Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Ahmet Bican Ercilasun’un "Gülnar" Romanı
MesajGönderilme zamanı: 07.01.13, 00:26 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
“GÜLNAR” ROMANINDA AHMET BİCAN ERCİLASUN

Yard. Doç. Dr. Ekrem ARIKOĞLU
Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Lehçeleri Bölümü Öğretim Üyesi.

*

ÖZET
Bu yazıda Prof.Dr.Ahmet Bican Ercilasun’un Gülnar adlı romanı ile kendi hayatı arasındaki bağlantı araştırılmaktadır.
Gülnar romanının şahıs kadrosunun çoğu günümüzde yaşayan kişilerdir. Bu kişilerden biri de Mehmet Eryiğit adıyla yazarın kendisidir. Romanın iki ana kahramanı Oğuz ve Gülnar yazarın düşünce dünyasını yansıtan kahramanlardır.
Romanda Türk destanlarının etkisi açık bir şekilde görülür. Bu da yazarın gerçek hayatıyla roman arasında sıkı bir bağ olduğunu göstermektedir.

ANAHTAR KELİMELER
Ahmet Bican Ercilasun, Gülnar, Roman

Hocayı önce yazılarından tanıyanlar, bizzat kendisiyle karşılaşınca çok şaşırırlar. Ben de bunlardan biriyim. Siyasî yazılarında ve toplum karşısında kürsüden konuşurken, okuyucularını veya dinleyicilerini ürperten, sindiren, tok ve gür bir sesi vardır. Konuya hakimiyetiyle bu sesin etkisi daha da artar. Sınıfta veya masa başında bambaşka bir insan olur. Rahat, yumuşak, kendinden emin tavrıyla sizi öylesine büyüler ki kötü anlattığı fıkraları bile rahatlıkla dinleyebilirsiniz. Buna benzer bir tespiti yıllar öncesinin Doğuş dergilerinden birinde benzer şekliyle görmüştüm. Tanıyınca ne kadar doğru olduğuna kanaat getirdim.

Bizler hocayı şu veya bu şekilde tanıyoruz, anlatabiliriz. Peki o kendisini nasıl biri olarak görüyor. Gramerin kuru ve “gakguk” konularından dilin lezzetine yönelme arayışını, hemen her dilcide olduğu gibi, hocada da görmek mümkündür. Edebî ve siyasî alandaki yazılarında, bu yönelmenin etkisinden söz edilebilir. Bu lezzet arama eserlerinden biri de hocanın birinci (!) romanıdır.

“Gülnar” A.B.Ercilasun’un 1998 yılında Ötüken Neşriyat tarafından basılan “hatırat romanı”nın adı. Romanda Taşkent, Bakû
Türkoloji kongreleri, Kazan’daki Gençler Kurultayı, Amerika seyahatlerinin etkileri ve bunun Türkiye’ye yansıyan plânları, Türk
dünyasının dünü, bugünü ve yarını, hocanın düşünce dünyasından bakışıyla anlatılır. Bu yazıyı okuyanlar; romandaki şahıs kadrosunun hocanın gerçek düşüncesini yansıtıp yansıtmadığı konusunda şüphe duymakta serbesttir. Ben de hocasının fikrî yapısının her yönüyle romanda ortaya konulduğu ve romandan yararlanılarak bu yazı içinde açıklandığı iddiasında değilim. Ne var ki romanı okuyanlar, çoğu kendi adları veya adlarına uygun değiştirmeler yapılarak karşımıza çıkan şahıs kadrosunun ve hocanın düşünce dünyasını yansıtan roman kahramanlarının, gerçek hayatta bilinen A.B.Ercilasun’la ve onun düşünce dünyasıyla örtüşme oranının yüksekliğini hemen fark edeceklerdir. Burada yazılanlar, işte bu benzerliğe dayanmaktadır.

Eserdeki şahıs kadrosunun çoğu Türkolojinin tanınmış hocalarıdır.
Hocanın bakış açısıyla bize tanıttığı ve adlarında değişiklik yapılarak verilen üniversite hocalarının bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Mehmet Eryiğit (A.B.Ercilasun), Güneş Eryiğit (B.Ercilasun), Orhan Nadi Aktaş (O.F.Sertkaya), Doğan Gökmen (F.Türkmen), Suat Serveroğlu (S.Sakaoğlu), Kamil Aslan (K.Eraslan), Tarık Töre (T.Tekin), Sami Aşkın (N.Yüce), Soner Aydemir (T.Gülensoy), Ayşe Kılıç (Z.Korkmaz), Bekir Alper (E.Gemalmaz), Turgut Deniz (D.Yıldırım), Tuğrul Ayhan (T.Günay)...

Özbekistan’da görülen siyasî gelişmeler de romanda geniş şekilde işlenir.
Amerika’daki Disneyland örnek alınarak, Sivrihisar’da kurulacak “Düşler Ülkesi”, Eski İstanbul’un “Müze Şehir” yapılması, hocanın yakın zamanda Türkiye’de gerçekleştirilebilir (Eserde 2000 yılının Martında “Düşler Ülkesi” açılıyor.) projeleri olarak eserde yer buluyor.
Eserde üç A.B.Ercilasun’dan söz edilebilir. Birincisi romanın yazarı. Esere ve kahramanlara hayat veren, çevresini, iç dünyasını, inanç dünyasını, aşkını, fikrini, ülküsünü romanlaştıran yazar.
İkincisi yazarın kendi gözlemiyle kendisi ve romanın diğer kahramanları aracılığıyla bize tanıttığı roman kahramanı M. Eryiğit.
M.Eryiğit’i romanın değişik bölümlerinde hayatının çeşitli dönemlerinde yaşadıklarıyla izliyoruz: “...Konuşmayı fazla sevmediği anlaşılan Prof. Eryiğit...” “Oğuz iki gündür Prof.Eryiğit’in, Soner Hoca’nın veya Orhan Nadi’nin sonra konuştuğunu, onun dışında pek konuşmadığını fark etmişti.” Yazarın M.Eryiğit hakkındaki ilk tespitleri onun konuşmayıfazla sevmeme özelliği.
Eryiğit Hoca bir defasında:
-Herkes neyi yapabileceğini neyi yapamayacağını bilmeli. Ben bu tür ilişkilerin faydasına inanıyorum, ama kendi özelliklerimin bu tarz ilişkiler kurmaya müsait olmadığını da biliyorum. O hâlde ilişki kurma yeteneği olan arkadaşlarımı kıskanmamalı, aksine onları teşvik etmeliyim, demişti.(s.24)
Herkesi kabiliyetine göre değerlendirme inancı, hocanın gerçek hayatta öğrencilerine de tavsiye ettiği düsturlarından biridir.
“-Bak şimdi Mehmet’e ne zaman fıkra anlatsam güler. Hâlbuki o fıkrayı bir ay önce yine anlatmışımdır.
-Demek ki Mehmet Hoca fıkra için fikrini yormuyor.
-Yok ona sorarsan böylesi iyiymiş. Her defasında gülmek imkânı doğuyormuş böylece.
Oğuz gülümseyerek:
-Bu yorum da bence hocanın iyimser mizacına uyuyor, dedi.”(s.85)
Hocanın “iyimser mizacı” bu bölümde Oğuz’un gözlemiyle veriliyor. Aslında iyimserlik sadece buradaki tespitten ibaret değildir.
Romanın bütününe iyimserliğin hakim olduğu görülür. Bunun kaynağı iki sebebe bağlanabilir. Birincisi hocanın karakteriyle ilgilidir. İkincisi ise bir ömür boyu kurulan düşlerin gerçeğe dönmeye başlamasıdır. Eserin konusu da zaten budur.
“Elmalı’nın bildirisi sona erdiği zaman enteresan bir tartışma başladı. Oğuz, Eryiğit Hoca’yı hiç bu kadar heyecanlı görmemişti. Sağ elini ileri uzatarak Prof.Elmalı’yı hâlâ Marksist tarih şablonunu kullanmakla itham ediyordu. Bütün insanlığı içine alan bir ‘Harbî Demokrasi Devri’ olamazdı ve Kazan Han’ın evinin yağmalanmasıyla Frank kralının, ganimetlerin paylaşılmasına arasında ilgi kurmak anlamsızdı... Kim bilebilirdi ki sonraki yıllarda Prof.Elmalı ile Eryiğit çok yakın ve samimî dost olacaklardı. (s.84)
Hoca gerçek hayatta pek sinirlenmez. Sinirlendiği ses tonunun yükselmesinden anlaşılır. Yukarıdaki paragrafta bu anlardan biri tasvir ediliyor. Ancak aynı paragrafta Elmalı ve Eryiğit çok yakın ve samimi dost oluyor. Hocanın kin gütmeme, insanlarla barışık karakteriyle karşılaşıyoruz bu satırlarda. O.N.Aktaş romanın bir yerinde S.Aydemir’e şunları söylüyor:
-Sen neyi bekledin oğlum? Asıl bekleyen Mehmet. Baksana gözlerini dışardan alabiliyor mu? Atsız’ın romanlarından beri o Orta
Asya’yı hayal etmiştir. Ben eminim ki şimdi de kendini Böğü Alp’in yerine koymuştur.” (s.10)
Bu beklemenin sona erdiği an Oğuz’un bakış açısıyla verilir: “Oğuz Duman, Eryiğit Hoca’yı süzüyordu; gözlerinde bir buğulanma hisseder gibi oldu. Mehmet Eryiğit çevreye, insanlara dikkatle, biraz da hasretle bakıyordu...” (s.14)
M.Eryiğit, Atsız bağlantısı romanın başka bir yerinde bu kez yazarın gözleminden anlatılır:
“Mehmet Eryiğit’le tanışıklıkları üniversitenin ilk sınıfına kadar gidiyordu. 1963’ün güz ayları, hem Turgut Deniz’in (D.Yıldırım), hem Mehmet Eryiğit’in hayatlarının dönüm noktasıydı. Abdülhak Hâmid anfisi, Süleymaniye Kütüphanesi ve Üsküdar Ocağı, bir de Marmara Kıraathanesi sık sık birlikte oldukları ve onların hayatlarını şekillendiren mekânlardı. Mehmet Süleymaniye’ye daha sık gidiyor ve Atsız’la görüşüyordu. Turgut’a göre Atsız, yirminci yüzyılın destancısıydı; belki de bir şamandı. Onu kutsal bir varlık olarak görüyor ve yanında Mehmet kadar rahat olamıyordu. 1965 yazında ikisi büyük bir iş yapmışlardı.
İstanbul gençlik kolları delegesi olarak Ankara’ya gitmişler ve CKMP’nin kurultayında Başbuğ’un seçilmesi için oy kullanmışlardı.”
(s.47)
Bu bölümlerden anlıyoruz ki Atsız’la kurulan bağ M.Eryiğit’in “hayatının dönüm noktası”dır. Hocanın bu dönemden sonraki hayat
çizgisinin doğruluğu, eğilmez bükülmezliği, kırılmazlığı doğrudan bize Atsız’ı hatırlatır.
“Mehmet’in en samimi dostu Tuğrul Ayhan (T.Günay) olmuştu.
İkisi de dil asistanıydılar ve aynı odada oturuyorlardı. Tuğrul, Mehmet’in gözleri önünden silik bir siluet olarak geçti. Kiziroğlu Mustafa Bey bir beyin oğlu idi ve bir atı vardı ala paça... Mehmet, Tuğrul’un siluetini belirginleştirmeye çalıştı. Bir türlü gözlerinin önünde şekillenmiyordu silik çizgiler. Hâlbuki onunla bir ömür yaşamışlardı. Biri Vurgun, biri Tutkun olup atışmışlardı. Tuğrul gerçek bir kamdı, yirminci yüzyılın kamı. Bir ozan gibi yetkinleşti, bir kam gibi pişti ve kaşla göz
arasında gelip geçti bu dünyadan. Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm vardı. Sanki hayatının gerçekliği sadece bunlardı.(s.91-92)
Mehmet Eryiğit’in “bir ömrü birlikte yaşadığı” başka bir kimseden söz edilmiyor romanda. T.Günay’ın genç yaşta bu dünyadan göçmesi hocanın hayatındaki en derin izlerden biridir. Bunun romana yansımış şekliyle karşılaşıyoruz yukarıdaki paragrafta.
Eserin asıl iki kahramanı Oğuz ve Gülnar’dır. Yazar, Oğuz’u uçakta M.Eryiğit’in yanına oturtur. Yanına oturttuğu belki de kendi gençliği, kendi şahsında bütün bir Türkçü gençliktir. Edepli, mahcup, konuşmayı pek sevmeyen bir gençtir Oğuz. Erzurum’da tezini savunurken, Amerika’da keşif yaparken, destanlar üzerinde düşünürken, Ergenekon’u ararken hocanın hayat güzergâhlarının üzerinden geçer hep.
Askerliğini Irak’ta Türkmenlerin içinde yapar. Edebî eser vasıtasıyla Irak’a gönderilen bir genç yıllar öncesinden günümüzü görmüş gibidir.
Esere adını veren Gülnar ise gerçekleri arayan yeşil gözlü, beyaz tenli genç kızımızdır. Romanın başlarında “kötü adam” Karlıgaşev’in elemanlarından biridir Gülnar. Devamlı “bildiklerini” sorgular. Bu sorguyu yapabilmesi için farklı düşünceden insanlarla tanışması gerekmektedir. Kendinize uzak gördüğünüz bir kimse, bir düşünce, bir dünya onunla yakından tanışma imkânları ortaya çıkınca, hiç de düşündüğünüz gibi olmayabilir. Gülnar’ın şahsında bunu anlarız romanda.
Yazarın, daha eserin ilk satırlarında Mehmet Eryiğit’in yanına oturttuğu Oğuz; hocanın ülküsünü, fikrini, düşlerini, gençliğini temsil eden asıl “yarım roman kahramanı”dır. Bu kahramanın diğer yarısı Gülnar’dır:
-Seni ne kadar özlediğimi bilemezsin Gülnar, dedi.
-Ben de seni çok özledim Oğuz, yıllarca bu anı bekledim.
-Biz birbirimize yazıldık Gülnar; binlerce yıl önce birbirimize yazıldık.
-Sen ve ben, tabiatın bir bedeni gibiyiz Oğuz; hiç ayrılmadık ki biz...
-Evet, hiç ayrılmadık sevgilim ve hiç ayrılmayacağız.
Oğuz yatağa girip sevgilisine sarılmıştı. Gülnar:
-Hayır Oğuz, dedi ve ışığı yaktı. Elinde bir Özbek hançeri vardı. Hançeri yere çaldı, kertti ve konuştu.
-Yer gibi kertileyim, toprak gibi savrulayım, hançerime doğranayım, kılıcıma sançılayım, oğlum doğmasın, doğar ise on güne
varmasın Ergenekon’u görmeden bu gerdeğe girer isem, dedi.” (s.139)
Burada Ergenekon’u görmeden gerdeğe girmeyen, iki roman kahramanı şahsında, bir milletin iki boyudur. Oğuz adı üstünde
“Oğuz”dur. Gülnar ise “Kıpçak”. İki boy binlerce yıl önce birbirine yazılmış, hiç ayrılmamış ve ayrılmayacaktır.
Hocanın temel inançlarından biridir burada iki kahramanın dile getirdikleri. Oğuz ve Kıpçak aslında hiçbir zaman bütünüyle birbirinden ayrılmamışlardır. Romanın diğer bölümlerinde de bu inancın tezahürleriyle sık sık karşılaşırız:
-Aslında bin yıl içinde zaman zaman temaslarımız oldu, diyordu. Bizim Sırderya boylarından ayrılışımız aşağı yukarı bin yıllarına rastlar. Fakat ilk 250 yılda alâkalarımızın tamamen koptuğunu söyleyemeyiz. Hatta sonra da kültür ve ilim alış verişlerimiz devam etmiştir. Nevayi’nin birçok yazmasının İstanbul kütüphanelerinde oluşu bunun somut kanıtıdır.” (s.36)

Romanda Kıpçak’ı temsil eden Gülnar Barlaslardan’dır.
“Makalede Barlas diye bilinen kabilelerin Özbekistan’da yaşadığı yerler sayılıyor ve onların Emir Timur zamanından kaldığı yazılıyordu. Emir Timur’un babası da Barlas boyunun beyi imiş. Barlaslar kendilerine Türk diyorlarmış. Bunu Gülnar da biliyordu, fakat nedense bu bilgisini bugüne kadar şuur üstüne çıkarmayı reddetmişti.(s.52)
Özbeklerin içinde Kıpçak, Oğuz ayrılamayacağı gibi, Anadolu’da da birçok yerde Kıpçaklar bulunur. Bu romanda Oğuz’un ağzından dile getirilir:
-Bence Oğuzların Anadolu’daki varlığı ilmî bakımdan ispata muhtaç olmayan bir hakikattir. Beni asıl ilgilendiren, Anadolu’da
Oğuzlar dışındaki Türklerin varlığıdır. Hocahanım’ı tanıdınız, Prof.Ayşe Kılıç’ı. Onun Bartın üzerine diyalektolojik bir araştırması var. Bartın Karadeniz’in Batı kıyılarında bir kasaba. Prof.Kılıç’ın araştırmalarına göre Bartın ağzında Kıpçak özellikleri var. Tarihî kayıtlarla da o bölgeye Kıpçak Türklerinin geldiğini ortaya koyuyor hocamız. Bana sorarsanız Erzurum, Kars, Artvin, Rize illerimizde de Kıpçak etkileri var.
Prof.Togan Azerbaycan etnografisine dair bir makalesinde Kuzey ve Güney Azerbaycan’daki Kıpçak unsurlarını da ortaya koymuştu.”(s.28)
Romanda, hocanın dilci gözüyle Oğuz Kıpçak birliğini ispatladığı bölümlere de sıkça rastlarız:
-Aslında Türk kimliğimizi unutan biz değiliz Gülnar. Birileri bilerek ve isteyerek soyadımızı bize unutturdu. İlk defa Nevayi’nin Muhakeme’sini okuduğum zaman dikkatimi çekmişti. Dilimizin Farsçadan üstün olduğunu söylüyordu Nevayi babamız. Ama dilimizin adından Türk dili diye bahsediyordu. Biz şimdi Eski Özbekçe diyoruz. Bu bana biraz tuhaf gelmişti.
Haklısınız Enver Bey, Nevayi dilimizden Türk dili, bazen de Türkî diye bahsediyor. Mecâlis’te de öyle. Fakat bu o zamanın gerçeği. Biz artık Özbeğiz ve dilimiz de Özbekçe.
-Ne zamandan beri? -diye sordu Enver Murat.
-Evet, ne zamandan beri? -dedi Gülnar.
Bu sorunun cevabını bilmiyorlardı. Daha doğrusu hiç araştırmamışlardı. Okudukları kitaplarda da bu soruya cevap verecek
satırlara rastlamamışlardı.(s.53-54)
Burada konu edilen dil, Nevayî zamanına aittir. Romanda daha yakın zamanlarda yapılmış çalışmalara da atıf yapılır.
Radloff eserine “Opıt Slovarya Tyurkiskih Nareçi” adını vermiştir. Bu adlandırma, Gülnar’ın kendini sorgularken kullandığı araçlardan biridir. Yüzyıl önce “Türk lehçeleri” kullanılırken bugün neden “Türk dilleri” tabiri kullanılmaktadır?
Eserde Murat Mehdiyev’in ağzından Gülnar ve Oğuz’un Türk dünyasını birleştiren semboller olduğu açıkça vurgulanır:
“...Özbekistan’dan gelen narin kızımızla, Türkiye’nin şarkından,
Aşık Kerem’in Erzurum’undan gelen cavan delikanlımız, Türk dünyasının iki ucunu bu meşede (ormanda) birleştirdiler. Biz bu defa içkilerimizi hem onların şerefine, hem de onların sembolleştirdiği Türk dünyasının birleşmesinin şerefine içeceğiz.(s.87)

Romanda Ergenekon, mutluluğu, kavuşmayı, birliği temsil eder.
Bu birlik ancak düşlerle anlatılabilecek güzelliktedir. Fakat bu birliğe ulaşma nasıl mümkün olacaktır:
-Suyun aktığı yöne gidersek belki yeryüzüne çıkabiliriz, dedi Oğuz.
Gülnar: -Hayır, dedi; suyun geldiği yöne gitmeliyiz. Aradığımızı ancak orada bulabiliriz.
-Ama sevgilim, ıslandık ve sen çok üşüyorsun. Bir an önce kurtulmalıyız buradan.
-Ergenekon’a çok yaklaştığımızı hissediyorum Oğuz, lütfen beni dinle. (s.142)

Suyun aktığı yön, çağın siyasal akımlarına kendini salmak ve nereye ulaşacağını şansa bırakmaktır. Suyun geldiği yön ise tarihtir.
Gülnar ıslansa da (yoksul düşse de), çok üşüse de (zor durumda olsa da) Ergenekon’a yaklaşmıştır. Ergenekon’a ulaşmanın yolu suyun geldiği yeri, tarihteki birliği bulmak, anlamaktan geçer. Ancak, Oğuz’un ve Gülnar’ın Ergenekon’u, suyun çıktığı noktayı bulmasıyla, mutluluğa kavuşacaklardır. Gülnar’ın kırk derece ateşler içinde yatması, “ışığı” bulmalarına engel değildir. Gülnar’ın hayata dönmesi için Oğuz’un “yaşaması” gerekir.

Türklerin rengi “gök”ten aldıklar mavidir. Ancak romanda yeşilin maviye galebe çaldığını görüyoruz. Gerçi “gövermek” kelimesinde olduğu gibi maviyle yeşil birbirine girmiştir ama romanda bu yeşillik başka renklerle karıştırılmayacak kadar belirgindir. Bu yeşilin temsilcisi de Gülnar’ın gözleridir. Oğuz’un ilk tutulduğu yerdir Gülnar’ın yeşil gözleri. “...Belli belirsiz bir düşünce zihnine dokunup geçti. Bu düşünceler uğruna mı, yeşil gözler uğruna mı? Bu davetsiz soru çabucak
kaybedildi ve zihnine hiç uğramamış gibi oldu..(s.23)
“Gülnar’ın yeşil gözlerinin büyüleyici olduğunu kaç defa içinden geçirdin, söylesene Oğuz; söylesene küçük sahtekâr...(s.79)
“...Alacakaranlık Oğuz’u her zaman büyülemişti ama bu seferki başkaydı. Bu defaki bir nagıl (masal) gecesiydi. Ancak binbir gece masallarında yaşanacak bir gece. Belki de birazdan uçan halı gelecek ve ikisini de alıp çok uzaklara götürecekti. Uçmayı ne kadar çok özlemişti Oğuz, kuşlar gibi süzülerek uçmayı. Mavi denizlerin ve yeşil ormanların engininde. Ama o şimdi bir başka yeşildeydi ve bu yeşil çok derindi. Oğuz yüreğinde bir kıpırtı duydu; yeşilde kaybolmak istiyordu. Farkına varmadan ayaklarını müziğe uydurdu ve Gülnar’a yaklaştı... Çok uyumlu bir ikili oluşturmuşlar ve müzikle birlikte hızlanmışlardı...(s.87)

Oğuz’da hocanın gençliğini ve ülküsünü bulabiliyorsak, Gülnar’da da Güneş Eryiğit’ten izlerin ve hocanın duygu dünyasından yansımaların olması gerekmez mi? “Yeşil gözlere” tutkunluğu bir de bu yönüyle okumak gerek diye düşünüyorum.

Hocanın 12 Eylülle ilgili görüşleri de romanda yer alır:
-Nasıl olur? diyordu; devlet fizikî saldırıya uğramışsa ve buna karşıdevlet güçleri acze düşürülmüşse, devleti korumak vatandaşın vazifesi olmaz mı? Nitekim İstiklâl Savaşında böyle olmadı mı?
Şöyle önermeler kuruyordu zihninde:
“Devlet güçleri acze düşmüşse her Türk düşmana karşı koymalıdır.
Yılmaz, bir Türktür.
O hâlde Yılmaz da düşmana karşı koymalıdır.”
Fakat Yılmaz’ı düşmana karşı koyduğu için hapse atıyor ve yargılıyorlardı. Mehmet, o hâlde diyordu ya “büyük önerme” yanlıştır, ya da “sonuç”.(s.95-96)

Romanın arka kapağında “Türkçe konusunda duyarlığını bildiğimiz Ahmet Bican, bu romanda, eski Türk destanları ve Dede Korkut’tan esinlenen, akıcı temiz bir üslûp kullanmıştır. Türkistan Türk Cumhuriyetlerinin bugünkü bazı sıkıntıları ile destanlar arasında gidip gelen bu romanı zevkle okuyacağınızı umuyoruz.” cümleleriyle karşılaşıyoruz.

Hocanın düşünce dünyasındaki en önemli yeri, şüphesiz Türk
destanları almaktadır. Destanlar dilin edebîleşmesi, bu edebîliğin tarih içinde gelişerek bengülüğe ulaşmasıdır. Romanda sorgulanan sadece Türk destanları da değildir. Mezopotamya’dan Ergenekon’a, Sümer’den Oğuz Kağan’a, Atakam’dan Işık Kız’a (Gülnar’a) uzanan çizgide roman boyunca destanlarla iç içeyiz. Dedem Korkut’un dilinden izler romanın hemen her bölümünde karşımıza çıkıyor. Bazen bilim adamları Oğuz Kağan destanını tartışıyor, bazen Gülnar kendini destansı bir dünyanın,
düşle gerçek arasındaki bir dünyanın içinde buluyor.
“Beyaz dağlara tutunmuştu. Alabildiğine hür ve yüce. Doruklar gökyüzüyle öpüşmeliydi. Doruklarda mavi gözlü, ince adam gökyüzüne kaldırmalıydı ellerini, zaferini kutlamalıydı. Beyaz bir kısrak gibiydi dağlar ve o, azgın atların vakur binicisi. Mavi gökte bir çizgiydi.
Doruğa diktiği ay yıldızın gölgesinde mavi bakışlı, sarışın çizgi...
Dört Duvar arasında kim yaşayabilir? Miskin ve sefil ruhlar.
Duvarları ak mermerden nice saraylar yapsanız yüce ruhları orada tutamazsınız. Gökyüzü çadır, güneş mızrak olmalıdır. Beyaz dağlar gökyüzünü yırtan doruklar. O, sarayların çocuğu değildi, doruklarda kanat çırpan mavi bakışlı kartaldı.
Oğuz Kağan’ın kırk yiğidinden biri olmalıydı. Belki de Kıpçak olanı. İnce beli, kemikli çenesi vardı. Güldükçe güldürdükçe ince dişleri parıldıyordu. İşte o zaman elmacık kemikleri daha da çıkıklaşıyordu. Dağ adamın hatları başka türlü olamazdı. Ama ille de mavisi... Gözlerinin mavisi engin göğün altında ışıl ışıldı.” (s. 149-150)
Mecit Düzel’in ölümü üzerine kaleme alınan yazıdan bir bölüm yukarıdaki paragraf. Gerçek kahramanların vasıflarını yansıtıyor.
“Miskinliği” reddediyor. “Yüce ruhlar”a gökyüzü çadırdır, güneşse mızrak. Hocanın Türk destanlarından kaynaklanan coşkunluğunu
yansıtıyor bu satırlar.
Hocanın gerçek dünyası ile Gülnar romanı arasındaki bağlantı buraya aldığımız paragraflarla sınırlı değil elbet, hatta Gülnar romanıyla da sınırlı değil. Ama “Gülnar” epeyce ipucu taşıyor hocanın hayatı ve ülküsü hakkında.

***
AHMET BİCAN ERCİLASUN IN THE NOVEL “GÜLNAR”
ABSTRACT
İn this writing the relationship between Prof.Dr.Ahmet Bican Ercilasun’s novel named “Gülnar” and his life and also his thoughts is being researched.
Many heroes of the novel “Gülnar” are real people living nowadays. One of these people is the author himself with the name Mehmet Eryiğit. The main heroes of the novel, Oğuz and Gülnar are reflecting the inner world of thoughts of the author.
İn the novel the effect of Turkish epos is seen very clearly and this shows that there is a close relationship between the novel and the author’s real life.
KEY WORDS
Ahmet Bican Ercilasun, Novel, Gulnar

http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/pdfde ... ikoglu.pdf

***
http://www.turkiyat.selcuk.edu.tr/dergi13.htm


En son orkun tarafından 07.01.13, 09:42 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ahmet Bican Ercilasun’un Gülnar adlı romanı
MesajGönderilme zamanı: 07.01.13, 00:29 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
AHMET BİCAN ERCİLASUN "GÜLNAR'DA NE DİYOR?'

*Bu başlık, Ekrem Arıkoğlu’nun ‚Gülnar Romanında Ahmet Bican Ercilasun‛ (SÜ Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Prof. Dr. Ahmet B. Ercilasun Armağanı, Bahar 2003, s. 389-399) adlı makalesinin başlığından esinlenerek verilmiştir.

Bahadır GÜNEŞ
KTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Arş. Gör.

A. Ü. Türkiyat Artırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 43, ERZURUM 2010, 345-352
**

ÖZ
Ahmet Bican Ercilasun’un ilk romanı olan Gülnar, yazarın yetiştiği geleneğe bağlı olarak Türk boyları ile ilgili özlemini çektiği düşüncelerine hayat verdiği bir eserdir. Türk destan geleneğinin izlerini üslubuna yansıtan yazar, romanın ana karakterleri Oğuz ve Gülnar aracılığıyla millî vasıflarını unutmak üzere olan Türk boylarının öze dönüşlerini ve bir bayrak altında toplanmalarını gerçekleştirmek istemektedir.
Bu çalışmada Gülnar romanından hareketle eserde vurgulanan düşünceler ve bu düşüncelerin iletilmesinde yazarın kullandığı üslup üzerinde durularak hedeflenen sonuç ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Anahtar Sözcükler: Gülnar, Oğuz, Türk,
Özbek, destan, üslup


Gülnar, Ahmet Bican Ercilasun’un ilk romanıdır.(1)
Romanda Türkistan’ın Sovyet hâkimiyetinde olduğu yıllarda bir grup Türkiyeli Türkoloğun Taşkent ve Bakü kongrelerine gidişleri, orada tanıştıkları insanlar ve bu insanların hayatlarından kesitler anlatılmaktadır. Romanın iki ana kahramanı Oğuz ve Gülnar’dır. Türkiye’den bir grup akademisyenin Taşkent’e yaptıkları gezide tanışan Gülnar ve Oğuz, romanda olayların merkezinde yer almaktadırlar. Oğuz, Türkiye’de araştırma görevlisi; Gülnar ise Özbekistan’a gelen konuklara rehberlik eden bir asistan ve aynı zamanda Rus istihbarat servisine raporlar yazan biridir. Oğuz ile tanışmalarından sonra düşüncelerinde birtakım değişiklikler meydana gelen Gülnar, ülkesindeki bazı yazar ve şairlerden de etkilenerek kendi ırkdaşlarına karşı yaptığı muhbirliğin doğru bir iş olmadığına karar vermektedir.
Daha sonra Özbekistan’dan kaçarak Türkiye’ye gelip Oğuz ile evlenen Gülnar, onunla gerdeğe girmemiş, Oğuz’u da alarak Ergenekon’u bulmak için yola koyulmuştur. Zorlu uğraşlardan sonra Ergenekon’a ulaşan bu iki Türk, yazarın gerçekleşmesini düşlediği birtakım düşünceleri hayata geçiren kahramanlardır.
Ekrem Arıkoğlu, bu romanda biri romanın yazarı olmak üzere toplam üç Ercilasun’dan söz edilebileceğini belirtmiştir. Bunlardan biri Prof. Dr. Mehmet Eryiğit adıyla vakur bir akademisyen; diğeri ise genç bir araştırma görevlisi olan Oğuz
Duman’dır. (2)

Yazar, bu romanda Türk destancılık geleneğini hareket noktası olarak belirlemiş(3) ve bu geleneği üslubunun temel özelliği olarak hissettirmiştir. Bu durum romanın başkahramanlarından Oğuz’un adından ve Türkistan’da Gülnar ile tanışmasıyla edindiği fikirlerden açıkça anlaşılmaktadır. Oğuz ve Gülnar karakterleri yazarın düşlediği farklı Türk boylarına mensup halkları birleştirme ve Türk birliğini kurma düşüncesinden doğmaktadır.
Yazar, romanda Gülnar ve Oğuz’dan hareketle birtakım hayallerini gerçekleştirme amacındadır. Bunun için atılması gereken birinci adım, Sovyet baskısı altında her türlü millî vasıflarını yitirmek üzere olan Türklerin zihninde öze dönüş fikrini uyandırmaktır.
Romanın geneline hâkim olan Gülnar’ın öze dönüş imtihanı, aslında yazarın özlemini çektiği düşüncelerin hayata geçmesi için başlangıç adımlarıdır. Hem roman karakterleri arasında geçen konuşmalarda hem de yaşanan olaylarda Türk destan geleneğinin izlerini üslubuna yansıtan yazar, Gülnar ve Oğuz üzerinden önemli mesajlar vermektedir.
Romanda Türkiye’den Türk dünyasına hareket eden akademisyen kafilesi ilk olarak Taşkent’e gitmektedir. Türkistan’ın Sovyet baskısı altında geçirdiği yıllar, hem Türkiye’den giden kafile hem de Özbek Türkleri tarafından büyük bir ayrılık ve hasret dönemi olarak nitelendirilmektedir:

"…Oğuz, Türkistan akşamlarının bu kadar ılık ve sohbetin bu kadar sıcak olacağını asla tahmin edemezdi. Dakikalar ilerledikçe sohbet koyulaşıyor, sanki bin yılın hasreti birkaç saat içinde giderilmeye çalışılıyordu.
Bin yıllık hasret dile kolay, diyordu Şerif Cemal; biz son bin yılın en talihli Türkleriyiz. Bin yıldan sonra buluşan ilk bahtlı Türkler…" (Gülnar, s. 35).

Mehmet Eryiğit’in Türkistan’a yaklaştıklarında gözlerinin buğulandığını gören Oğuz, benzer bir duyguyu daha sonra kendisi yaşayacaktır:
"…Sohbet, tarihten günümüze, günümüzden tarihe doğru dalgalanıp duruyordu. Asıl dalgalanıp duransa Oğuz’un yüreğiydi…" (s. 36).
Ercilasun’un kendi gençliğini çizdiği Oğuz’un yüreğini dalgalandıran şey, yazarın Türk dünyasına dair özlemlerinin kendi içinde yarattığı duygu selidir. Aynı duygu hem Prof. Eryiğit’te hem de Oğuz’da görülmektedir. Her iki karakter de Ahmet Bican Ercilasun’u yansıtmaktadır.(4)

Romanın hemen her satırına birbirlerinden ayrı kalan çeşitli boydan Türk topluluklarının hasreti sinmiş gibidir. Bu özlem, sadece Özbekistan ile Türkiye Türkleri arasında filizlenen bir hasret değildir. Romanda bir Özbek şairi olarak sunulan Kemal
Erkin de bu hasreti derinden hissetmektedir:
‚…Birtakım hayaller gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Onu ilk defa sekiz yıl önce tanımıştı. Budapeşteli genç bilim adamı, Kuman bozkırlarının çocuğu olduğunu söylüyordu. Sahne, Özbekistan Yazıcılar Birliği’nin geniş salonuydu. İştvan
Mandoki, adındaki ‘kongur’ sözünü açıklıyordu. Kongur ne kızıldı ne kara. İkisi arası bir renk. Daha çok atlarda kullanılıyormuş. ‘Bu kelime benim Türk kimliğim.’ diyordu Mandoki, ‘Bu kelime beni size bağlıyor. Biz kan kardeşiyiz. Sizin de yarınız Kıpçak...‛
‚…Birden sahne değişiyor. Fergana vadisinin yeşillikleri içinde dolaşıyor sarışın Kıpçak çocuğu. Sonra yanından geçen eyersiz bir ata biniyor sıçrayarak. Bulutlara doğru havalanıyor ve at kuyruğu saçları omuzlarında dalgalanıyor. Kemal Erkin, Mandoki’yi ne zaman düşünse bu hayal gözlerinin önünde mutlaka canlanır…‛ (s. 36-37).
Kemal Erkin’in yaşadığı bu duygu seli, içkinin etkisiyle farklı coğrafyalara kaysa da aslında özlediği şey, Mehmet Eryiğit’inkiyle aynıdır.
"…Özbeklerden hiçbiri Yahya Kemal’i tanımıyordu. Mehmet Akif’i, Ahmet Haşim’i, Arif Nihat’ı da tanımıyorlardı.."(Kemal Erkin) "…Biz bugüne kadar hep kızıl şairleri çevirdik, dedi; sizin ak şair ve yazıcılarınızı bize tanıtmadılar…‛ (s. 39).
Çevirdikleri şair ve yazarlar Orhan Veli, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, Aziz Nesin vb. idi. Kemal Erkin’in ‚kızıl şairler‛ ifadesiyle kastettiği, yüzünü Sovyet Rusya’ya dönmüş olan şairlerdir. Burada geçmişi ve kimliği silinmek istenen bir insanın itirafları bulunmaktadır. Dönemin Sovyet yönetiminin Türkleri kontrol etme planlarının en önemlisi dil ve edebiyat üzerine kurulmuştur. Farklı bir alfabe ve kendi uygulamalarına kolaylık getirebilecek yayınların yapılması, Özbeklere Türk olduklarını unutturup ayrı bir ırkmış gibi Özbek kimliğini dayatmaya yardım etmektedir. Yahya Kemal, Mehmet Akif, Arif Nihat gibi millî değerleri savunan şairler Özbekçeye çevrilseydi, uygulanan Sovyet politikası sekteye uğrayacaktı. Ancak Sovyet politikalarının işe yaradığını gösteren örnekler, romanın değişik bölümlerinde şu sözlerle anlatılmaktadır:
‚…Emir Timur’un türbesi başında Türk heyetinin el kaldırarak Fatiha okuması, Özbekleri ve diğer yabancı konukları şaşırttı…‛ (s. 43).
‚…Gülnar’ın en çok takıldığı noktalardan biri ‘Türk’ idi. ‘Özbek’ ve ‘Türk’ sözleri nasıl yan yana gelebilirdi…‛ (s. 44).
‚…Bugün dahi Barlaslar kendilerine Türk diyorlarmış. Bunu Gülnar da biliyordu, fakat nedense bugüne kadar bu bilgisini şuur üstüne çıkarmayı reddetmişti. Türk deyince onun aklına Mesketliler geliyordu. Kimse birileri Mesketlilerden nefret etmek
hissini onun kalbinde uyandırmıştı…‛ (s. 52).
Şair Enver Murat, adından kişiliğine ve oradan da sözlerine sirayet etmiş aydınlatıcı özelliğiyle Gülnar’ın zihnine yerleşen Türk’ten ayrı bir Özbek ırkı düşüncesini sorgulatıyor, Türk kimliğine dönüşün ateşini yakıyordu:
‚…-Aslında Türk kimliğimizi unutan biz değiliz Gülnar. Birileri bilerek ve isteyerek soyadımızı bize unutturdu… Dilimizin Farsçadan üstün olduğunu söylüyordu Nevayî babamız. Ama dilimizin adından Türk dili diye bahsediyordu. Biz şimdi eski Özbekçe diyoruz. Bu bana biraz tuhaf gelmişti…
…-Haklısınız Enver Bey, Nevayî dilimizden Türk dili, bazen de Türkî diye bahsediyor. Mecâlis’te de öyle. Fakat bu o zamanın gerçeği. Biz artık Özbeğiz ve dilimiz de Özbekçe.
-Ne zamandan beri? diye sordu Enver Murat.
-Evet, ne zamandan beri? dedi Gülnar.
Bu sorunun cevabını bilmiyorlardı. Daha doğrusu hiç araştırmamışlardı. Okudukları kitaplarda da bu soruya cevap verecek satırlara rastlamamışlardı…
…Enver Murat onu uğurlarken:
-Ne zamandan beri? dedi; bu suali lütfen unutma Gülnar.(5)
-Hayr (Allahaısmarladık) diyerek alacakaranlık sokaklarda yürümeye başladı…‛ (s.53-54).
KGB ajanı ve romanın olumsuz karakteri Karlıgaşov ile Gülnar’ın tartışması sonucu,Gülnar’ın Karlıgaşov’un üzerine örttüğü kapı, geçmiş günleri dışarıda bırakan; Enver Murat’ın Gülnar’ın zihninde uyandırdığı yeni düşünceleri ise içeriye alan bir kapıdır:
‚…-Canın cehenneme! dedi Gülnar. Ağzından çıkan sözlere kendi de inanmadı.
Kapıyı da hızla çarpmıştı ve galiba köhne kapıyı geçmiş günlerinin üzerine örtmüştü…‛(s. 60).
Romanda yer verilen ve yukarıda da belirtilen Oğuz’un yaşadığı duyguların acı ve ıstıraplısı bu kez Gülnar’ın yüreğine yerleşmiştir. Romanda kendisi gibi bir Özbek Türk’ü olduğu belirtilen Adil Tursunov’u suçsuz yere hedef alan bir istihbarat raporu yazması Gülnar’ın üzüntüsünü artırmaktadır. Geçmişte yaptıklarından pişman olan ve suçluluk hissi içinde kıvranan Gülnar, eski günlerine dönemeyeceğini bilmektedir:
‚…‘Canı cehenneme’ dedi tekrar. Neydi cehennem? Günahkârların işkence göreceği yer. Şu anda kendisi de azap içinde değil miydi? Her hâlde cehennem böyle bir yer ve böyle bir zaman olmalıydı. Doksan ocak üzerinde doksan kazan kaynamıyordu ama onun yüreği kaynıyordu... …Gülnar’ın cehennemi yaşadığı muhakkaktı. Adil Tursunov gibi genç ve masum bir insanın istikbalini karartmıştı. Böyle bir âlimden mahrum ederek ülkesine fenalık da etmişti. Oysa o ülkesine iyilik olsun diye raporları yazıyordu…‛ (s. 61).
Yazarın özlemini çektiği Türk boylarının millî vasıflarına dönüşü ve Türk kimliğinde buluşma düşüncesi, Hazar Denizi’nin olağanüstü niteliklere büründürülerek anlatılmasında ve Gülnar’ın Oğuz’a itiraflarında kendisini bulmuştur:
‚1988 Temmuzunda 15 adam Hazar sahilinde yürüyordu. Hazar, Kaf Dağı’nın ardında bir masal deniziydi. Sahilde yürüyenler ak ve kır ve kara saçlarıyla ve Orta Asyalı gözleriyle zaman ötesi varlıklardı. Çağlar aşırı konuşuyorlar, birbirlerine yüreklerini sunuyorlardı…
…Orta Asyalı gözler, Hazar köpüğünün selamını aldılar ve yüreklerini aydınlattılar.
Bu sahil, sahil olalı; bu meydan, meydan olalı böyle dalgalanmış yürekler görmemişti. O gece fikirler uçuştu, sevdalar uçuştu; o gece saçlar uçuştu, dalgalar uçuştu. Bir damla köpük denizden kopup Gülnar’ın saçına kondu, söylediklerine kulak verdi.
-Senden sonra çok şey değişti Oğuz, diyordu; ben ham bir meyve idim, olgunlaştım; toy bir kuş idim, yetkinleştim. Yüreğimi acı ve ızdırapla kavurdum. Çok sıkıntı ve azap çektim. Azap çeke çeke piştim… …Bütün bir tarihin ve belki de bütün destanımızın yükünü ben çekmeliyim...‛ (s. 78-79).
Gülnar’ın geçmişte yaşayamadığı ve bugün üzerinde pişmanlığını taşıdığı fikirler, romanın geneline hâkim olan Türk destan gelenek ve üslubunun etkisiyle Oğuz ve Gülnar arasında yukarıda belirtilen sözlere dökülmüştür. Bu sözler, Gülnar’ın Ergenekon’u bularak yeniden dirilişi gerçekleştirip Türk birliğini sağlayacağının ipuçlarıdır.
Mehmet Eryiğit’in geçmişe dair hatırlamaları özlemini çektiği Türk birliği düşüncesini Gülnar ile Oğuz üzerinden gerçekleştirmektedir. Gittikçe birbirine yaklaşan Oğuz ve Gülnar, Mehmet Eryiğit’in düşlerinin ilk adımlarını atmaktadır. Oğuz ve Gülnar ekseninde Türkiye ile Özbekistan birbirine yaklaşarak kavuşmanın eşiğine varmaktadır:
‚…1993 yılının baharıydı. Mehmet Eryiğit Erzurum uçağında, Oğuz’la tanıştığı günleri düşünüyordu. Taşkent’e yaptıkları maceralı yolculuk üzerinden tam yedi yıl geçmişti. İsmayıllı’daki masala benzeyen gecede Oğuz’la Gülnar’ın oynayışları herkesin
dikkatini çekmişti. Mehmet ise bu oyunun, onları yaklaştırdığını düşünmüştü…‛ (s. 90).
Türk birliği fikri, yazarın birçok kahramanın düşüncesinde ve sözlerinde yer verdiği heyecanlı bir harekettir. Oğuz’un ve Mehmet Eryiğit’in özlemle beklediği bu vuslat, romanın değişik yerlerinde başka karakterler tarafından da dile getirilmektedir. KGB’nin takibe aldığı, tutukladığı Türkler, bu özlemlerini dile getirmekten geri durmamışlardır:
‚… Mehmet Maruf sevimli ve heyecanlı bir yazardı. Akşam sofralarında daima Türk birliğine kadeh kaldırmayı teklif ederdi. Son zamanlarda çevrelerinde daralan çember de onu bu huyundan vazgeçirememişti…‛ (s. 107-108).
Enver Murat’ın ateşlediği öze dönüş fikri, romanın ilerleyen bölümlerinde Gülnar’ın zihninde gerçeklik kazanan bir dava hâline gelerek sözlerinde yankı bulmaktadır:
‚… Bugün için yanılmış olabiliriz Yoldaş Karlıgaşov, ama sizin de devranınızın uzun süreceğini hiç sanmıyorum…‛ (s. 109).
Ercilasun’un kendi gençliğini canlandıran karakter olarak romanda ön saflarda yer alan Oğuz’un, adının arkasında taşıdığı tarihî ve destansı özelliğiyle Oğuz Kağan’ın işlevini asırlar sonra yerine getirmek için yola çıktığı şu ifadelerle dile getirilmektedir:
"… Oğuz Duman’ın asıl görevi dağınık Türk gruplarının arasını bulmak ve onları birleştirmekti…"(s. 68)(6)

Romanda karşılaşılan Türk destan motiflerinden biri de ‚kurt‛ motifidir. Türk destanlarında kahramana yol gösteren, yardım eden kurt (7), bu kez Gülnar’ın kendisini bulduğu ve Ergenekon’a ulaşacağının ipucunu veren âlemde ona görünmüştür:

"… Neden sonra keskin dişleriyle ve dikilmiş kulaklarıyla bir kurt yüzünün kendisine baktığını hisseti…‛ (s. 116).
Aynı kurt motifi, bu kez Oğuz ile Gülnar’ı Ergenekon yolculuğunda karşılamakta ve Oğuz’un yüzünü yaladıktan sonra kaybolmaktadır:
‚… Oğuz, dağın doruğunda bir kurt görüyordu. Yaklaştı kurt ve Oğuz’un yüzünü yaladı. Sonra da karlara bata çıka gözden kayboldu. Oğuz kurt donuna bürünerek doruğa tırmandı, dolunaya baktı ve uludu…‛ (s. 141).
Türk destanlarının hemen tamamında kahramanın kutlu yolculuğunda ona yol gösteren, yardım eden ak sakallı
(8), ulu bir zat vardır. Gülnar’ın uyandığı yeni âlemde de onun karşısına ‚Atakam‛ çıkmıştır. Bu ak sakallı ulu zatın Gülnar’a verdiği ad ise, Türk destanlarındaki başka bir motife işaret etmektedir:
‚… Ak sakallı adam ‘Işık kızım geldin mi?’ diye seslendi. ‘Geldim Atakam.’ cevabı Gülnar’ın ağzından dökülüverdi…‛ (s.118).
Gülnar ve Oğuz’un evlendikleri gece Gülnar’ın Atakam’dan aldığı Ergenekon müjdesi, dilinden Dede Korkut hikâyelerini andıran ifadelerin dökülmesine neden olmaktadır. Oğuz ile gerdeğe girmeyen Gülnar, Ergenekon’u bulacağına dair kendine
saklı ümidini Oğuz’a söylemektedir:
‚… Yer gibi kertileyim, toprak gibi savrulayım, hançerime doğranayım, kılıcıma sançılayım, oğlum doğmasın, doğar ise on güne varmasın Ergenekon’u görmeden bu gerdeğe girer isem, dedi…‛ (s. 139) (9)
Gülnar ve Oğuz’un Ergenekon’u bulduktan sonra yeşillikler üstünde güreşmesi, Dede Korkut hikâyelerinden Kam Büre Oğlu Bamsı Beyrek hikâyesinde Banı Çiçek ile Beyrek’in mücadelesini hatırlatmaktadır: (10)

‚… Gülnar kendine gelince bir tay gibi zıpladı yeşilliklerin üstünde; Oğuz’u itip düşürdü; alt alta, üst üste onunla güreşti; murat alıp murat verdi…‛ (s. 153).
Yazarın romanın merkezine yerleştirdiği ve olayların gelişiminde kahramanların çeşitli davranış ve ifadeleriyle hayat bulan Türk destanlarına dair izler, Gülnar’ın ifadeleriyle şu şekilde canlanmaktadır:
‚… Dört duvar arasında kim yaşayabilir? Miskin ve sefil ruhlar. Duvarları ak mermerden nice saraylar yapsanız yüce ruhları orada tutamazsınız. Gökyüzü çadır, güneş mızrak olmalıdır…(s. 150) (11)

Sonuç olarak denilebilir ki Gülnar, Ahmet Bican Ercilasun’un kendi hayatından ve düşünce yapısından kesitleri, özlemleri destan geleneğinden de yararlanarak verdiği ilk romanıdır. Romanın genelinde hissedilen Türk destancılık geleneği, olayların akışını ve yazarın üslubunu belirleyen önemli bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Yazarın özlemini çektiği Türk birliği, iki Türk boyunu temsil eden Oğuz ve Gülnar’da hayat bulmaktadır. Türk Milleti’nin birlikteliğini sağlam temellere oturtmak isteyen yazar, onları geçmişe, ortak tarihe doğru yolculuğa çıkartmaktadır. Bunun için de romanın başkahramanları, Ergenekon’u bulup Türk milletinin bir bütün olarak tarih sahnesine çıktıkları yere ulaşma gayretindedir. Romanın iki ana karakteri Oğuz ve Gülnar, yazarın özlemini çektiği bu amacı gerçekleştiren şahsiyetlerdir.

KAYNAKÇA
ARIKOĞLU, Ekrem, ‚Gülnar Romanında Ahmet Bican Ercilasun‛, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi Ahmet B. Ercilasun Armağanı, S. 13, Bahar 2003, s. 389-399.
BANARLI, Nihad Sâmi, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi (Destanlarımız Devrinden Zamanımıza Kadar), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1983.
ELIADE, Mircea, Mitlerin Özellikleri (Çev. Sema Rıfat), Om Yayınevi, İstanbul 2001.
ERCİLASUN, Ahmet B., Gülnar, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1998.
ERGİN, Muharrem, Dede Korkut Kitabı I (4. Baskı), TDK Yayınları, Ankara 1997.


1 Ahmet B. Ercilasun’un diğer romanı 2006 yılında Akçağ Yayınları arasında neşredilen Beden ve Beyin Akımı (2BA)’dır. Bu roman ile ilgili olarak hazırladığımız yazımızı da yakın zamanda
yayınlayacağımızı belirtmek isteriz.
2 Ayrıca Arıkoğlu, eserdeki şahıs kadrosunun çoğunun Türkolojinin tanınmış hocaları olduğunu belirtmiştir. Bunlar; Mehmet Eryiğit (A. B. Ercilasun), Güneş Eryiğit (B. Ercilasun), Orhan Nadi Aktaş (O. F. Sertkaya), Doğan Gökmen (F. Türkmen), Suat Serveroğlu (S. Sakaoğlu), Kamil Aslan (K. Eraslan), Tarık Töre (T. Tekin), Sami Aşkın (N. Yüce), Soner Aydemir (T. Gülensoy),
Ayşe Kılıç (Z. Korkmaz), Bekir Alper (E. Gemalmaz), Turgut Deniz (D. Yıldırım), Tuğrul Ayhan (T. Günay). Ekrem Arıkoğlu, agm, s. 391, 394. Arıkoğlu’nun belirttiği Türkologlar, hem akademik konumları hem de romandaki adlarının gerçek isimlerini çağrıştırmasıyla (Aktaş /Sertkaya; Aslan / Eraslan; Aşkın / Yüce, Ayhan / Günay vb.) tanıdık gelmektedir. Ayrıca bu isimler, romanda olduğu gibi Türk dünyasına bağlılıkları ve çalışmalarıyla ön plana çıkan akademisyenlerdir.
3 Arıkoğlu, agm, s. 389.
4 Arıkoğlu, agm, s. 391 vd.
5 Zamanın yaptıklarından kurtulmak için geriye dönmek gerekir. Kökene dönüşteki amaç, Mircea Eliade’nin de belirttiği gibi ‚zamanın ortadan kaldırılmasını ve yeni bir yaşamın, el değmemiş yaşam güçleriyle yeniden başlamasını sağlamaktır‛. Mircea Eliade, Mitlerin Özellikleri (Çev. Sema Rıfat), Om Yay., İstanbul 2001, s. 115. Enver Murat, bu soruyla Gülnar’ın kendisinden koparılan geçmişine dönmesi gerektiğini vurgulamıştır.
6 Oğuz Kağan’ın Hun hükümdarı Mete olduğunu düşünen bazı araştırmacılar, bu iki Türk kahramanının özelliklerini, amaçlarını aynı düşünce yapısı içinde değerlendirmişlerdir: ‚… Hun tarihinin en ünlü hükümdarı olan Mete, üvey anasının etkisiyle kendisine kötülük yapan babası Tuman Han’la savaşmış, onun yerine geçmiş, sonra bütün Türkleri bir bayrak altında toplayarak büyük fetihler yapmış, büyük devlet kurmuştu…‛. Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi (Destanlarımız Devrinden Zamanımıza Kadar), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, s. 21. Buna göre babası Kara Han’ı yenerek onun yerine geçen ‚Oğuz Kağan‛, ‚Mete‛ ve Ercilasun’un romanda destansı bir bakış açısına dayanarak yüklediği görev ile ‚Oğuz‛, bu bağlamda ele alınabilir.
7 Türk destanlarının en belirgin motiflerinden biri olan ‚bozkurt‛, Oğuz Kağan Destanı’nda ‚…Ertesi gün, gün doğarken Oğuz Kağan’ın çadırına güneş gibi bir ışık girdi. O ışıktan gök tüylü, gök yeleli büyük bir erkek kurt çıktı. O kurt Oğuz Kağan’a söz söyledi. Dedi ki: ‘Ey Oğuz! Sen Urum üzerine atlanmak (yürümek) dileğindesin. Ey ey Oğuz! Ben senin hizmetinde yürümek istiyorum’ dedi. Gene ondan sonra Oğuz Kağan çadırını dürdü, gitti, gördü ki çerinin önünde gök tüylü, gök yeleli büyük erkek kurt durdu…‛ ‚… Ondan sonra Oğuz Kağan gene gök tüylü, gök yeleli erkek kurdu gördü. Bu gök kurt Oğuz Kağan’a dedi ki ‘Şimdi sen çeri ile buradan atlan Oğuz! Atlanıp buradan halkı ve beğlerini götür. Ben sana, önden yürüyüp yol göstereceğim’ dedi…‛ ‚… Gene bir gün gök tüylü, gök yeleli erkek kurt yürümedi, durdu. Oğuz Kağan dahi durdu…‛ ‚… Ondan sonra gene bu gök tüylü, gök yeleli erkek kurt ile Sındu (Sind), Tangut dahi Şam yönlerine atlanıp gitti…‛ şeklinde geçmektedir. Banarlı, age, s. 19-20.
8 Ak sakallı ulu zat Oğuz Kağan Destanı’nda ‚…Oğuz Kağan’ın yanında ak sakallı, kır saçlı uzun akıllı (tecrübeli) bir yaşlı kişi vardı…Onun adı Uluğ Türük’dü…‛. ‚…Oğuz Kağan Uluğ Türük’ün sözünü beğendi, öğüdünü dinledi…‛ şeklinde geçmektedir. Banarlı, age, s. 20.
9 Gülnar’ın dile getirdiği bu sözler, Duha Koca Oğlu Deli Dumrul hikâyesinde Deli Dumrul’un eşinin söylediği ‚… Sovuk sovuk sularun/İçer olsam menüm kanum olsun. Altun akçan harcayur olsam menüm kefenüm olsun. Tavla tavla şahbaz atun/Biner olsam menüm tabutum olsun.
Senden sonra bir yigidi/ sevüp varsam bile yatsam/Ala yılan olup meni soksun…‛ sözleri ile Uşun Koca Oğlu Segrek hikâyesinde Egrek’in ‚… Ağzun içün öleyim kardaş/Dilin içün öleyim kardaş…‛ ifadelerini andırmaktadır. Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I (4. Baskı), TDK Yay., Ankara 1997, s. 183, 232-233.
10 Hikâyede Bamsı Beyrek ile Banı Çiçek’in güreşmeleri şu şekilde anlatılmaktadır: "…Karvaşdılar, iki pehlivan olup bir birine sarmaşdılar. Beyrek götürür kızı yire urmak ister, kız götürür Beyregi yire urmak ister…". Ergin, age, s. 123.
11 Bu ifadeler, Oğuz Kağan Destanı’nda ‚Kün tuğ bol-gıl kök kurikan/Gün tuğ olsun, gök kurıkan (çadır)‛ şeklinde geçmektedir. Bu, ülkenin sınırlarını olabildiğince genişletmeye, dolayısıyla fetih özelliğine vurgu yapan bir durumdur. Banarlı, age, s. 18.

***
What Does Ahmet Bican Ercilasun Say In ‚Gülnar‛?

ABSTRACT
The first novel written by Ahmet Bican Ercilasun mainly based on the cultural environment in which the author has grown and
the wishes longed for Turkish clons. Throughout the book, the style of Turkish epics is possible to see; besides, by using the characteristics of the two protagonists: Gulnar and Oguz, he criticises the Turkish clons which are about to forget their
national characteristics and auts them to gather under one common flag.
In this study It is aimed to realize the target with the help of the thoughts emphasized in the novel and the style which the author has used through the book Gülnar.
Key Words: Gulnar, Oguz, Turk, Uzbek,
epope, style
***


http://e-dergi.atauni.edu.tr/index.php/ ... /2707/2692


En son orkun tarafından 07.01.13, 10:23 tarihinde düzenlendi, toplamda 7 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Ahmet Bican Ercilasun’un Gülnar adlı romanı
MesajGönderilme zamanı: 07.01.13, 00:30 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
AHMET BİCAN ERCİLASUN'UN "GÜLNAR" VE 2BA BEDEN BEYİN AKIMI" ADLI ROMANLARINDA TÜRK DESTANLARININ İZLERİ

Işılay IŞIKTAŞ SAVA*
Gazi Üni. Ed. Fak. Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümü, Araştırma Görevlisi,
isiktas@gazi.edu.tr


Millî Folklor, 2012, Yıl 24, Sayı 93
http://www.millifolklor.com/tr/sayfalar/93/03-.pdf

Ahmet Bican Ercilasun, Türk dilinin tarihî evrelerini, eserlerini, kelime hazinesini, eklerin ve kelimelerin kökenleri ile tarihî seyirlerini; dünya dilleriyle Türk dilinin etkileşimlerini hemen her yönüyle incelemeyi başarmış bir Türkolog’tur.
Aynı zamanda bu dil incelemelerinin, tarih, edebiyat ve sosyolojik açılardan da araştırılması ve desteklenmesi gerektiğini her zaman ısrarla vurgulamış, disiplinler arası ilişkiler olmadan iyi bir bilim adamı olunmayacağına yürekten inanmış bir akademisyendir. Ercilasun, bu özelliğini yazdığı ilmî eserlerinin yanında Gülnar” ve “2BA Beden Beyin Akımı” adlı iki romanında da uygulamayı ihmal etmemiştir.
1998 yılında Ötüken Neşriyat tarafından basılan “Gülnar” adlı ilk romanı hocamızın hayatından, hatıralarından yola çıkarak Türk Dünyası ile ilgili fikriyatını, hayallerini dile getirdiği, bunu yaparken de Türk destan geleneğinden, üslûbundan faydalandığı eseridir.
Romanda, Türkiye’de Türkoloji sahasında çalışan ve millî hassasiyetleri yüksek, tanınmış Türkologların (1), Sovyet idaresi altında yaşayan Türkistan coğrafyasında düzenlenen Türkoloji kongrelerine gitmeleri, orada başlarından geçen hadiseler, hem Türkiye’nin hem de Türk Dünyası’nın o günkü siyasî vaziyeti ve Türk Dünyası’nın geleceğine dair değerlendirmeleri destansı bir üslûpla dile getirilir. Romanın baş-kahramanlarından biri Türkiye’de Türkoloji sahasında asistan (araştırma görevlisi) olan Oğuz ile diğeri Sovyet rejimi altında yaşayan Özbekistan’da rejime ajanlık yapan ancak Oğuzla tanıştıktan sonra fikriyatı ve hayata bakış açısı değişen Özbek kızı Gülnar’dır. Romanda Türk dünyasının siyasî vaziyeti anlatılırken, Özbekistan, Azerbaycan, Irak ve Kırım’daki Türklerin yaşadıkları hadiseler de gözler önüne serilir. Ahmet Bican Ercilasun bu eserinde Türk tarihini arka plana koyarken tarih içinde çeşitli sebeplerden ötürü ayrı düşen ama aradan kaç yıl geçerse geçsin bağları hiç kopmayan, koparılamayan Türk kardeşlerin hikâyesini; Oğuz ve Kıpçak Türklerinin birleşme hikâyesini anlatır.
Eserde Murat Mehdiyev’in ağzından Gülnar ve Oğuz’un Türk dünyasını birleştiren semboller olduğu açıkça vurgulanır:
“...Özbekistan’dan gelen narin kızımızla, Türkiye’nin şarkından, Âşık Kerem’in Erzurum’undan gelen cavan delikanlımız, Türk dünyasının iki ucunu bu meşede (ormanda) birleştirdiler. Biz bu defa içkilerimizi hem onların şerefine, hem de onların sembolleştirdiği Türk dünyasının birleşmesinin şerefine içeceğiz.(s.87). (ARIKOĞLU 2003:397)

“Gülnar” romanında Türk destanlarından ve Türk kültüründen izler

Kurt:
Bu romanda Ercilasun, kahramanlarını zaman zaman bambaşka dünyalara daldırır, zamanı ve mekânı aslında kendi gönlünden geçen şekilde eskiye, çok eskilere, destan devirlerine götürür. Romanın kahramanlarından Gülnar, önceleri Sovyet rejimine karşı mesuliyetleri olan, Türkiye’den gelen Türkologlara rehberlik etmek bahanesiyle onların her adımını, Özbekistan’daki her faaliyetlerini harfi harfine amirlerine rapor eden bir Özbek kızıyken zamanla Oğuz ve diğer Türkologlarla olan münasebetiyle edindiği Türklük bilgisi onu kendi kimliğine döndürür; sonunda da Oğuzla evlenerek Türk birliğinin sağlanmasına katkıda bulunur. İşte Gülnar bu değişimleri geçirirken bazen kendisiyle çelişir; sebebini fizikî olarak açıklayamadığı bazı durumlar yaşar.
Bunlardan birinde gerçek dünyadan bambaşka bir âlemde, demir dağın içinde etrafında mavi nehirlerin aktığı eşsiz manzaranın içinde bulur.
Üstü kapalı olarak da olsa Ergenekon vadisinin kasdedidiği bu âleme bir kurdu takip ederek gelmiştir. Etrafında binlerce yeşil gözlü kurdun uluduğu olağanüstü bir âlemdedir:
...Neden sonra keskin dişleriyle ve dikilmiş kulaklarıyla bir kurt yüzünün kendisine baktığını hisseti… Kulaklarının arkasından gri mavi bir yele sırtına dopru uzanıyordu.
Daha sonra Gülnar, o yoğun ve tiz sesin bu vahşi güzellikteki kurttan çıktığını anladı. Yeşil vadiye gelmeden önce arkasından koştuğu, şimdi de kendisini çağıran ses kurt ulumasıydı. Fakat nasıl oluyorsa ses dört bir yandan geliyordu? Sağa sola dönerek diğer yönlere de baktı. Her tarafında aynı kurt başı vardı. Binlerce kurt uluyordu ve binlerce yeşil göz kendisine bakıyordu. (ERCİLASUN 1998: 116).
Aynı kurt motifi, bu kez Oğuz ile Gülnar’ı Ergenekon yolculuğunda karşılamakta ve Oğuz’un yüzünü yaladıktan sonra kaybolmaktadır: (GÜNEŞ 2010: 351)
… Oğuz, dağın doruğunda bir kurt görüyordu. Yaklaştı kurt ve Oğuz’un yüzünü yaladı. Sonra da karlara bata çıka gözden kayboldu.
Oğuz kurt donuna bürünerek doruğa tırmandı, dolunaya baktı ve uludu…( ERCİLASUN 1998: 141).
Gerek Göktürklerin kurttan türeyişinin anlatıldığı Bozkurt Destanı’nda, gerekse Oğuz Kağan’ın çadırına gelip ona yol gösterdiği Oğuz Kağan destanınnda mühim bir yeri olan kurt, Ercilasun’un romanında da roman kahramanları zor durumdayken onlar yol gösteren bir rehber olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ak sakallı ihtiyar (Bilge Kişi)
ve Işık Kız:

Türklerin efsanelerinde, destanlarında, masallarında ve menkıbelerinde aklıselim sahibi kişi, meseleleri çözüme kavuşturan kişi veya zor durumdaki insanlara akılla yol gösteren bilge kişi olarak karşımıza çıkan, hatta rüyada “ak sakallı görmek” olarak görülen bu motif Gülnar romanında karşımıza çıkmaktadır.
Gülnar, kafasının karıştığı, kimliği ile ilgili çatışmalar yaşadığı bir zamanda adını tam koyamadığı bir düş hâlindeyken kürsüde ak saçlı ve sakallı bir adamın bulunduğunu; kürsüden ona “Işık Kızım, geldin mi?”
diye seslendiğini ve kendisinin de ona “Geldim Atakam” cevabını verdiğini görür. Bu görüntüler Atakam’ın ona “Hoş geldin kızım, 3000 yıldan beri seni bekliyordum, otur ve rahat ol yavrum!” demesi, Atakam’ın kendi milleti ve yaşayışları, tarihleriyle
ilgili bilgiler vermesi ve kıza onun kısmetini göstermesiyle devam eder (bkz. ERCİLASUN 1998: 118-119).
Burada Gülnar’a Atakam’ın Işık Kız, diye hitap etmesi, aslında Ahmet Bican Ercilasun’un Oğuz Kağan destanındaki Oğuz Kağan’ın ilk eşinin gökten inen ışığın içindeki kız (ERCİLASUN 2007: 450) ile benzerlik kurduğunun göstergesidir.

Ergenekon adı, Oğuz Kağan
Destanı ve Dede Korkut:

Destanların motiflerinden olduğu kadar adından yararlanarak da okuyucularına mesaj vermek isteyen Ahmet Bican Ercilasun, bunu
romanında Gülnar ile Oğuz evlendiğinde uzun yıllar boyu ayrı düşmüş iki Türk boyunu kavuşturmuş, onların çoğalıp yeniden güçlenmelerinin temsili olarak Ergenekon’u bulmaları gerektiğini de Gülnar’ın ağzından, Dede Korkut boylarının üslûbu ile,
dile getirerek eksik halkayı tamamlamıştır. Yine Gülnar ile Oğuz’un çocuklarına Günhan adını vermeleri de Oğuz Kağan Destanı'na bir göndermenin iişaretidir. Çünkü Oğuz Kağan Destanı’nda ışık içinde gelen kızla evlenen Oğuz Kağanı’ın ilk çocuğunun adı da Kün Han (Kün: güneş)dır. (ERCİLASUN 2007: 450)
Ercilasun’un Türk tarihini ve kültürünün olmazsa olmaz taşları sayılan Türk destanlarını romanda arka plana koyma başarısı, Oğuz Kağan Destanı’na atfen romanın baş kahramanına Oğuz adını vermekle başlamış; Oğuz Kağan’ın birinci karısının ışık içinde gökten inmesine telmihle Gülnar’a Atakam tarafından Işık Kız adı verilmiş; Türklerin millî sembolü kabul edilen kurt, yol göstericiliği ile romanın kahramanlarına liderlik etmiş; Türklerin yeniden dirilişini sembolize etmek için de Ergenekon vadisi mekân olarak tasvir edilmiştir. Ayrıca Dede Korkut boylarının başında olduğu gibi aynı cümlelerle Oğuz da adı görklü
Muhammet’e salavat getirerek okuyuculara tam bir Türk destan havası sunulmuştur. Bu kadar yoğun tarih ve destan unsurunu roman içerisinde yedirerek vermek ciddî bir birikim ve tecrübe işidir ama Ahmet Bican Ercilasun zaten Türk destanlarıyla ilgli yazdığı makalelelerde bu tecrübe ve bigilerini bizlerle çoktan paylaşmıştır. (2)

Ayrıca Gülnar kitabının sonunda hayata geçirilen Düşler Ülkesi parkında, Nasreddin Hoca, Dede Korkut, Hızır, Köl Tigin ve Bilge
Kağan, Mustafa Kemal Atatürk gibi destanî ve millî karamanların canlandırılması anlatılması da Ahmet Bican Ercilasun’un Türk tarihine ve kültürüne bütünleştirici, bir süreklilik içinde baktığını gösterir.

“2BA Beden Beyin Akımı” romanında Türk Destanlarından ve Türk kültüründen izler
Ahmet Bican Ercilasun’un ikinci romanı 2006 yılında Akçağ Yayınları’ndan çıkan “2BA Beden Beyin Akımı”dır. Bu romanda Ahmet Bican Ercilasun’un kendisi (Erboğa/Buğra), hanımı Bengisu/Bengi; büyük oğlu Bayındır/Avşar; küçük oğlu Kılıçarslan/ Arslan adıyla yer alır. Romanda, Türkiye’de yaşananlar anlatılıyormuş gibi görünür; ama aslında Erboğa’nın vücunundan ayrılıp kendi başına merak ettiği konuları aydınlatmak için insanlığın başlangıcından günümüze kadar farklı zamanlara ve hadiselerin
içine yolculuk yapabilen bir ruhun hikâyesi; dünyaca ünlü dilbilimcilerin, sultanların, kağanların dünyaya bıraktıkları fikirlerin farklı bir gözle yorumlanarak, zamanlar arası geçişlelerle, gelgitlerle bezenerek bizlere sunulmaktadır. Romanda
Ahmet Bican Ercilasun’un, dünya dillerinin gelişimine ve Türk dili ile olan münasebetlerine bakış açısını, genetik bilimiyle dillerin gelişimi arasındaki paralelliğe dair geliştirdiği fikirleri, neredeyse tarihçiler kadar vâkıf olduğu tarih bilgisini ve pek tabii ki Türkiye’nin içinde yaşadığı siyasî vaziyete karşı kaçınamadığı tepkilerini nasıl bir potada birleştirdiğini anlamak için onun “Türk Dünyası Üzerine İncelemeler”, “Makaleler Dil-Destan-Tarih-Edebiyat”, “Türk Dili Tarihi” gibi eserlerini de bilmek gerekir. Geçirdiği bir trafik kazası sebebiyle birkaç gün hastanede kalan ve ameliyat olan Buğra, ruhuyla yani 2BA’sıyla ya da başka bir adla Beden Beyin Akımı’yla konuşmaya başlar. Aslında üniversitede hoca olan Buğra Bey’in ilgilendiği, kafasını meşgul eden konuları aydınlatmak için ruh, zaman içinde yolculuklar yaparak önce Adem ile Havva zamanına, Nil kenarına gider ve ilk insanla beraber ilk dilin ortaya çıkışını, ilk kelimeler ve bunların gelişimini araştırır. Dünya dillerinin
birbiriyle olan münasebeti ve dillerin ortaya çıkışıyla ilgili araştırmayı gerçekte Merritt Ruhlen adlı bilim adamı yapmıştır ve romanda onun çabaları Buğra Bey’in 2BA’sıyla kesişir. Kendi kurduğu dünyada isimler farklıdır, zaman ve mekân onun isteğine göre değişmektedir bu gelgitlerle, geçmişe yolculuklarla kafası iyice karışan Buğra bey ruhunun yarattığı dünyayı gerçek zannetmekte, kendi ismini Erboğa olduğunu düşünmekte ve o dünyada yaşadığına inanmaktadır.

Ergenekon Adı
Türklerin demirden dağı eriterek çıktıkları ve yeniden çoğaldıklarını anlatan Ergenekon destanının adı bu romanda Buğra Bey ile oğlu arasındaki konuşma esnasında Buğra Bey’in ağzından şöyle dile getirilmektedir:
-Aslında Nuh Tufanı ile Ergenekon birbirine benzer. Nuh bir gemi yaparak kavmini tufandan kurtarır; Türk’ün gemisi ise Ergenekon’dur.
Nuh gemiye, Türk ise Ergenekon’a sığınır. Birine su yol gösterir, birine demir dağlar. Onun için biz demirin
de çocukları sayılırız. (ERCİLASUN 2006: 81).

Bozkurt Destanı
Düşmanları tarafından hunharca katledilen Türklerden bir kurdun sayesinde küçük bir çocuğun sağ kalmasını, yine kurdun onu besleyip büyüterek ondan Türklerin soyunun türemesini anlatan Bozkurt Destanı bu romanda Erboğa/Buğra Bey’in bir düşünde üstü kapalı olarak şöyle ifade edilir: “... Sonra kurttan süt emdi... Kurdun peşine takılıp yüce dağları aştığını da hatırlıyordu.”
(ERCİLASUN 2006: 101).
Bozkurt Destanı’nda Göktürklerin obası basılıp darmadağın edilir, çoluk çocuk demeden bütün fertleri katledilir ve sadece on yaşında bir çocuk kalır; onun da ayağı kesilip bataklığa atılır. Bu çocuğu bir dişi kurt bulup kurtarır, etle besler,
onunla karı koca hayatı yaşar ve kurdun bu çocuktan on çocuğu olur.
Destanda anlatılanların bir benzeri romanın 169. sayfasında şöyle tasvir edilmiştir:
Kurt , Ece’nin sağlam omzunu dişledi, onu kenara çekti. Çocuğun kesik ayağını yaladı. Kan dininceye dek yaladı. Kurt yeri kazıdı, yarayı toprakla kapadı. Kurt çocuğu bel bağından dişledi, kaldırdı. Güneşin doğduğu yere koştu. ... Çocuk gözlerini açtı. Kurt yavaş yavaş yere bıraktı onu; memesini ağzına dayadı. Çocuk memeyi emdi. (ERCİLASUN 2006: 169).

Yaradılış Destanı
Türklerin, dünyanın ve insanların yaradılışı ile ilgili en eski inançlarını içinde barındıran ve Altay Türkleri arasından derlenen bu destandaki “Tanrı Kayra Han’ın dokuz dallı ağaç yaratarak herbirinin altında bir adam peyda etmesi” (GÖKDAĞ 2007:37) motifi romanda Erboğa’nın/ Buğra’nın düşünde şu şekilde yer almaktadır: “... Erboğa Afrika ormanlarına kadar göçmüş-
tü işte. Nil kıyısında koşarken bir ağacın dibine çöktü. Ağaçla konuştu. Ağacın dokuz dalı vardı. Erboğa da bir dalın altındaydı.(ERCİLASUN 2006:101)

Yaradılış destanındaki Tanrı Ülken:
Türk Şamanizm inanışında özellikle Altaylılarda kâinat birçok tabakadan meydana gelmiştir ve yukarı âlem olan on yedi tabaka semayi âlem-i nuru, aşağıda bulunan yedi veya dokuz tabaka âlem-i zülematı ve cehennemleri teşkil etmektedir. (İNAN 1998: 390). İşte bu nur ve ziya âleminin büyük Tanrısı da “Han Ülgen”dir ve bazen de “Kayra Han” olarak adlandırılmıştır (İNAN
1998). Tanrı Ülgen/Ülken de Yaradılış destanında yer almıştır.
Ahmet Bican Ercilasun’un 2BA romanında Tanrı Ülgen/Ülken ve on yedi katlı gök motifleri de bir düş sırasında Erboğa ile oğlu Bayındır arasındaki konuşmada şöyle geçmiştir:
Bayındır,
-Demek ki Nil buradan seyresilmeliymiş baba, dedi.
-Evet, 17. kat gökten; Tanrı Ülken’in makamından.
-Gökler yedi kat değil mi baba?
-Seb’a semâvâtin tibâkaa. Yedi kat gök. Kur’an’da da böyle yazıyor da bizim destanda Ülken niye 17. katta oturuyor; doğrusu ben de bilmiyorum (ERCİLASUN 2006: 113).

Sonuç
Yıllardır verdiği derslerde, yazdığı makale ve kitaplarda dili bilmek için onun tarihini, kültürünü, sosyokültürüel bağlarını da en iyi şekilde bilmek gerektiğini ısrarla vurgulayan Ahmet Bican Ercilasun, “Gülnar” ve “2BA Beden Beyin Akımı” adlı iki romanında Türk destanlarının motiflerinden faydalanarak, Türk tarihinin mühim şahıslarına buralara da yer vererek bu düşüncesini bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Kendisi ve meslektaşları ile birlikte Türk dünyasının durumunu anlattığı Gülnar’da da, yine kendisinden yola çıkarak dilin kökeni için araştırmalar yapan bir ruhun zamanlar arası yolculuklarını anlattığı “2BA Beden Beyin Akımı”nda da arka planda beslendiği kaynak Türk destanlarının kahramanları (Oğuz, Dede Korkut /Ata Kam vb...), millî sembolleri (Kurt, Ergenekon vb...)
ve millî motifleri (dokuz dallı ağaç, Tanrı Kayra, kurttan türeme, Işık Kız vb...)dir. Sonuç olarak bütün bu sembol ve motiflerin iki romanda bazen açık bir şekilde verildiğini ve böylece okuyucunun bilinç altına yöneldiğini söyleyebiliriz.

NOTLAR
(1) Eserdeki şahıs kadrosunun çoğu Türkolojinin tanınmış hocalarıdır. Hocanın bakış açısıyla bize tanıttığı ve adlarında değişiklik yapılarak verilen üniversite
hocalarının bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Mehmet Eryiğit (A.B.Ercilasun), Güneş Eryiğit (B.Ercilasun), Orhan
Nadi Aktaş (O.F.Sertkaya), Doğan Gökmen (F.Türkmen), Suat Serveroğlu (S.Sakaoğlu), Kâmil Aslan (K.Eraslan),
Tarık Töre (T.Tekin), Sami Aşkın (N.Yüce), Soner Aydemir (T.Gülensoy), Ayşe Kılıç (Z.Korkmaz), Bekir Alper
(E.Gemalmaz), Turgut Deniz (D.Yıldırım), Tuğrul Ayhan (T.Günay)... (ARIKOĞLU, Ekrem., “Gülnar Romanında Ahmet Bican Ercilasun”, Selçuk Türkiyat 13. Sayı (Bahar 2003), s. 390-391)
(2) Bkz. Ercilasun, Ahmet Bican, Makaleler/Dil-Destan- Tarih- Edebiyat/ 2007, Akçağ Yayınları. S.433-565

***

KAYNAKLAR
ARIKOĞLU, Ekrem, “Gülnar Romanında Ahmet Bican Ercilasun”, Selçuk Türkiyat 13. Sayı , Bahar 2003.
ERCİLASUN, A. Bican, Gülnar, Ötüken Neşriyat, Ankara, 1998.
ERCİLASUN, A. Bican, 2BA Beden Beyin Akımı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2006.
ERCİLASUN, A. Bican, Makaleler-DilDestan-Tarih-Edebiyat, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007.
GÖKDAĞ, Bilgehan Atsız, ÜÇÜNCÜ, Kemal,. Türk Destanları, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007.
GÜNEŞ, Bahadır, Ahmet Bican Ercilasun Gülnar’da Ne Diyor? A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi (TAED) Erzurum, 2010.
İNAN, Abdülkadir, Makaleler ve İncelemeler I, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1998.

Milli Folklor, s.29-34.

http://www.millifolklor.com/tr/sayfalar/93/03-.pdf


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye