesut olan konakta mihraplı bir oda mevcut olup Ebussuud Efendi burada ibadet ve taâtla meşgul olurmuş. Şerefli yüzünün temasıyla mihrabın aşınmış olduğu rivayet edilir ise de bu bina günümüze ulaşmamıştır. Evlat ve torunlarının ikametine tahsis edildiği vakfiyesinin şartlarından bulunan ve kim bilir, hangi zamanda hangi cüretkârın tecavüzüyle arsa haline getirilerek şuna-buna satılan bu evin günümüze ulaşmaması esef vericidir.
Dört oğluyla üç kerimesi vardır: Oğulları; Mahmud Çelebi, Mehmed Çelebi, Mustafa Çelebi, Ahmed Çelebi. Kızları: Kerime Hatun, Rahime Hatun, Hatice Hatun.
Vefat ettiğinde Mustafa Çelebi’den başkası hayatta değillerdi. Hatta Mustafa Çelebi’den başka en küçük oğlunu defnederken
“Ya Rab! Bir tane kalan evlatlarımın acısını artık bana gösterme“ diye niyaz ederek ağladığı söylenir.
Soyu Mustafa Çelebi’den yürümüştür ki bunun oğlu da Kazasker Ahmed Efendi’dir. Meşhur Şeyhülislâm Hoca Sadedin Efendi merhumun mahdumu, Aziz Efendi de Mustafa Çelebi’nin damadıdır.
Ebussuud Efendi’nin nükteli söyleyişte, açık sözlülükte dahi öncekiler ve sonrakiler içinde belirgin olduğu eserleriyle sabittir. “Cevâhirü’z-Zevâhir” isimli muteber eserinde gördüğümüz aşağıdaki fıkra bu hususta getirilecek delillerdendir: Ebussuud Efendi’den bazı zarif kimseler ‘hazîne’ manasına gelen ‘hizâne’ ve ‘çanak’ manasında olan ‘kas’a’nın üstün veya esre ile okunup okunmayacağını sorarlar. Ebussuud Efendi “Lâ tüfettehü’l-hizânete ve tükessirü’l-kas’ate” yani ‘hizâne’yi fetha ve ‘kas’a’yı kesr etme buyurlar ki ‘hizâne’ kelimesini üstün ve ‘kas’a’ kelimesini esre ile okuma demekle beraber ‘hazineyi açma ve çanağı kırma’ demeği dahi ima etmişlerdir.
Muallim Naci’nin Istılâhât-ı Edebiyye isimli kitabında şiirle ilgili açıklamalar yapıldığı bir yerde Arap şairlerinin en iyilerinden Ebû Dülâme’nin Halife Me’mûn’un bir sorusuna karşı söylediği bir edebî cevaptan bahsedilmiş ve bu cevap, mensur şiire misal olarak verilmiştir. İnsaf ederek söylemek lazım gelirse merhumun cevabı Ebâ Dülâme’ninkine tercih edilir kanaatindeyim.
…
Ebussuud Efendi’nin İstanbul’da ve İskilip’te hayır eserleri vardır. İskilip’teki camii mamur olup içerisinde belirli vakitlerde –vakfın şartı gereği- zikrullâh ayini icra kılınır.
İstanbul’da Topkapı civarından Şehremaneti civarına kadar su yolları ve Şehremini’nde çeşmesi, Eyüp Sultan’da bulunan mektebi, Macuncu’da hamam ve çeşmesi mamurdur. Bir asırdan beri yıkık olduğu halde bir sene evvel –Allah’ın lütfuyla- yenilenen mektebinin bitişiğinde bir de muallim evi bulunduğu vakıfnamede açıkça görülmekte ve temellerinin varlığından anlaşılmakla önceki hükümet zamanında yeniden inşası için Evkaf Nezareti’ne (Vakıflar Bakanlığı) birkaç defa müracaat edilmiştir. Evkaf Meclisi uzun görüşmeler sonucu buranın imarına lüzum görmemiş ve “Bu gibi vakıf evlerin tamiri oturana aittir” yolunda karar vermiştir. Gülünç olan bu cevap, zihnimde garip duygular meydana getirmişti…
Ebussuud Efendi’nin yönetime ait fikirlerinden de söz etmek gerekir. Çünkü bu fikirlerinde birçok ibretler vardır. Ebussuud Efendi yükselme devrinde Kanunî ve İkinci Selim zamanlarında Şeyhülislâmlıkta bulunmuş ve fetvaları her yerde, her yönü ile tatbik edilmiştir. Temiz Şeriat hükümlerinin her iki dünyada da mutluluk getireceği anlayış ve inancını yaralamaya ve reddetmeye yeltenen kısır görüşlülere Ebussuud Efendi zamanını araştırıp düşünmelerini ihtar edivermek de güzel bir cevap değil midir?
Osmanlı ülkesi şimdiki sınırlarından beş misli bir genişliğe sahip olduğu halde yakın ve uzak bütün beldelerin en ücra köşelerinde bile şer’i hükümleri tatbik ve icra eylemek Ebussuud Efendi’nin ne büyük bir dehaya sahip bulunduğuna büyük bir delil teşkil eder.
Tarihçilerin ittifakı ile sabit olan bir gerçektir ki devletimizin o muhteşem devrinde, hükümete karşı Zembilli Ali Efendiler, İbn Kemaller, Ebussuud Efendiler gibi ümmetin uluları, milletin vekilleri yerinde ve kuvvetinde idiler. Hükümet işleri daima bunlar gibi şahısların teftişinden geçer, onların uygun görmeleriyle uygulanırdı. Her sınıf ahali eşit bir şekilde refah ve adalet içerisinde yaşayıp giderlerdi. Tamamen ilahî kânun dairesinde idare olunan bir memlekette ise anarşi ve ayaklanma işitilmemiş, görülmemiştir. Bu zatların Saray’a karşı mevkileri pek büyük idi.
Yavuz Sultan Selim gibi velilik mertebesini kazanmış olan bir Padişah ile konuşmak için Saray’a gelen Zembilli Ali Efendi merhum huzura çıkarken yüksek sesle: “
Allah, elbette zalimleri sevmez” ayet-i celilesini okur ve Padişah’ı ikaz ederdi.
Ebussuud Efendi’nin de, yüce seleflerinin peşinden giderek Kanunî’nin, bir öldürme meselesinde, cemaatle namaz kılmadığından dolayı şahitliğini kabulden çekinmiş ve şeriatın hükümlerini koruma hususunda ne derecelerde fedakâr ve yüksek prensiplere sahip bir Şeyhülislâm olduğunu ispat etmiştir.
Allah Rahmet eylesin.***
*Hattat Vahdeti Efendi tarafından yazılan bu makalenin aslı, 5 Ramazan 1327 (Eylül1909) tarihinden itibaren BEYANÜLHAK MECMUASI’nın 42. ve 43. sayılarında neşredilmiştir. Hayreddin MERAL tarafından Latin harflerine aktarılan metin YÜCE DEVLET DERGİSİ’nde (16 Ekim 1995, 3. sayı, s.5 ve 15) yayınlanmış; Şubat 2008’de tekrar gözden geçirilerek sadeleştirilmiştir.http://www.yucedevlet.com/haber/191-sey ... ayati.html