EMİNE IŞINSU’NUN TARİHÎ ROMANLARI ÜZERİNDE BİR İNCELEME
HAZIRLAYAN: GÖZDENUR EROL
3. BUKAĞI ....................................................................................................77
a) Vak’a......................................................................................................78
b) Şahıs Kadrosu ........................................................................................94
c) Mekân.....................................................................................................103
d) Zaman ....................................................................................................108
Kültür tarihimizin en önemli merhalesini teşkil eden alanlardan biri de tasavvuftur. Türk edebiyatı içinde halkın ortak dilini, duygu ve düşüncelerini, dinî inancını esas alarak birleştirici ve bütünleştirici rol oynayan tasavvuf anlayışı Işınsu’nun eserlerinde amacına uygun bir şekilde işlenir. Işınsu, tarihi, bir fon olarak kullanıp millî birlik adına vermek istediği tasavvufî mesajları özellikle gençlerin anlayabileceği bir anlatım tarzı içerisinde Bukağı adlı eserinde işler.
Son dönem romanlarında büyük mutasavvıfların hayatını ve öğretilerini ele alan Işınsu, aslında bu konunun hep ilgisini çektiğini kendisinin de tam bir Yunus hayranı olduğunu ifade etmişlerdir.62
Işınsu, daha romanı basılmadan yaptığı bir röportajda kitabın ismini nasıl seçtiğini açıkça ifade eder.
… Niyâzî Mısrî, XVII. yüzyılda yaşamış büyük bir mutasavvıf, büyük bir şair ve Yunus takipçisi. Onun hayatını anlatırken kendi ifadelerini çok kullandım… Makalelerinden faydalandım. Onun için tasavvuf dolu bir roman oldu. Biliyorsun, Bukağı demir halka demek.. Niyâzî Mısrî’nin devletle arası açılıyor ve ayağına bukağı, demir halka takılarak üç kere sürgüne gönderiliyor. Onun için Bukağı. Aslında
romanın adını O sevgili, Niyâzî Mısrî ve Bukağı olarak düşünmüştüm. “O sevgili” derken Allah’ı kastediyordum ve Allah’ı kastettiğim kelimenin kitabın kapağında bulunmasından çok hoşlanacaktım. Fakat her kime söyledimse eşim dâhil herkes kitabın ismini çok uzun buldular ve sonunda yalnızca Bukağı oldu.63
Bu eseri yazarken ve Mısrî hakkında çalışırken, başka konularla ilgilenemeyen Işınsu, devamlı içinden gelen bir sesin ona kalk yaz dediğini, sanki Niyâzî Mısrî’nin başına dikilip onu yazması için zorladığını hissetmiş, bu tedirginlikle eserini tamamlamıştır.64
Malatyalı Mutasavvıf Niyâzî Mısrî’nin hayat öyküsü, tasavvufî bilgiler eşliğinde sade bir dil ile anlatıma kavuşur. Tarihi, arka fon olarak kullanıldığı sahneler, uzun bir araştırmanın ve okumanın ürünü olarak kurulmuştur.
Eser, Başlarken adlı bölüm dışında numaralandırılmış on üç bölümden ibarettir.
Bu bölümler ayrılırken Niyâzî Mısrî’nin kabına sığmayıp şeyhini arama macerası esas alınmış olmalıdır ki, hemen her bölümün daha ilk cümleleri yollara düşen Niyâzî Mısrî’den haber vermekle başlar.
a) Vak’a
Roman, Niyâzî Mısrî’nin Limni’deki türbesini ziyarete giden iki kişinin yol boyunca yaptıkları sohbetlerin Başlarken adlı bölümde sunulmasıyla başlar. Birbirini tanımayan bu adamların her ikisi de Niyâzî Mısrî’yi niçin ziyaret edeceklerini anlatmaya başlarlar. Yaşlıca olanı büyük mutasavvıfın mübarek türbesini gönül borcunu ödemek amacıyla ziyaret ettiğini açıkça söyler. Genç adam ise, karşısındakini
küçümseyen tavırlarla niyetini söylemekten sakınır. Batı kültürü hayranı olarak yetiştirilen bu genç, büyük dedesinin babasının çok yakın arkadaşı olan Niyâzî Mısrî’den çekinmekte, ondan korkmaktadır. Ailelerinde her doğan erkek evladın görevi olan bu ziyareti gerçekleştiren genç adam, türbeyi ziyaret etmeyen yakınlarının başına gelenleri işittiğinde Niyâzî Mısrî’nin gazabından korkar. Paris seyahati türlü engellerle karşılaşıp gerçekleşmeyince de türbenin yolunu tutmaya karar verir. Yolculuk esnasında da Mısrî’den nefret ettiğini düşünür. Fransız mürebbiyelerle yetişen genç adamın içi isyanla dolar.
Yazar, daha romanın ilk sayfalarında Niyâzî Mısrî’yi anlamanın da, anlatmanın da zor olduğunu yaşlı adamın ağzından rivayet eder.65
İlk bölüm Niyâzî Mısrî’nin doğum tarihine denk gelen 1618 yıllarındaki Osmanlı’nın tarihsel döneminin anlatımıyla başlar.
1618’in ilkbaharında, II. Osman, halledilen deli padişah Mustafa’nın ardından tahta çıktı. (s. 13)
Sultan I. Ahmet Han öldüğünde, onun yerine şehzade Osman’ın geçmesi gerekirken Osman’ın sert mizacı ve Sultan Ahmet’in eşi Kösem Sultan’ın türlü entrikaları ile başa I. Ahmet’in oğlu Mustafa geçer. Ancak bir süre sonra onun deli olduğu anlaşılınca tahttan indirilir. Boş kalan tahta böylece Sultan Osman geçer. II. Osman, Padişahın ağzından çıkan her cümlenin kanun olması (s. 14) gerektiği inancıyla
hareket ederek memlekette acil reformlara yönelir.
Sultan Osman’ın tahta çıktığı vakitler sarayın hekimbaşı olan Mehmet Zihni Efendi ile Mihriban Hanım’ın Muhammet Kasım adında bir oğulları olur. Kasım’ın doğduğu gün, Malatya’nın Aspozi mahallesinde Soğancızâde Şeyh Ali ile eşi Hatice Hanım’ın da oğulları dünyaya gelir. İsmini Muhammet koyup, peygamber ismine hürmeten onu Mehmet diye çağırırlar. (s. 14) Çok geçmeden Mehmet’in Ahmet,
Kasım’ın da Melekşan isimli kardeşleri dünyaya gelir.
Devlet içinde reformlarını sürdüren II. Osman’ın katledildiği 1622 yılında Mehmet ve Kasım dört yaşına basarlar. Bu yaşta aileleri onları Kur’an okumaya alıştırır.
Kasım’ın hocası Mehmet Zihni Efendi, Mehmet’inki ise, Koca Halil Derviş olur.
Mehmet okumaya ilgi gösterirken, Kasım ise harflerin şekilleri üzerinde yoğunlaşır.
Mehmet’in tasavvufa olan ilgisi küçük yaşlarda belirir, Koca Derviş’i adeta kelimeleri yutarak dinler, tasavvuf bilgisinin temeli bu yaşlarda atılır.
Koca Derviş Mehmet’in ileride bir hakikat âlimi olacağını düşünürken (s. 16) Mehmet, Kasım’ın aksine yaramazlığı ile dikkatleri üzerine çeker, herkes ondan şikâyetçi olur. Onun tüm sorumluluğunu Koca Derviş üzerine alır. Babası, Mehmet’i Sıbyan mektebine göndermeyi düşünürken, dervişten güreş dersleri almasını da ister.
II. Osman’ın katlinden sonra başa tekrar Deli Mustafa çıkar. Yönetim el değiştirince II. Osman taraftarı olan Mehmet Zihni Efendi, Malatya’ya sürülür. Uzun bir yolculuktan sonra Aspozi’de Ali Efendi’nin dergâhına yakın ve güzel bir eve yerleşirler.
Sultan Osman’ın katli İstanbul’da büyük yankılar uyandırırken, sipahiler ayaklanıp suçluların cezalandırılmasını isterler. 1623’te Sultan Deli Mustafa tahttan indirilerek yerine IV. Murat getirilir.
Malatya’da Sıbyan okulunda Mehmet ve Kasım iki yakın arkadaş olurlar.
Arkadaşlıkları, çok iyi güreşmeyi öğrenen Mehmet’in çocuklar tarafından sıkıştırılan Kasım’ı kurtarmasıyla başlar. Kasım da Mehmet gibi, Koca Derviş’in gözüne girmeyi başarır. Ancak iki çocuk, bir zikir meclisinde dervişlerine verdikleri sözü tutamayıp tekkenin durumuna uygun davranmayınca dervişle araları bozulur. Çocuklar bu duruma içlenince derviş onları gönülden bağışlar.
Günler böyle geçerken, iki aile birbiriyle iyice kaynaşır, aralarında dostluk oluşur. Kasım ile Mehmet’in arasından su sızmaz, birbirlerini çok severler.
… günün birinde Kasım, Mehmet’e: “Sen beni kurtardın, güreşe başlamamı sağladın, hep yardım ediyorsun, senden çok şey öğreniyorum, onun için karar verdim, ben sana “Ağam” diyeceğim dedi, Mehmet bu karardan çok memnun oldu, bir epey büyük ağabey gibi ağır başlı, “Ben de sana ‘adamım’ derim, ‘kıymetlim’ derim, başka hiç kimseye de böyle söylemem, bir tek sana söylerim.” dedi. Çocuklar, birbirlerini hiç kıskanmadılar, bilâkis yardımlaştılar… (s. 41)
Dokuz yaşlarındayken, okuldan mezun olduklarında Ali Efendi, Mehmet’in zikirlere katılmasını ister. Ancak, Mehmet’in coşkun mizacına içten yapılan zikir haz vermez. Bir gün bu durumu babasına şöyle açıklar:
… Şehrin içlerinde kendilerine devrâniler denilen Halvetilerin bir dergâhı ilgisini çekmişti; onların, ayakta el ele tutuşup bir daire teşkil edip, ağır ağır dönerek “Lâilahe illallah” diye zikretmeleri tam da istediği gibiydi… İçinin temizlenip ışıklandığı o akşam babasına, niçin Nakşîlerin de sesli zikretmediklerini sordu… (s. 42)
Zikirlere Mehmet’in yanında Kasım da katılır. Ancak konuşmalar Kasım’ın ilgisini çekmez. O kendini hat sanatında bulur. Abdülkerim Efendi isminde bir hat ustasından derslere başlar.
Bir gün beklenmedik acı aniden gelir. Bir akşamüzeri Mehmet Zihni Bey’in vefatı herkesi derin bir yasa boğar. O günden sonra Mehmet, Kasım’ı bir an bile yalnız bırakmaz. Ancak günler sonra Kasım ve ailesi İstanbul’da oturan amcalarının evine yerleşirler. Bu ayrılık en çok Kasım ve Mehmet’e zor gelir. Ayrıldıkları ilk günden mektuplaşmaya başlarlar.
Malatya’da tek başına kalan Mehmet, içindeki boşluğu bir türlü dolduramaz.
Daha çok ilim tahsil etmek ister, ama bunun o çevrede gerçekleşmeyeceğini de bilir.
Babası onun Nakşîliğe devam edip kendi şeyhine bağlanmasını isterken, Mehmet Halvetî olmak niyetindedir. Bu duygularını sadece Kasım’a açar. İkisinin de tek hayali İstanbul’da tekrar görüşmektir. Sarayda Enderun’da yetişen Kasım, her bir olaydan arkadaşını haberdar eder.
1632 yıllarında Yeniçerileri yöneten Sadrazam Hüsrev Paşa, Erzurum Valisi Abaza Paşa’yı yenilgiye uğratıp tutsak ettikten sonra IV. Murat’a gönderir. IV. Murat da ağabeyi Osman’ın kan davasını güden bu paşayı iyi karşılayıp onu Bosna Beylerbeyi yapar. Hüsrev Paşa pek şiddetli geçen İran savaşlarında başarı gösteremeyince görevinden azledilir, yerine Sadarazam Hafız Paşa getirilir. Hüsrev ve Recep Paşalar’ın içine sinmeyen bu sadrazam, padişahın gözleri önünde şehit edilir. Büyük karışıklıklar yaşanmaya devam ederken IV. Murat, idareyi ele alarak Genç Osman olayına karışan herkesi öldürtür.
Mehmet ve Koca Derviş, Kasım’ın yazdıkları sayesinde sarayın iç işlerinden haberdar olurlar. Koca Derviş, Mehmet’i tasavvufî konularda eğitirken, Mehmet’in o günlerde aklına Kasım’ın kız kardeşi Melekşan düşer ve kız aklına geldikçe içi içine sığmaz. Kendi kendine aşkın cevabını arayan Mehmet, Kasım’dan onun haberlerini alır.
Melekşan’ın bütün kısmetlerini geri çevirdiğini öğrenince içi ferahlar. Bu aşkla şiirler yazmaya başlar. Mehmet ona karşı hissettiği duyguları ölçmeye çalışırken zaman zaman çelişkiye düşer.
Mehmet Melekşan’ı sonsuza kadar esirgemek istiyordu, bunun maddî güçle bir ilgisi yoktu, sadece derin, geniş, çok boyutlu bir sevecenlik söz konusuydu. Bazen şiirleriyle bu çelişkili duygularını anlatmaya çalışıyor fakat kullandığı sözcükleri çok yetersiz buluyor, şiir doldurduğu kâğıtları yırtıp atıyordu. Velhasıl içindeki bu inanılmaz heyecanı, tutkuyu, sevecenliği ne yapacağını hiç bilemiyordu. İşin tuhafı, son bir yıldır bu hale düşmüştü, ondan önce Melekşan’ı sadece çok güzel bir kız çocuğu olarak hatırlamıştı. Soruyordu kendi kendine, “Aşk mıdır bu?” fakat bir cevap bulamıyordu… (s. 54)
Bir gün bir sırrını Koca Derviş’e açar. Şeyh Hüseyin Halvetî’nin elini öpüp ona bağlanacağını söyler. Bundan on sekiz ay sonra da Halvetî şeyhinin yoluna gider.
Babası bu durumu hayırla karşılar. Mehmet böylece 1635’te on yedi yaşındayken Halvetî olur, Kasım da Enderun’dan mezun olup saraya önemsiz bir kâtip olarak atanır.
O sıralarda IV. Murat, I. İran seferine çıkarak İstanbul’dan ayrılır, Diyarbakır’a oradan Erzurum’a geçerek Revan’ı kuşatır ve teslim alır.
Mehmet, Halvetî dergâhında iki yıl huzurlu yaşar, müritler arasında şeyhinin dikkatini çekmeyi başarır. Ancak sonraki aylarda içini büyük bir Allah korkusu sarar.
Allah’ı daima kızgın ve cezalandırıcı bir varlık olarak tasavvur edip tedirginliği artar.
Bu hislerini Koca Derviş’e de açamaz. Sen yolunu o kadar öv, Halvetî olmakla o kadar övün, şimdi zora gelince, kendi yoldaşlarını arama, bana gel! (s. 63) demesinden çekinir. Ancak daha sonra onunla geçen konuşmaları içini rahatlatır. Mehmet, Kur’an okuyup anlayabilmek için Arapça öğrenmek ister. Ancak Malatya’da Arapça öğretecek bir âlimin olmadığını öğrendiğinde Diyarbakır’a gidip Arapça öğrenmeyi kafasına koyar. Babasının rahatsızlanması üzerine bir süre bu fikrinden uzaklaşır. Halvetî şeyhi Hüseyin Efendi’nin anî bir kararla İstanbul’a gidecek olması Mehmet’i derinden yaralar. Onun yerine tayin edilen asık suratlı Ahmet Efendi’den hiç hoşlanmayan
Mehmet, zikir meclislerine de gitmez olur. Babasının anî ölümü ve Melekşan’ın evlilik haberi ile yıkılan Mehmet, çareyi oralardan uzaklaşmakta bulur.
Mehmet, Murat Han’ın Bağdat’ı aldığı haberini Diyarbakır’a giderken bir handa öğrenir ve bu habere sevinir. Türlü zorluklar sonucunda kervanla Diyarbakır’a varır.
Mehmet aldığı adresle beraber Feyzullah Efendi’nin evini aramaya koyulur. Evini bulmak güç olmasa da, Feyzullah Efendi’ye her gidişinde kapıdan geri çevrilir. Sonunda ona ulaşmayı başaran Mehmet, azmi sayesinde ondan ders almaya hak kazanır. Adamın evindeki bodrum katına yerleşip evdeki her türlü zor görevi üstlenir. Ev işlerinden muzdarip olsa da ilim aşkı gönlünü tazeler. Fırsat buldukça Kasım’la mektuplaşıp saraydan haberler alır. Eline geçen son mektup; Sultan Murat’ın rahatsızlandığını, ona bir şey olursa yerine Kösem Sultan’ın oğlu Şehzade İbrahim’in geçebileceğini, içinde bulunulan durumun daha da karışabileceğini haber verir.
Diyarbakır’da bir müddet kalan Mehmet, bir gün Mardin’e gitmek üzere yola çıkar. Diyarbakır’a bağlı bir sancak olan Mardin’de türlü halkların bir arada bulunması Mehmet’i ilk etapta ürkütür. O, kendisine tavsiye edilen Abdürrezak Efendi’yi bulup onunla Hâdis, Kelâm ve Arapça çalışmak istediğini belirtir. Derslere başlamak için Abdürrezak Efendi’den bir hafta izin alır, halkın arasına karışıp Mardin’i gezmek ister.
Kendini bilmez birkaç gencin peşine takılan Mehmet, onların verdikleri içkiyi bilmeden içer. Ayıldığında bu hareketinden utanır ve kendini sorgulamaya başlar. Aklı başına gelir gelmez bir hamama gidip kötülüklerden arınmaya çalışır. Parasını gençlere kaptıran Mehmet, ihtiyar bir adamın verdiği sadaka ile karnını doyurur. Daha sonra çocuklara ders verip güreş öğreterek yaşamını devam ettirir. İşlediği suçu bir türlü kabullenemeyen Mehmet’e gönlünden gelen bir şiir cevap verebilir:
Hevâ ise yeter gönül, gel Allah’a dönelim gel
Sivâ ise yeter ey dil, gel Allah’a dönelim gel
Nice bir sevelim gayri, nice bir olalım gayri
Analım vuslat-ı yâri, gel Allah’a dönelim gel
Bize Hak’dan gel olmadan, ecel kûsı vurulmadan
Cânım Azrâil almadan, gel Allah’a dönelim gel
Özenmez misin ol Yâre ki, aldanmışsın ağyâre
Seni azdırmış emmare, gel Allah’a dönelim gel
Niyâzî’ye olup haldaş, olursan yoluna yoldaş
Döküp gözlerimizden yaş, gel Allah’a dönelim gel (s. 101–102)
Şiirin son beytinde geçen Niyâzî isminin mânâsını aramaya başlar. İçindeki duru ses ona Niyâzî’nin kendisi için seçilmiş bir mahlas olduğunu söyler ve bu olaydan sonra Mehmet, bu ismi de benimser.
Mehmet, yirmi üçüne geldiğinde içindeki manevî yol özlemi onu tekrar yollara düşürür. Hedefi Kahire’ye varmaktır. Bu kez şeyhini Mısır illerinde arayacaktır. Bir gün sabah namazıyla birlikte oradan ayrılıp yollara düşer. Yol boyu nefsiyle olan mücadelesini düşünür. Kasım’dan gelen son mektupta Melekşan’ın eşinden ayrılıp eve geri döndüğünü yazması, Mehmet’in aklını karıştırır, ancak duygularından emin olamaz. İç mücadeleleri ile İskenderiye’ye gidecek bir gemiye binebilmek için Antalya yolunda aylar geçirir. Derken gemi macerası başlar. Yolculuk boyunca sorgulamalar devam ederken Yunus Emre sevgisi ile dopdolu olduğunu düşünür.
… Yunus Emre ile o kadar doluydu ki, şiirlerinde görülen açık etkisinden başka, sanki her zaman onu somutlaşmış bir şekilde karşısında görüyordu. Yapılı olmasına rağmen ince bir bedeni ve Peygamber gibi uzun saçları vardı, kâh kendininkiler gibi siyah, simsiyah görüyordu bu saçları, kâh kumral ve dalgalı… Bir gün “Allah aşkı”nda tam anlamıyla buluşacaklarını seziyordu Mehmet, yoksa bu kadar sevebilir miydi Yunus’u… (s. 114)
İskenderiye’ye varır varmaz bir Kadirîye şeyhiyle tanışıp onun tekkesinde bir buçuk ay kalır. Bu arada Kadiriliğe de ısınır. Eğer içinde el-Ezher’e devam etme arzusu olmasa orada kalıp Kadiriye şeyhine bağlanacağını düşünür, ancak Kahire’ye doğru yol alma arzusunun önüne geçemez. Oraya varır varmaz şehri gezip Abdürrezak Efendi’nin bahsettiği Şeyhûniye külliyesine gider. Buradaki medrese ve dergâhları gezer, Abdülkadir Geylanî tekkesini bulur, burada kalmaya başlar. El-Ezher’de derslere devam eder. İki yıl boyunca Kasım’dan haber alamayan Mehmet, bir gün ondan gelen bir mektupla sevinir. Kasım saraydaki olaylardan haber verir. Osmanlı devletinin çökmekten kurtulduğu, sultanın yeni bir oğlu olduğu, İbrahim Sultan’ın da aşırılıkları mektupta yazılıdır. Bu arada evlenip boşanan Kasım, kendi sıkıntılarından da söz açar.
Mehmet, bunları öğrenince ona hak verir.
Bir gün rüyasında kendini büyük bir şehirde, Şeyh Abdülkadir Geylanî Hazretleri’ne hizmet ederken görür. Geylanî hazretleri ona cebinden çıkardığı bir kese taze sikkeli dirhemler verir, bir başka kesede de taze sikkeli dinarlar vardır. Mehmet bu iki kesenin anlamını sorduğunda, şeyhi dirhemlerin zahir ilmi olduğunu, dinarların ise, tarikat ilmi olduğunu ve bunun içinde şeyhini araması gerektiğini söyler. (s. 121) Bu rüya üzerine Mehmet, oradaki şeyhinden izin isteyip sokaktan bulup yanına aldığı kedisi Kiraz ile birlikte yollara düşer. İki ilmi birden niçin öğrenmek istediğini şöyle açıklar:
– Bilirsin tek kanatla uçulmaz!... Bence maddî ilimle, manevî ilim birbirini tamamlıyor, iki elimiz, iki kolumuz nasıl birbirini tamamlarsa, iki ilmi de bilmek öyle dengede tutar insanı, bir tek ilmi bilmekten daha faydalı olur. Hakikat ilminin gereklerini yapıp, şeraiti terk etmek olmaz!... (s. 127)
Mehmet, yolculuk ettiği kervanda şiirlerinin dilden dile dolaştığını görüp şaşırır.
Arkasına takılan büyük bir topluluğu atlatıp Bağdat yakınlarında küçük bir köye iner.
Burada bir süre yaşamını bir mum imalâthanesinde çalışarak geçirir, orada ata binmeyi öğrenir ve bundan sonraki yolculuklarını atı Rüzgâr ile yapar.
Bağdat’a vardığında Abdülkadir Geylanî’nin türbesini ziyaret edip şehri gezer.
Abdülkadir Geylanî’yi ziyaret ettiğinde gönlüne Anadolu doğar ve yollara düşer.
Aradığı şeyhi bulamayan Mehmet’in aklına İstanbul’a gidip bir tekkede halvete girmek gelir. Bu sayede Kasım’la da görüşebileceğini düşünür. İki arkadaş nihayet yaklaşık yirmi yıllık bir aradan sonra buluşup dertleşirler. Mehmet’in amacı Kahire’ye kadar ünü gelmiş olan Halvetî tekkesinde çile çıkarmaktır. Tekkenin mürşidi Hasan Efendi ile tanışan Mehmet, halvete girmek için izin alıp kırk günlük inzivaya çekilir. Halvetten çıktıktan sonra epey zayıflamış olan Mehmet’in gönlü bir hayli yumuşar. İstanbul’da yıllar önce gönlünü verdiği Melekşan’la da karşılaşır, ona karşı duygularının hâlâ yoğun olduğunu hisseder.
Halvete çekildiği sıralar, mazhar olduğu bir sır ile artık kendisinin Mehmet yerine, Niyâzî Mısrî diye çağrılacağını açıklar.
İçindeki sese kulak veren Mısrî, Bursa’ya doğru yol alır. Bursa’da Ali Dede isimli ihtiyar bir Mevlevî’nin tekkesine yerleşir. Bursa’da yazdığı şiirler elden ele dolaşırken ünü giderek artar. Fakat onun içindeki şeyhini bulma arzusu (s. 157) bir türlü küllenmez. Medresede kaldığı bir gece niyaz edip iki rekât namaz kıldıktan sonra, şeyhini bulmak arzusuyla, hayırlı bir rüya görmeye niyetlenir ve istiareye yatar.
Rüyasında elindeki bakır ibrikle bir başka şehirdeki kalaycıya gittiğini, kalaycının sadece ince, büyük, becerikli anlam dolu ellerini gördüğünü, kalaycının ona İbriğin dışını herkes kalaylayabilir. Marifet içini kalaylayabilmektir dediğini ve ibriğin içini
parlattığını hatırlar. Rüyasında Mısrî’nin gönlünden oranın Uşak olabileceği geçtiğinden, bu kez Uşak’a doğru yol alır. (s. 158)
Uşak’taki bir handa ona Halveti Şeyhi Mehmet Efendi’nin tekkesinden bahsederler. Bu zâtın Elmalılı Sinan Ümmî’nin halifesi olduğunu anlatırlar. Mısrî oyalanmadan Mehmet Efendi’yi bulur. Mehmet Efendi ona müritlikten söz açmaz, geçici bir misafir gibi davranılması Mısrî’yi tedirgin eder. Bir bahar mevsiminde Sinan Ümmî’nin Uşak’a geleceği haberi Mısrî’yi heyecanlandırır ve sonunda onunla
karşılaşır. Sinan Ümmî, ona Bursa’da gördüğü rüyayı anımsatınca dili tutulur, işte o gün huzura erer. Kasım’a yazdığı mektuplarda artık mürşit arama arzusunun bittiğini ve maddî yolların son bulduğunu, mürşidinin yanında hem maddî, hem de manevî bir
eğitim gördüğünü yazar. Sinan Ümmî Hazretleri’nin müritleri içerisinde yer alır. Yıllar böyle geçerken iki kere halvete girer ve halvetten sonra gönül huzuru artar.
1648 yıllarında Osmanlı Devletinde durum iyice karışır. Sultan İbrahim, tahttan indirilip boğularak öldürülür. Yerine küçük oğlu IV. Mehmet gelir. Altı-yedi yaşlarında olan bu şehzadenin aile büyükleri yönetimi ele alır. On üç yıl süren bu döneme Ağalar Saltanatı denir. Bu arada Yeniçeri Ağaları da devlet düzenine karşı gelirler. İbrahim’in öldürülmesinden sonra onun kan davasını güdenler ortaya çıkar. Halk, yeniçeriler ve sipahiler ayaklanır. Kösem Sultan öldürülür. Sultan Ahmet Meydanı kan gölüne döner.
Niyâzî Mısrî, Sinan Ümmî tekkesinde çile çekmeye devam ederken, sırtında odun ve un taşıyıp dersler verir. Dergâhın imamlığını da üstlenir. Bu arada Kasım ve Derviş ağası ile yazışmaya devam eder. Kasım’ın yeniden evlendiğini, annesinin de ağır bir öksürüğe yakalandığını öğrenir. Annesinin hastalığını öğrenince tedirgin olur.
Malatya’ya gidip annesini görme isteğiyle kıvranırken şeyhinin izin vermeyeceğinden çekinir. Ancak Ümmî Sinan, ona zamanı gelince izin verir ve Ümmi Sinan’ın genç oğlu İbrahim ile Niyâzî Mısrî Malatya’ya doğru yol alırlar.
Mısrî uzun bir aradan sonra tekrar yollara düşünce şunları hisseder:
Mısrî, yola çıktıktan sonra ancak, yolları ne kadar çok özlediğini fark etti, bir süre konuşamadı Süleyman’la, bu gidişi iki hasretlinin buluşmasına benziyordu. Çünkü, sanki yollar da bu garip dervişi özlemiş gibiydiler!.. (s. 188)
Malatya’dan önce Mardin’e uğrayıp bir zamanlar kaldığı tekkeleri ziyaret ettikten sonra Malatya’ya yönelirler ve Malatya’ya yaklaştıkça bir başka heyecan sarar içini. Annesini bir hayli zayıflamış ve yaşlanmış görünce üzülür, onun ince hastalığa yakalandığını, Derviş ağasının, tekkenin şeyhi olup evlendiğini, kardeşi Ahmet’in de Malatya’ya sığmayarak İstanbul’a taşındığını öğrenir. Annesini şeyhine emanet ederek İstanbul’a doğru yola çıkarlar. Kasım’ın evine gidip orada konaklarlar.
Mısrî, bazı zamanlar şeyhini özledikçe içi yanar. Bu nedenle oralarda fazla oyalanmadan Ramazan arifesinden bir gün evvel Elmalı’ya varırlar. Dergâhta sevinçle karşılanırlar. Mısrî, gelir gelmez camideki vaazlarına başlar. Şeyhinin yanına uğradığında Sinan Ümmî, ona yanında duran somunu verip caminin avlusunda çeşme başında afiyetle yemesini söyler. Mübarek Ramazan günü şeyhinin bunu istemesi
Mısrî’nin garibine gider. Ancak Şeyh bir rüzgârsa, mürit, önünde uçuşan bir sonbahar yaprağıdır (s. 207) diye düşünerek şeyhinin dediğini yapar. Ancak bunu gören kalabalık Mısrî’nin çevresini kuşatıp onu dövmeye başlar. Sinan Ümmî’nin huzuruna getirildiğinde Şeyhi, Mısrî’nin altmış gün aç bırakılmasını ve hücreye kapatılmasını emreder. Mısrî’ye verilen bu ceza dilden dile yayılır.
… Bir kısmı onaylıyor, diğer bir kısmı, Mısrî’nin camideki vaazlarına hayran olanlar ise; “İftarsız olması doğru değildir, günah zavallıya, ölecek adam besbelli” diyorlardı. Her hâlükârda, bunlar aç iken, karşılarında ekmek yiyen Mısrî cezasını bulmuş, adamların içi ferahlamıştı!... Yalnız birkaç kişi; “Aslında bu iş, şeyh ile mürit arasında bir cilvedir ki, bizim aklımız ermez.” diyordu…(s. 210)
Altmış günlük cezası dolduğunda Mısrî’yi ziyaret eden Şeyh Sinan Ümmî cezasını yüz günde tamamlayacağını söyler. Mısrî’nin cezası dolduğunda merak edip yüz günü sayanlar, tekkeyi doldururlar. Niyâzî Mısrî, bitkin bir halde hücreden çıkarılıp şeyhin odasına götürülür. Eski haline dönünceye kadar iyi bakılır. Bir Cuma günü Mısrî’nin ve dört arkadaşının hilâfet töreni dervişlerin ve halkın önünde yapılır. Niyâzî Mısrî törenin ardından halka son vaazını bir şiirle verip tekrar Uşak’a dönmek üzere yola çıkar. Uşak’ta Şeyh Mehmet, dokuz yıl ayrı kaldığı Mısrî’yi sevinçle karşılar.
Bu arada İstanbul’da ağalar saltanatı çöker, IV. Mehmet’in Naibesi (vekili) Tarhân Valide Sultan, devleti emanet edebileceği yeni bir sadrazam aramakla meşguldür. Nihayet Saltanat Naibesi, Köprülü Mehmet Paşa ile görüşmeye razı olur.
Fakat Köprülü’nün bazı şartları vardır, Osmanlı tarihinde bir kişinin sadrazam olabilmek için şartlar öne koştuğu görülmemiştir. Nihayet, Tarhan Sultan, Köprülü’nün isteklerini kabul ederek onu sadrazamlığa getirir. Böylece Osmanlı tarihinde yirmi yedi yıllık Köprülüler devri başlar.
Mısrî, Uşak’a yerleşir yerleşmez Kasım’a ve Şeyh ağasına mektup yazar. Şeyh ağasından gelen mektupta annesinin vefatını öğrenir. Kasım mektubunda ise Köprülü Paşa’nın sadrazam olduğunun yedinci Cuma günü, Fatih Camii’nde Naat-ı Şerif okunurken, Kadızâdeliler’in camii basarak Naat-ı Şerif’in makamla okunmasına itiraz ettiklerini, neredeyse kan dökülecek kadar tartışmalar yaşandığını anlatır.
O günlerde Afyonkarahisar’a bağlı Çal kazasından gelen bir heyet, halkı dinî konularda eğitecek bir din adamı ararlarken kendilerine tavsiye edilen Mısrî’yi alarak Çal’a geri dönerler. Ancak oranın halkı Mısrî’e ilgi göstermeyip yüz çevirdikleri için Mısrî Uşak’a geri dönüp Şeyh Efendi’ye durumu anlatır.
Bu kez Kütahya’dan gelen bir heyet, Mısri’yi oraya götürmeye gelir. Böylece Mısrî’nin Kütahya macerası başlar. Kütahya’da da bir kısım halk arasında tam anlamıyla Kadızâde zihniyeti baş göstermeye başlar. O, söylentilere kulak vermeyip kendini tam olarak müritlerine adar. Bir süre sonra Şeyh Sinan Ümmî’nin vefat haberini alır almaz Kütahya’yı terk eder. Şeyhini ilk kez Bursa’da rüyasında gördüğünü
anımsayıp Bursa’ya yerleşmeye karar verir. Doğrudan Sebbağ Ali Dede’nin evine gider.
Yaşlı adam, bahçesinin içinde bir halvethane inşa ettireceğini Mısrî’ye haber verir.
İnşaat tamamlanınca Mısrî, gönül rahatlığı ile mürşitlik vazifesine başlar. Ancak Bursa’da yerleşmiş olan Kadızâdeli zihniyeti ona rahat vermez. Kadızâdeliler, ondan Halvetî tarikatını terk edip kötülemesini isterler. Padişahın, Vani Efendi’nin, Şeyhülislam’ın da mutasavvıflar aleyhinde olduklarını hatırlatırlar. Ancak Mısrî bu tehditlerden çekinmez. Kasım’a ve Şeyh ağasına birer mektup yazarak bu konuda
fikirlerini almak ister. Kasım, Vani’nin etkisiyle padişah yasağının gelmesinin yakın olacağını, Şeyhülislam’ın da üzerindeki baskı nedeniyle fetvayı verebileceğini açıklar.
Sonra Osmanlı saltanatından haberler sunar. Köprülü Mehmet Paşa’nın oğlu Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’dan söz açar. Aklıselim sahibi bu adamın zaferlerle sonuçlanan işler yaptığını anlatır. Son olarak da bir kız çocukları olduğu haberini verir.
Bursa’da aleyhinde çıkartılan propagandalara rağmen kısa zamanda müritleri artar. Sonunda çıkacağı söylenen ferman çıkartılır ve sesli zikir, devran ve sema yasaklanır. Mısrî, bildiği yolda yürümeye devam eder.
Bir gün ansızın hastalanan Sebbağ Ali Dede’nin vefatı ile derin bir hüzün kaplar içini. Dede ölmeden önce son arzusu; Mısrî’nın, müridi Hacı Mustafa’nın kızı Gülsüm’le evlenmesi olur. Ali Dede’nin vasiyeti üzerine her şey çok çabuk gelişir.
Mısrî, Gülsüm’le evlenip hayatını devam ettirir. Hiç beklemedikleri anda kapılarını çalan Kasım onları ziyarete gelir. Kasım, Vani’nin kendisiyle olan dostluğunu öğrendiğini Mısrî’ye anlatır. İki arkadaş o gece tarikatçılarla şeriatçıların neden anlaşamadıkları üzerine konuşup kafa yorarlar. (s. 238–239) Aylar sonra Melekşan’ın da rüyasında gördüğü Mısrî’nın erkek çocuğu dünyaya gelir. Ancak aynı gün Uşak’taki pirdaşı Şeyh Mehmet Efendi’nin ölüm haberi üzerine, oğlunun doğumuna sevinemez.
Bursa’da Mısrî’nin sevenleri çoğalırken, onu çekemeyenlerin sayısı da gün geçtikçe artar. Artık bu kadar hakaret gördüğü mahallede oturmasının gereksiz olduğunu düşünerek yeni tekke inşaatını başlatır, kendine de tekkenin yanında bir ev bulur.
Mısrî, elli iki yaşlarında Fatma isminde bir kız evlada daha sahip olur. O yıl Osmanlı da büyük bir bayram yaşar, Girit artık Osmanlı’ya aittir.
O günlerde Mısrî’yi şaşırtan bir olay olur. Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa, onu Edirne’ye davet eder, karşılaştıkları ilk günü karşılıklı iltifatlar, Mısrî’nin bestelerini dinlemekle geçirirler. Ertesi gün de şehri gezerler, Mısrî tekkeleri ziyaret eder.
Bir akşam Mısrî, sadrazamla baş başa kaldıklarında, tekkelere getirilen yasakların gereksizliğinden söz açar. Sadrazam’ın içten tavırları ona güven verir. Fazıl Ahmet Paşa, ona hak verir, ancak Sultan’ın emri dâhilinde bunları yaptıklarını dile getirir. Mısrî’ye İstanbul’a gidip orada Ayasofya’da vaaz verip ona anlattıklarını, orada anlatmasını, kendisinin de Sultan’ı razı edip onu dinlemeye gelmesini temin eder.
Ayasofya’da öfkeli bir konuşma yapmayı düşünen Mısrî, sonra bundan vazgeçerek cemaatin çoğunu ağlatacak konulardan bahis açar. Sultan IV. Mehmet de gözyaşlarına hâkim olamaz, padişah fermanını geri alır. Bursa’daki halk Mısrî’nin vaazı dolayısıyla Hünkâr’ın yasağı kaldırdığını çoktan işitirler ve onu adeta bayram ederek karşılarlar.
1672 yıllarında IV. Mehmet ve sadrazamı Polonya seferi için Edirne’den yola çıkarlar. Altı ay süren sefer sonunda Polonya barış ister ve harekât durdurulur. Yapılan antlaşma sonucunda Podolya Osmanlı’da, Galiçya Polonya’da kalır.
Bursa’ya sevinçli haberlerle dönen Mısrî’ye Kadızâdeler yaşam hakkı tanımazlar. Birkaç kez ölümden dönen Mısrî dervişlerinin koruyuculuğundan bıkıp usanarak Edirne’ye gitmeye karar verir. Sarayın ikinci bir Polonya seferi hazırlığı içinde
olduğundan habersizdir.
Edirne’ye yerleşince devletin içinde bulunduğu durumu yakından takip etmeye başlayan Mısrî’yi, padişahın gereksiz av eğlenceleri, masraflar, sarayın şaşaalı yaşantısı, yüksek memur ve bazı paşaların rüşvet aldığına dair dedikodular sinirlendirir. Bir gün Edirne Ulu Camii’nde verdiği vaaz esnasında Osmanlının karanlık sonundan bahsetmeye başlar. Tam da savaş öncesinde söylediği bu sözler, saray açısından rahatsızlık yaratır. Mısrî, Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa’nın emriyle Rodos’a kale hapsine gönderilir.
Deniz seyahati boyunca çevresindekilere insan, İslâmiyet ve Osmanlı hakkında bol bol nasihatler verir. Mısrî sadrazamın görevlendirdiği Azbî Çavuş gözetiminde yol alır. Azbi Çavuş, Mısrî’yi, onun ayak bileklerine bukağı taktıran kale komutanına teslim ettikten sonra, Edirne’ye dönmesi gerekirken, istifa edip kendini Mısrî’ye adar.
Kısa bir süre sonra kale komutanı, Mısrî’nin ziyaretçilerine kapısını açar. Mısrî onları gönül hoşluğu ile karşılayıp sohbet eder. Kırım Hanı Selim Giray Han, her gün Mısrî’ye çeşit çeşit yemekler gönderir. Bir gün Selim Giray Han, Osmanlı’nın kendisini II. Polonya seferi için çağırdığını Mısrî’ye haber verir. Mısrî onu dualarla yolcu eder.
Polonya, Almanya ve Papa’nın yardım vaatlerine güvenerek Osmanlı’dan Lubnin ve Lwow’u geri alır. Umduğu yardımlar gelmeyince Polonya barış ister ve iki devlet arasında yedi yıllık bir barış sağlanmış olur.
Aynı yıl Fazıl Ahmet Paşa ölür, yerine Merzifonlu Kara Mustafa Paşa atanır.
Mısrî, Rodos’tayken Kasım’la mektuplaşmaya devam eder. Kasım’dan aldığı ilk mektupta Şeyh ağasının öldüğü haberini alır ve mateme bürünür. Rodos’a gelişinin dokuzuncu ayında Mısrî affedilerek geri çağrılır, Azbi Çavuş’la birlikte önce İstanbul’a, oradan da Bursa’ya dönerler. Mısrî, Rodos sürgününden önce yaptığı gibi, yine tekkesinde adam yetiştirmeye çalışıp, nasihatlerde bulunur, kürsüde verdiği vaazlarda ileri geri konuşup halkın tepkisine neden olur. Vani Efendi’nin tek isteği onu sürgüne tekrar gönderip sesini kesmektir. Sonunda istediğini yapar. Bu kez Mısrî, Limni Adası’na sürülür. Tekke’den alınıp ayak bileklerine bukağılar takılarak sürgüne gönderilir.
Limni kalesindeki yarı karanlık bir taş odada halvete girer, halvetten çıktıktan sonra insanları tekrar doğru yola çekmek için heveslenir. Yıllar içinde Mısrî, Limni Adası’nda yeni müritler kazanır ki, biri Hıristiyanlıktan dönmedir. Manevî olarak mutlu olsa da, zaman zaman kale muhafızları, oda idarecilerine karşı duyduğu şüphe ve öfke onu yıpratır.
Bir gün Mısrî, İstanbul’dan gelen bir haberle serbest bırakılır. Fakat o İslamiyet’i sevdirdiği adadan ayrılmaz. Hiç olmazsa ardında bir halife bırakmak arzusundadır. Oradaki müritleri kendisine bir tekke hazırlayarak onu orada kalmaya razı ederler. Mısrî’nin yeni tekkesindeki ilk ziyaretçileri Kasım ve kardeşi Melekşan olurlar.
Melekşan’ın bütün nefis mertebelerini aşarak manevî yolda ilerlediğini görünce onu kendine halife yapmak ister. Ancak kadın kabul etmek istemeyince ona hak verir.
1683 yıllarında Osmanlıda durum karışıktır. Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Viyana’yı kuşatmaya karar verir. Ancak Padişahı bu durumdan geç haberdar eder ki, IV. Mehmet bu haberi önceden bilseydim, rıza göstermezdim (s. 293) diye cevap gönderir. Viyana Kuşatması 1683’te bozgunla sonuçlanır. Birleşik Haçlı ordusu ile savaşlar devam eder, Almanlar, Budin’i kuşatırlar. 1686’da Budin elden çıkar, Mohaç’ta da pek çok şehit verilince Türk ordusunun morali bozulur.
Sadrazam ve Başkumandan Aynacı Sarı Süleyman Paşa’nın zalimliği ve yetersizliği ordudaki disiplini bozar. Vezir Köprülüzâde Fazıl Mustafa Paşa, Sultan’a ve iki oğluna karşı cephe alır. 1687’de hayattaki kardeşlerinden şehzade III. Süleyman’ı tahttan indirir. Osmanlı’nın Almanya cephesi çökünce pek çok yer elden çıkar.
Mısrî’ye Osmanlı’nın çökeceği malum olur, bu konuda vaazlar vererek baştakileri uyarmaya çalışır. Ama bu iyi niyeti yine sürgünle sonuçlanır; ayaklarında bukağılarla sürgüne gider.
Mısrî, sürgündeyken derviş yetiştirmeye, çevresindekilerin gerçek sevgisini kazanmaya devam eder. Bir gün Kasım’dan gelen mektup yine Osmanlı’dan haber vermektedir. Kasım artık eski şevkinin kaybolduğunu, sadece havadisleri iletmek için mektup yazdığını belirtir. Padişah III. Süleyman’ın tahta çıkmasında Fazıl Mustafa Paşa’nın etkili olduğunu, eğer Fazıl Mustafa Paşa’ya bir hâl olmazsa bundan sonra da padişah olarak III. Süleyman’ın kardeşi I. Ahmet’in tahta çıkabileceğini belirtir. Kasım, bu durumdan hoşnut değildir. Onun yegâne arzusu saraydan ayrılıp, evinin hat çalıştığı odasına sığınmaktır. Ancak hat sanatına meraklı olan Sultan, onu yanından ayırmaz.
Saray ve İstanbul bu kadar perişan iken, Macaristan’da kan gövdeyi götürür.
Osmanlının Avrupa’daki toprakları bir bir elden çıkar.
Mısrî, mektubu okuyunca Kasım’ın bu haline hak verir. O, Osmanlının sadece batıda değil, doğuda da toprak kaybedeceğini hisseder. O gece seccade üzerinde sabaha kadar oturup O Sevgili’sinin Türklere merhamet etmesini diledi… (s. 304) İçinden sular seller gibi gelen kelimeleri kâğıda dökerken kendisinin Limni’de öleceğini anlar ve Baltacı Mehmet Paşa’nın kabrini işaret ederek defnedileceği toprağı yanındaki dervişlere gösterir.
1688’de Osmanlının Almanya cephesi tamamen çökerken Mora’daki son Osmanlı kalesi Benefşe teslim olur. Alman kumandan Doc Morosini, Osmanlıya gözdağı vermek istese de bütün çabaları kırılır. Almanlarla yapılan meydan savaşı kaybedilince Sırbistan elden çıkar, Almanlar Bulgaristan’a girer. Almanları durduracak kuvvet yok gibi görünür. Fazıl Mustafa Paşa’nın sadrazam olması ve orduda başkomutanlık yapmasına karar verilir.
Sadrazam olan Fazıl Mustafa Paşa’nın Mısrî’nin Bursa’ya tekkesinin başına dönmesini rica eden mektubu Kasım’ınkiyle beraber ulaşır.
Fazıl Mustafa Paşa Edirne’den ayrılarak Şehirköyü’ne gelir ve orada Almanları yenilgiye uğratır, kuzeye doğru yürüyerek Belgrat Kalesi’ni alır. Almanların kaybı her geçen gün artar. Böylece Belgrat’ta 188 yıllık yeni bir Osmanlı dönemi başlar. Düşman Bosna ve Bulgaristan’dan tamamen çıkarılır. Sırbistan’ın tamamı geri alınır.
Mısrî, Fazıl Mustafa Paşa’nın isteğiyle Bursa’ya dönmeye karar verse bile, ölümünün yakın olduğunu hissedip gidişini bir hayli erteler. Ancak sonra da Ben bilmiyorum Allah biliyor, hele bir Bursa’ya varalım bakalım… diyerek yola düşer.
Bursa’da büyük törenlerle karşılanır, dönüşüyle beraber sabah akşam sevinç yaşanır. En çok sevinen de ailesi olur. Kızı Fatma’nın ölümüyle yıkılan eşi Gülsüm, onun dönüşüne pek sevinir.
1691’de Fazıl Mustafa Paşa, II. Almanya seferi için Edirne’den ayrıldığında, III. Süleyman sekiz gün sonra vefat eder. Yerine sadrazamın isteğiyle III. Süleyman’ın kardeşi I. Ahmet gelir. Savaş için çok iyi hazırlanan Almanlar, Köprülü isminden tereddüde düşseler de düşmanın dikkatli tutumu galip gelir. Fazıl Mustafa Paşa, alnına isabet eden tek kurşunla olduğu yerde kalırken, Mısrî, bu olayı işaret eden rüyâyı bir gece evvel görse de, en yakınına bile anlatamaz.
Yalnız savaş hakkında konuşan dervişlerine;
— Savaş elbet kanlı, gürültülü, karmaşık bir olaydır. Fakat aynı zamanda çok ince ve küçüktür. Bazen atılan bir kurşun bile koskoca muharebenin kederini değiştirebilir; dua edelim hemen Hak Tealâ yardımcımız olsun, dedi. (s. 315)
Kasım, Mısrî’ye gönderdiği mektupta içi kan ağlarken, Mısrî onu teselli etmeye çalışır. Mektubunu bitirdikten sonra altına, sultanın niçin sefer esnasında yanına hocaları, şeyhleri ve dervişleri almadığını sormasını yazar.
Sultan III. Ahmet, Mısrî’nin bu teklifini hoş karşılarken Sadrazam Çalık Ali Paşa, Mısrî’nin bir Osmanlı düşmanı olduğunu söyleyerek ona güvenmediğini belirtince sultan konuyu kapatır.
1693’te Edirne’de Erdel’i geri almak için hazırlıklar yapılırken Mısrî de sefere katılmak için müritlerinden bazılarını yanına alarak Edirne’ye hareket eder. Sultan, buna engel olmak için onun çocukluk arkadaşı Kasım’ı Mısrî’ye gönderir. Ancak o kararında sabittir. Padişahı Mısrî’ye karşı kışkırtan Bozoklu Mustafa Paşa’nın içi ise rahattır.
Edirne’ye gelen Mısrî ve müritleri Selimiye Camii’ne doğru ilerlerken o sırada padişahın fermanı ile çıkagelen kalabalıktan yeniçeri ağası ve bir bölük yeniçeri Mısrî’yi koltuklayıp arabaya bindirirler. Limni yolu görünürken, toprağının ona kucak açmış olduğunu hisseder. Apar topar Limni’ye sürülen Mısrî’nin öfkesi artarken, "...bizim öfkemiz devam etseydi, Edirne’nin altı üstüne gelirdi" (s. 325) sözlerini söyleyip
sağ koluyla bir mezar taşını hafifçe sarsar. İşte o anda Edirne kökünden sallanır ve halk onun gazabından korkar.
Boğaz hisarında kaptan paşaya teslim edilen Mısrî ayaklarına takılan bukağılarla uğurlanır. Onu uğurlamaya gelen gönül dostlarına vasiyeti de şu sözler olur:
—"…orada ölecek olursam, ayaklarımda bu bukağılar ile gömülmek istiyorum, bu vasiyetim için hepinizi şahit tutuyorum…" (s. 326)
Limni’de ölmeden önce son günlerini küçük bir odada, yemeden içmeden kesilerek geçiren ve bu halde son eseri İrfan Sofraları’nı tamamlayan Niyâzî Mısrî, 16 Mart 1694’te vefât eder.
b) Şahıs Kadrosu
Tarih konulu edebiyatla tarihî icraatta bulunan, ondan etkilenen ve onun görgü şahidi olan gerçek veya hayalî kişiler bir psikoloji dâhilinde sunulur.66 Eserlerinde psikolojik durumları önemseyen Işınsu da zaman zaman seçtiği roman kahramanlarının varlık özelliklerini sanat eserinin gerçekliğinde kendi dünyasında tamamlamaya çalışır.
Tarihî-biyografik bir roman örneği olan Bukağı’da XVII. yüzyılın büyük mutasavvıflarından Niyâzî Mırsrî’nin hayatı ve öğretileri, arka planda kalan Osmanlı tarihi ile dile getirilir.
Romanın başkahramanı Niyâzî Mısrî’dir. Yazar, arka plandaki toplumsal tarihsel gerçekliği Mısrî aracılığıyla yansıtmaya çalışır. Yazar, romandaki ikinci dereceden önemli kişilikleri, Mısrî’ye yaklaştırarak, okuyucunun başkahramanı daha iyi tanıyabilmesini sağlar. Burada okuyucu Mısrî’yi, onun düşünce yapısını ve tarihsel işlevini diğer kişiliklerin bakış açısından öğrenir.
NİYÂZÎ MISRÎ
Romanın başkahramanı Mehmet, Malatya’nın Aspozi mahallesinde Şeyh Ali Çelebi ile karısı Hatice Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak dünyaya gelir. (s. 14) Bebeğe Muhammet ismini koyarlar ancak peygamber ismine hürmeten onu Mehmet diye çağırırlar.
Mehmet, romanda fizikî olarak ayrıntılı tanıtılmaz. İri esmer bir bebek (s. 14) olarak dünyaya geldiği, büyüdükçe de yakışıklı bir delikanlı olduğu (s. 49) bilinmektedir.
Mehmet’in fizikî yapısıyla ilgili sunulan en ince ayrıntılar; onun şeyhini arama arzusu ile yollara çıkıp halvete girdikten sonraki zayıflamış bitkin hali ile önceki bakımlı halidir.
Mehmet, halvetten çıktıktan sonra epey zayıflamış görünüyordu. Gönlü kendisinin bile tahmin etmediği şekilde yumuşamıştı… (s. 153)
Şeyhi Sinan Ümmi’nin, Mısrî’ye verdiği yüz günlük halvet cezası en ağırı olup onu en çok yıpratandır.
…Sinan Ümmi başta, onu tutup yerden kaldırdılar. Mısri’nin gözleri kapalıydı. Mısri yürüyemiyordu…
(…)
…Mısri onlara uymaya çalıştı. Ağır ağır çıktılar kapıdan, genç adamın saçları ve sakalları pamuk gibi olmuş, ağarmıştı, avurtları o kadar içeri çökmüştü ki; sağ yanağındaki büyük et beni adeta küçülmüş görünüyordu…
İlk gün yalnız su içebildi Mısri, ertesi gün yoğurtlu çorbaya başladılar, daha ertesi gün yoğurtlu çorbanın içine biraz ekmek içi doğradılar… Üç gün sonra gözleri açılmış, tam kendine gelebilmişti… (s. 212–213)
Mehmet’in küçük yaşlardan itibaren okumaya olan ilgisi Koca Derviş’in gözünden kaçmaz. Öte yandan kolayca okumayı söker. Koca Derviş’ten İslamiyet hakkında pek çok şey öğrenerek çocukluğu geçer. Mehmet, dervişini büyük bir dikkatle adeta kelimeleri yutarak dinlerken, Koca Derviş onu çok akıllı bulur, ileride bu çocuğun bir hakikat âlimi olacağını dile getirir. (s. 16)
Mehmet’in ileride güçlü bir şair olacağı daha küçük yaşlarda ortaya çıkar.
…Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu”… Koca Derviş beş yaşındaki çocukta bu şiir zevkine hayran kaldı. O kadar hayran kaldı ki Sultan Osman için ağlamayı kesti; “Bu çocuğa âlim hocalar gerek, vah bahtsızım! Vah benim gibi bir fakir derviş parçasına kaldı” diye düşünüp, bu sefer Mehmet için ağladı. (s. 17)
Mehmet, küçük yaşlarda çok yaramaz bir çocuktur. Dersleri dışında, sopadan yapılmış atına atlayıp kendini sokaklara atar. Saatlerce ortadan kaybolur. Onu tek anlayan, Koca Derviş olur. Yalnız kendi çevresinden değil, şehrin içindeki mahallelerden şikâyetler yağar, erkek çocuklarını döverken kız çocuklarını da rahatsız eder. Çocuğun bu durumu dervişe doğal gelir.
Koca Derviş ise kendi kendine; Te be kızan o kadar zeki ki, zekâsı dolup dolup taşıyor, bir budalalığa, bir ahmaklığa hiç dayanası değil, böyle şeylerde karşılaşınca, kendince ceza veriyor onlara! diye düşünüyordu. (s. 18)
Mehmet, yedi yaşına girerken hayatının ilk ve son falaka dayağını yer, canı çok yansa da inadından belli etmez. Bu durumun farkında olan Şeyh babası onu Sıbyan okuluna yazdırırken şunları düşünür:
—Evet, bilirim vahşidir. Girsin yaşıtları arasına, görsün yabancı hocayı, tam olmasa da bira ehlileşecektir. Bilirsin Ahmet’e bile yüz vermez kerata, burnu da büyüktür, bu burun kırılmalı! Sonra maazallah, hayatın içinde ne yapar, okul insanı hayata hazırlar. Sen endişelenme onun için, dik kafalıdır, inatçıdır… Hiç esnek değildir… (s. 20)
Mehmet, Sıbyan Okulu fikrini tereddütle karşılasa da, dervişten güreş öğrenmek hoşuna gider. Şimdilik niyeti batıya, Derviş’in memleketi Edirne’ye gidip orada namlı bir pehlivan olmaktır.
Sıbyan okuluna başladıkları gün; Mehmet’in Kasım’ı dövmeye kalkan arkadaşlarından kurtarması ile ölene dek sürecek bir dostluğun temeli atılır. Kasım, Mehmet’i anlamamızda anahtar ismi teşkil eder.
Çocuklar dokuz yaşlarında okuldan mezun olduklarında, Malatya’da gidebilecekleri daha yüksek bir okulun olmayışı nedeniyle ilim hayatlarına ara vermek zorunda kalırlar. Bu durumdan Mehmet oldukça muzdariptir.
- Ama olmuyor, yetmiyor.. Ya da ben anlamıyorum her bir şeyi konuştukları bazen masal gibi geliyor bana. Öyle dinliyorum. Hem ben ilim de öğrenmek istiyorum…
(…)
— Nasıl yetsin ki, derviş ağam, her çocuk yani hemen her çocuk bitiriyor Sıbyan okulunu. Ben her çocuktan daha üstün olmak istiyorum.(s. 45)
Böylece Kasım’ın da oralardan ayrılması ile Mehmet’in içindeki boşluk gün geçtikçe artar. Artık Malatya’da kabına sığamaz. Yıllar önce gördüğü Kasım’ın kız kardeşi Melekşan gözlerinin önünden gitmezken, Melekşan aklına geldikçe içi içine sığmaz. O kız bir bahar çiçeğiydi ve onun için asla erişemeyeceği bir hayaldi. Nasıl meyve bahçesindeki çiçeklere dokunamıyor, onları koparamıyor sadece sakınıp
esirgeme duygusu büyüyorsa içinde, bu kıza da aynı şeyleri hissediyordu. Ona da asla dokunamazdı… (s. 53)
Malatya’da babasının yolundan gitmeyen Mehmet, bir Halvetî şeyhine bağlanır.
Ancak içinden gelen duyguları babasına açamaz.
…Aslında hafi, içten zikirdi hoşlanmadığı, Mehmet’in coşkun mizacına içten zikir haz vermiyordu. O Rabbini anarken, olanca gönlünü sesine yüklemek bağrından gelen “Allah huu” nidasıyla yeri göğü inletmek istiyordu. Şehrin içlerinde kendilerine devraniler denilen Halvetîlerin bir dergâhı ilgisini çekmişti. Onların ayakta el ele tutuşup bir daire teşkil edip, ağır ağır dönerek “Lâ ilâhe illallah” diye zikretmeleri tam da istediği gibiydi… (s. 42)
Mehmet, bir süre sonra Malatya’da aradığını bulamayacağını anlar. Kafasında bir yerlere gitme düşüncesi oluşur ve böylelikle Mehmet’in yaşamında ikinci devre başlar. Arapça öğrenmek daha fazla ilim tahsil etmek amacıyla kendini yollara vurur, ilk durağı Diyarbakır olur. Bin bir zorlukla Feyzullah Efendi’nin evine taşınır. Orada türlü işlerle meşgul olur.
… evvela selamlığın her türlü düzeninden ve temizliğinden o sorumluydu. Ayrıca selamlığa gelen bütün misafirlere ikramı da o yapacaktı. Her gün sabah namazından önce evin bütün mangallarını yıkayacaktı, boş kaldığı zamanlarda aşçı Hüsam’a yardım edecekti. Ayda bir kere hocanın kütüphanesindeki bütün kitaplar inecek… (s. 83)
Mehmet, en başta zorluk yaşasa da bünyesi kuvvetli olduğundan her şeyin üstesinden gelir.
Sahip olduğu şiir yazma yeteneği, yaşı ilerledikçe belirli bir olgunluğa erişir.
Şeyh olma aşamasında ilerlerken verdiği vaazlarda şiirlere de yöneldiği olur.
Dünya üzerine söylediği şiirle, Ben bu dünyayı, herkesin anlayabileceği şekilde ondan daha basit anlatırım diyerek kendine olan güvenini perçinler.
Uyan gafletten ey gafil seni aldatmasın dünya
Yakanı al elinden ki seni sonra kılar rüsva
Ne sandın sen bu gaddarı ki böyle onu sevdin
Onu her kim sevdiyse dinini eyledi yağma (s. 86)
Şeyhini arama arzusuyla yollara düşen Mehmet, Mardin’de türlü felaketleri yaşar. Bilmeden içki içip parasını kaptırarak ortada kalan Mehmet, uzun bir iç muhasebeden sonra kendini affeder. Mehmet’e gönlünden gelen bir ses cevap verir:
Heva ise yeter gönül, gel Allah’a dönelim gel
Siva ise yeter ey dil, gel Allah’a dönelim gel (s. 101)
Bu şiirde uzun zamandır aradığı mahlasını bulur ve bundan sonra Niyâzî adıyla yazar. (s. 102)
Gönlündeki manevî yol özlemi ile oradan oraya gezer, hedefi Kahire’dir. Orada El-Ezher’e devam edip ilim tahsil etmek isterken, içindeki ses Mısır illerinde mutlaka bir şeyhin elini öpeceğini söyler. Aklındaki sorular tükenmek bilmez.
… Şeyh eli, evet fakat bu zat benim öz şeyhim mi olacak, ona bi’at edip, artık ondan gayri kimselere bakmayacak, kimseleri aramayacak mıyım?... Gönlümdeki şu devamlı arama arzusu, tükenecek mi, artık tamam diyebilecek miyim? (s. 105)
Mehmet’i tanırken yakın arkadaşı Kasım sayesinde saray ve saray çevresinde yaşananlardan haberdar ediliriz.
Şiir yazmaya olan merakı ile Mehmet, tam bir Yunus hayranıdır. Yollarda oradan oraya gezerken Yunus Divanı’nı yanından ayırmaz. Onun hayali ile yaşar.
…En yakın arkadaşı, Yunus Divanı idi. Gönlüne neş’e rüzgârları dolduğu zamanlarda da onu okuyordu. Kendisi de sonradan bazılarını yırtıp atacağı birçok şiir yazdı (s. 113)
Bunların bir kısmı da Melekşan’a yazılmış olanlardır. Bu kızın evlendiği haberini alınca ona yazdıkları kül olur.
Mehmet girdiği halvetlerden çıkınca öfkesi biraz olsun diner, nefsini bazı kötü huylardan temizler. Herkesle ve her şeyle barışık hale gelir.
Mehmet’i yollara vuran duygu şeyhini arama arzusu ile maddî ilimde en üst seviyeye ulaşma isteğidir. Mehmet, bunu şöyle açıklar:
-Bilirsin tek kanatla uçulmaz!... Bence maddî ilimle manevî ilim birbirini tamamlıyor. İki elimiz iki kolumuz nasıl birbirini tamamlarsa, iki ilmi de bilmek öyle dengede tutar insanı. Bir tek ilmi bilmek de daha faydalı olur… (s. 127)
Şeyhini bulmasında ona en çok rüyaları yardımcı olur. Bir gece Abdülkadir Geylani Hazretleri’ni rüyâsında görünce ondan işaret alarak Anadolu’ya doğru yol alır.
Yaşamında en çok Allah’a karşı gelmekten, öfkesine ve nefsine yenik düşmekten çekinen Mısrî, halvetten çıktığında bu duyguları biraz körelmiş olur. Yine böyle bir zamanda şeyhiyle karşılaşması ve ona bağlanması gerçekleşir.
Bursa’da gördüğü rüya, Uşak’ta gerçeğe dönüşünce bu duruma şaşıran Mısrî, şeyhi Sinan Ümmî’nin yanında manevi eğitimini tamamlayıp şeyhlik mertebesi yolunda ilerler. Uzun bir eğitimin ardından vaazlara katılıp halkı eğiten Mısrî, öfkesi ve devlet hakkında atıp tuttuğu sözleri yüzünden Rodos ve Limni adasına sürgüne gönderilir.
İkinci kez gönderildiği Limni’den geri dönmek istemeyen Mısri’nin yaşamında üçüncü ve son devre başlamış olur. Oradaki halkı da yola getirip herkesin gönül sevgisini kazanan Mısrî, öleceğini anladığında o toprakları işaret eder. Ve sevdiklerine vasiyetini dile getirerek Limni’ye gider.
— Sizler de Allah’a emanet olun, hepinizi O Sevgilim’e ısmarlar ve vasiyetimi yapmak dilerim; orada ölecek olursam ayaklarımda bu bukağılar ile gömülmek istiyorum. Bu vasiyetim için hepinizi şahit tutuyorum… (s. 326) diyerek Limni’ye çekilen Mısrî, 16 Mart Çarşamba 1694’te vefât eder.
— Diğer şahıslar
Romanda Mısrî’nin yakın arkadaşı Kasım, onun hayatını ve düşünce yapısını açıklamakta başvurulacak ilk şahıstır.
Kasım, sarayda hekimbaşı olarak çalışan Mehmet Zihni Efendi ile eşi Mihriban Hanım’ın ilk çocuğudur.
Kasım ile Mehmet aynı gün dünyaya gelirler. Sarışın ve mavi gözlü olarak tasvir edilen Kasım, Mehmet ile beraber henüz dört yaşlarını doldurmak üzerelerken Kur’an okumaya başlarlar. Mehmet, okumaya büyük ilgi gösterirken, …Kasım harflerin şekilleriyle adetâ oynuyor, onları türlü böceklere, bazen de insanlara benzetip vücudunu eğip büküp harfleri taklit etmeye çalışıyordu. Sonra babasının kalemi ile o
harfleri kâğıt üzerinde çiziktirmeye başladı ve harfler Kasım’ın elinde, Elif Ba’dakinden apayrı şekillere büründüler, babası onu düzelttikçe huysuzlanıyor, kendi yazdıklarının daha güzel olduğunu söylüyordu… (s. 16) Kasım’ın bu halleri onun ileride büyük bir hattat olacağını daha romanın ilk sayfalarında hissettirir. Kasım, ne istediğini bilen uslu bir çocuktur. Saatlerce yazı yazmakla meşgul olur. Mehmet ise, onun aksine çok yaramazdır. Bu iki çocuğun zevkleri ve dünyaları birbirinden tamamen farklı olmasına rağmen, yazar onları birbirine yaklaştırır, ancak tezat özellikleri bir bütünde birleştirme amacını gütmez. Her birini ayrı bir kişilik olarak çizer.
Mehmet ve Kasım’ın dostluğu; güreşmeyi çok iyi öğrenen Mehmet’in, çocuklar tarafından sıkıştırılan Kasım’ı kurtarmasıyla başlar. Çocukların arasında başlayan bu dostluk, aynı samimiyetle aileler arasında da yaşanmaya başlanır ve ailece görüşmeler
devam eder. Kasım Mehmet’e:
— Sen beni kurtardın, güreşe başlamamı sağladın, hep yardım ediyorsun, senden çok şey öğreniyorum, onun için karar verdim, ben sana “Ağam” diyeceğim dedi.
Mehmet bu karardan çok memnun oldu, bir epey büyük ağabey gibi ağır başlı, “Ben de sana “adamım” derim, “kıymetlim” derim, başka hiç kimseye de böyle söylemem, bir tek sana söylerim” dedi… (s. 41)
İki çocuğun dostluğuna asla kıskançlık karışmaz, hayatlarını yardımlaşarak geçirirler. Kasım, Mehmet’e güzel yazı yazmayı; Mehmet de Kasım’a güreşmeyi öğretir. İleride bir hattat olup saraya kâtip olarak girmek isteyen Kasım, babasının ölümünden sonra İstanbul’da amcasının vasıtasıyla Enderun’da derslere devam edip saraya girmeyi başarır. Bundan sonra birbirine uzak kalan Mehmet ve Kasım,
mektuplaşarak dostluklarını devam ettirirler. Okuyucu Kasım vasıtasıyla romanın arka fonunu oluşturan Osmanlının iç işlerinden haberdar olmaya başlar. Kasım, Mehmet’e yazdığı mektuplarda her türlü siyasî, sosyal meseleden haberler verir.
Kasım’ın yazdığı mektuplarla yakından ilgili diğer bir şahıs da Koca Halil Derviş’tir. Mehmet’in babası, Şeyh Ali Efendi’nin pek sevdiği müritlerinden Trakyalı eski pehlivan Koca Halil Derviş, Mehmet’in hocasıdır. … Pek iri yarı olduğu için, hemen herkes ona “koca” sıfatını uygun görmüş, zamanla ismi unutularak “Koca Derviş” olarak anılmaya, çağrılmaya başlanmıştı... Koca Derviş’in dervişlikten gayri;
bir büyük merakı vardı ki ne derviş arkadaşları ile ne de şeyhiyle paylaşabiliyordu; bu merak siyasetti; memlekette, sarayda neler olup bitiyor hep öğrenmek, bilmek ve konuşmak isterdi. Bu sebeple İstanbul’dan, Edirne’den sık sık mektuplaştığı arkadaşları
vardı. (s. 15)
Mehmet’in ileride bir hakikat âlimi (s. 16) olacağına inanan Koca Derviş, her zaman ona destek çıkar. Mehmet’e İslâmiyet’in ahlâki değerlerinden sıkça bahsedip, Yunus’tan şiirler okuyan Koca Derviş, Mehmet’in ileride büyük bir Nakşibendî Şeyhi olacağını tasavvur ederken, Mehmet’in Halvetiliğe yönelmesi onu şaşırtır, ancak her zaman Mehmet’in yanında olup onun iyiliğini düşünür. Mehmet, şeyhini bulma arzusuyla yollara düştüğünde mektuplaşmaya devam ederler. Koca Derviş, ilerleyen yaşlarda bir yuva kurar ve uzaktan da olsa Mehmet’i takip etmeyi bırakmaz. Koca Derviş’in ölümü Mehmet’in hayatında derin boşluklar yaratır.
Roman boyunca olayların akışına bağlı olarak Mehmet ve Kasım’ın kardeşlerinden de söz edilir. Mehmet’in kardeşi Ahmet, Mehmet’e tezat özelliklerle çizilir.
Koca Halil’in gizli derdiydi; bu çok zeki, akıllı çocuğun bir kere bile zikir meclisinde bulunmayı istememesi, oysa kardeşi Ahmet, o donukluğuna rağmen, babasının elinden tutar gelir, orada büyükleri taklit edip saatlerce otururdu… (s. 26)
Mısrî, Ahmet’i bir türlü benimseyemez. Ahmet’in babasıyla olan yakınlığı, Mehmet’i bu ilişkide hep geri plana iter. Onun baba sevgisini Koca Derviş’te, kardeş sıcaklığını da Kasım’da hissettiğini anlayabilmekteyiz. Kardeşi Ahmet’le belki de ilk kez babalarını kaybettikleri gün sıkıca sarılırlar.
Kasım’ın kız kardeşi Melekşan ise, romanda Mehmet’in ona duyduğu aşk ile ön plana çıkar. Ağabeyi gibi sarışın ve mavi gözlü, bir taş bebek gibi güzel olan bu kız (s. 14) Mehmet’in gönlüne düşer. Mehmet için o kız bir bahar çiçeği idi ve onun için asla erişemeyeceği bir hayaldi. Nasıl meyve bahçesindeki çiçeklere dokunamıyor, onları koparamıyor sadece sakınıp esirgeme duygusu büyüyorsa içinde, bu kıza da aynı şeyleri hissediyordu… (s. 53)
Mehmet, yakın arkadaşının kardeşi olduğu için bu duygusunu kimseyle paylaşamaz. Kasım’dan gelen mektuplarda kızın pek çok talibi olduğunu, ancak hepsini geri çevirdiğini öğrendiğinde içi huzurla dolar. Ancak Melekşan günün birinde birisiyle evlenir. Aradığı mutluluğu bulamayarak kısa bir süre sonra eşinden ayrılan Melekşan, artık Mehmet için sadece bir dost olarak hatırda kalır. İstanbul’a gittiğinde Melekşan’la sık sık bir araya gelip sohbet ederler. Melekşan zamanla bütün nefis mertebelerini aşıp manevî yolda hızla ilerler. Mehmet onu kendisine halife yapmak niyetini güderken, Melekşan bu sorumluluğu alamayacağını dile getirir.
Mehmet, manevî yolda adım adım ilerlerken ders gördüğü ve bağlandığı şeyhlerin de hayatındaki öneminden bahsetmek gereklidir.
Kasım’ın İstanbul’a gidişiyle birlikte, Malatya’da tek başına kalan Mehmet, Halvetî şeyhi olmaya karar vererek Şeyh Hüseyin Halvetî’nin elini öpüp onun yoluna gider. Halvetî dergâhında iki yıl huzurlu yaşar, ancak bir süre sonra gönlünü büyük bir Allah korkusu sarar ve yollara düşer.
Daha çok ilim tahsil etmek amacıyla gittiği Diyarbakır’da Feyzullah Efendi ile tanışır. Feyzullah Efendi onu türlü zorluklardan geçirip imtihan eder. İçindeki şeyhini bulma arzusu ile yollara düşüp Mardin’de Abdürrezak Efendi’den Hâdis, Kelâm ve Arapça dersleri görür.
Mehmet’in içindeki bir ses ona mutlaka bir şeyh eli öpeceğini söyler ki; zaman kaybetmeden yollara düşer. İstanbul’da ünü Kahire’ye kadar gelmiş olan Halvetî tekkesinin mürşidi Hasan Efendi ile tanışır. Bu zât; bembeyaz saçlı, göğsüne kadar uzanmış bembeyaz sakallı, pek yumuşak ve sıcak bakan elâ gözlü, çok hoş bir zât idi, bir pir-i faniydi. (s. 151)
Yolu Bursa’ya düşen Mehmet, burada Sebbağ Ali Dede isimli ufak tefek sevimli bir ihtiyar Mevlevî’nin (s. 155) tekkesine yerleşir. İleride yapacağı evlilik Ali Dede'nin vasiyeti üzerine gerçekleşir.
Uşak’ta Halvetî şeyhi Mehmet Efendi ile tanışır. Mehmet Efendi kumral, mavi gözlü pek sevimli bir zattı, Mısrî'ye, Kasım'ı hatırlattı...(s.163)
Uşak’ta Şeyh Ümmî Sinan ile karşılaştıktan sonra, mürşidine kavuştuğuna, maddî yolların son bulduğuna inanır. Şeyh Ümmi Sinan uzun boylu, ince, esmerce bir zattı; başında Halvetîler'in beyaz risaleli siyah tacı, kırmızılı beyaz tacı üzerinde siyah bir kaftan vardı... (s. 166)
Mehmet, mürşidinin yanında hem maddî hem manevî eğitim görür, onun sözünden dışarı çıkmaz, her türlü zorluğa boyun eğer. Ümmî Sinan’ın verdiği halvet cezalarına karşı çıkmaz, onun yanında olgunluğa erişir. Şeyh bir rüzgârsa, mürit, önünde uçuşan bir sonbahar yaprağıdır (s. 207) diye düşünerek şeyhinin yanından ayrılmaz.
Romanda tasavvuf felsefesiyle birlikte Osmanlı'nın XVII. yüzyılda içinde bulunduğu durum anlatılırken tarihî şahsiyetlere yer verilir.
Romandaki tarihî kurgu 1618'de II. Osman'ın tahta çıkmasıyla başlar. Ancak Sultan I. Ahmet öldüğünde eşi Kösem Sultan'ın entrikaları ile yerine I. Ahmet'in oğlu Mustafa geçer. Kısa bir süre sonra Mustafa'nın deli olduğu öğrenilince II. Osman başa gelir. Ancak bu Sultan katledilince başa tekrar Deli Mustafa geçer. Çok geçmeden onun yerine geçen IV. Murat’tan da söz edilir. Bunun yanı sıra aynı dönemde Sadrazam Hüsrev Paşa'dan, Erzurum Valisi Abaza Paşa'dan, sadrazam Hafız Paşa'dan söz edilir.
Bu yüzyılda Osmanlı'nın çöküşünü hızlandıran iç nedenler romanda işlenir. 1648'lerde başa gelen IV. Mehmet'in altı-yedi yaşlarında bir çocuk olması ile aile büyükleri yönetime karışır, devlet düzeni çöker. Bu aşamada Osmanlılar tarihinde Köprülüler devri başlar ve romanda Köprülü Mehmet Paşa'dan söz edilir. Mehmet Paşa, Osmanlı tarihinde sadrazam olmak için bazı şartlar öne koşan ilk kişidir. Bunlardan başka bazı kale komutanları, Mısrî'yi sürgüne götürmekle görevlendirilen Azbî Çavuş, Kırım Hanı Selim Giray Han, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve III. Süleyman romanda tarihî şahsiyetler olarak yer alırlar.
Romanda kadın kahramanlar ayrıntılı olarak işlenmez. İsimleri geçen kahramanlar arasında Melekşan ve Mısrî'nin Ali Dede'nin vasiyeti üzerine evlendiği Gülsüm, Kasım ve Mısrî'nin anneleri kurmaca kahraman olarak yer alırken, tarihteki entrikalarıyla bilinen Kösem Sultan ve Tarhan Sultan gerçek şahsiyet olarak bulunurlar.
c) Mekân
Tarihî-biyografik bir roman olan Bukağı’da, romanın tarihîliği, zaman ve mekân üzerinde kendini hissettirir. Romanın başkahramanı Niyâzi Mısrî’nin yaşamı ile Osmanlı tarihi arasında kurulan paralellik romanda tarihî mekânların da yer almasını sağlar.
Romanda vak’a Malatya şehrinin merkezine bağlı, mesire yeri sayılabilecek güzellikte olan Aspozi mahallesinde, romanın başkahramanı Mehmet’in dünyaya gelişiyle başlar. (s.14) Aynı gün Mehmet’in hayatında önemli bir yere sahip olan arkadaşı Kasım da İstanbul’da dünyaya gelir.
Romanda olaylar Malatya’da başlarken Mehmet’in çocukluğu oralarda geçer.
Arkadaşı Kasım’la gidebilecekleri daha yüksek bir okul olmadığından öğrenimlerine bir süre ara verirler. Kasım’ın Enderun’a yerleşmesiyle birlikte Malatya’da yalnız kalan Mehmet, bu mekâna sığamaz, daha fazla ilim öğrenmek ister:
- Ama olmuyor, yetmiyor.. ya da ben anlamıyorum her bir şeyi, konuştukları bazen masal gibi geliyor bana, öyle dinliyorum. Hem ben ilim de öğrenmek istiyorum…
(…)
—…her çocuk, yani hemen her çocuk bitiriyor Sıbyan okulunu… (s. 45)
Malatya, tabiatın içinde donup kalmış bir mekân olarak Mehmet’i içine alamaz. İşte burada Mehmet’in arayışı başlar.
Öğrenme ve öğretme isteğiyle dolup taşan Mehmet, Halvetî dergâhlarına koşar.(s. 46)
Mehmet, büyüdükçe içindeki arayışı artar ve bu arayış bir boşluğa dönüşür, ta ki öz şeyhini buluncaya kadar!
Aradığı mürşidi rüyasında ilk kez Bursa’da görür. Bu nedenle, Bursa, onun yeni bir arayışa yönelmesine vesile olur.
Uşak, artık maddî yolların, mürşit arama arzusunun ve araştırmasının bittiği noktayı teşkil eder. Orada Elmalılı Sinan Ümmî’yi gördüğü an işte, o! der. (s. 166)
Hayatının son dönemi ise, Limni Adası’nda sürgünlerle geçer. Orada edebî istirahatına çekilir.
Mehmet, şeyhini buluncaya dek bir yaprak misali oradan oraya savrulur. O bu durumdan hoşnuttur:
Bazen de Mehmet: “Gözümün önüne yollar geliyor adamım, diyordu, kimsesiz tozlu yollar, sarışın yollar… İşte kaçıp o yıllara düşmek istiyorum. Koca memleketin kim bilir kaç bucağında, kaç tane bilgin, kaç tane şeyh vardır. İnanır mısın hepsiyle tanışmak, görüşmek istiyorum. Bana öyle geliyor ki, hepsinden alacağım var… (s. 46)
Mehmet, şehir şehir dolaşırken; maddî yollarda ne kadar gezerse, manevî yolda da o kadar ilerleyeceğini düşünür, ikisi arasında bir ilişkili kurmak hoşuna bile gider. (s. 124) Yeni bir yola çıkmak, yeni bir umuttur, elbet bir gün bu yollar onu manevî yoluna ulaştırır.
Mehmet, Malatya’da istediği seviyede ilim tahsil edemeyeceğini anladığında bir yerlere gitme fikrine kapılır.
Malatya’da Arapça öğretecek bir âlim yoktu. Mehmet’in kafasını bir süre, bir yerlere örneğin Diyarbakır’a falan gidip, ilim tahsil etmek, din ilminin dili Arapça olduğu için de Arapça öğrenmek meşgul etti… (s. 67)
Diyarbakır’a geldiğinde Hoca Tahir Mahallesi, Tahir Efendi sokağındaki bir evde oturan Feyzullah Efendi’den dersler alarak ilmini güçlendirir. Diyarbakır’ı gezmeyi ihmal etmez.
… Camii ile beraber Hüsreviye Medresesi’ni gördü. Gümüşçüler çarşısına geçti, gerçekten güzel tel tel işlenmiş süs eşyalar arasından, ablaları için birer bilezik beğendi… Kılıç, bıçak, hançerci dükkânlarını dolaştı… Ünlü üç katlı, kâgir Hasan Paşa Hanı’nı gördü, kendi kaldığı küçücük hanla mukayese edilemeyecek kadar büyük ve gösterişliydi… Bir kahvede tanıdığı ve ahbap olduğu birkaç genç adam Diyarbakır’ı
övdüler; burada yetişen kavunlar… dokumalarıyla övündüler… Hamamlarının da meşhur olduğunu öğrendi… (s. 83)
Diyarbakır’dan Mardin’e geçer. Yolda konakladıkları kervansaraylar da ayrıntılı işlenir.
… Kervansaray vakıf malıydı, bu yüzden üç günlük yatak, yiyecek ve hayvanların bakımı bedava idi. Bu büyük bir kervansaraydı. İçinde yatakhaneler, yemekhaneler, aşhaneler, mescitler, hamamlar, hastane ve eczanesi vardı. Ayrıca ayakkabı tamir edecek yahut yeniden yapabilecek ayakkabıcıları, hayvanlar için nalbantlar bulunuyordu. (s. 89)
Romanın ilerleyen kısımlarında mekân, her adımda kahramanın değişimine olanak sağlar. Aslında değişen mekânın kendisi değil, ruhudur.
Mehmet’in şeyhini bulma arzusu ile kendi yollara vurması mekânın sürekli değişimini zorunlu kılar. Dikkatli çeken nokta ise; gezilen görülen mekânları bir fotoğraf titizliğiyle okuyucuya da gösterme çabasıdır. Gidilen yerler tarihî, siyasî, ekonomik ve kültürel yönden ayrıntılı olarak tanıtılmaya çalışılır.
Mardin, Diyarbakır’a bağlı bir sancaktı, vaktiyle Yavuz Sultan Selim Han Safeviler’den almıştı. Halkın yarısı Müslüman’dı. Yörükler, Kürtler ve Araplar vardı; Müslümanlar’dan geriye kalanlar; Yakubî, Süryanî, Nesturî, Keldanî idiler… Mehmet Ulu Camii ziyaret etti, namazlarını orada kıldı ve Ulu Camii’nin meşhur hamamında yıkandı… (s. 92)
Mehmet, Mardin’de kendini bilmez gençlerin peşine takılıp bilmeden şarap içer, tüm parasını çaldırır ve bu olaydan büyük bir ders alır. Ayrıca Mardin’de söylediği şiirler esnasında gönlünden gelen bir sesle Niyâzî mahlasını alır.
Yirmi üç yaşlarındayken gönlündeki manevî yol özlemi onu tekrar yollara düşürür, Kahire’ye varmayı ümit eder.
Yolculuk esnasında iç mücadeleleri ile baş başa kalır, nefsiyle mücadele eder.
Bu hâl onun hoşuna gider. İç mücadeleleri ile Mehmet, nihayet İskenderiye’ye gidecek bir gemiye biner, deniz yolculuğu başlar.
Burada mekân olarak deniz dikkatimizi çekmektedir. Çünkü Işınsu’nun romanlarında deniz unsurunu yakalamak güçtür. İçinde deniz sevgisinin olmadığını, dalga sesinin başında uğultular meydana getirdiğini, sadece denize bakmakla yetindiğini dile getiren Işınsu67 bu romanda denizi şöyle yorumlar:
… Vahdet-i Vücutçular, her zerrede Allah’ın belirişini görüyorlar. Öyledir her halde fakat bu tecelli mutlak en fazla denizdedir diye düşünüyordu Mehmet… (s. 113)
Antalya ise, mimarî yapısıyla tanıtılır:
Antalya, üç tarafı bahçelerle çevrili, bir tarafı denize bakan güzel bir şehirdi, bilhassa Selçuklu eserleriyle zengindi; Selçuklular pek çok han, cami, köprü, çeşmeler yapmışlardı. Yivli minare diye anılan; Sultan Alâaddin Keykubat tarafından kiliseden çevrilen ve kendi adını taşıyan caminin minaresi de, başlı başına bir sanat eseriydi. Osmanlılar da çok güzel camiler yapmışlardı… (s. 113)
Bazı mekânlar özellikle tanıtım amaçlı, ansiklopedik bilgilerle tanıtılmıştır.
İskenderiye, Nil deltasının batı kenarında yer alan ve Asya, Afrika ve Avrupa’yı birbirine bağlayan yolların birleştiği noktada önemli bir ticaret ve ulaşım merkezi idi…
Kahire, Nil vadisinin doğu yamacında kurulmuş olan eski bir şehir. İsmi burayı kuran Fatımi komutanı Cevher tarafından Mısır el-Kahire olarak konmuş… (s. 115)
Kahire’deki Şeyhûniye külliyesi içinde bulunan Abdülkadir Geylanî tekkesi de ziyaret edilir.
… Burada medrese ve birçok sûfi dergâhı mevcuttu. Mehmet, Abdülkadir Geylanî tekkesini buldu. Dergâh, on altı sütun üzerine kurulmuş, tavanı güzel nakışlara bezenmiş bir yerdi. Beyaz mermer döşeli avlusunun ortasında kubbeli bir büyük havuz vardı. Avlunun çevresinde ise kat kat derviş hücreleri bulunuyordu… (s. 116).
Abdülkadir Geylani tekkesini ziyaret ettikten sonra bu yüce zâtı rüyasında gören Mehmet ondan aldığı mesajla şeyhini başka yerlerde aramaya çıkar. Nereye gideceğini, ne yapacağını bilmeden kendini Bağdat’ta bulan Niyâzî, türbeleri ziyaret eder. En son Abdülkadir Geylani’yi ziyaret edince gönlüne Anadolu yolları düşer. Bursa’da Ali Dede isminde bir Mevlevî’nin evine yerleşir. Bursa’yı tanıdıkça sever. Bursa Mısrî için önemli bir mekândır. Yıllarca aradığı mürşidin karşısına ne zaman çıkacağını Bursa’da gördüğü bir rüya haber verir.
Mısrî, İstanbul ile Bursa’yı kıyaslamaya kalkar:
Gerçi İstanbul’u çok az gördüm ama velakin Bursa oradan daha sıcak ve samimi geldi. İstanbul’un sanki “Ben güzelin ta kendisiyim diye böbürlenen havası, bunda yok. Nazı yok, cilvesi yok. Çok mütevazı onca halkın kaynaştığı, büyük bir ticaret merkezi olduğu halde. Ali Dedeye göre Bursa’nın gelişme sebeplerinden biri de dokuma, özellikle ipek dokuma imiş.. Şehir birkaç asır ülkenin en büyük sanayi ve
ticaretini elinde tutmuş… (s. 155–156)
Bursa’da gördüğü o rüya onu Uşak’a sürükler. Uşak, maddî yolların bittiği yerdir. Mürşidini orada bulur. O an gönlü –işte o- dedi (s. 166)
Mısrî, Sinan Ümmî’nin tekkesinin harlı ateşinde ağır ağır pişerken (s.175)
Elmalı’da ağır bir cezaya mahkum edilir. Yüz gün süren bir halvete sokulur.
Mısrî, bundan sonra halkı eğitmek, dinî konularda vaaz vermek üzere Afyonkarahisar, Kütahya, Uşak ve Edirne çevrelerini dolaşır. Buralarda karşılaştığı Kadızâdelerin tutumları ona ters gelir. Mücadeleler devam eder. Bursa’da yuvalanmış olan Kadızâdeli zihniyetten ilk ciddi uyarısını alır. Ölümle tehdit edilince Edirne’ye yol alır. Onu Edirne’ye Sadrazam Fazıl Ahmet Paşa davet eder. Orada ilk defa yüksek bir devlet adamı ile temasa geçer. (s. 250)
Edirne de ayrıntılı tanıtılan mekânlar arasındadır.
Edirne, I. Ahmet ve IV. Mehmet başta olmak üzere, bazı padişahların orada oturmayı tercih ettikleri ve bundan dolayı, ikinci bir başkentmiş gibi gelişmiş, güzelleşmiş, zenginleşmiş tabiat bakımından çok zengin bir şehirdi. II. Osman ve IV. Mehmet’in tercih sebepleri, Balkanlarda tertip ettikleri av eğlenceleri idi… (s. 250)
Edirne Ulu Camii’nde verdiği vaazlarda devlete karşı sarf ettiği sözler yüzünden Rodos’a sürgüne gönderilen Mısrî’nin hayatının son merhalesi sürgünlerde geçer. Son durak yeri Limni adası olur. Cezası bitse de o topraklardan ayrılmayan Mısrî, ayağında bukağılarla gerçek mekânına orada kavuşur.
Sonuç itibariyle mekânın tanıtım ve bilgi vermek amacıyla tasvir edildiği, bu tasvirlerin de fotoğrafik olduğunu belirtmeliyiz.
d) Zaman
Tarihîlikle kurgusallığın iç içe olduğu romanda olaylar, Mehmet ve Kasım’ın dünyaya geldikleri 1618 yılının ilkbaharında başlar. Çocukların doğum haberinden evvel bu tarih, II. Osman’ın tahta çıkışıyla birlikte sunulur. Böylelikle 1618’lerden Mısrî’nin ölüm tarihi olan 1694’lere kadar sürecek olaylar silsilesi yaşanır.
Vak’a, Mehmet ve Kasım’ın dünyaya gelmesi ile kronolojik olarak takip edilir.
Ancak romanın ilk sayfalarında yer alan Başlarken adlı bölümde, vak’anın son halkasını oluşturan Mısrî’nin ölümünün ardından yaşanan bir olay sunulur. Aslında bu kısım okuyucunun romanı ve özellikle de Niyâzî Mısrî’yi okumadan evvelki duygularını tartmak için konmuş olabilir.
Romandaki zaman kavramı Işınsu’nun tasavvufî ağırlıklı bir diğer romanı olan Bayram’dakiyle aynı boyuttadır. Kısaca romanın başkahramanı Mehmet’in dünyaya gelişiyle onun büyüme macerası, Osmanlı devletinin tarihsel macerasıyla paralel olarak gider.
Mehmet’in yaşamıyla ilgili sunular tarihler, birçok tasavvufî kaynaktakiyle aynıdır. O halde romanda zaman, gerçek boyutuyla yer alır.
Sultan II. Osman’ın katledildiği 1622 yılında Mehmet ve Kasım dört yaşına basmışlardı. Aileleri dört ay dört gün daha bekleyip, adet olduğu üzere çocukları çöktürüp, okutmaya başladılar… (s. 15)
Ve Mehmet yedi yaşına girerken, hayatının ilk ve son falaka dayağını yedi...(s. 9)
Çocuklar okuldan mezun oldukları zaman dokuz yaşındaydılar… (s. 41)
Yıl 1628, çocuklar on yaşındaydılar.. (s. 41)
Okulda tanıştıklarından beri hiç ayrılmayan iki dost, bu tarihte ayrılmak zorunda kalırlar. Kasım ve ailesi İstanbul’a taşınır
Çocuklar on dört yaşına eriştiler… (s. 47)
Mehmet ve Kasım’la ilgilenen Koca Derviş için, onlar hâlâ küçük birer çocuktur:
—Aman Derviş ağam yakında on beş yaşında olacağız, artık bize çocuk deme.
—İsterseniz yirmi beş, otuz beş, elli beş olun, a be bilin ki; benim nazarımda hep çocuksunuz. Sizi büyütmeyeceğim, ne yapacağım karşımda koca adamları! … (s. 48)
Koca Derviş, Mehmet’in büyüdükçe daha bir güzelleştiğini yani pek yakışıklı olduğunu hatırlatır… (s. 49)
Zaman içinde kabına sığmayan Mehmet’in arayışı her geçen gün artar. Ve böylece, 1635’te Mehmet on yedi yaşındayken, Halveti olmuş… (s. 60)
Mehmet büyüdükçe, Malatya’dan ayrılma isteği belirginleşir. Soğancızade Şeyh Ali Çelebi el Nakşibendî altı ay sonra Ramazan ayının ilk perşembe günü sabah ezanı okunurken vefat ettikten sonra (s. 71) Mehmet de yollara düşer, Diyarbakır’a gider.
Murat Han’ın İstanbul’a girdiği gün (12 Haziran 1639), Mehmet Mardin’e gitmek üzere Diyarbakır’dan ayrıldı. Aşağı yukarı bir buçuk yıl Diyarbakır’da kalmıştı… (s. 89)
Mardin’e gittiğinde o sıralar yirmi iki yaşındaydı. (s. 93)
Bir yıl geçti, Mehmet yirmi üç yaşına geldi. Gönlündeki manevi yol özlemi onu tekrar yollara düşürecekti. (s. 105)
Yirmi altı yaşındayken Geylani Hazretleri’ni rüyasında gören Mehmet, Kahire’den ayrılarak yine yollara düşer. (s. 123)
Mısrî, Şeyhi Sinan Ümmi ile tanıştığında yirmi dokuz yaşındadır ve yaklaşık onunla dokuz yılı doldurmak üzereyken tekrar yollara düşer.
(s. 187)
Mısrî, kırk yaşını geçtiğinde ise; manevî dünyasında değişiklikler yaşar.
… Kırk yaşını geçmişti ve kırk yaş onun manevi hayatında bazı değişiklikler yapmış; bazı semavî sırlar ona açık edilmişti, bir çeşit sarhoşluk yaşıyordu, devamlı idi bu hal… (s. 224)
Tarih; 1670 ‘di, Mısrî elli iki yaşındaydı. Yeni tekke tamamladı ve Mısrî’nin kızı Fatma doğdu… (s. 248)
Mısrî’nin bundan sonraki yaşamı ise, mücadele ve sürgünlerle geçer.
Ve 1694’ün 16 Martı Çarşamba günü miladi tarihe göre yetmiş altı, hicri tarihe göre yetmiş sekiz yaşında, kuşluk vakti seccadesinin üzerinde, elinde tesbihi, dilinde zikri, sefer etti, Hakk’a yürüdü.. (s. 326)
Mısrî’nin zaman içindeki değişimi açıkça izlenir: Çocuk Mehmet arayışlarla kendini yollara vurup sonunda şeyhini bulan âlim-şair, mürit-Niyâzî, yaşamının son dönemi mücadele ve sürgünlerde geçen Şeyh Niyâzî Mısrî. Bu merhalelerden de anlaşılacağı üzere zaman içinde Mısrî’nin belirli bir olgunluğa erdiği görülür.
62 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.6.
63 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.5.
64 Hürsoy Elif, a.g.m., Türk Edebiyatı, S. 364, s.5.
65 Işınsu, Emine, Bukağı, İstanbul 2004, s. 12.
66 Uğurcan, Sema, a.g.e., s. 255.
67 Kökdemir, Ahmet, a.g.t., s. 390.
http://www.belgeler.com/blg/1hkm/emine- ... ine-isinsu