sufiforum.com https://sufiforum.com/ |
|
Korunması Gereken Öncelikli Olan Ehli Sünnet İtikadıdır https://sufiforum.com/viewtopic.php?f=27&t=3802 |
1. sayfa (Toplam 1 sayfa) |
Yazar: | Ruhan [ 04.02.10, 20:28 ] |
Mesaj Başlığı: | Korunması Gereken Öncelikli Olan Ehli Sünnet İtikadıdır |
Röportaj: Osman Akyıldız Araştırmacı-Yazar EBÛBEKİR SİFİL: “Muhafaza edilmesi gereken şey öncelikle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadıdır” -Hocam, umumi mânâda Ehl-i Sünnet’i nasıl tanımlayabiliriz? Veya Ehl-i Sünnet kimdir? Ebûbekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm. Ehl-i Sünnet’i teşhis etmenin birkaç yolu var. Bunlardan birincisi geçmişte Ehl-i Bid’at fırkalarla münakaşa edilmiş meselelere bakmak. Gerek usûl-i dinde gerek usûl-i fıkıhta Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bid’at fırkaları arasında yaklaşım farklılıkları var. Bu kaynak anlayışından, epistemolojiden neş'et eden bir şey. Buna bakarak bir istikamet tayini yapabiliriz. Kim Ehl-i Sünnet’tir, kim Ehl-i Bid’at’tır, bunu tayin edebiliriz. İkincisi bugün tartışılan meselelere Ehl-i Sünnet’in ilkeleri çerçevesinde bakarak kim Ehl-i Sünnet’in yanındadır, kim karşısındadır, bunu tesbit edebiliriz. İmam el-Eş’arî Makâlâtu’l-İslâmiyyîn’de “Ehlü’s-Sünne ve’l-Eser” dediği bir kesimden, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in hadis ağırlıklı kolundan bahsediyor, onların görüşlerini, mümeyyiz vasıflarını zikrediyor. Bunlar arasında o dönemde mevcut Ehl-i Bid’at fırkalarla Ehl-i Sünnet’i birbirinden ayıran temel hususlar var. Nedir onlar? Sahabeye saygı. Haber-i vâhid’in delil olarak alınması, mütevâtir rivayetleri geçtik haber-i vâhid’in delil olarak alınması, meşhûr ve mütevâtir hadislerle sabit olmuş amelî ve itikâdî hükümler, Sahabe'ye hürmet, havz-ı Kevser, şefaat, kabir azabı, sırat, mîzân ve buna benzer hususlarda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat diğer fırkalardan ayrı duruyor. Biz buna bugün İslam’ın modern yorumlarını dikkatte tutarak da yeni bir boyut katabiliriz. İslam’ın modern yorumları derken sadece modernizmi kastetmiyoruz. Modern çağa mahsus İslâmî her türlü yorumu kastediyoruz. Bunun içinde meâlciler ya da Kur’âniyyûn denen akım da var, bunun içinde kendilerine Selefî diyen ama Selef’le farklı düşünen insanlar var ve tabii ki bunun içinde modernistler de var. Bunların Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadına aykırılık teşkil eden görüşlerini, duruşlarını İmam Eş’arî’nin çizdiği çerçevede düşünebiliriz, tesbit edebiliriz. EHL-İ SÜNNET KİMLERDİR? Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dediğimiz gövde üç ana koldan oluşuyor: Bunlardan birincisi Ehl-i Sünnet kelâm alimleri. Yani Mâturidiler ve Eş’arîler. İkincisi hadis alimleri, üçüncüsü de ehl-i tasavvuf. Ehl-i hadis ve ehl-i tasavvuf arasında Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in temel kabulleriyle, ana çizgisiyle, istikametiyle örtüşmeyen görüşlere sahib olanlar, zâhib olanlar var mıdır, vardır. Bunları biz Ehl-i Sünnet dışı oluşumlardan sayıyoruz. Yani ehl-i hadis arasında tecsime ve teşbihe kaçan bir grup var. Nasların zahirine sarılarak adeta müteşâbihâtı muhkemâta hakim kılacak bir tarzda teşbih ve tecsime kayan ve ehl-i hadis içersinde yer alan insanlar var. -Müşebbihetü’l-Hanâbile değil mi? Sifil: Genellikle öyle ifade ediliyor. Bütün Hanbeliler öyledir veya bütün ehl-i hadis Hanbeli’dir demek doğru değildir. Ehl-i tasavvuf içersinde de batınî veya İbahiyyeci bir grup var. Ya da felsefeyle çok fazla haşır neşir olmuş, Selef’in zühd anlayışına, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in tasavvuf anlayışına felsefeyi karıştırmış bir kesim var. Bunların felsefî görüşlerine biz tıpkı diğerlerinde olduğu gibi bid’at hükmünü verebiliriz, vermemiz lazım. Dikkat etmemiz gereken şu: Muhafaza edilmesi gereken şey öncelikle Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadıdır. Hz. Ali radıyallâhu anh’ın sözünü hatırlayın: Hakkı tanıyın ricâli hakka göre değerlendirin. Hakkı ricâle göre değerlendirmeyin. Dolayısıyla bizim için Hakkın tek ölçüsü Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir. Bu çizgiyi şâibelerden, şüphelerden, tereddütlerden ne kadar âri bir şekilde öğrenir ve özümsersek o ölçüde bid’at yaklaşımlardan, oluşumlardan, kavramlardan, kuramlardan uzaklaşma şansımız olur. -Hocam, bu Kur’âniyyûn ve modernistlerin şu anki konumları belli ama mesela ehl-i hadis temelli günümüze ulaşan Selefî akımlara baktığımız zaman birbirlerinden bağımsız gruplar ve düşünceler görüyoruz. Acaba bu tecsim ve teşbih düşüncesinin kökenleri nedir? Neden bazı ehl-i hadis alimler bu konuda hataya düşmüşler? Bunun geçmişine inebilir miyiz? Sifil: İmam Ebû Hanife rahimehullah diyor ki: Bize doğu tarafından iki tane bid’at geldi. Birincisi Cehm bin Safvan’ın teşbih görüşü, öbürü de Mukâtil’in ta’tîl görüşü. İmam Ebû Hanife bunu söylerken Irak coğrafyasından bahsediyor. Irak coğrafyası malum ehl-i bid’at oluşumların merkezi. Yani Hicaz’da böyle bir şey yok mesela. Onun için İmam Mâlik Medine ehlinin amelini tâli delillerden biri olarak usul-i fıkhının içine yerleştirmiş. Ama biz benzeri bir şeyi nadiren zikredenler olsa da Kûfe ehlinin ameli ya da icmaı diye bir kavram üzerinden yapamıyoruz. Çünkü Kûfe ehli homojen değil. Medine ehli homojen. Mutezile dediğimiz fikir akımı Irak coğrafyasında ortaya çıkmış, Bağdat ve Basra Mutezilesi Irak coğrafyasında ortya çıkmış. İlk Şii oluşumlar burada ortaya çıkmış. Cebrî oluşumlar burada ortaya çıkmış. İrcâ oluşumları burada ortaya çıkmış. Devletin başkenti olması hasebiyle bilhassa Abbasiler’den itibaren felsefî oluşumlar burada kendini göstermiş. Erken dönemlerde durum bu. Özellikle Abbasiler döneminde Beytu’l-Hikme’nin kurulmasıyla birlikte felsefî görüşler İslam dünyasına hızlı bir şekilde nüfûz etmeye başlamış. Sadece felsefî değil, gayri İslâmî bütün fikirler, inançlar Hristiyanlıktan Brahmanizm’e kadar, Naturalizm’e kadar pek çok inanç ve görüş, felsefî düşünce Abbasiler döneminde İslam dünyasına girme, sızma imkanı bulmuş. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikadının en güçlü müdafilerinin Irak coğrafyasında ortaya çıkmasının sebebi de budur. Yani İmam Malik rahimehullah çok fazla bu işlere girmemiş. Kelâmî mevzulara girmemiş; girmesine gerek de yokmuş. Ama İmam Ebû Hanife ve onun başlattığı ekol/çığır Kelâm meseleleriyle aktif olarak ilgilenmiş. İmam Ebû Hanife’den ve diğer Hanefi büyüklerinden Kelâm ilminin zemmine dair varid olanlar bâhusus Mutezile kelâmına yöneliktir. Çünkü erken dönemlerde kelâm dendiğinde, kelâmcılar-mütekellimîn dendiğinde Mutezile anlaşılıyordu. Onun için insanları kelâmdan sakındırırken, aslında Mutezile kelâmından sakındırıyorlardı, buna dikkat etmek lazım. Yoksa İmam Ebû Hanife’nin bugün elimizde mevcut eserlerinde kelâmî yaklaşımın temellerini çok rahat görmek mümkün. TENZİH İLE TECSİM VE TEŞBİH KARIŞTIRILIYOR - Ehl-i hadis içersinden çıkan tecsim ve teşbih’in temellerine dönersek… Sifil: Evet. Tecsim ve teşbih meselesinin İslam dünyasında bir zemini yok. Yani sahabe bu meseleleri konuşmuş değil. Allah Teâlâ arşa istivâ etmiştir, bu istivânın mahiyeti nedir? Ya da Allah Teâlâ’nın eli, yüzü, vechi, gelmesi, inmesi vesâir müteşâbihât konusunda Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm da konuşmamış, sahabe de konuşmamış. Bu iki şekilde değerlendirebilir: Bir, Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tabii hali içersinde sahabe bu nassların, bu ayet ve hadislerin nasıl anlaşılması, nereye oturtulması gerektiği konusunda kendiliğinden bir kanaat sahibiydi, fıtrî olarak, tabii olarak bir duruş sahibiydi. Dolayısıyla bu meseleler üzerinde çok fazla fikir beyan etmediler, tartışmadılar, düşünmediler. Bu şu demektir: Bu müteşâbihattır, Allah Teâlâ hakkında zikredilen bu tür ef’al ve sıfat O’nun şanına layık bir şekilde anlaşılmalıdır. Naslarda ne ne kadar gelmişse ona o kadar inanıp ötesine geçmemek esastır. - Hiçbir yorum yapılmaz yani. Sifil: Hayır asla. Böyle anlamak mümkün, şöyle anlamak da mümkün. Sahabe zâten bu işlerin ne anlama geldiğini biliyordu. Yani الرحمن علي العرش الستوي ayetini okuduğunda sahabe bunun istivâ kelimesinin Arap dilindeki mütebâdir anlamını esas alarak, ilk akla gelen anlamını esas alarak nasıl anlaşılması gerektiğini biliyordu. Bu bir "istikrar"dır. Allah Teâlâ hâşâ arşa istikrar anlamında istivâ etmiştir. Yani Allah Teâlâ arşın üstündedir. Bunun için kimse tartışmamıştır bunu. İşte kendisini Selefî diye ifade eden kardeşlerimizin bir grubu bu şekilde söylüyor. Nitekim İmam Malik’ten, hatta bazı sahabîlerden, ehl-i beytten, ezvâc-ı tâhirattan nakledilen bir söz var: الاستواء معلوم والكيف مجهول istivâ malumdur, nasıl istivâ ettiği meçhuldür. İmam-ı Malik’e sorulduğunda böyle demiş: الاستواء معلوم والكيف مجهول والسؤال عنه بدعة birisi sormuş “nasıl istivâ ediyor” diye o da böyle cevap vermiş. Şimdi soruya ve cevaba iyi dikkat etmek lazım. “Nasıl istivâ etti” demiş adam. Cevap bu: “İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür.” Oysa adam istivâ malum mu, meçhul mü bunu sormuyor. Nasıl istivâ etti, ben de biliyorum istivâ ettiğini, ama nasıl istivâ etti? diye soruyor. Bu cevap iki şekilde yorumlanıyor. Bir: İstivâ Allah Teâlâ hakkında Kur’ân’da kullanılan Allah Teâlâ’nın zâtı hakkında sıfatı olarak kullandığı bir kelimedir. Bu mânâda malumdur. Allah Teâlâ arşa istivâ etmiş midir? Etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ Kur’ân’da bunu haber veriyor. Peki nasıl istivâ etmiştir? İşte onu bilemeyiz. Keyfiyeti meçhul çünkü. Sadece Kur’ân’da haber verildiği için biliyoruz ki istivâ diye bir şey vardır. Ama nasıl olduğunu bilemeyiz. Bu Ehl-i Sünnet kelâm alimlerinin anlama biçimidir. Bir de İbn-i Teymiye’nin ve takipçilerinin anlama biçimi var. Onlara göre istivâ malumdur demek “istivânın ne anlama geldiğini biliyoruz o mânâda istivâ malumdur” demektir. Yerleşmek, istikrar etmek, mekan tutmak, kurulmak bu anlamda istivâ malumdur. Ama nasıl yerleşti, nasıl kuruldu nasıl mekan tuttu, nasıl oturdu, bilemeyiz. Bu anlamda keyfiyet meçhuldür. İki farklı anlama biçimiyle karşı karşıyayız. Allah Teâlâ dileseydi arşa istivâsını bize daha net ifadelerle haber verebilirdi. Ebûbekir bin Arabi diyor ki: İstivâ kelimesinin Arap dilinde on küsur tane anlamı vardır. Bunlardan hangisi? el-Avâsım mine’l-Kavâsım’da anlatıyor: Bazı Hanbeliler bir yolculuk esnasında yolunu kesmişler. Israrla sormuşlar: “Allah nasıl istivâ etti” diye. Demiş ki: “İstivanın oturmak, mekan tutmak, yerleşmek anlamlarına geldiğini söylememi istiyorsunuz. Ama istivâ kelimesinin on küsur tane anlamı vardır. Niye bunların içerisinde diğerleri değil de bu?” NASSLARI ANLAMAK İÇİN USUL BİLMEK GEREKİR Dolayısıyla İslam dünyasına dışarıdan –ki bilhassa Yahudilerin teşbih/tecsim inancına kail olduğunu biliyoruz– girmiş olan bu anlayış ehl-i hadisin bir kısmına da maalesef sirayet etmiş. Bu onların nassa bağlılıklarından kaynaklanan ama imal-i fikr ile beslemediği için de yanlış bir tarafa giden bir tavır olarak ortaya çıkmış. Nassa bağlanmak, olması gereken bir şeydir. Ama bunun da belli bir kanunu, kuralı, sistemi olmalı. Nasstan kastımız menkûlât ya da semiyyât. Ona bağlı olmanın bir sistemi olmalı. Çünkü sem’iyyât dediğiniz alan homojen, tekdüze metinlerden oluşmuyor ki! Bunların içinde nassı var, zahiri var, müştereki var, mücmeli var, müfesseri var vs. Bunların hangisini esas alıp diğerlerini bu esas doğrultusunda tevil edeceksiniz/anlayacaksınız? Çünkü hepsini birden aynı anlamda anlamanız mümkün değil. Hakikati var, mecazı var. Kur’ân’da mecaz olmadığını bir önkabul olarak söylerseniz, Allah-u Teâlâ hakkında kullanılmış her türlü fiili hakikate hamledersiniz. Allah Teâlâ nüzul etti mi; etti. Bir mekandan başka bir mekana nüzul etti. Allah Teâlâ semâda mıdır, evet sema diye bildiğimiz yukarı cihet, ordadır. Ya da buna benzer şeyler. Ama mesela Hazreti İbrahim aleyhisselâm اني ذاهب الي ربي diyerek kalkmış Urfa’dan veya Mezopotamya’dan el-Halil kentine gitmiş. “Ben Rabbime gidiyorum” diyerek gitmiş. Hâşâ Allah Teâlâ el-Halil kentinde mi? Değil. Burada bir mecaz var. Siz kabul etmek zorundasınız. İsteseniz de istemeseniz de mecaz Arap dilinin ve Kur’ân’ın bir hakikati, gerçeğidir. Dolayısıyla nassları anlamak dediğimiz şey çok basit bir şey değil. Usul uleması, usul-i fıkhın farklı disiplinlerle ilişkisini çok hassas bir şekilde işlemiş. Zannediyorum İmam Gazali’nin Mustesfâ’sının başında var. Diyor ki: Usul-i fıkıh bahislerine baktığımızda bir kısmı lugat bahisleridir. Bir kısmı beyan ilminin bahisleridir. Bir kısmı dilin kullanım tarzlarında Cahiliyyeden beri Arapların bildiği hususlardır. Bir kısmı ulumu’l-Kur’ân’la ilgili hususlardır. O halde usul-i fıkhın kendine mahsus durumu nedir? Bu soruyu soruyor ve kendisi cevap veriyor. Diyor ki: Usul-i fıkıh evet bütün bu ilimlerden istifade edilerek hazırlanmış bir ilimdir; ama usul-i fıkıhta bütün bu ilimlerin bir adım ötesine geçilmiştir. Mesela lugat alimi “gel” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilir. Bu bir emirdir. Ama bu emir fevrî midir, hemen oluşa mı delalet eder, vücuba mı delalet eder. Lugat alimi bununla ilgilenmez. Bu usul aliminin işidir. Şimdi bu konuştuğumuz mesele de böyledir. Yani evet, sonuçta metinler üzerinde konuşuyoruz ama bu metinlere nasıl bir sistemi esas alarak yaklaşacağız. Hangi sistem doğrultusunda bu metinleri anlayacağız? Bunu usul uleması belirler, usul-i fıkıh belirler. Usul-i fıkıhtan, yani sistemli anlama, sistemli düşünme melekesinden yoksun olarak bakarsanız nasslara şu noktaya gelirsiniz: ليس كمثله شيء dersiniz, Allah Teâlâ gibi hiçbir şey yoktur, teşbih ve tecsim yoktur dersiniz. Sonunda da dersiniz ki: ان الله خلق ادم علي صورته Nerden başladınız nereye geldiniz? Hani Allah Teâlâ gibi hiçbir şey yoktu? Ama kalktınız Allah Teâlâ Adem’i kendi suretinde yarattı dediniz. Bu sahih bir rivayettir. Fakat bunu nasıl anladınız? Adem Allah’a benzer. Bunun bir versiyonu Yahudilikte var. Esasen Yahudiliğin bariz vasfıdır. Tevrat’ı açın bakın antropomorfik yani insan biçimli bir tanrı anlayışı var orada. İnen, çıkan, konuşan, gücenen, kızan, gülen, insanlarla rekabet eden… - Güreşen… Sifil: Güreşen, yenen, yenilen bir tanrı var. Bu bariz vasıf olarak Yahudilikte mevcut. İslam’da böyle bir şey yok. İşte o sistemsiz düşünmenin, sistemsiz anlamanın ve nasslara teslim olma adı altında sistemsiz bir şekilde nassları tahrif etmenin ve yanlış anlamanın bir neticesidir. - O halde şöyle diyebilir miyiz hocam: Aslında ehl-i hadis içersindeki bu zümre lafızların delaleti konusunda fazla bir bilgiye sahip olmadıkları için bu yanlışlara düşmüşlerdir. Sifil: Evet, diyebiliriz. Bu noktada da kalmadılar maalesef. “Nasslarda nasıl gelmişse öyle anlarız bunun ötesine geçmeyiz.” Burada dursalardı yine idare edilebilirdi; ama burada durmadılar. Mesela Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: “Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allah Teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür. Allah’ın kudretine aykırı mıdır?” Bu noktaya geldiler yani. Oysa hâşâ ve kellâ nasslarda böyle bir şey yer almaz. CARİYE HADİSİNİ NASIL ANLAMALI? - Daha da ötesi mesela Arap dünyasında “Eyne Allah?/Allah Nerede?” ismiyle yazılan kitaplarda Allah Teâlâ’nın semâda olduğunu inkar edenlerin tekfiri gündeme geliyor. Sifil: Maalesef. Şu noktaya getirdiler: Bir insanın mümin olduğunu öğrenmek için ona “Allah nerededir” diye sormak lazım. Çünkü Efendimiz öyle yapmış. Eğer o da “Allah göktedir” derse mü’min olduğuna hükmedilir, başka bir cevap verirse mü’min olmadığına hükmedilir. Böyle bir noktaya geldi işte. Bu bir anlama problemidir. Siz bir kaide vaz ediyorsunuz. Diyorsunuz ki: Bir insanın mü’min olduğunu öğrenmenin bir tane yolu vardır. O da şudur. Bu kaideyi üzerine koyduğunuz rivayet en azından hadis usulü kriterleri doğrultusunda incelendiğinde mânâ ile nakledilmiş bir rivayet. Yani böyle bir vakıa var ortada. Hani mütevâtirâttan olsa, sübut ve delalet bakımında kesinlik arzetse bunun üzerine siz bir şey bina edebilirsiniz. Ama hem sübutunda hem delaletinde zan var bu rivayetin. Çünkü biz biliyoruz ki Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın Cariye’ye “Allah nerededir?” diye sorduğu soruya Cariyenin verdiği cevap farklı varyantlarda farklı nakledilmiş. Bir rivayette cariye doğrudan “göktedir” demiş. Bir rivayette kafasıyla yukarıyı göstermiş. Bir rivayette parmağıyla yukarıyı göstermiş. Bu metni anlarken yapılması gereken şu: Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm başka birilerinin Müslüman olup olmadığını öğrenmek maksadıyla başka birilerine ne sordu? Bu soruyu Efendimiz muttarid olarak insanların mü’min olup olmadığını öğrenmek için başka birilerine de sormuş mudur, yoksa bu sadece o olaya mı mahsustur? Olaya mahsus bir şeyse bunu genelleştirip muttarid bir kaide haline getirmek doğru değil. Yani ilmen yanlış bir şey. Araştırabildiğimiz kadarıyla Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın mümin olup olmadığını öğrenmek maksadıyla bir başkasına bu soruyu sorduğunu bilmiyoruz. Bu olaya mahsus bir şeydir. Peki acaba niye Efendimiz Aleyhisselatü Vesselâm cariyeye bu soruyu sordu? Cariyeler o toplumda biliyorsunuz kültür ve ilim seviyesi son derece düşük insanlar. Bir kere cariye veya hizmetçi olması hasebiyle muhtemelen yabancı bir dinden, yabancı bir kültürden geldi oraya. Belki yeni geldi belki önceden geldi bilemiyoruz. Bir ikincisi acaba yabancı bir kültürden geldi de orada İslam’ı sağlıklı bir şekilde öğrendi mi? İslâmiyetini neye bina etti, sağlıklı bir zemine mi bina etti, yoksa geldiği yerin inanç unsurlarını, kalıntılarını da getirdi mi? Hatta şuradan başlayalım: Genel kabul gören rivayete göre “Sen Allah’a inanıyor musun? Allah var mıdır?” diye sormuyor. Doğrudan “Allah nerededir?” diye soruyor. Çünkü Yahudi olsun, Hristiyan olsun, Mecusi olsun her insanın bir Allah inancı var. “Allah’a inanıyor musun?” diye sorsa “evet inanıyorum” der. Yahudi de, Hristiyan da, Mecusi de, Brahman’ı da inanıyor. Demek ki mü’min olduğunu öğrenmenin ilk kertede yolu bu değil, “Allah var mıdır” diye sormak değil. “Allah nerededir?” Eğer bu kadın bu kültürel algıyaşı içersinde putları gösterseydi “işte Allah oradadır” deseydi, o zaman Efendimiz o kadın için “mü’min değildir” diyecekti. Fakat yüceliği işaret ettiğine göre, yani biliyorsunuz putperestlikte yücelerde bir put yok, putlar evlerinde, barklarında, yanlarında. Onu göstermeyip de yüceleri gösterdiğine göre demek ki aşkın bir ilah tasavvuru var bu kadında veya kızcağızda. Tamam bu var demek ki o putperest değil. O halde “ben kimim” diye sordu Efendimiz. Cariya Yahudi olabilir hristiyan olabilir, yani yerde olmayan mücessem-somut bir ilah anlayışından ziyade aşkın bir ilah tasavvuru var. Efendimiz ikinci soruyu soruyor: “Ben kimim?” “Sen Allah’ın Resulü’sün.” Başka bir rivayette Efendimiz’i ve yukarıyı gösterdi. Bir başka rivayette Efendimiz’e baktı ve semâya baktı. Bu varyantlar da ortaya koyuyor ki o kadında veya kızca, doğru dürüst kendini ifade etme kudreti de yok. Şimdi düşünün ki bir dağ köyünde hiç şehre inmemiş orda doğmuş büyümüş mezrada özellikle Doğu ve güneydoğuda mesela bir kız. 14-15 yaşlarında bir cariye, bir hizmetçi. Buna siz mümin olup olmadığını öğrenmek için bir soru soracaksınız. Bahsettiğimiz insan bir akademisyen değil, toplum içinde büyümüş yaşını başını almış, kemale ermiş bir insan değil. Muhtemelen yaşı küçük, sahabeden birisinin davarlarını otlatan bir kızcağız. Buna siz mümin olup olmadığını öğrenmek için ne sorarsınız? “Yavrum senin inandığın Allah nerededir?” dersiniz. Putları gösterirse putperesttir. Yok yukarıyı gösterirse “haa bunda vahye dayalı bir Allah inancı var” diye düşünürsünüz. Ondan sonra da ikinci soru geliyor “ben kimim?” “Sen de Allah’ın Resulü’sün” dedi mi tamam bitti işte. Bu kızın mümin olup olmadığını öğrenmenin yolu budur. Ama bu alelıtlak böyle mi yapılır, herkese böyle mi sorulur? Hayır. Nitekim öyle olsaydı biz başka nasslarda da Efendimiz’in böyle sorduğunu görmeliydik, göremiyoruz. Kaldı ki bu rivayetin bazı varyantlarında Efendimiz'in cariyeye "Rabbin kim" diye sorduğu, bazılarında da "Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik eder misin?" diye sorduğu nakledilmiştir. (Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için 17, 10, 12 Ağustos 2004 tarihli Milli Gazete'de yazdığım yazılara veya şu linklere bakılabilir: http://www.ebubekirsifil.com/index.php? ... ete&no=232 http://www.ebubekirsifil.com/index.php? ... ete&no=233 http://www.ebubekirsifil.com/index.php? ... ete&no=234) Nassları okuma tarzı çok önemli, nassların arkaplanına inmek çok önemli. Nass dediğimiz şey semiyyat yani nakliyât.. Bunun arkaplanına inmedikçe zahirine takılır kalırsanız bu türlü arızalar çıkar. İşte usul-i fıkhın insana kazandırdığı meleke budur. Nassın anlam katmanlarını yoklayabiliyor musunuz? Niye böyle olmuş, niye böyle varid olmuş? Birincil anlam kategorisi nedir, ikincil anlam kategorisi nedir, delaleti nedir yani klasik tabiriyle? Bunlardan yoksun bir düşünce sistemi geliştirmeye çalışırsanız olacağı budur. - Mesela hocam, bazı kitaplarda Allah’ın sıfatını anlatırken “Allah’ın baldır sıfatı” şeklinde ifadeler geçiyor. Bunu bazı hadislerde geçtiği için böyle alıyorlar. Sifil: Ayette de geçiyor bu. يوم يكشف عن ساق diye. İşte müteşâbihat diyoruz biz buna. Bu ayetin sözüm ona desteklediği bir rivayet: “Cehennemlikler cehenneme atıldıktan sonra cehennem köpürecek, kabaracak, alevlenecek, “daha yok mu?” هل من مزيد diyecek. O zaman hâşâ ve kellâ Allah Teâlâ ayağını kaldıracak ve cehennemin üstüne basacak. Cehennem de “yeter yeter” diyecek. Bu da ayeti hadisle tefsir etmenin adı!! Şimdi bu rivayet çok tartışılmış. يوم يكشف عن ساق ayetini nasıl anlayacağız? Dil alimleri, müfessirler diyorlar ki: “Bu keşfu’s-sâk meselesi bir darb-ı meseldir. Yani bir şey kızıştığında, mesela harb kızıştığında, kılıçlar parladığında, toz duman birbirine girdiğinde işte bu keşfu’s-sâk halidir.” Yani bir şeyin en kızgın en kabarık halidir bu yani. Bu bir kıyamet, ahiret tasviridir. Kur’ân’da da يوم يكشف عن ساق buyrularak artık her şey kızıştı son raddesine geldi demektedir. Bu mecazen anlatılmıştır. Buna Türkçe’de deyim deriz biz. Deyimler bir takım kalıp ifadelerin farklı anlamlara dökülmüş halidir. “Seni yakarım mesela”. Bu bir deyimdir. Ya da “elimden gelen budur” diyorsunuz. Sizin elinizde bir şey var da onu ortaya koymuyorsunuz. Başvurmak demek mesela. Türkçede böyle şeyler çok vardır. Burada mecazi bir anlatım vardır. Siz bunu hesaba katmadan bu ayeti böyle sakat bir rivayetle tefsir etmeye kalkarsanız ortaya hâşâ ve kellâ ilâhi bir “sâk” çıkar. Yahut "vaz-ı kadem" yani "Daha yok mu?" diye azıp köpüren cehenneme "ayak basmak" meselesi… Dil konusunda mütehassıs alimler, buradaki "vaz-ı kadem"in, "susturmak, sindirmek, teskin etmek" gibi anlamlara geldiğini söylüyor. ALLAH TEÂLÂ’YI MAHLUKÂTA BENZETMEMEK - Bazıları tevhidi üçe taksim ediyor. Uluhiyyet, rububiyyet ve isim ve sıfat tevhidi diye. Selef’ten bu ayrımı yapan olmuş mu hiç, yoksa sonradan çıkan bir şey mi bu? Sifil: Selef’ten böyle bir ayrım bilmiyoruz. Ama kelâm uleması da vahdaniyet meselesini izah ederken Allah Teâlâ’nın isimlerini, sıfatlarını, zâtını, fiillerini, hükümlerini tek olduğuna vurgu yapmış. Bu bir bütün olarak bir anlam ifade ediyor. Uluhiyet tevhidi farklı bir şeydir, rububiyet tevhidi farklı bir şeydir derseniz bu yanlış olur. Ama vahdaniyet vasfı, hususiyeti içersinde ne anlama geldiğini biraz eşelediğinizde bu durum karşınıza çıkıyor. Siz Allah Teâlâ’nın isimlerinde, sıfatlarında, zâtında, fiillerinde, hükümlerinde O’nun vahdaniyet hususiyetini zedeleyecek biçimde O’na izafetlerde bulunursanız bu yanlış olur. Yani اياك نعبد و اياك نستعين derseniz, böyle dediğiniz halde bir başkasından bir şey isterseniz –bilhassa tevessül bahsinde bu malum çok tartışılan bir şey- bu rububiyet tevhidine aykırı olur diyorlar. Ama Allah Teâlâ’nın isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde tevhid derken biz bunun sadece Allah’a mahsus bazı özelliklerin kullara atfedilmesini değil, aynı zamanda mahlukata ait bazı özelliklerin de Allah’a atfedilmesinin bu tevhide zarar verdiğini hatırdan çıkarmamalıyız. İnsanlar güler, Allah da güler. Allah insanlara benzer, Onun eli vardır, kolu vardır, oturur, kalkar, kızar, güler, sevinir. Bu özellikler aslında kullara mahsus özelliklerdir. Allah Teâlâ hakkında bunun kullanılması mecazendir. Nasıl? Şimdi kızmak, gazaba gelmek nasıl bir şeydir? Gazaba gelmiş bir adamın evsafı, hali nasıl olur? Yüzü kızarır, boyun damarları şişer, gözleri şişer, hiddetlenir, kalp atışı hızlanır. Şimdi siz bunu hâşâ nasıl Allah Teâlâ’ya izafe edersiniz? Hâşâ Allah Teâlâ gazaplandığında böyle mi olur? Demek ki Allah Teâlâ’nın gazaplanması kullar hakkındaki bir fiilin, bir kelimenin Allah Teâlâ hakkında mecazi olarak kullanılmasından ibarettir. - Kullar anlasın diye yani… Sifil: Tabii kullar anlasın diye. “Böyle yaparsanız Allah sizden razı olur, hoşnut olur.” Razı olmuş bir adamın hali midir hâşâ Allah’ın razı olması? O zaman ne anlayacağız? Allah Teâlâ’nın bir takım sıfatlarının kulların bir takım fiilerine taalluk etmesini anlayacağız buradan. Allah Teâlâ’nın gazaplanması budur. Kullarına azap etme, müntakim olmasının kulunun bir fiiline taalluk etmesinden ibarettir. Yoksa bir halden başka bir hale geçmek onun için muhaldir. Diyelim ki Allah Teâlâ Ebûbekir Sifil kulunu seviyordu, sonra Ebûbekir Sifil bir günah işledi ve Allah ona gazap etti, kızdı” derken aslında şunu demiş oluyoruz: Allah Teâlâ Ebûbekir Sifil kulunu Şubat ayının birine kadar seviyordu, Şubat aynın birinde kulu bir günah işledi, o tarihte ona kızmaya başladı. Yani önceden olmamış bir şey Allah Teâlâ’ya hulul etti. Önceden kızmıyordu, sonra kızmaya başladı. (Haşa) Şimdi Allah Teâlâ’nın sübuti sıfatları var, selbî sıfatları var. Bu selbî sıfatları içinde –Allahu a’lem- bizim anlamamız bakımından en önemlisi Muhalefetü’n li’l-havadis’tir. Eğer siz bunu anlayamazsanız her an hâşâ Allah Teâlâ’ya bir havadisin hulul ettiğini söylersiniz. Buna inanırsınız. Şimdi Allah Teâlâ’ya havadisin hulul etmesi bir kelâm alimi bakımından asla ve kat’a düşünülemez. Ama meseleye bazı ayet ve hadislerin zahiri çerçevesinde kalarak bakan birileri için böyle bir problem yoktur ki. Havadis Allah Teâlâ’ya hulul etmiş. Çok önemli değil o adam için. Oysa bu bir nakisadır. Allah-u Teâlâ’nın varlığına, ezeliliğine, varlığının kendinden oluşuna aykırı bir şeydir bu. O zaman kelâm alimi size şunu sorar: Allah Teâlâ Şubat’ın birine kadar Ebûbekir Sifil kuluna kızmamıştı. Kızdığı zaman doğru mu yaptı, yanlış mı yaptı? Hâşâ Allah Teâlâ yanlış yapmaz. Peki bu doğruyu daha önce niye yapmadı? Ezeli ilmiyle onu biliyordu?! Madem doğru bir şeydi kızmak, Allah Teâlâ’ya bu hal sonradan niye geldi? Demek ki –haşa– Allah Teâlâ’da bir eksiklik vardı. Ebûbekir Sifil günah işleyince kızdı ve kemal buldu hâşâ. Yani siz muhalefetü’n li’l havadis’te Allah Teâlâ’nın kemal sıfatlarla muttasıf olduğu gerçeğine herhangi bir şekilde halel getirirseniz bu sıfatı anlamamış olursunuz. Allah Teâlâ’ya kullara mahsus vasıfları atfetmişsiniz demektir. İşte tevhidi, vahdaniyeti zedeleyen en önemli şeylerden birisi budur. Mahlukata ait vasıfları Allah Teâlâ’ya atfederseniz bu da tevhidi zedeler. Doğru, Allah’a ait bazı evsafı kullara atfederseniz o da zedeler, ama tersi de zedeler. Bunu asla hatırdan çıkarmamak lazım. Alla Teâlâ sıfatlarında, emirlerinde, nehiylerinde, fiillerinde, hiçbir varlığa, hiçbir yaratılmışa benzemez. - Tevessül meselesinde ihtilaf olmuş mu? Sifil: Tevessülün bazı kısımları hakkında ihtilaf olmuş İbn-i Teymiye’yle birlikte. - Ondan önce hiçbir ihtilaf yok mu hocam? Sifil: Ben bilmiyorum. İSTİĞÂSE VARDIR - Peki istiğâse meselesi… Çünkü bu konuyu bazıları çok kafasına takıyor. İstiğaseyi tevessülün bir alt dalı olarak ele alanlar, farklı bir boyutta ele alanlar var. Sifil: Bu meseleyi fazla büyütmenin bir anlamı yok. Öyle zannediyorum ki meselenin mukaddimeleri konuşulduğunda taraflar arasında ihtilafın dairesi daralacaktır. İstiğase dediğimiz şey o anda orda olmayan, hazır olmayan bir varlıktan yardım istemek. İstiğâsenin nasslara daha doğrusu tevhide aykırı olmasının sebebi nedir? Size yardımı dokunamayacak birisinden yardım istiyorsunuz. Bunu bir takım nasslar çerçevesinde ele aldığımızda –maksat tartışmak ise- biz mevcut varlıklardan da yardım istemenin tevhide aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Yani müsebbibu’l esbâbı hesaba katmadan, sebeplere sebep olma özelliğini kazandıranı hesaba katmadan mahlukatı siz kendinden kudretli varlıklar olarak algılarsanız bu tevhide aykırı olur. ما رميت اذ رميت و لكن الله رمي “Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” Bu ayeti nasıl anlayacağız? Onun için Ehl-i Sünnet alimleri tevellüdü reddeder, Mutezile bunu şiddetle savunur. İşte matematik kesinlikte eğer şu fiil şöyle işlenirse sonucu şu olur gibi, siz yayı gerdiniz oku bıraktınız, hedef neresiyse ok oraya gider, bu şaşmaz derler. Ehli Sünnet der ki: Hayır, zorunluluk yok. Allah dilerse ateş İbrahim’i yakmaz. Onun için Ehli Sünnet tevellüde itiraz eder. Matematik kesinlikte olayların birbirini doğurması ve neticelendirmesi doğru değildir. İlahi kudret buna taalluk ettiği sürece bu böyledir. İlahi kudret buna taalluk ederse bu olur, etmezse olmaz. İstiğâse bahsi de böyledir. Sizin düzenli kullandığınız ilacın bizzât kendisinde mi bir iyileştirme vasfı var? Yoksa ona o vasfı veren mi var? Yahut siz doktora gittiğinizde şifanın ondan geldiğini düşünerek mi gidiyorsunuz? Yoksa zihninizin arkaplanında otomatik işleyen bir mekanizma mı var? Yani karnım acıktığında hemen nasıl yemek yiyorsam, bu benim nasıl yemekten medet ummam mânâsına gelmezse, karnım ağrıdığında doktora giderim, bu benim doktordan medet ummam değildir. Sünnetullah böyle olduğu için, benim iyileşmemi bu sebeplere bağladığı için böyle yapıyorum. İstiğâse de böyledir. Allah Teâlâ nezdinde belli bir mevkii olan varlıklar var, mesela melâike-i mukarrebûn var, peygamberler, salih insanlar var. Bunlar bizi Allah’a yaklaştıran vesilelerdir ve o insanlar ölüp gitmekle o kıymetleri eksilmez, azalmaz. Çünkü bu varlıkları onların bedenlerine bağımlı, bedenle birlikte yok olup giden bir varlık değil. Her varlığın bir hakikati var. Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm sahabiye imanın hakikatini soruyor hadiste. Herşeyin bir hakikati var, insanın da bir hakikati var. İnsanın hakikati bu bedene mahsus derseniz yanılırsınız. Beden çürüdüğünde hakikati biter o zaman. Demek ki Allah Teâlâ bazı şeyleri bazı vesilelere bağlıyor. Tıpkı sahih hadiste mağara ashabında olduğu gibi, salih amellere bağlamış. Hz. Yusuf Aleyhisselâm babası Hz. Yakup Aleyhisselâm’ın yanına giderken önce gömleğini göndermiş. “Bunu götürün, alsın gözlerine sürsün, açılır” demiş. Oysa Hz. Yakup bir peygamber, Allah’la daimi iletişimi olan bir peygamber. Dua edecek gözleri açılmayacak, ama bir bez parçasını sürünce açılacak. Allah Teâlâ her şeyi bir şeye sebep kılmış. Bunun da o sebepler cümlesinden olarak değerlendirilmesinin bir mahzuru yok. Ta ki siz istiğâsede bulunduğunuz insanın bizzat kendisinde, kendisiyle kaim bir kudret olduğuna inanana kadar. Buna inanırsanız burada tehlike başlar. Tıpkı doktorun kendisinde zâtıyla kaim bir kudret olduğuna inanmanız gibi. Tıpkı ilacın kendisinden kendisiyle kaim bir iyileştirme kudretinin olduğuna inanmanız gibi. Burada nasıl bir tehlike varsa, orda da öyle bir tehlike var. İkinci bir husus: Bu bir farz, vacib, emir değil. Yani sıkıştığınızda Allah’ın sevgili kullarından yardım isteyin diye bir emir yok. Bunlar şer’i menduplar çerçevesinde cereyan etmiş şeyler. Siz başvurmazsınız, öbür adam başvurur. Efendimiz’in saçıyla, sakalıyla teberrükte bulunulduğunu biliyoruz. Bunlar birbirinden farklı kavramlar olabilir. Ama İmam Ahmed gibi bir büyük imam vefat ederken Efendimiz’in saçının veya sakalının bir kılının ağzına konulmasını vasiyet etmiş. Hafız Zehebi Siyerü Alami’n Nübelâ’da naklediyor. Hz. Enes’in bir rivayette annesine, bir rivayette babasına saçından, sakalından bir tutam gönderdiği sahih rivayetlerde naklediliyor. Yine Müslim’de geçen bir rivayet: Ümmehât-ı mü’mininden birisi “bir küçük kavanozun içinde Efendimizin sakalının bir kılı bulunurdu yanımızda” diyor. “İşte çoluğu çocuğu hastalanan kişiler ellerinde bir kap suyla gelirlerdi bize, biz de o teli alırdık oradan, o suyun içine batırırdık. Onlar da kabı götürür, hastalarına içirir ve şifa bulurlardı.” diyor. Bunlar sahih rivayetler. Şimdi biz kılın kendisinde mi kudret vehmediyoruz? Hayır. Bu kılın sahibinin Allah indindeki makamından mevkiinden.. Bunun farkındayız, sahabi de onun farkındaydı. Onun için dedim tevessül meselesinde İbni Teymiyye'ye gelene kadar bir ihtilaf yoktur. Kısacası bu meseleyi ümmetin birliğini bütünlüğünü zedeleyici hususlar olarak gündemde tutmak yanlıştır. Tevessülde bulunan kişide eğer tehlikeli bir eğilim yanlış bir kabul varsa şuurlu müslümana düşen onu uyarmaktır. “Bak sen yanlışa doğru gidiyorsun, şu çerçeveyi, şu sınırı aşma.” der. Emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker vazifesini yapar. Ama hadi diyelim ki İbni Teymiye’den sonra bu mesele muhtelefun fih bir mesele oldu. Muhtelefun fih bir meselede insanların birbirlerini şirk ve küfürle itham etmeleri nasıl bir şeydir? Yani en azından şunu diyebilmemiz lazımdır: Bu meselede ulema ihtilaf etmiş. Sen şu alimin görüşünü benimsemişsin, ben öbür alimin görüşünü benimsemişim. Birbirimize hakkı tavsiye çerçevesi içinde tutarak birbirimizi ikaz edelim, birbirimizi tekfir etmeyelim. - Biraz daha netleşmesi için soruyorum: Kimilerinin medet ya şeyh gibi hitaplarını nasıl düşüneceğiz? Yoksa olmasa daha iyi mi olur diyorsunuz? Bu meselede ne dersiniz? Sifil: Şimdi bir takım mübahlar vardır. İşleyenin durumuna, işlendiği ortama ve işleniş niyetine göre hüküm değişebilir. Yani bir adam öyle dese bu tek başına ele alındığında mubah bir şeydir. Ama böyle derken bu adam Abdulkadir Geylani hazretlerinin kendisinde zâtıyla kaim bir kudret vehmederek böyle söylerse bu tehlikelidir. Ama özellikle muteahhirûn müfessirler وابتغوا اليه الوسيلة ayetini bu çerçevede değerlendirmişler. Buradaki vesile mutlaktır. Her türlü vesileyi içine alır. Allah Teâlâ’ya yakınlaşmak için insan her türlü meşru vasıtayı vesile edinebilir. - Yetiş boğuluyorum diyor mesela. Buraya indirgeyebilir miyiz meseleyi? Sifil: Yani böyle bir panik hali var tabii burada. Birazda belki insanın hemen yakınındakini görmesi daha sık cereyan eden bir şey. Evet önemli olan insanın Allah’la irtibatının daim ve kaim olmasıdır. Ama bu bir takım şeylerin başka bir takım şeylere vesile olduğu gerçeğini de inkar etmemizi gerektirmez. Böyle bir vartaya düşmüş bir insan mesela kamyonla gidiyor kamyon yuvarlanacak dedi ki: “Ya Şeyh Abdulkadir! Varsa bir şeyin gel.” - Hocam adamın birisi işkence çekerken yazmış bunu. Abdulhakim Arvasi hazretlerinin ruhundan himmet talep ettim gibi bir cümle kullanıyor mesela. Ve bundan fayda gördüğünü de söylüyor. Bu bir motivasyon mu, yoksa böyle bir şey mümkün müdür? Sifil: Mümkündür. Ruhların böyle bir tesir kabiliyeti vardır. Fahreddin Razi bunu el-Metâlibu’l Âliye’de çok uzun bahisler halinde zikrediyor. Diyor ki: “Bir adam salih bir adamın kabrinin başına gitsin. Bugün kü tabirle trans haline geçsin, o ölünün ruhu ile bu dirinin ruhu arasında bir iletişim olur.” Yani ölmüş gitmiş bir adamın ruhu dirilerle irtibata geçebilir mi? Geçebilir, mümkündür bu. Şimdi ölünün ruhunun dünyayla taallukatının kesilmediğini biliyoruz. Yani bu konuda öyle derin felsefi tahillere gerek yok. Siz Kur’ân okuyup gönderdiğinizde ölünün ruhu ondan istifade ediyorsa, demek ki ölünün ruhunun dünyayla taallukatı kesilmiş değil. Cenaze namazı kılıyoruz. Niye kılıyoruz? Cansız bir bedeni koyuyorsunuz musallaya, önünüze alıp namaz kılıyorsunuz, ona dua ediyorsunuz, imam efendi “merhumu nasıl bilirsiniz” diyor, siz de “iyi biliriz” diyorsunuz. Bunu niye yapıyoruz, ölmüş gitmiş bir adamın ne faydası var bundan? İşte ölünün bu dünyayla taallukatı devam eder. Burada akla “bu istiğâse değil ki” gibi bir düşünce gelebilir. Ama bizim için önemli olan burada ölünün dünyayla irtibatının kesilmediğidir. Kur’ân okursunuz, onun ruhu ondan istifade eder. Sadaka-i cariye olur, yine faydasını görür, ruhlar birbiriyle görüşür. Bedir kuyusuna atılan müşriklere Efendimiz hitap ediyor ve sahabe diyor: “Ya Resulallah! Ölmüş gitmişler duyarlar mı?” O da buyuruyor: “Bunlar sizden daha iyi duyarlar.” Dolayısıyla ölmüş gitmiş diye bir adamın dünya ile ilişkisi bitmez, devam eder. Hele bu adam Allah indinde makbul bir makama sahip bir kul ise onun durumu daha başka olur. İşte çoğumuz duyuyoruz görüyoruz evliya ve şehid cesetleri çürümüyor. Bu bir varlık mertebesidir. Varlık dediğimiz şeyden başlamak lazım belki bu konuda. Çünkü varlığı biz duyu organlarımızla, hissiyatımızla sınırlı sanıyoruz. Bunların birincisi bizim yaşadığımız hayattır. Bir başkası şehidin hayatıdır. Bir başkası meleklerin yaşadığı varlık mertebesidir. Mesela bir başkası İsa Aleyhisselam’ın varlık mertebesi. Halen yaşıyor ve tekrar gelecek. Bu mesele biraz da “his” meselesi. Yani insanın derununda duyması gereken bir şey. Bir “hâl” hâli. Ama tekraren söyleyeyim bunu yapmak farz değil, vacib değil. Bir insan bunu yapmasa günaha girmez. Ama bunu meşru çerçeve içinde yapanları da şirk ve küfürle suçlayamayız. VAHY-İ GAYRİ METLUV - Buradan vahyi gayri metluve geçecektim hocam. Ehli Sünnetten vahyi gayri metluvü kabul etmeyen bir alim var mı? Sifil: Hayır. Vahy-i gayri metluvün temeli bizzât Kur’ân’dır. Kıyame suresinde Allahu Teâlâ burada Kur’ân’ı Efendimizin kalbinde toplamayı, ona okutmayı tekeffül ettiği gibi, onun beyanını da tekeffül etmiş. Genellikle bu ayet bizim sünnetin vahiy temelli olduğu konusundaki kitaplarda geçmez. Bu konuda çok önemli bir ayettir ama. Üzerinde epeyce düşündüğüm bir ayettir. Bu bize şunu söylüyor: ثم ان علينا بيانه “sonra onu beyan etmek de bize aittir.” Bu bizzât Kur’ân’ın beyanının Allah Teâlâ tarafından yapılacağını ifade ediyor. Çok açık ve net bir ifade bu yani. İki şekilde anlaşılabilir ya da iki türlü sonuç doğurur: 1) Kur’ân’da beyana ihtiyaç olan ayetlerin tamamı yine Kur’ânda beyan edilmiştir. 2) Beyana ihtiyaç olan ayetlerin Kur’ân dışı bir vahiyle beyan edilmesi gerekir. Her beyana ihtiyacı olan Kur’ân ayetinin yine bizzât Kur’ân’da beyanını bulamadığımıza göre… “Cuma günü namaza çağrıldığınız vakit Allah’ın zikrine koşun.” Bu beyana muhtaç bir ayettir. Cumanın hangi vaktinde olacak, Allah’ı nasıl zikre koşacağız? Burada kastedilen nedir, nasıl yerine getirilir? Bunun beyanını Efendimiz ortaya koymuş. Siz sünnetin vahiyden bağımsız olduğunu söylerseniz Cuma namazı diye bir namaz olmadığını çok rahat söylersiniz. Bunu tafsilatı sünnetle sabit olmuş bütün ibadetlere teşmil edebilirsiniz. Ya burada Efendimiz Aleyhhiselatü Vesselâm hâşâ kendi içtihadıyla yaptı bunları. Ya da Allah’tan aldığı bir vahiyle. Biz biliyoruz ki Cebrail Aleyhisselam namaz vakitlerini, rekat adetlerini bizzât Efendimize öğretmiş ve imamlık yapmış. Sünnetin vahiy kaynaklı olmasında şaşılacak bir durum yok, olmaması zâten aykırı. Kur’ân, Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’ın ortaya koyduğu tatbikata, fiiliyata, amellere bir beyan yetkisi tanıyacak, bunu vahyin kontrolünde tutmayacak! Böyle bir şey mümkün mü? O zaman biz Kur’ân’ın beyanını sünnete havale etmesinin hâşâ ve kellâ bir abes olduğunu söylememiz gerekirdi. Madem herkes beyan edebilir, Peygamberin bu çerçevede beyanı da beyanlardan bir beyandır, o zaman niye Kur’ân bahusus ona havale etti?.. Bu da geniş bir bahis. TEVATÜR’LE OYNAMAK KUR’AN HAKKINDA İNSANI ŞÜPHEYE DÜŞÜRÜR - Evet. Kısaca izah etmiş oldunuz. Mütevatir konusunda hocam, birçok insan şüpheler içinde. Mesela “mütevatir olgusu” diye bir şey olmamıştır deniyor. Fiilen mümkün değildir demek istiyorlar. Sifil: Mütevatir diye bir tarif var usul kitaplarında ancak bu tarife uyan mütevatir yok diyorlar. Tevatür kavramını biz birkaç kategoride ele alıyoruz. Bunlardan birincisi amelî tevatürdür. Amelî tevatürde sayıya, hesaba gelmeyecek miktarda kitlelerin birbirlerinden nakli sözkonusudur. Bir de sayıya, hesaba, adede gelen tevatür vardır. Özellikle hadis rivayetinde tevatür seviyesine ulaştığı rivayetlerin tevatür seviyesi bu kabildendir. Burada Leknevî merhumun dediği gibi önemli olan bu tevatürün kişide ilim hasıl etmesidir. Bu öyle bir şeydir ki biraz da bu rivayet işiyle yakından alakalı olanların çok daha iyi idrak ve hissedeceği bir şeydir. Diyelim İmam Ebû Hanife, onun hocası Hammad bin Ebi Süleyman, onun hocası İbrahim en-Nehai, onun hocası Alkame Esved, onların hocası Abdullah bin Mesud. Yahut İmam Malik, onun hocası Nafii, onun hocası Abdullah bin Ömer. Silsiletü’z-Zeheb veya esahhul esanid denilen böyle bir senedle gelen rivayetlere haber-i vahid bile olsa şüphe duymak eşyanın tabiatına aykırıdır. Evet bu haber-i vahid olduğu için bu sened zincirindeki halkalardan birinin aklen yanılmış olması ihtimal dahilindedir. Ama âdeten böyle midir? Aklî ihtimal hep mevcuttur. Ebû Gudde merhumun verdiği misalde olduğu gibi. İstanbul’da bir deprem bekleniyor, şu anda buranın sallanması aklî bir ihtimal midir, evet. Bu binanın şu anda tepemize çökmesi aklî bir ihtimal midir? Evet. Ama biz burada oturuyoruz. Bir şeyin âdeten imkanı aklî imkanından farklı bir şeydir. Bu bir, ikincisi, tevatürle oynamak sonunda insanları Kur’ân’dan şüpheye götürür. İnsanlar işin bu boyutunun farkında değil. Elimizde el-Cezeri’nin Ulûmu’l Kur’ân ile ilgili, Tabakâtu’l Kurrâ ile ilgili eserleri var. Mesela Müncidü’l Mukriîn diye bir eseri var. Kıraat imamlarının senedlerini zikrediyor. Yedi mütevatir kıraat diyoruz. Bunların hepsi mütevatir kıraatlardır. Peki bu mütevatir kıratların ravilerini sayabiliyor muyuz? İşte Cezeri saymış Müncidü’l Mukriîn isimli eserinde. Daha ötesini söyleyelim; Tabakatu’l Kurra ile ilgili elimizdeki en hacimli eser Hafız Zehebi’nin Tabakâtu’l Kurrâi’l Kibâr adlı eseridir. Burada Efendimiz Aleyhissalatü Vesselâm’dan bizzât Kur’ân’ı almış ahzetmiş, hıfzetmiş sahabelerin sayısına baktığımız zaman sayısı 4-5’i geçmez. Hafız sahabilerden alarak Kur’an’ı ezberleyenlerin sayısına baktığımızda rakam en fazla 15’i bulur. Daha yukarıya çıkmaz. Bu demektir ki Kur’ân’ı baştan sona ezberleyen sadece 15 tane sahabi var. Eğer tevatür diye bir şey yoksa Kur’ân’ın bize naklinde de problem var demektir. Kur’ân’ın 6600 küsur ayetini on binlerce insan kitleler halinde nesilden nesile bize aktarmamış mıdır? Biri bir sure ezberlemiş, biri on sure, biri yüz sure ezberlemiş, biri baştan sona ezberlemiş. Bu şekilde gelmiş bize. Ama Kur’ân’ı baştan sona ezberleyenlerin sayısı belli. Adede, sayıya, rakama gelen miktarlar bunlar. Şimdi biz Kur’ân’ın naklinde şüphe mi edeceğiz? - Bazıları Muavvizeteyn surelerinin Kur’ân’dan olmadığına dair Ehl-i Sünnet kitaplarında bir takım rivayetlerin olduğunu söyleyerek Şia’daki Kur’ân’ın tahrifi görüşüne destek buluyorlar. İşin aslı nedir? Sifil: Bu Abdullah bin Mesud radıyallahu anh’dan gelen bir şey. Özellikle Fatiha’nın ve Muavvizeteyn’in onun mushafında olmadığına dair Ulûmu’l Kur’ân kitaplarında kayıtlar var. Fakat bu bunların çok sık okunan sureler olmasından dolayı mushafa alınmasına gerek olmadığını gösterir. Yoksa Kur’ân’dan olduğunu kabul etmemek değildir. Fatiha ve Muavvizeteyn çok sık okunduğu için unutulması kabil değildir. Bu anlamda Abdullah bin Mesud bunları mushafına almaya gerek görmemiştir. Bu söylediğim Kevserî merhumun yorumudur. - Hocam son olarak Türkiye’de malum Ehl-i Sünnet çerçeveli zaman zaman dergiler çıkıyor ama maalesef hemen sönüyor. Bu mânâda yeni çıkan dergimiz için neler tavsiye edersiniz? Sifil: Dergilerin çok uzun ömürlü olmamasının iki sebebi var. Birincisi maddi boyut, ikincisi muhteva meselesi. Yani siz dergileri uzun ömürlü kılacak maddi yapıya sahip değilseniz dergi ister istemez bir süre sonra tökezliyor. Aynı şekilde derginin içini dolduracak birikime sahip değilseniz, bir süre sonra kendini tekrar edecek ve kapanacak. Yoksa ben şuna inanıyorum: Türkiye’de Ehl-i Sünnet çerçeveli ciddi, ne yaptığını bilen, hedefleri olan ve maddi anlamda da sıkıntısı olmayan bir dergi ve dergicilik anlayışı kalıcı olur. - Yeni bir eseriniz var mı hocam? Sifil: Hazırlanmakta olan bir takım çalışmalar var. Bunları önceden deklare ediyoruz hatta bazen zaman, süre de veriyoruz, sonra ona riayet edemeyince mahcup oluyoruz. Onun için şu anda isim veremeyeceğim. - Peki Makâlât ne durumda? Gözümüz kitap raflarında kaldı. Sifil: Makâlât’ı önümüzdeki bir iki ay içinde basıyoruz inşallah. Artık bunun mazereti kalmadı. Bu sefer ciddiyiz yani. - Hocam çok teşekkür ediyoruz, Allah razı olsun vaktinizi ayırdığınız için. Sifil: Ben teşekkür ederim, Allah yolunuzu açık etsin, nice hayırlı hizmetlere vesile eylesin. http://www.gurabamecmuasi.com/Guraba/ar ... r-sfl.html |
1. sayfa (Toplam 1 sayfa) | Tüm zamanlar UTC + 2 saat |
Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group http://www.phpbb.com/ |