Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Müspet Milliyetçilik Tartışmaları
MesajGönderilme zamanı: 20.03.12, 10:41 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.08.09, 16:40
Mesajlar: 44
Müspet Milliyetçilik

Alperen Gürbüzer


Millet kavramının lügat manası gidilen yol demektir. Bu lügat manasından hareketle bu kavramın dini ve şeriat anlamı da söz konusudur. Zaten Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın birçok yerinde, millet kavramı din ve şeriat anlamındadır, dolayısıyla Müslümanlar “Millet-i İbrahim’ kapsamına girer. Hâsılı Millet sözcüğü Kur’anda din anlamındadır, sonradan dini yönü göz ardı edilerek ulus anlamı yüklenmiş. Oysa Ulus bir inancı belirleyemez, sadece belli soydan gelenleri kapsayan bir sözcük görevi ifa edebilir. Geçen hafta Türklük sorunlu kavram mı? Başlığı altında yazımızda da belirttiğimiz gibi şayet bir kısım aydınlarımız bu tür kavramları kaynağına dokunmadan kullansalardı bu konuda problem çıkmazdı demiştik.

Millet kavramı gerek iman, gerek şeriat, gerekse sosyolojik yönünden tarif ettiğimizde bu kavrama ayrı manalar verildiğini görürüz. Şöyle ki; tutulan, gidilen yol manasına gelen Millet’e imanı açıklama yapıldığında ‘din’i manada tarif edilmiş olunur. Şayet fıkhı yönünden ele alırsak “Şeriat”, toplum açısından incelenirse bugünkü manada kullanılan ‘millet’ tarifiyle karşılaşırız. O halde orta yol bulmak adına millet kavramını toplumun objektif adı, manevi cihetiyle de sübjektif adıdır diye tarif edilebilir. Hatta maşeri vicdanın ve toplumun ortak noktalarda buluştuğu yola da millet diyebiliriz. Ancak müşterek noktalar kritik edildiğinde müspet de olabilir, menfi de.

Millet kavramını sosyolojik manada sınıflandırmaya tabi tuttuğumuzda şu kategoriler ile karşı karşıya kalabiliriz: Kitle, grup, ümmet ve millet vs.

Dini açıdan milliyet kavramını incelediğimiz de ise Bediüzzaman’ın ifadelerini esas alıp, yani Millet-i İslamiyye ve Millet-i Küfriyye diye tasnif edebiliriz.

Kutsal kitap gönderilmiş milletlere ehli millet(kitap ehli) denilir. Kitap ehlinin her biri ayrı ayrı zikredildiklerinde ise yine kendine özgü milletler topluluğu karşımıza çıkar, tıpkı İslamiyet, Nasraniyyet ve Yahudiyet tasnifinde olduğu gibi.

Fakat Ehli Kitabın dejenerasyona uğramasından sonra, Kur’an; Kitap ehlini yani ehli milleti, Millet-i İslamiye’ye çağırmakla kalmamış, onları Hanif olan Millet-i İbrahim şemsiyesinin altında cem olmaya davet etmektedir. Yani, dinimiz ümmet şuuru içinde birlikteliği ön görmektedir. Dilde, fikirde birliktelik olabileceği gibi, din gibi büyük bir daire etrafında bir olmak da pekâlâ mümkün. Zaten dilleri, renkleri ve yaşayış biçimleri farklı olan milletlerin Kâbe etrafında halka oluşturarak kardeşlik şuuru içerisinde tek yürek, tek kalp olması bu durumu teyit ediyor. Kuran-ı Kerim; “Dillerinizin ve renklerinizin ayrı olmasında hikmetler vardır” derken buraya işaret etmektedir. Demek ki; ümmet kavramı, imanı kökten(fıtri) gelmektedir. Şöyle ki; farklı meşrep ve kimlikte olan toplumların, grupların, fertlerin, hatta değişik ülkelerden gelen insanların Kâbe etrafında hep birlikte ‘Lebbeyk allahumme lebbeyk’ demesi bu durumu ispatlamaktadır. Hac, ibadeti aynı zamanda İslam âleminin ortak paydalarda buluşabileceğinin (Büyük birliğin) en kalıcı adresidir. Ferdi manada imam(lider) ne ise, büyük topluluklara nazaran da ümmet de odur. Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’ın Hucurat Süresin de; “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra, da birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık” buyurarak hem iç içe dairelerden oluştuğumuzu, hem tanışma esprisini, hem de sosyal dayanışma dediğimiz birçok alanda birlikte hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.

Her Toplumun kendi iç bünyesinde alt daireleri vardır. Bu durum çoğu kez dernek, kuruluş ve cemaatler olarak ortaya çıkar ve bunlar genellikle bir önderin etrafında teşekkül ederler. Nasıl ki, askeri teşkilatlarda, bölük, tabur, alay ve tugay gibi küçük alt birimden büyük birime doğru yapılanmalar var ise, beşeri planda da buna benzer büyük entegrasyonlar söz konusudur. Alt birimlerin varlığı sanıldığının aksine ayrıcalık değil, bilakis kendi aralarında münasebetlerin daha koordineli ve aralarındaki işlerin kolay kılınması açısından büyük birlikteliğe yol açmaya matuf birimlerdir. Milletin bünyesinde yer alan alt birimlerin bir arada olmaları birbirini inkâr manasında algılayamayız. Öyle mana vermeye kalkışırsak, yeryüzünde başka ırktan veya alt kimliğe sahip tek bir insan kalmayacak tarzda birbirimizi boğazlamamız gerekiyor. Bakın Bediüzzaman bu meseleyi nasıl izah ediyor, diyor ki:

“- Şu ayet-i kerimenin (Hucurat Süresi) işaret ettiği tearuf ve teavün düsturunun beyanı için deriz ki:

Nasıl ki, bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, ta takımlara kadar tefrik edilir. Ta ki, her neferin muhtelif münasebeti ve münasebete göre vazifeleri tanınsın, bilinsin, ta, o ordunun efratları, düstur-u teavün altında hakiki bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri adanın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam, bir bölüm bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.

Aynen öyle de, heyet-i içtimaiye-i İslami’ye büyük bir ordudur; kabail ve tavaife inkısam edilmiş. Fakat bin bir adedince ciheti vahdetleri var:

Halik’ları bir, Rezzak’ları bir, vatanları bir-bir, bir bir, binler kadar bir, bir…

İşte bu kadar bir birler uhuvveti, muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek, kabail ve tavaife inkısam, şu ayetin ilan ettiği gibi, teasuf içindir, teavün içindir; tenakur için değil tehasum için değildir” (Mektubat-Said Nursi S.250-251))

Anlaşılan Bediüzzaman milliyet kavramını izah ederken; müspet milliyet ve menfi milliyet diye iki kategoride tanımlar. Batının içimize attığı truva atlarından biri de menfi milliyet tohumudur. Menfi milliyet kavramı bünyemizde yaptığı tahrifat sonucu Müslümanlar arasında birbirlerini düşman görme eğilimi doğmuştur. Kendi milletini üstün görüp, başkasını küçük görme diye de tarif edebileceğimiz menfi milliyet saplantısı büyük entegrasyona gidilen yolda en büyük handikabımızdır maalesef. Üstelik ırkçılık cereyanı bu üstünlük duygusundan beslenmektedir. Bu ırkçılık cereyanına Kur’an-ı Muciz’ül Beyan hamiyet-i cahilliye, unsuriyet ve kavmiyet olarak ifadelendirmektedir. İçice olan insanlık daireleri, birbirlerini imha etmek için değil tabiî ki, bilakis organize daireler halinde büyük daire oluşturmak için vücuda getirilmişlerdir. İç içe daireleri yıkmaya yönelik her hareket unsuriyet perverliği doğurarak ırkçılığı körüklemektedir. Ki; Allah Resulü (s.a.v.); “İslamiyet asabiyet-i cahiliyesi kesip atmıştır. Müslüman olduktan sonra, Habeşli bir köle Kureyşli bir efendi arasında hiçbir fark yoktur” beyan buyurmaktadır. Veda hutbesinde de üstünlüğün ancak ve ancak takva ile olabileceğine işaret edilerek milletlerin ilayı kelimetullah (Allah adını yüceltmek) için hizmette ve takvada yarışa teşvik etmektedir yüce peygamberimiz. Kısır çekişmeler, takva dışı birtakım suni şeyler için üstünlük taslamayı, kati suretle İslamiyet reddeder. Hâsılı milletin bağrında taşıdığı dairelerin var oluş gayeleri birbirini yok etmek için değil, tam aksine temel esas takvada yarıştır. Ebedi kardeşlik kavgayla mümkün değil zaten.

Emeviler, Emevi olmayanlara Mevali(azatlı köle) gözüyle baktıklarından dolayı ittihadı İslam’a sekte vurmuşlardır. Bu yanlış uygulamalara tepki gösteren Hz. Hasan (r.anh) İle Hz. Hüseyin (r.anh) Emevi kılıçlarına maruz kalarak şehit olmuşlardır. Emevi ırkçılığı her şeyin üstünde addedilerek İslami kardeşlik şuuru dışlanmıştır. İslami siyaset yerine menfi milliyet siyaseti izlenince, Arap asabiyetçiliği İslami devlet anlayışının yerine galebe çalmıştır. Diğer kavimleri Mevali görmek onları rencide etmiş ve İslam adaleti yerine milliyet-i adalet ikame olmuştur. İşte Hz. Hüseyin (r.anh.) bu durumu bozulma olarak görmüş, böylece mücadelesini rabıta-i diniye (dine bağlılık) üzerine tanzim ederek şahadet şerbetini içmiştir bu yüzden.

Menfi milliyet fikri her devirde çıban rolü üstlenmiş ve milletlerin helakine de yol açmıştır. Osmanlı’da son dönemlerinde yaşanan vahdet şuuru yerine ırkçılık cereyanına itilmesi çöküşünü hızlandırmıştır. Çünkü Devleti Aliye adeta kavimler haritasında müteşekkildi. Fransız ihtilalinden sonra hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları, Osmanlı içinde yaşayan farklı milliyetlerin kan bağına dayalı milliyetçilik heveslerini harekete geçirerek, büyük birlikteliğin dağılması sürecinin başlamasına sebep olmuştur. Irkçılık damarları kaynayan milletler Osmanlı’ya başkaldırarak birlikteliği baltalamış, derken beraber ağlayıp, beraber gülen ve her alanda birlikte hareket etmek yerine terkedilmişlik duygusu baş tacı yapılmış ve ardından çöküş de kaçınılmaz vaziyet almıştır. Nitekim artık bu gidilen yolda pişman olup, geriye dönüşte söz konusu olamazdı. Çünkü sosyolojik bir gerçek vardı ortada: Bağımsız milletler veya Ulus devletler gerçeği diye. Öyle ki dünya yeni bir çağın eşiğine gelmişti. Zira İmparatorlukların dağılması uluslaşma sürecin meydana getirmişti.

Madem vahdet(birlik bilnci) şuuru yok, o halde yapılacak olan müspet milliyet şuurunu milletlerin hafızasına yerleştirmek olmalıdır. Her ferdin milletini sevmesini hoşgörüyle makul karşılayıp, başka milletlere ateş püskürmeye ve kaba sözler sarf etmeye, düşman gözüyle bakmayı gerektirmeyeceğini cümle âleme ilan ederek dışımızdaki topluluklarla da işbirliği ve dayanışma içerisine girmek en akılcı yol olacaktır. Resulüllah (s.a.v.)’in, “Kişi kavmini sevmekle suçlanamaz” hadis-i şerifini bu anlamda değerlendirmeliyiz. İslami bir şuurla insanın milliyetine mensubiyet duygusuyla sevmesi müspet milliyetçilik olup, şayet ırk şuuru ile milliyetine sevgi beslenilirse menfi milliyetçiliğin kapısı aralanmış olacaktır. İslam adına her şeyi sevmek güzel bir meziyet, bunda kuşkumuz yok. Yunus Emre bu anlamda ‘Yaratılanı sev, Yaradan da ötürü‘ diyerek buna işaret etmektedir. Her şeyin başı Allah Rızası duygusudur. Rıza-ı Bari için hem insanı, hem ailemizi, hem akrabamızı, hem milletimizi, hem de bütün İslam Âlemi’ni seveceğiz. Rıza-ı Bari dışında sevme duyguları, insanı kuru cihangirlik davasına iteceği aşikâr. Niyetimizi ‘ilahi ente maksudu ve rıdaike matlubu (Ya Rab! Maksadım sen, amacım senin rızanı kazanmak)çerçevesine oturtarak ila’yı kelimetullah ülküsünü ülkü edinebiliriz pekâlâ.

Müspet milliyet duygusunun çerçevesini Said-i Nursu Hz.leri şöyle çizer: “Şu müspet fikri milliyet, İslamiyet’e hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli; Çünkü İslamiyet’in verdiği kardeşlik içinde uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir. (Mektubat, S.299 Sözler Yay.1981 İst)

Bediüzzaman’ı Kürtçü ithamıyla küçük düşürmeye çalışan menfi milliyetçilerin feveranlarına rağmen, O farklı bir metotla Türk milletini överek hakkını teslim etmiştir:

“İşte, ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri, bin senedir Kur’an-ı Hâkim’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’an’ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’an’a ve İslamiyet’e kala yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı def ettiniz. (Mektubat, Sahife 299-300)

Evet, müspet milliyetin ruhunu İslamiyet oluşturur. Farklı milliyetlere mensup milletlere; ‘inanıyorsanız kardeşsiniz” prensibinde birleştiren iksirin adıdır İslamiyet. Müslümanlar ayrı ayrı millet daireleri oluştursalar da İslamiyet çimentosuyla birbirlerine husumet duymamalı. Bir İslam Ülkesinde farklı milliyete sahip sayıca az Müslüman topluluklar çoğunlukta olan Müslüman milliyete eşittirler. Çünkü Müslüman Müslüman’a karşı azınlık addedilmez ve farklı muameleye tabi tutulamaz da. İslam’ın hâkim olduğu coğrafyada azınlık muamelesi sadece gayr-ı Müslimlere yapılır. Zimmîler bu ülkenin asıl vatandaşı olamaz, ama ırkı ne olursa olsun kelime-i şahadet getiren her Müslüman İslam ülkesinin aslı sahibidir. Bu yüzden Osmanlı asli unsurlara milleti hâkime demiştir. Soy sop faslı mevcut kimliklere üstünlük ve asliyet kazandırmıyor, asliyet ancak ve ancak Müslüman olmakla mümkün.

Velhasıl; gerçek milliyet şuuru veya milliyetçilik, İslamiyet dairesi içinde mecz olmuş ve İslamiyet’e hadim milliyet anlayışı esastır. Yani, İslami ölçülere ters düşmeyecek milliyet ve milliyetçilik şuuru kabulümüzdür.

MİLLİ ŞUUR

Biz; ‘‘müspet milliyetçiliği” şiâr ediniriz. Avrupa’nın içimize attığı ‘’menfi milliyetçilik” tohumları bizi bağlamaz. İslâm’a köle ve hadim (hizmet) olmaya namzet bir milliyetçilik her zaman kabulümüzdür.

Fransız ihtilalini müteakip tüm dünyada gelişen milliyetçilik akımları, batı’dan ithal olduğu bir sır değil artık. Avrupa’da kilise sultası sükûnet bulunca, milliyetçilik sahneye çıkıverdi. Avrupa’da dalga dalga yükselen milliyetçilik akımı kendi coğrafyamıza da sıçrayarak şemsiyemiz altında yaşayan mevcut kavimleri tahrik etmiş ve böylece Batı fırsattan istifade, menfi milliyetçilik Truva atını içimize konuşlandırarak Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmayı başarmışlardır. Gerçekten de bu durum bağrımızda yaşayan kavimlerin milliyetçilik reflekslerinin canlanmasına neden olduğu gibi, her birinin bağımsız devlet olma isteklerini de perçinlemiştir. Oysa Osmanlı’nın üç kıtada hükmetmesinin sırrı vahdet(Birlik) bilinci idi. Nitekim bütün ırklar vahdet şuuru içinde altıyüz sene bir arada yaşamayı başarmışlardı. Osmanlı çokluk içinde birliği sağlayan tek cihangir devletti çünkü. Maalesef, Batıdan toprağımıza sıçrayan menfi milliyetçilik rüzgârları bir anda ‘’birlik beraberlik” şuurunu silip süpürmüş, netice-i itibariyle geldiğimiz nokta ise; Sakarya!

F.Grenard; ‘‘Osmanlı hiç bir zaman milliyetler zıddiyetini yaratmamıştır” diyerek, Osmanlı’nın uzun seneler bu şuurla ayakta kaldığının gerçeğini vurgulamıştır. Dolayısıyla Osmanlı; çeşitli kimliklere sahip azınlıkların birbiriyle bütünleşmiş ve aynı kilimin desenlerinin görüntüsü tarzında şekillenmiş topluluklardan meydana gelen cihanşümul bir devlet diye tarif edilebilir. Fakat bu birlik kilimi XIX. yüzyılda hızla yayılan menfi milliyetçilik rüzgârları sayesinde Osmanlı’nın hem vahdet şuurunun hem de ümmet anlayışıyla çatışması sonucunu doğurduğu gibi sosyal bir hareket olarak milliyetçilik akımının ortaya çıkmasını sağlamış, böylece ortaya çıkan bu cereyan yeni bir devletin kurulmasına zemin hazırlayarak ulus devletin doğmasına yol açmıştır. Aslında değişen devlet değildi, yeni bir anlayış kalıbına geçişti sadece. Nasıl ki Osmanlı, Selçuklunun bir devamı idiyse, Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı’nın bir devamı niteliğindedir. Dolayısıyla Cumhuriyeti Osmanlı’dan ayrı değerlendirmek abesle iştigaldir.

Anlaşılan Milliyet fikri tarihin derinliklerinde bir nüve, ortaçağlarda bir filiz, zamanımızda da doruğa ulaşmış bir akım olarak yoluna devam edeceğe benziyor. Zira Milli Şuur, önceleri Roma’nın yıkılışı ve parçalanması sonucu meydana gelmiş, sonra Ortaçağ’da canlanmaya başlamış, Rönesans’tan sonra da hız kazanmıştır. Kelimenin tam anlamıyla, asri milletler, Ortaçağ’da Roma’nın parçalanmasıyla vücut bulmaya başlamışlardır. Yani bu parçalanmanın modern anlamda milletlerin doğmasıyla birlikte milliyet duygusunun doğmasına da vesile olmuştur diyebiliriz.

Orijinal bir Mısır kavmine, ancak antikite(ilk çağ) çağında rastlayabiliyoruz, fakat tam gelişmiş halde değil tabiî ki. İran ise o çağlarda bir dağınık manzara arz eder. Hakeza Akdeniz Avrupa’sında da Yunan, Atina ve Isparta gibi siteleri görmek mümkündür. Bütün bu tohum veya site görünümü veren teşekküllerin ‘‘asri millet” kimliğine kavuşması yukarda da belirttiğimiz gibi Roma’nın parçalanıp dağılmasıyla gerçekleşebildi ancak. Görüldüğü gibi milli oluşumların yapılanmaları birden ansızın doğmamış, tarihi bir süreç içinde yavaş yavaş ortaya çıktığı anlaşılıyor.

Sebepler zinciri üst organizasyonların doğmasına yol açmıştır. Nasıl mı? Mesela Bizans’a ‘’Helenizm” şuuru veren en önemli etken, sürekli Türk, İran ve Araplarla karşılıklı yapılan savaşlar veya kendi aralarındaki mücadelelerdir. Bu savaşlar sayesinde İstanbul çevresinde milli şuuru halkası oluşabilmiştir. Demek ki; savaşlar bir noktada milli duyguların perçinleşmesine sebep olabiliyor da. Nitekim İspanya sürekli Araplarla yaptığı savaşlar sonucunda milli şuur kazanabilmiştir. Hakeza yine İngilizlere şuur kazandıran ruh hali, Elizabeth’den sonraki devrede İspanyollarla yapılan savaşlar olup, bu savaşlar neticesinde İngiltere Kraliyeti doğdu nihayet. Demek ki her alanda sebep-netice ilişkisi esas olduğu gibi, milliyet şuurunun gelişmesinde de sebep netice ilişkisi geçerli akçeymiş meğer.

Ortaçağ sonlarına şöyle bir göz gezdirdiğimizde Batının en medeni ülkesi İtalya’dır. Fakat XIX. asır sonlarında Venedik, Milano, Cenova ve Floransa arasındaki beliren iç kavgalar ve çekişmeler bu medeni yapıya gölge düşürmüş, derken bu ülkeleri birlik şuurundan mahrum bırakmıştır. Dante, bu gidişata dur demek için; ‘‘Milli İtalya dili” tılsımını ateşlemiştir kitlelere. Onun bu çıkışı yeniden milli şuur etrafında adımların atılmasını sağladı. Bu yüzden Dante, Batı klasiklerinin remzi olmuştur.

Almanlara da milli duyguyu veren olay; Romen-Cermen ihtilaflarıdır. Protestanlığın dirilmesinde önder olan Luther’in İncil’i Almancaya çevirmesi de işin tuzu biberi olmuştur. Daha sonraki devrelerde ise milli duygular Nazizm’in ırkçılığına dönüşecektir.

Bizimle birlikte yaşayan Balkan devletlerine baktığımızda; Bulgar ve Sırplara milli şuur veren hadisenin Osmanlı’nın Balkan savaşlarında istilaya uğramasından kaynaklandığını görürüz. Vahdet şuurumuz, Balkan devletlerinin birer birer ayaklanması ile milliyetler tezadına dönüşmüştür maalesef.

Fransız ihtilalinin neticesinde ‘‘Hâkimiyet milletindir” prensibi doğmuş, bu slogan XIX. Asrın birinci yarısından sonra meyvelerini vererek Roma, Yunan, Sırbistan gibi tek çatı altında yaşayan ülkelerin bağımsızlıklarını elde etmelerini sağlamıştır.

Artık XIX. asrın sonlarına doğru iyiden iyiye, önceleri kıvılcım, sonra alev alan ‘’Milli Şuur” ruhu koca bir ateş meşalesi haline gelerek dünyanın gündemine girebilmiş, hatta milliyetçilik kavramı etrafında kürsüler kurulmasının yanı sıra, bu meşale bir fikir, bir akım, bir kaide ve kurallar manzumesi haline gelmeye başlamıştır. Milli devlet temaları dünya gündemine iyiden iyiye yerleşmiş ama daha sonraları dünya ölçeğinde gelişen küreselleşme dalgası milliyetçiliğin hızını azalttığı da ayrı bir vaka. Bu arada şunu belirtmekte yarar var; her ne kadar dünyada birtakım değişik adlar altında bloklar kurulsa da, asıl itici gücün milli şuur olduğu da gözlerden kaçmıyor. Çünkü oluşturulan paktlara katılan her ülkenin temsilcileri, katıldığı platformlarda önceliğini kendi ülke çıkarlarını hesaba katarak tavır sergiliyorlar. Oluşturulan birlikteliklere şeklen küreselleşme denilse de aslında iyi incelendiğinde özünde ülke menfaatlerinin ön planda tutulduğu anlaşılıyor.

Ümmet şuurunun en parlak birim olmaya yaklaştığı an ise ‘‘Haçlı Seferleri” dönemidir diyebiliriz. Fakat bu ümmet bilinci, belli bir dönem itibarıyla sınırlı kalmış, yani millet kavramı kadar uzun uzadıya kalıcı olamamıştır. I. ve II. Dünya savaşlarında görülen ittifak, ya da itilaf adı altında bloklaşmalarının temelinde devletçilik şuuru hâkimdir. Çünkü bloklaşma ile bir araya gelen ülkeler nihayetinde kendi âli menfaatleri denilen çıkar ilişkilerine göre savaşmışlardır. Kurulan ittifaklar belli bir amaca ulaştıktan sonra tekrar köylü köyüne, evli evine misali dağıldıkları gözlemlenmiştir. Nitekim Varşova paktı çöktü, diğerlerinin de uzun ömürlü olacaklarının garantisi yok, NATO ve AET gibi bloklar zaman içinde eriyebiliyor da. Bolşevik ihtilalinden sonra “sınıf şuuru” unutulmuş, yerini Rus milli menfaatleri almıştır. Zaten sınıf milletin bütünü değil bir parçasıdır. Öyle görünüyor ki, tarihin temel yürütücü birimi önümüzdeki yıllarda da milliyetçilik olacak gibi. Ama Ümit ederiz ki milliyetçilik şovenliğe dönüşmez. Şu günlerde global ve evrensellikten dem vurulsa da, evrensellik her nedense hep şekilde kalıyor, asıl niyet ve içgüdü kanaatimce milli menfaatte odaklanıyor galiba.

Batı cenahında böyle olurken, acaba doğu nasıl durumda derseniz; mesela Araplar ve Berberiler, dünyanın gidişatının tam tersi bir görünüm veriyorlar. Nasıl mı? Şöyle ki; söz konusu ülkeler Millet olma şuuruna erişemediklerinden bölünmüşler ve şu isimlerle anılmaktalar:

-Şeyhlikler, Krallıklar, Emirlikler, Cumhuriyetler vs. diye. Her ne kadar tarihte Arap dünyasında görülen kabile çatışmalarını milliyet çerçevesinde değerlendirilmese de, Emeviler’de görülen Mevalilik, yani Emevi dışındakilerin azadlı köle görme düşüncesi, bir nevi ırkçılık hareketi olarak değerlendirilebilir pekâlâ. Öyle ki, Emeviler ibadetlerde bile, Emevi imamın arkasında namaza durulur esası getirmişlerdir. Oysa dinin milliyeti, ırkı olmaz.

Savaşların tek başına milliyetçilikten kaynaklandığını söylemek de yanlış olur. Böyle olsaydı savaşlardan önce milli oluşumların olması gerekirdi. Ama şunu söyleyebiliriz; milli şuur ve milliyetçiliğin doğuşunda savaşların büyük bir rolü olduğu muhakkak. Şu bir gerçek tarihin derinliklerine indiğimizde site kavgalarında bile aynı kavmin şehirleri birbirleriyle mücadele içinde oldukları görülecektir. Hakeza din savaşlarında aynı soy içinde kan davaları söz konusuydu. O tarihlerde milliyet kavramı yoktu, ama insanlar çeşitli bahaneler ve sebeplerle savaşıyorlardı. Savaşlara neden olan amiller ne ise, dinleri, dilleri ve daha sonraları milliyetçiliği doğuran sebepler de aynıdır. Allah’ü Teâla (C.C.) her şeyi bir sebebe bağlamış çünkü. Tıpkı bulutu yağmura vesile kıldığı gibi. Zira Hiçbir şey gökten zembille inmiyor.

Milliyetçiliğin zıddı, elbette ki emperyalizm olgusudur. Emperyalizm dallanıp budaklandıkça aynı oranda milliyetçilik de gelişecektir. Her iki unsurda birbirlerinden beslenen yapışık ikizlerdir adeta. Türk halkının Kurtuluş savaşını zaferle noktalamasının altında yatan gerçeklerden biri de, azgınlaşan emperyalizme karşı verilen tepkilerin oluşturduğu engin ruhtur. Milli Kurtuluş mücadelesi aynı zamanda ulus devletine geçiş olup bir anlamda milliyetçiliğin dirilişidir. Bugün devletimiz Milli mücadelenin zaferi neticesinde milli karakter kazanmıştır. Elbette milliyetçi olacağız, ama bizim milliyetçilik anlayışımız, başka milletlere zulüm, baskı ve sömürmek manasında olmayacak asla. İstesek de ırkçı olamayız, çünkü sevgi denen iksir genlerimize işlemiş. O halde Milliyetçilik kavramını şekilcilikten çıkarıp öz manada, yani Bediüzzaman Said-i Nursinin dilinde; ‘‘müsbet milliyet” adını alan milliyetçilik tarifini esas almalı.

Şu da bir gerçek; dünya üzerinde ne kadar millet varsa bir o kadar da millet tarifi yapmak mümkündür. Şöyle ki;

-ABD: Anayasa’ya bağlılık ve Amerikan vatandaşlığı ilkesini esas alarak,
-İsveç: Ortak vatan, ortak tarih ülküsünü şiar edinerek,
-İsrail: Din ile beslenmiş İsrail idealini savunarak,
-Hindistan: Kozmopolitlik manzara içinde bir arada yaşama amacını taşıyarak,
-Fransız: Kültür birliği etrafında bir arada bulunmak olarak,
-Alman: Soy birliğine önem vererek,
-İrlanda: Soyu esas alarak tarif yaparlar.

Hâsılı mensubiyet şuuru her ülkenin kendi ortak paydalarında buluştuğu noktalarda meyve verebiliyor.

Görüldüğü gibi her millet kendi menfaatine ve çıkarına uygun tarifini yapmaktadır. Bunda da haklıdırlar. Çünkü milletler ancak ortak paydalarda bir arada durabiliyorlar.

Bizim Türk Milleti olarak diğer milletlere nazaran avantajımız, daha çok ortak paydalarımızın olmasıdır. Coğrafyamızı da bir takım etnik alt kimliklerin olması millet olmamıza gölge düşürmeyecektir, bilakis etnik ayrılıklar ayrılık sayılmaz bir bütünün, yani millet olmanın zenginliğidir. Etnik ayrılıklara farklı gözle bakmamalı ve bir milletin zenginliğini ortaya koyan unsurlar olarak telakki edilmelidir. Etnisiteleri durduk yerde kaşırsak o zaman problem var demektir. Her şey kendi mecrasında, doğal akışına bırakmakta sayısız faydalar var. Yetmiş iki millete aynı gözle bakan bir necip millete de bu yakışır zaten. Çünkü hepimiz aynı kilimin desenleriyiz.

MİLLET KAVRAMI VE ÜMMET

Ana baba ve evlat bir arada ‘’aileyi”, ailelerin bir araya gelmesiyle ‘’Oymaklar”, oymakların birleşmesiyle ‘’kavimler”, kavimlerin genişlemesiyle ‘’imparatorluklar”, imparatorlukların dağılmasıyla da ‘’milletler” meydana gelir.

Arapçada ‘’millet” kavramı ‘’melle” kökünden gelip, birçok manalar ihtiva etmektedir;

-İzlenilen yol,
-Sünnet,
-Şeriat,
-Tarikat,
-Esas,
-Din vs.

Birde “Ümmet” kavramı vardır ki, bu kavram Kur’an-ı Kerim’de birçok anlamlarda kullanılmıştır:

-Kavim anlamında,
-Topluluk,
-Sayılı yıllar,
-Hayvan türleri,
-Akrabalık bağları,
-Ortak paydada birleşen insanlar vs.

Bugün sosyolojik olarak kullanılan ‘’Millet” kavramı daha çok İslâm toplumunun objektif adı, ümmet ise sübjektif adıdır. Arapça birçok manalar içeren ‘’millet” kavramı ile Kuran’da değişik manalara gelen ‘’Ümmet” kavramı günümüz kriterlerinden çok farklı. Gelinen noktada Hıristiyanlığın hayattan ayrı düşünülmesi, bir Hıristiyan milletinden değil, ancak Hıristiyan cemaatinden söz edilebilir ancak. Çünkü Batı ‘‘Sezar’ın hakkı Sezar’a, İsa’nın hakkı İsa’ya” beyanıyla dini devletten soyutlanmıştır. Bu tutum tabiî ki millet olmaya manidir. Oysa İslâmiyet hayatın bütün alanına hükmünü koyduğu gibi, devletle ilgisi olması bakımından dolayı millet olma vasfını da inkâr etmez. Fakat burada İslâm’a milli bir veçhe verdiğimiz anlamı çıkmasın. Baştan da belirttiğimiz gibi Millet kavramı sosyolojik manada kullanıldığı müddetçe, İslâm toplumunun dış görünüşü ile alakadar bir kavram özelliği kazanacak, iç muhtevasını da ancak ‘’ümmet” kavramı oluşturacaktır. Şurası unutulmamalıdır ki; tarihe, dine ve birçok mukaddes değerlere kapalı olarak tarif edilen ‘’Millet” kavramı, İslâm toplumunun kabulü olamaz. İslâmiyet; toplumların ilişkileri açısından ‘’Millet” gerçeğini inkâr etmez, bilakis Allah’u Teâlâ; “Sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye şubeler ve kabilelere ayırdık” (El-Hucurat Suresi ayet 13) diye beyan buyuruyor.

Dinimiz Cihanşümul olup, bütün insanlığa şamil. Dolayısıyla bugünkü manada millet kavramını ancak toplum ilişkileri açısından bir unsur olarak değerlendirilebilir. Nitekim İbn-i Haldun; ‘‘Kavim ve nesillerin başkalığı ve çeşitliliği onların geçinme ve şekil usullerinin birbirlerinden farklı olmasındandır” beyanıyla bu durumu teyit eder adeta. Hâsılı; İslâm toplumunun dış kabuğunu millet, iç kabuğunu da ümmet oluşturur. Millet, bir cemiyet birimi olup, aynı zamanda bağrında ‘’mensubiyet şuuru”nu da taşır. Ümmetin ruhunu ise ‘’din birliği” kapsar. ‘‘İnananlar kardeştir” düsturu, aynı zaman da ümmetin tarifidir. Yine bir başka meselede‘’siyasi ümmet” kavramıdır. Ki bu kavram tek dil, tek bayrak, tek coğrafya içerir ki bu bizim kabulümüz olamaz. Çünkü dinimiz; ‘‘Renklerinizin ve dillerinizin birbirine uymaması Allah’ın ayetlerindendir (Er-Rum /12)” buyurarak milletlerin varlığını reddetmiyor. Her nedense farklı farklı cemaatlerin varlığı kabul edilirde iş millet olmaya geldiğinde neden kabul edilmez doğrusu anlamış değiliz. Üstelik İslâm’a engel teşkil eden bir durumun ortada olmamasına rağmen.

“El-Hucuret Suresi ayet 13” de belirtilen insanların kabileler halinde yaratılmasında ki hikmetler şunlardır:

-Nesebi korumak, akraba ilişkilerini ve sıla-i rahimi güçlendirmek.
-Kabileler arası dayanışmayı ve tanışmayı sağlamak ve aralarında sevgi bağları oluşturmak.
-Toplumlar arası yarışta üstünlüğün maddi ilişkilerde değil, takva da olabileceği şuurunu kazandırmak.
-Bütün toplumların ortak atadan, yani aynı baba (Adem) ve aynı ana (Havva)’dan geldiğinin bilincinin verilmesi vs.dir

İslâm, görüldüğü gibi, kabileleri, kavramları ve daha ileri gelişmiş şekli olan millet kavramını dışlamaz, bilakis milletlerin İslâm’a hizmet yarışında, din şuuru (ümmet) içinde tanışmasını ve dayanışmasını öngörür. Elbette milli din tezine karşıyız. Çünkü İslâm, herhangi bir milletin kabuğuna girecek kadar dar bir din değildir. Dinimiz evrensel ve Cihanşümul’dur. O’na milli özellik vermeye kalkışmak hatadır. Milletlerin İslâm’a ihtiyacı var, İslâm’ın değil. Allah(C.C.) bu dini en güzel şekilde tamamladı ve kıyamete kadar koruyacak olan da yine O’dur.

Millet kavramı ile ümmet mefhumunu karşı karşıya getiren bir takım basiretsiz insanlar, millet ve ümmet kavramlarına değişik manalar vermişlerdir. Şöyle ki; ‘‘İnananlar kardeştir” ilkesini, Müslümanların tek dil, tek bir devlet çatısı altında algılayıp, ‘‘Siyasi Ümmetçiliğe’‘ dönüştürdüler. Oysa bugün dünyada dört dörtlük İslâm devletinin varlığından söz edemeyiz ki; Siyasi İslâm birliğinden de bahsedilebilsin. Bizim İslâm birliğinden kastımız “siyasi ümmetçilik” olmamalı. Müslüman devletlerin kendi aralarında ekonomik, sosyal, kültürel vs. alanlarda işbirliğine gitmesi ve bu yolda birliktelikler kurması bizim tasvibimizdir. Hıristiyan ülkeler, nasıl ki milli yapılarını bozmadan ekonomik, sosyal ve kültürel işbirliği içinde bloklar kuruyorlarsa, pekâlâ biz de, İslâm ülkeleri ile hemen hemen her alanda entegre olmaya ve örgütlenmeye gidebiliriz. İşte bizim İslâm birliğinden anladığımız budur.

Bizim ne Nasr’ın millet anlayışı, ne Mısır ve Arap milliyetçiliği, ne de Baas ırkçılığını esas alan ‘’millet” düşüncemiz var. Öte yandan bir kısım “İhvan-ı Müslim’in” ve “Ezharliler” in savunduğu gibi de, siyasi ümmetçilik bizim kabulümüz değildir. Tüm Milletlerin ‘‘İnananlar kardeştir” şuuru çerçevesinde İslâm’a hadim olmalı(hizmetkâr), hâkim(egemen-temsilci) olmamalı. İşte bizi; Nasır, Baascılardan ayıran İslam’a ‘’hadim” (hizmetkârlık) olma duygusudur. Millet asla, İslâmiyet’in yerine geçemez, geçmemeli de. Ancak O’na hizmet etmekle mükelleftir tüm ülkeler. Mensubiyet şuurunu inkâr eden bir kısım İhvan-ı Müslim ve Ezherliler gibi siyasi ümmetçiler millet gerçeğinden kaçmakla hata ediyorlar. Birliktelik, ancak ortak paydalarda buluşmakla mümkün, İslâm ülkeleriyle en bariz ortak paydamız ‘’din” birliğidir. Din olgusu, sınırların kalkmasını, bayrakların indirilmesini, dillerin iptalini, kültürünün kalkmasını gerektirmez. Bilakis bu farklılıkların İslâmi şuur içinde tüm Müslüman halklarına zenginlik getireceği muhakkak.

Müspet milliyet anlayışımız, İslâm’ın ışığı çerçevesinde millet olmayı yeğler, dinin milli şuura engel olmadığını kabul eden bir görüşü savunuruz Velhasıl; Mensubiyet duygusu bizi yerel ve milli bilincine, ümmet duygusu ise bizi din kardeşliği şuuruna götürür. Her ikisi de gerekli diyoruz. Nitekim bir aydınımızın soyunu inkâr eden soysuz, dinini inkâr eden dinsizdir sözü bilmem meseleyi izah etmeye yeter mi? Fakat bu cümleden hakaret anlamı çıkmasın, soyunu inkârla soysuzluk kimliğine rızalık, dini inkâr etmekle ateist kimliğini kabullenmek olarak algılanmalı.

Vesselam.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Müspet Milliyetçilik Tartışmaları
MesajGönderilme zamanı: 20.03.12, 10:49 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.08.09, 16:40
Mesajlar: 44
Müspet milliyetçilik masalı veya Mehmet Metiner’in yanılgısı

Dr. Levent BİLGİ


Mehmet Metiner ile İstanbul’da yapılan bir kongrede aynı masada bulunmamız vesilesiyle tanışmıştık. Sanırım 3-5 saat Sadık Yalsızuçanlar ve yaklaşık 7-8 arkadaş ile beraber olduk. Mehmet Metiner’in demokratlığını, kıvrak bir zekaya sahip oluşunu orada sevdim.
Masadaki konuşmasından da ciddi bir şekilde istifade ettim, hala bazı cümleleri kulağımdadır.

Ancak Metiner’in 9 Ekim Cuma günkü Star’da çıkan yazısını okuyunca o masadaki bir itirafını hatırlamadan edemedim. Masadaki diğer arkadaşların sunumları karşısında Metiner, “bunları Said Nursi mi söylemiş” diye birkaç defa konuşmaları kesti. Hayretler içinde bazı cümlelerin nasıl da çağımızı bile aşan ifadeler olduğunu söyledi. Ve aydınların, hatta kendisinin bile Said Nursi’yi hakkıyla tanıyamadıklarından yakındı.

Metiner, Star’daki yazısında iyi niyetle bir yanlışı düzeltmeye çalışıyor. Ancak yanlışı düzelteyim derken Said Nursi ile ilgili çok yaygın bir başka yanlışa düşüyor. İsterseniz yazının ilgili bölümünü aynen alalım:

“Etnik aidiyetler üzerinden değer ideolojisi üretmek, buradan hareketle insanlara paye biçmek, dahası ve en fenası bir kısım etnik vatandaşları bir kısım etnik vatandaşlardan temel hak ve özgürlük itibariyle üstte tutmak cahiliye düşüncesidir.
Etnik milliyetçilikler (menfi milliyetçilik), ayrımcı, bölücü ve çatışmacıdırlar.

(İbrahim Kiras’ın kulakları çınlasın. Geçenlerde kaleme aldığı nefis yazılarından birinde menfi ve müspet milliyetçiliğe atıfta bulunmuş, bu ayrımın Amerikalı bir sosyologa ait olduğunu söylemişti. Arayıp kendisini bilgilendirdim. Bu ayrım, bu toprakların en bilge kişilerinden Kürt asıllı Said Nursi’ye aittir. Merak edenler Kürt din bilgini ve mütefekkiri Said Nursi’nin konuyla ilgili yazdıklarına müracaat edebilirler. Bkz. Mektubat, 26. Mektup 3. Mebhas)”

Hiç uzatmadan, çok net bir şekilde ifade edeyim ki “müspet milliyetçilik” ifadesi Nurcular arasında da çok yaygın olan, ancak tamamen yanlış olup, Risalelerde de kesinlikle Said Nursi’nin savunmadığı bir ifadedir.

Nereden çıkmış, nereden taa Mehmet Metiner’e kadar bu derece yaygınlaşmış doğrusu ben de bilemiyorum. Olsa olsa bu da bizim slogan aşklarımızdan biridir. Said Nursi’nin pek çok cümlesini sırf slogan aşkımızı tatmin etme uğruna mahvettiğimizi de yeri gelmişken söyleyeyim.

Hatta hatta bu cümlede olduğu gibi, slogancı karakterimizin yanılgısıyla Risalelerde geçmeyen pek çok cümleyi de bir takım rivayetlerle “ondanmış gibi” inanmayı pek sevdik.

Bunun çok örnekleri var. Hiçbir kaydı olmadığı halde Said Nursi’ye biraz da fısıltı gazetesinin maharetiyle atfedilen sözler var. Bunlardan en meşhurlarından biri “Müspet milliyetçilik”, diğeri Demirel’e atfedilen bir Isparta masalıdır. Tüm Nurcuların bildiği bu masala ait var olduğu söylenen belgeleri 25 yıldır ne gördüm, ne ilgili bir yazı okudum. Ama biz millet olarak, hele fısıltıyla söyleniyorsa, bir şeyin doğruluğuna inanmak için belge filan aramayız.

İkincisini başka zamana bırakıp “Müspet milliyetçilik”e dönersek, Said Nursi’nin kendisinin savunduğu böyle bir sözü, Risalelerin hiçbir yerinde yoktur.
Metiner’in ifade ettiği yere bakarsak orada “menfi milliyet” ifadesi geçiyor. Menfi milliyet saf anlamıyla milliyetçiliktir. Milliyetçilik kelimesi tek başına menfi bir anlamdır. Çünkü çı, çi, çu, çü ekleri dilimizde meslek bildiren eklerdir. Mesleği, yolu, metodu milliyet olmaktır. Oysa aynı yerde Said Nursi, “Müspet ve mukaddes İslamiyet milliyetinin ona ihtiyaç bırakmadığını” söyler.

Türkçede bazı kelimeler mahiyeti gereği olumsuzdurlar. Mesela tepki kelimesi, tepmekten gelir ki, kök olarak olumsuzdur. Yani “olumlu tepki” diye bir ifade olmaz, kullananlar da yanlış kullanıyorlardır. Aynen onun gibi de mesleği milliyet olmak, dinin yerine yerleştirilmeye çalışılan bir ideolojidir. Bir zamanlar dindarlar, hatta Nurcular da “biz de milliyetçiyiz” cümlesini çok kurdular. Oysa milliyetçilik dine ve Nurculuğa tamamen zıt bir akımdır.

Said Nursi’nin en büyük misyonlarından biri de milliyetçiliği, yani cahiliye asabiyetini tamamen kırıp, Arabı, Kürdü, Hintlisi, Türkü ile tüm Müslümanları kardeş kılmaktır.

Hatta Said Nursi, Münazarat adlı eserinde bir adım öteye geçerek, “Ehl-i kitaptan bir hanımın olsa sevmeyecek misin?” diye tersten bir soru sorarak, küfür sıfatlarını üzerinde taşımayan herkesle dost olunabileceğinden bahseder.

Said Nursi menfi milliyet kelimesini çok kullanıyor. Muhtemeldir ki bazıları “Bu milliyetin menfisi varsa o zaman müspeti de vardır” diye düşündüler. Doğrudur, Risalelerde “Müspet milliyet” ifadesi var. Ancak Said Nursi’nin savunduğu bir “Müspet milliyetçilik” ifadesi yoktur.

Müspet milliyet başka, müspet milliyetçilik başka şeylerdir. Müspet milliyet, herkesin kendi milletini sevmesidir. Zaman zaman görüyoruz. PKK’nın vahşetinden bıkan bazı Kürt arkadaşlarımız, Kürt olduklarını söylemekten, konuşmaktan utanır hale geldiler. Hatta Kürt olduklarını saklamak istediler. Oysa Türk, Kürt, İngiliz, Çinli olmayı kimse kendi iradesiyle seçmiş değil. Allah beni bir milletten yaratmışsa, O’nun tercihine saygı duymalı değil miyim? Kendi milliyetimden olan insanları sevmem, ayette belirtilen muavenet için çalışmam utanç bir yana, ırkların yaratılmasında tavsiye edilen, teşvik edilen bir şeydir. Başka ırklara düşmanlığı doğurmadığı müddetçe herkesin kendi ırkını sevmesinde bir sakınca da yoktur.

Oysa müspet milliyetçilik, milliyetçiliği meslek kabul etmek, hayat tarzımız haline getirmektir, ki bu TC’nin kuruluşu ile dinin yerine ikame edilmek için bir devlet politikası haline getirilmiştir.

Emirdağ Lahikasında Bediüzzaman “Zahiren milliyetçiliğin, hakikatte ırkçılık” (s. 394) olduğunu söyler.

Son olarak hiçbir dindar ve Risale talebesi müspet veya menfi milliyetçi olamaz. Mesleği milliyetçilik olan da Risaleye talebe olamaz.

Mehmet Metiner’e de bir efsaneye daha dokunmaya vesile olduğu için teşekkürler!

NOT: Risalelerde milliyetçilik kelimesi geçmiyor demiyorum, ancak Said Nursi’nin söylediği, savunduğu hiçbir yerde müspet anlamda Milliyetçilik (müspet milliyetçilik) geçmiyor. Çünkü milliyetçilik semantik anlamda menfi bir kelimedir, müspeti olmaz.

http://www.risalehaber.com/


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Müspet Milliyetçilik Tartışmaları
MesajGönderilme zamanı: 20.03.12, 10:56 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.08.09, 16:40
Mesajlar: 44
"Müsbet Milliyetçilik" var mı?

Metin KARABAŞOĞLU

Araştırmacı-Yazar


Risale-i Nur'un gereği gibi anlaşılmasının, bazı engelleri aşmayı gerektirdiğini söylemek sanırım mümkündür. Kimi durumlarda, Risale-i Nur'u anlama yönündeki çabalar bu engellere takılır. Bu ise, eksik ve hatta yanlış anlamalara yol açar. Sonuçta, hepsi Risale-i Nur'a atıfta bulunmakla birlikte, birbirinin zıddı olan anlayışlar dahi zuhur eder.

Bu problemi aşabilmek için ise, en başta sözkonusu engelleri tesbit edebilmek, aşılmaları için dikkat ve gayret sarf etmek elzem ve zarurî bir görev olarak belirmektedir.

"Milliyetçilik" konusunun, bu yoğun dikkat ve gayreti gerektiren en kritik konulardan biri olduğu kanaatindeyim. Milliyetçiliği esas edinmiş bir millî devletin millî eğitiminden geçmiş insanlar olduğumuz bir gerçektir. Ve özellikle son on yılda insanların iç dünyasını iki ayrı milliyetçilik akımından birine veya öbürüne meylettiren gelişmeler yaşanmaktadır. Böylesi bir vasatta, Risale-i Nur'un "milliyet" ve "milliyetçilik" meselesine bakışının gerektirdiği bir çizgide durmak, Risale-i Nur üzerinde temellenen yoğun bir tefekkür çabasını gerektirmektedir. En başta sözünü ettiğimiz "engeller"i tesbit ederek aşmak ise, bu çabanın kaçınılmaz bir parçası hükmündedir.

Yolumuzdaki engeller

Bu engellerden ilkinin, Eski Said-Yeni Said ayrımında yattığı kanaatindeyim. Bir asra yakın bir ömür yaşamış olan Risale-i Nur müellifi, bu uzun ve bereketli ömrü içerisinde çok farklı hallere, çok farklı ortamlara, çok ciddî "kırılma"lara ve dönüşümlere muhatap olmuştur. Bu farklı ortamlarda, belağatın özeti olarak belirtilen "mukteza-yı hale mutabık" bir davranış sergilemiştir. Eski Said-Yeni Said ayrımı bir yanda Risale-i Nur müellifinin yaşadığı bir terakkiyi ve dönüşümü gösterirken, öte yanda onun yaşadığı ortamdaki değişmeyi işaretler. Risale-i Nıır müellifinin yazdıklarını gerek şahsındaki bu dönüşümü, gerek yaşadığı ortamda gerçekleşen çok keskin değişimi ihmal ederek ele almak, çok ciddî anlayış problemleri doğurmaktadır.

İkinci bir problem, Yeni Said'in okunmasıyla ilgilidir. Yeni Said, "yalnız ve yalnız imana hizmet hususu"1 üzerinde yoğunlaşmış; "hayat-ı içtimaiye-i siyasiye"den uzak durmuştur. İzahı bu yazının hacmini aşan bu haklı ve hikmetli tavrına mukabil, cumhuriyet idaresince bilmecburiye "hayat-ı içtimaiye-i siyasiye"ye muhatap kılındığı anlar olmuştur. Meselâ, mahkemelere çıkarılmış, birçok tazyike uğramış, hakkında birçok soru ve iftira ortaya atılmış; tüm bunlara karşı iman hizmetini ve Kur'ân hakikatlerini müdafaa için mukabelede bulunma dıırumunda kalmıştır. Bu mahiyetteki mektup ve müdafaalarında doğrudan Risale-i Nur'daki Kur'ânî derslerin ve imanî hakikatlerin muhatabı olan, hakikat taliplerine yönelik "söylem'den farklı bir üslub kullanmaktadır. Îmanî ölçülerden uzak, dünyevîliği yol edinmiş bu "ehl-i hüküm"e karşı konuşmaya mecbur kaldığında, deyim yerindeyse, onların anlayacağı dilden konuşur Said Nursî.2 Bir örnekle açıklarsak, bir talebesine, meselâ Abdullah Çavuş'a veya Hâfız Ali'ye konuşması ile, bir mahkeme reisine, bir emniyet müdürüne veya İçişleri Bakanı Hilmi Uran'a konuşması bir değildir. Çünkü muhatabı bir ve aynı değildir. Bu fark, hikmeten olması gereken bir farktır. İkinci durumda, muhatabının kabul etmediği imanî ölçülere doğrudan atıfta bulunmaktan ziyade, onun dünyasını dolduran "Türklük," "devletin bekası," "asayişi muhafaza" gibi hususlar sözkonusu edilerek konuşulmaktadır. Sözgelimi, Türklüğü meslek edinen bir ehl-i siyasete, Türklere asıl şerefini kazandıran İslâmiyeti ders veren eserlere ve müellifine cephe almanın, mesleğiyle ne derece uyuştuğu sorulmaktadır. Devletin bekasını meslek edinenlere, imansız bir gençlik vücuda getirmeye çalışıp, imanın talimine yönelik eserlere düşman olmanın anarşist, kural tanımaz bir nesli netice vereceği; eğer dâvâlarında samimi iseler Risale-i Nur'a cephe almamaları gerektiği söylenmektedir. Bu bakımdan, özellikle lâhikalarda ve mahkeme müdafaalarında rastlanan bu "söylem," Nur Talebeleri için, "ehl-i dünya"ya, hususan "ehl-i siyaset"e nasıl muhatap olunacağının usul ve üslubunu sunar. Fakat, onlara yönelik bu sözleri, doğrudan Risale-i Nur'un asıl muhatapları için söylenmiş olarak okumak, meselâ Risale-i Nur'un telifini Türklük, devletin bekası veya asayişi temin gibi sebeplerle açıklamak, karşımıza ikinci anlama problemini çıkarmaktadır.

Bu iki problemle irtibatlı üçüncü bir problem daha sözkonusudur. Bu problem, Risale-i Nur'a bir bütün olarak muhatap olma yerine, Risale-i Nur'dan "kendimize göre" seçmeler yapmamızdır. Böylece, "kendimize uygun" düştüğünü zannettiğimiz yerler alınıp, diğerleri devre dışı bırakılmaktadır. Bu ise, dördüncü bir probleme zemin hazırlar: Risale-i Nur'a Risale-i Nur'un terimleri ile değil; kendi terimlerimizle muhatap olmak. Açık bir örnek verecek olursak, Risale-i Nur'un hiçbir yerinde şu içinde yaşadığımız "âlem-i şehadet" için "tabiat" kelimesi kullanılmaz. Kâinat, mevcudat, masnuat, mahlukat kelimeleri, nüanslarıyla birlikte, şu âlemi ifade için kullanılan başlıca kelimelerdir. "Tabiat" ise Risale-i Nur'da reddedilen, mevhum olarak görülen bir mefhumdur. Kâinatı ifade etmez. Bilakis, kâinatta işgören "şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye"ye yanlış olarak takılan bir isimdir. Yanlıştır; çünkü bir Hayy-ı Kayyûm'un daimî tasarrufunu cilvelendiren şu mevcudat alemini, mekanistik ve deterministik bir anlayışla açıklayanların terimidir. Risale-i Nur'da "tabiat" kelimesine yüklenen anlam bu iken, bugün pekçok insan "tabiat"ı yaşadığı şehrin beton duvarları dışındaki her yer olarak görür. Tabiatı böyle tanımlayıp hafta sonları "tabiatı dolaşmak"tan söz eden biri, Risale-i Nur'un kâinat ve tabiat ile ilgili bahislerini nasıl anlayabilir? Sözgelimi, kendi "tabiat" kavramını esas alarak okuduğunda, tabiatı "mevhum" olarak niteleyen Risale-i Nur'u kâinatı madum ve yok kabul eden Vahdet-i Vücut anlayışıyla aynı çizgide görürse, bu doğru mu olur? Bu durumda, "O da bunu anlamış" diyerek mazur görülmesi mi, yoksa "anlamadığı," "yanlış anladığı" hükmüne ulaşılması mı gerekir?

Diğer bir problem, "paradigma"larla ilgilidir. Bu terim, kişinin düşünce yapısını ve düşünme tarzını belirleyen unsurları ifade eder. Sözgelimi, bir Marksistin paradigması "sınıf çatışması"dır, "ekonominin herşeyi belirlediği"dir, "emeğin sömürülmesi"dir. Herşeye bu paradigma ile bakan bir Marksist, Hz. Peygamberin hayatını dahi bir "sınıf çatışması" olarak görür ve "feodalizme karşı bir mücadele" olarak alkışlar. Ele aldığı konunun Fahr-ı Kâinatm (a.s.m.) hayatı olması, o paradigmasmı değiştirmediği sürece, ona imanî hiçbir kemalât kazandırmaz. Bilakis, Hz. Muhammed'in (a.s.m.) her saniyesi ubudiyet şuuruyla nurlanmış nuranî hayatını kendi kısır ve dünyevî nazarıyla kendisi için lekedâr eder. Aynı paradigma problemini başka herşey, bu arada Risale-i Nur noktasında görmek de mümkündür. Nitekim bir "radikal" onu devrimci gibi görmeye çalışırken, bir modernist modernist, bir devletçi ise devletçi diye görebiliyorsa, sebebi budur: yani, her birinin kendi paradigması ile Risale-i Nur'a bakması. Risale-i Nur'un paradigmasmı değil, kendi kafasına yer etmiş paradigmayı esas alması.

Tüm bunlardan sonra, şu söylenebilir. Herkesin kendi paradigmasıyla, kendi tutturduğu yoldan Risale-i Nur'a bakmasına karşı belki söylenecek bir söz yoktur. Sonuçta, böyle biri, kendi bildiğini okuyacaktır.

Fakat, kendimizi Risale-i Nur talebesi tarifi içinde görmeyi arzuluyorsak, "kendi bildiğimizi" değil, "Risale-i Nur'un bildirdiğini" okumamız icab etmektedir. Bu bakımdan, Risale-i Nur'a bir sosyolog, bir modernist, bir radikal, bir milliyetçi olarak muhatap olanlar hanesinde yer almayıp, onu bir Risale-i Nur talebesi olarak okumayı ve ona göre yaşamayı isteyen; niyeti ve özlemi bu olan herkesin, bu engelleri aşması gerekmektedir. Yani, en başta, (1) yaşadığımız asrın, yaşadığımız toplumun ve aldığımız eğitimin-bu arada, bilhassa nefsin dünyamıza aşıladığı paradigmaları aşmamız; (2) Risale-i Nur'a Risale-i Nur'un terminolojisi içinde muhatap olmamız; (3) Eski Said ile Yeni Said arasmdaki, içinde bulunulan ortam ile de kesinlikle ilgili farkı fark etmemiz; (4) Risale-i Nur'un hakaik-i imaniye taliplerine yönelik hitap tarzıyla, "ehli hükûmet," "ehl-i siyaset" ve "ehl-i dünya"ya hitap tarzı arasındaki farkı anlamamız gerekir. Bu hususlar gerçekleşmeyince, iyi niyetli olunsa bile, Risale-i Nur'un tutarlı ve insicamlı tavrının dışında tavırlar gelişebilmektedir. Daha da üzücü olanı ise, bu yaklaşımları geliştirenlerin yalnızca kendi tavırlarını isbat ettiğini düşündükleri bahisleri serdetmeleri, muhalif yaklaşım sahiplerinin de sadece onları çürütüp kendilerini haklı çıkaran bahisleri almaları; her iki halde de bir bütün olarak Risale-i Nur'un rehber alınmamasıdır. Sonuçta, iki farklı yaklaşım kendini isbata çalışırken, ortaya Risale-i Nur birbiriyle çelişik sözler ve tavırlar içeriyormuş gibi bir durum çıkmaktadır.

Nitekim, bugün aynı eserleri okuyup aynı eserlere atıfta bulunarak bir Kürt milliyetçiliği geliştirenlerin de, bir Türk milliyetçiliği geliştirenlerin de mevcut olması; aynı eserlere atıfla devletçiliğin de, devrimciliğin de savunulması ciddî bir bakış ve anlayış probleminin habercisidir. Zannımca, Risale-i Nur ne orada, ne buradadır. Böylesi zıt anlayışlarm sebebi Risale-i Nur'un kendisi değil; ayrılmaz bir bütün olan Risale-i Nur'un kısmen okunması, kısmen üstad ve mürşid seçilmesidir. Ki bu durumda, Risale-i Nur üstad ve mürşid konumundan kaçınılmaz olarak düşmekte; yalnızca kendi görüşlerimizi, ardına sığınarak savunduğumuz bir payanda konumuna düşürülmektedir.

Risale-i Nur'un Milliyete Bakışı

Bu uzun girişten sonra, sözkonusu engelleri akılda tutarak "milliyet" meselesini değerlendirmemiz gerektiğini belirtme durumundayım. Risale-i Nur'u okurken şu veya bu milliyetçiliğin, şu veya bu milliyetin üstünlüğü anlayışının izini üzerimizde hissediyorsak, bunun pekâlâ yanıltıcı ve akıl karıştırıcı olacağının şuurunda olmamız gerekir. Hele hele millî devletler çağında milliyetçiliği anayasanın değişmez ilkesi olarak benimsemiş bir millî devletin millî eğitim çarkından geçmiş isek, bu hususta daha bir dikkatli olmamız gerektiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Risale-i Nur'un milliyet veya milliyetçilik meselesine bakışını anlamamız için gerekli atıf noktası, ne aldığımız eğitimdir, ne âit olduğumuz ırk. Bilakis, Risale-i Nur'un kendisidir. Ki, kendine Kur'ân'ı rehber edinen Risale-i Nur'un en temel esası imandır, ubudiyettir. O milliyet meselesine de bu temel üzere bakmaktadır. Bizim onun milliyet meselesine bakışımız da, aynı temele oturtulmalıdır. Bu konunun Kur'ân felsefe ayrımının ele alındığı On İkinci Söz, Otuzuncu Söz, Yirmi Dördüncü Söz, Otuz İkinci Söz gibi imanî bir tefekkürün temellerinin atıldığı bahislerde bu çerçeveye oturtulması, dikkat edilmesi gereken çok önemli bir husustur.3

"Milliyet"ten kasdımız nedir?

İkinci önemli husus ise, "milliyet" ve "millet" terimleriyle ilgilidir. Bu terimler Risale-i Nur'da ne anlamda kullanılır? Nerede hangi anlamı taşır? Hususan Eski Said'in eserlerinde yoğun bir şekilde karşılaşılan "millet" ve "milliyet" ifadesine yüklenen anlamlar nedir? Yeni Said, "milliyet" ve "millet"ten hep Eski Said'in kasdettiği şekilde mi söz etmektedir?

Bu sorulara cevap bulmak, öncelikle Eski Said'in içinde bulunduğu ortamı anlamayı gerektirmektedir. Eski Said, tanım itibarıyla Şeriata dayanan, "farz-ı kifaye-i cihadı deruhde eden" bir "devlet-i İslâmiye" içindedir. Ve bu devletin, devlet olmanın ötesinde ve üstünde bir konumu da vardır: hilâfet. Dolayısıyla, Eski Said'in içinde yaşadığı coğrafya bütünüyle dârü'l-İslâmdır. Sınırları içinde yaşadığı devlet, bütün Müslümanları temsil eden ve hangi ırktan, hangi kavimden olursa olsun bütün mü'minlerin aynı milletten sayıldığı bir devlettir. Kısacası, hepsi de İslâm milliyetinin mensubudur. Eski Said'in yoğun "milliyet" tanımı ile kasdı budur. Nitekim, sık sık "Milliyetimiz de yalnız İslâmiyettir" diyerek bunu netleştirmektedir.4

Bu bakımdan, Eski Said'in milliyet anlayışını, Türkiye adlı bir millîdevletin (diğer bir deyişle, ulusdevletin) temelini oluşturan ırka, kavme dayalı milliyet anlayışıyla iltibas etmek, çok net bir yanlışlıktır; ve hususan Eski Said'in mesajını bulanıklaştırmaktadır. Bir kez daha vurgularsak, Eski Said din üzerinde temellenen, esasını inanç birliğinin oluşturduğu bir devletin çatısını oluşturan "kudsî İslâmiyet milliyeti"ne atfen konuşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ise, dinin yerine Türkçülüğün ikame olunduğu, "milliyet" ile de Türklüğün kasdolunduğu bir yapıdır. Bu yapının "millî"liği "kudsî İslâmiyet milliyeti"ni ifade etmemekte; bilakis İslâm milleti yerine ırka dayalı bir milliyet anlayışını ikame çabasını yansıtmaktadır. Dolayısıyla, böylesi bir yapının aşıladığı "milliyet" tanımı hiçbir şekilde aynen alınıp Eski Said'in tefekkürüne uyarlanamaz. Meselâ, Eski Said'in "Yaşasın ittihad-ı millî! Yaşasın muhabbet-i millî"5 sözü, bir kavme hasredilerek okunamaz. Açıkçası, bu sözü "Yaşasın Türklerin millî birliği! Yaşasın Türklük sevgisi!" diye okumak imkânsızdır. "Yaşasın Kürtlerin millî birliği! Yaşasın Kürtlük sevgisi!" diye okumak da imkânsızdır. Bu söz "Yaşasın Arapların millî birliği! Yaşasın Araplık sevgisi" diye de okunamaz.

Aynı şekilde, Eski Said'in "Kimin himmeti milleti ise..."6 diye başlayan meşhur sözü, "himmetini Türk veya Kürt kavmine hasretme" şeklinde anlaşılamaz. Zira bu sözün hemen altındaki paragrafta, milleti "kudsî İslâmiyet milliyeti" olarak açıklamaktadır. Bu sözü "Bediüzzaman... terakki hadisesinde milliyetçiliğin yerini vurgulamış olmaktadır. Ona göre milliyetçilik, İslâm ve imanın bir gereğidir ve her Müslümanın tabiî malıdır"7 diye yorumlamanın da imkânı yoktur. Zira, Said Nursî "müsbet milliyet"ten bahsetmekle birlikte, "milliyetçilik"ten hiçbir yerde müsbet bir şekilde bahsetmemektedir. O kadar ki, "Milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar"8 demektedir. Bir insanın "milliyetin mabud ittihaz edildiğini" söylediği milliyetçilik anlayışını, öte tarafta "İslâm ve imanın gereği" görmesi kesinlikle imkânsızdır. Böyle bir yorumlama, farklı bir anlayışın ifadesi olmaktan öte, bir yanlış anlayışın ifadesidir. Ve bu yanlışa düşülmesinin en önemli sebeplerinden biri Eski Said'in milliyet tanımının, bugün genellikle kullanılan ırka dayalı "milliyet" tanımı ile ve dolayısıyla "milliyetçilik"le karıştırılmasıdır.

Bir kez daha vurgulayalım: Eski Said'in milliyet derken kasdı, "kudsî İslâmiyet milliyeti"dir. Millet derken kasdı, Kur'ân'da hususan "millet-i İbrahim" şeklinde ifadesini bulan hangi kavimden olursa olsun mü'minler cemaatidir.

Said Nursî'nin kendi ifadesiyle "Eski Said ile Yeni Said'in beraber yazdığı" ve "Risale-i Nur'un fidanlığı" hükmündeki Mesnevî-i Nuriye'de ise, Risale-i Nur'daki birçok meselenin gerçekten kısa cümleler ve paragraflar içerisinde ele alındığı görülür. Milliyet meselesi de, aynı eserde, Yeni Said'de gelişip serpilecek yeni bir tanımlamaya kavuşur. Yeni Said'in dünyasında, iki ayrı "milliyet" tanımı vardır: (1) Eski Said'in "milliyet" tanımının aynen devamı hükmündeki "müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti," (2) Cumhuriyeti kuran kadronun benimsediği ve eğitim yoluyla hükümferma kıldığı "unsuriyet"e, yani belli bir ırka, belli bir kavme dayalı "menfî milliyet." Bu yeni "milliyet" kavramıdır ki; daha Mesnevî-i Nuriye'de, "Asabiyeti cahiliye gaflet, dalâlet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Onun için milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar"9 dedirtecektir. Aynı eserde, milliyetçilik nübüvvete râm olmayıp emanete ihanet eden "ene"nin bir uzantısı olarak anlatılır. İslâmiyet milliyetine dayalı dârü'l-İslâmda "milliyet"i ırk esasma dayandırma çabasının acı meyvelerinin devşirildiği bir dönemde yazılan Mesnevî-i Nuriye, "ene"yle birlikte, "milletin enaniyeti" kavramını da getirir.10 Bu kavramın, "ene" kavramıyla birlikte Risale-i Nur'da açıldığı; her türlü "asabiyet"in "ene"nin menfî kullanımı paralelinde zikredildiği görülmektedir. "Otuzuncu Söz"de yaratılış hikmetini unutan, fıtrî vazifesini terk eden, kendine mânâ-yı ismî ile bakan, kendini malik itikad eden ve böylece emanete hıyanet eden "ene"nin, kaçınılmaz olarak "asabiyeti nev'iye ve milliye"yi de getirdiği söylenir. Bu asabiyet "o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâl'in evâmirine karşı mübareze eder." Burada, Mesnevî-i Nûriye'nin asabiyet ile milliyetçiliği özdeşleştiren; ve "gaflet, dalâlet, riya ve zulmet" karışımı olarak sunan anlatımıyla tam bir paralellik vardır. Ve mahiyetirıi unutup vazifesini terk eden bu ene "Otuzuncu Söz"de felsefe çizgisi ile özdeşleştirilir. Felsefe ise, Risale-i Nur'da esasen Kur'ân'la karşı karşıya sunulur. Risale-i Nur'da sık sık vurgulanan felsefe-Kur'ân ikilemesi içinde, "menfî milliyet"in ve "unsuriyet"in daima felsefenin bir ürünü olarak vurgulandığı görülür. Nübüvvet yolunda, Kur'ân'ın hikmetinde asabiyet yoktur. Bilakis, Risale-i Nur'un ilk talebesi olan Hulusi'nin yorumuyla, "menfî milliyetçilik hissi yerine... peygamberlere imanı"11 ikame etmektedir-dikkat edelim, "müsbet milliyetçiliği" değil! Bu bâbda, Resul-i Ekremin "İslâmiyet cahiliyet asabiyetini keser atar" hadisi, Risale-i Nur'un birçok yerinde zikredilir. "On Beşinci Mektup"ta ise, hadisin devamı olarak, Hz. Peygamberin "Habeşli bir kölenin bir Kureyşli efendi ile İslâmiyet nokta-i nazarında farkı yoktur" mealindeki sözü de beyan edilir. Ki devamla gelen bu söz, imanî ıstılah içinde "asabiyet" ile kasdolunan hususlar içerisinde Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık gibi kavim ve kabileye dayalı asabiyetlerin başı çektiğinin delilidir. Sözkonusu risalede "Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gidemez. Çünkü, unsuriyetperver bir hâkim milletdaşını tercih eder, adalet edemez..." der Said Nursî. Devamla, yukarıda zikrolunan hadisi kaydeder ve bu hadisin "kat'î fermanı"nın şu olduğunu bildirir: "Rabıta-i diniye yerine, rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse, adalet edilmez, hakkaniyet gider."

Yine aynı risalede, net bir tanım ortaya konulmaktadır: "din ile milliyet muharebesi." Ne var ki, bu açık ayrımı görmeyip, "dini milliyetle takviye etmeye çalışanlar" vardır. Ayrıca, "millet namına, milliyet hesabına, unsuriyete kuvvet vermek fikrine binaen, 'Milleti İslâmiyetle aşılamak istiyoruz' diye konuşanlar da vardır.12 Dillere umumen hakim olan "Müslüman Türk"lük kimliği ve "Türk-İslâm" anlayışı ile sonuçlanan bu teşebbüsün sahiplerini, Said Nursî "tahribatçı ehl-i bid'a" olarak tanımlamaktadır. Tahribatçıdırlar; çünkü, kudsî İslâmiyet milliyetini "mevhum, muvakkat, cüz'î, hususî, menfî.. belki esassız, garazkâr, zulümkâr, zulmanî unsuriyet toprağına dikme" çabası, onu kudsiyetinden koparmak anlamına gelmektedir. Bu teşebbüs "ahmakâne ve tahribkârane, bid'akârane bir teşebbüs"tür. Aynı şekilde, "Millet[fikrin]i İslâmiyetle aşılama" teşebbüsü, "ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyetini, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlama" çabasıdır. Bu çabanın mensupları tahribatçıdırlar; çünkü bu teşebbüs de kudsî ve ebedî Islâmiyet milliyetini kudsiyetinden koparmakta, "İslâm milletini ifsad" etmektedir.

Bütün bu tanım ve tahlillerden, Risale-i Nur'da, bir yanda Eski Said'in "kudsî İslâm milliyeti" tarifinin muhafaza edildiği; öte yanda, yeni rejimin sunduğu "milliyet" tanımına açıkça cephe alındığı görülmektedir. "Milliyet"in müsbet anlamda kullanıldığı bütün bahisler, "kudsî İslâm milliyeti" tanımının esas alındığı yerlerdir. Cumhuriyet rejiminin sunduğu ve bugün tüm zihinlere hakim olan ırk veya kavim temeline dayalı "genetik" bir milliyet anlayışına ise, menfî bir anlam yüklenmektedir.

Milliyetçilik, İman Zaafının Tezahürüdür

Bütün bunlara mukabil, Yeni Said'in mahkeme müdafaalarında, resmî zevatla muhatap olduğunda veya ehli dünyaya karşı, "menfî milliyet"in çok zararlarından söz etmekle birlikte, "Milliyetçiliği terk edin" demediği görülür. Bu tavrının sebebi, Yirmi Altıncı Mektubun Üçüncü Mebhasında net bir şekilde açıklanmaktadır:

"Fikr-i miliyette bir zevk-i nefsânî var; gafletkârâne bir lezzet var; şeametli bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, 'Fikr-i milliyeti bırakınız' denilmez."13[Vurgular bana ait. M.K.]

Buradaki tavır açıktır. Kesinlikle "Milliyet fikri iyidir, hoştur, güzeldir; dolayısıyla kimseye 'Fikr-i milliyeti bırakın' demeyin" şeklinde bir anlayışa ulaşmanın imkânı yoktur. Bilakis, kullanılan ifadeler, Risale-i Nur'un genelinde çizilen tablonun özeti mahiyetindedir: Milliyet fikrinde var olan nedir? Nefsanî bir zevk. Gaflet yüklü bir lezzet. Uğursuz bir kuvvet. Bu tariflerin hiçbirinde "müsbet" bir boyut yoktur. Fakat, yine de, içtimaî hayatlâ meşgul olanlara fikr-i milliyeti bırakınız denilmemelidir. Çünkü, milliyetçilik bir başlangıç değil, bir sonuçtur. Enenin emanete hıyanetinin, nübüvvet çizgisinden sapınanın, felsefe çizgisine saplanmanın kaçınılmaz sonucudur. Temeldeki bir zaafın tezahürüdür. Temeldeki hastalıklardan dolayı milliyet fikrine saplanmış bir insana milliyetçiliği bırak demek, vücudunu saran kanser illetinden dolayı başı ağrıyan bir hastayı, başağrısı ilâcıyla tedaviye kalkışmak gibidir. Veya temeli sarsılmış bir binayı pencere çerçevelerini değiştirerek tamire kalkışmak gibidir. Milliyetçilik, derinlerdeki bir yaralanmanın sonucu ve belirtisidir; tedavisi, derinlerde bir çabayı, imanî bir şuurlanmayı, enenin emaneti bihakkın eda eder hale gelmesini, felsefe batağından kurtulup nübüvvet çizgisine râm olmayı gerektirir. Açıkçası, milliyet fikri imandaki zaafın sonucudur; tedavisi ise, imanın talimi ve takviyesi ile olur. Yani, insan, milliyetçilikten kurtulabileceği âlet ve ilâçları ancak iman dersleriyle bulabilir. Meselâ, kendisiyle aynı soydan olan birinin başarısıyla övünmek bir yanda milliyetçiliğin bir ifadesi olınakla birlikte, öte yanda Kur'ân'ın ders verdiği "Size her ne güzellik isabet ederse Allah'tandır" imanî sırrından gafletin de ifadesidir. Kul kendi üzerinde görünen güzelliği, hayrı Allah'tan bilir ve böylece Ona teveccüh eder, Onun bu ihsanına karşı ubudiyet ve şükürle mukabele eder. Kendi üzerinde görünen, kendisine verilmiş olanı sahiplenmemekle yükümlü olan insanın, kendisiyle yetinmeyip başkasının üzerinde görüneni dahi sahiplenmesi iman noktasında çok ciddî bir hastalıktır. Tedavisi, ancak "biyedihi'l-hayr/Her hayr Onun elindedir" kudsî ilâcıyla mümkün olabilir. Keza, kendi kavminden olan biri ile başka kavimden biri arasındaki bir kavgada kavminin tarafını tutmak; dahası birinin hatasıyla onun kavmini de mahkûm etmek milliyetçiliğin bir ifadesidir. Oysa Kur'ân adaleti emretmektedir. Adaletin iç dünyamıza gerçekten yer etmesi ise, gerek kâinatın, gerek Kur'ân'ın ders verdiği üzere, her fiili ve her emri adalet üzere olan bir Adili Hakîm'e bağlanmakla mümkündür.

"Müsbet milliyet" vardır

Kudsî İslâmiyet milliyeti yerine, Türklük, Kürtlük gibi ırk esasına dayalı milliyet tanımlarının Risale-i Nur'da genelde böylesi bir menfî anlamla yüklü olmasıyla birlikte, "müsbet milliyet" tanımının da kullanıldığı görülür. Bu satırların yazarı, "müsbet milliyet"ten asıl kasdın "İslâm milleti" olduğu kanaatindedir. Nitekim, aynı risalede "müsbet ve kudsî İslâmiyet milliyeti"nden14 söz edilmektedir. Bu sözün velev ki ırka dayalı milliyet anlayışında da "müsbet" cihetler bulunduğu şeklinde anlaşılabileceği düşünülsün, ortada çok ciddî uyarılar ve çok kesin kayıtlar sözkonusudur: "Şu müsbet fikr-i milliyet, İslâmiyete hadim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı.. yerine geçmemeli... Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal'anın taşlarını, kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakâne bir cinayettir."15 (Bu noktada, İslâmı milliyetle aşılama veya güya milliyetle, güçlendirme gibi teşebbüslerin Risale-i Nur'da "bid'a," "tahrip," "ifsad" olarak görüldüğünü bir kez daha belirtelim.)

"Müsbet milliyetçilik" olur mu?

Risale-i Nur'un birçok yerinde "milliyet" meselesi ele alınmakla birlikte, "milliyetçilik" kelimesinin ancak birkaç yerde geçtiği görülür. Bu bahislerin birinde "menfî milliyetçilik,"16 diğerinde "menfî milliyetçiler"17 denilmektedir. Sadece "milliyetçiler" kelimesinin geçtiği iki bahisten birinde "milliyetçiler" "tahribatçı ehl-i bid'a" tanımıyla özdeşleştirilmekte;18 diğerinde ise şöyle denilmektedir:

"Asabiyet-i cahiliye, gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Onun için milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar."19

Bu ifadelerin hiçbirinde "milliyetçi"lik için müsbet bir kullanım sözkonusu değildir. Bununla birlikte, her nasılsa, Risale-i Nur'un milliyetçiliği ikiye ayırdığı, menfî milliyetçiliğe karşı olup müsbet milliyetçiliği tasvip ettiği şeklinde genel bir hüküm çıkarılmıştır. Oysa, Risale-i Nur'un hiçbir yerinde "müsbet milliyetçilik"ten söz edilmemektedir. Sözkonusu olan, "müsbet milliyet"tir ve bununla da hususan "kudsî İslâmiyet milliyeti" kasdolunmaktadır. Ki, Risale-i Nur, "İslâm milliyetçiliği" dahi önermemektedir. Maharetçe geri bir Müslüman saatçi yerine, mahir bir Rum veya Ermeni saatçiyi tercih gibi, "Emaneti ehline tevdi edin" İlâhî emrine dayanan hakkaniyetli bir tavrı sunan Risale-i Nur'un "Müslümancılık" dahi yapmazken, "müsbet milliyetçiliği" sözkonusu etmesi elbette düşünülemez.

Bu makalenin yazarı, en başta belirtilen hususlara dikkat çekmekte ve Risale-i Nur'un tedavisine çalıştığı bir hali âdeta mazur ve meşru duruma getiren "müsbet milliyetçilik" ifadesini aşılması gereken ciddî bir yanılgı olarak görmektedir. Risale-i Nur'da "müsbet milliyet" vardır, "müsbet ve kudsî İslâmiyet milliyeti ' vardır; ama "müsbet milliyetçilik" yoktur. Çünkü, Risale-i Nur, her nevi asabiyetin tedavisine çalışmaktadır. Zira, Resul-i Ekrem (a.s.m.) şu hadisiyle, iman hakikatlerinin kalblerde tam bir ma'kes bulmasının asabiyetin aşılmasıyla mümkün olacağını ders vermektedir: "İslâmiyet cahiliye asabiyetini kesip atar."

Dipnotlar
1. Tarihçe-i Hayat, s. 604
2. Yeni Said'in ehl-i dünya ile muhatap olması gereken durumlarda, Eski Said'i vekil tutup onu konuşturması, üzerinde çalışılması gereken mânidar bir husus olsa gerektir. Örnek olarak, bkz. "Yirmi İkinci Lem'a," Lem'alar, s. 159; "Yirmialtıncı Mektup, Üçüncü Mebhas," Mektubat, s. 297.
3. Milliyetçiliğin "ene"den nasıl çıkıp nasıl beslendiğinin Risale-i Nur Ekseninde bir tahlili için, Kertenkele Çukuru adlı kitabımızın 13-51. sayfalarına bakılabilir.
4. Hutbe-i Şâmiye, s. 83. Eski Said'in Yeni Said'in tashihiyle neşrolunan tüm tüm eserlerine kabaca bir göz gezdirmek dahi, bu vurguyu açıkça gösterir. Meselâ Hutbe-i Şamiye'ye bkz. "İslâmiyet milliyeti," s. 49, "kutsî milliyet" s. 49, "kutsî İslâmiyet milliyeti" s. 51, İslâmiyet milliyeti" s. 57 vd.
5. Divan-ı Harb-i Örfî (yeni baskı), s. 89.
6. Hutbe-i Şâmiye, s. 51.
7. Prof. Dr. İbrahim Canan, Bediüzzaman'dan Çözümler, İstanbul, Yeni Asya Yayınları, 1993, s. 121. Bu tarz bir anlayışta Sayın Canan'nın yalnız olmadığını özellikle belirtmek gerekiyor.
8. Mesnevî-i Nuriye, s. 103.
9. a.g.e., s. 103.
10. a.g.e., s. 182.
11. Barla Lâhikası, s. 84. Ayrıca, bu mektuba konu olan, "Yirmi Dokuzuncu Mektup, Altıncı Kısım"a bkz. Mektubat, s. 386 vd.
12. Mektubat, s. 410-411.
13. a.g.e., s. 297.
14. a.g.e., s. 297.
15. a.g.e., s. 298.
16. Barla Lâhikası, s. 84.
17. Mektûbat, s. 302.
18. a.g.e., s. 411.
19. Mesnevî-i Nuriye, s. 103.

Milliyetçilik
Güz 95 [ 52. Sayı ]

http://www.koprudergisi.com/index.asp?B ... YaziNo=234


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Müspet Milliyetçilik Tartışmaları
MesajGönderilme zamanı: 20.03.12, 11:08 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.08.09, 16:40
Mesajlar: 44
Milliyetçi Türk ırkçı mıdır?
By Yusuf Mehmet Bahadır on Tem 5, 2009 in Irkçılık, Kemalizm, Kürtler ve Türkler, Milliyetçilik, Psikolojik harp, Resmî Tarih, Türk faşizmi, İç hastalıklar
“Allah, “Ey İblis! Ellerimle yarattığıma saygı ile eğilmekten seni ne alıkoydu? Büyüklük mü tasladın, yoksa üstünlerden mi oldun?” dedi.

İblis: “Ben ondan üstünüm, çünkü beni ateşten, onu ise topraktan yarattın.” dedi. (Sad Süresi 75-76)

Her türlü soy, nesep ve kavmiyetçilik gibi cahilliye duyguları ve içgüdüleri kaldırarak yerine fazilet ve kardeşliğe dayalı ve üstünlüğün sadece Allah’a yakınlıkta arandığı bir düsturun ikamesi beşeri aklın başarabileceği bir şey değildir. Bunu ancak ve ancak ilahi mesaj başarabilirdi. Nitekim, İslam’ın ırkçılık konusunda getirmiş olduğu devrim, tüm zamanların ve tüm mekanların en büyük ve en anlamlı devrimidir dersek abartmış olmayız.

Irkçılık, toplumları sınıflandırmada (bölmede) kan ve etnik kökene önem veren bir yaklaşım tarzı. Evet ırkçılıkta üstünlük davası vardır. Ötekileştirme ve ayrımcılık vardır. Dahası kendinden olmayana düşmanlık vardır. Yukardaki ayetlerden de anlaşıldığı üzere yaratıldığı madde ile övünen, kendini üstün sayan ve karşısındakini düşman bilen iblis ilk ırkçı varlıktır.

Benzeri bir yaklaşımla, kendi ırk ve milletinden olanları üstün, başka ırk ve milletten olanları aşağı görmek, şeytanî bir bakış açısıdır denilebilir.Türkiye’de de, bu bakış açısı tahmin edilemeyecek kadar çok fazla ve hatta çoğu kimse bu hastalıklarının farkında dahi değiller. Her ne kadar Türkiye’de ırk ayrımına yol açacak biyolojik bir ayrışma (örneğin farklı deri rengi, kafatası yapısı, vs.) yoksa da ırkçılığın bir başka versiyonu olan “etnik milliyetçilik” çoğumuzun kılcal damarlarına kadar işlemiştir. Nasıl işlemesin ki, milliyetçiliği anayasanın değişmez ilkesi olarak benimsemiş bir millî devletin millî eğitim çarkından geçmiş bir nesil elbette müspet milliyetçilik ile etnik (menfi) milliyetçilik arasındaki farkı idrak edemezse, bu hastalığın pençesine düşecektir farkında dahi olmadan. Hatta Türkiye’de İslami kesimde dahi milliyetçiliğe karşı ciddi bir tavır alındığı söylenemez. Maalesef insanımızın çoğu müspet milliyetçilik fikrinin kapısından girip “menfi milliyetçilik” fikrine kayabiliyorlar ve çoğu kez bunun farkına dahi varamıyorlar.

Türkiye’yi ve tüm Türkiye halkını sevmek manasındaki müspet milliyetçilik anlayışı, meşru ve makul bir anlayıştır. Bunda bir sorun yok. Ancak Nihal Atsız ya da Ogün Samast’ların anladığı tarzda, Türkiye’nin tümünü değil, sadece etnik yönden Türk olan vatandaşları seven, dahası içerde ve dışarıda fark etmez, diğerlerine de düşman olan bir milliyetçilik anlayışı “etnik milliyetçiliktir” ve ırkçılığın başka bir tezahürüdür.

İşin acı tarafı ise, sadece “içerdekilere düşmanlara” değil, dış dünyaya ve özellikle batıya, kısaca kendinden olmayan her şeye düşman olan bu Türkçülerin, Batıdan ithal edilmiş yani kökü dışarıda olan bir ideolojinin üzerinde oturuyor olmaları. Çünkü etnik milliyetçilik bir başka tabirle ırkçılık modern batıda, ortaya çıkmış, buradan bizim topraklara ve de tüm İslam topraklarına yayılmıştır. Zira 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı topraklarında ne Türkçülük, ne de Kürtçülük vardı.

Necip Fazıl Kısakürek “arabacıdan araba, türkçüden de türk olmaz “ diyerek olayın trajikomik tarafını da göstermiştir bizlere.

Bu bakımdan, ırkçılık illetinin nasıl bir hastalık olduğunu, bu hastalığın nasıl seyrettiğini, nasıl bir tahribat yaptığını ve geride nasıl bir enkaz bıraktığını ve nasıl bir şeytani oyun olduğunu anlayabilmek için öncellikle, ırkçılık ideolojisinin arka planına ve batıdaki teorik geri planına gitmek gerekiyor.

Batıda Irkçılığın Teorik Geri Planı:

Irkçılığın teorik geri planı Platon’a (Eflatun) kadar dayanır. Platon teorilerini geliştirirken; kafasında hayal ettiği şehir veya devletin, adalet ve estetiğine dayandırır. Platon’a göre adalet, “devletin çıkarıdır ” ve bu da şehirde sert ve katı bir sınıf farklılaşmasının sağlanması ve şehirdeki değişimin durdurulması anlamına gelmektedir. Platon’a göre şehirde üç sınıf vardır: bekçiler (askerler), yardımcıları ve para kazanıcılar.

Şehrin değişmesini durdurmak yada Platon’un kendi ifadesiyle “Şehrin Tanrısal Formu”nu korumak; şehirde görevleri belirlenmiş herkesin, sadece kendi işleriyle meşgul olmasına bağlıdır. Dahası sınıflar arası yatay geçiş yapılabilir ancak dikey geçiş yapılamaz. Misal olarak iki işçi kendi aralarında yer değiştirebilirler yani doğal yerlerini değiştirmesinde bir sakınca yoktur. Ancak işçi sınıfından biri kesinlikle bekçi ya da başka bir sınıfa mensup olamaz. Alt sınıftan üst sınıfa geçiş ve bu denli değişim şehrin çökmesi demek olur. Kişi işçi sınıfındansa işçi olarak kalmaya mahkumdur. Aksi taktirde estetik ve adalet bozulur ve toplumda adaletsiz bir yapılanma zuhur eder! Çirkinliklerinden arınmış bir dünya kurulamaz !

K. Popper’e göre, Platoncu bu yaklaşım estetik ile ilgilidir ve bütün çirkinliklerinden arınmış bir dünya kurma tutkusu onu böyle düşünmeye sevk etmiştir. Filozofa göre öyle bir toplum inşa edilsin ki, o toplum her yönüyle mükemmel olsun. O toplumda saygısızlık, zulüm, pislik, sefalet, olmasın…(1)

Ancak Platon’un bu “Tanrısal Formu” nasıl gerçekleşecektir? Bu konuda Platon’un önerdiği proje; tarih boyunca despot ırkçılara ilham olmuş akıl dışı projedir.

İşte proje :

“Tuvallerin Temizlenmesi” ya da İtlaf Politikası

[Platon'a göre] yönetici sınıfın kendisini üstün bir ırk olarak hissetmesi çok önemlidir. Platon “bekçilerin (askerlerin) ırkı saf tutulmalı” derken (ve böylece bebek cinayetlerini savunurken), o zamandan beri tekrar edilen ve hayvanları büyük bir dikkatle çiftleştirirken kendi ırkımızı ihmal ettiğimiz yönündeki ırkçı argümanı geliştirmektedir. Bu prensiplerin, deneyimli bir hayvan yetiştiricisi tarafından köpeklere, atlara veya kuşlara uygulanan çiftleştirme yöntemi gibi, üstün ırkın yetiştirilmesi için de uygulanmasını istemektedir. “Eğer onları bu şekilde çiftleştirmezseniz, kuşlarınızın veya köpeklerinizin ırkının çabukça dejenere olacağını düşünmüyor musunuz” diye sorar Platon, ve sonra da şu sonuca varır; “bu prensipler insan ırkı için de geçerlidir”. Yani bir askerden veya muhafızdan istenen ırksal özellikler, bir çoban köpeğinden istenen özellikler gibidir. “Savaşçı sporcularımız… bekçi köpekleri gibi uyanık olmalıdırlar” demektedir Platon ve devam etmektedir; “elbette, bekçilik yapmak için doğal uygunlukları göz önünde bulundurulduğunda, cesur bir gençle iyi besili bir köpek arasında fark yoktur.(2)

Burada Platon’un karşılaştığı başlıca sorun askerlere ve yardımcılarına hem yırtıcı hem de yumuşak bir karakter verilmesi gerektiğidir. Ancak bu problemin de müthiş çözümü bulunmuştur. Hepimizin malumudur ki iyi yetiştirilmiş köpekler, tabiatları gereği dostlarına ve tanıdıklarına oldukça yumuşak, fakat düşmanlarına ve yabancılara karşı da oldukça yırtıcıdır. Buna göre askerler de köpekler gibi dost ve tanıdıklarına yumuşak ve düşmanlarına yırtıcı olmalıdır. Yine Platon’a göre yöneticiler yırtıcılık ve yumuşaklık karakterlerini harmanlayarak devleti istikralı tutabilirler. Platon’un bu konudaki önerisi de jimnastik ve müzik faaliyetlerinin beraber yapılmasıdır. Jimnastik yırtıcılık eğilimleri, müzik de yumuşaklık eğilimleri güçlendirecektir. Dolayısıyla askerlerin hem jimnastikle hem de müzikle ilgilenmeleri gerekmektedir. (3)

Adaletli ve estetik toplumu inşa etmek için neler yapılması gerektiği sorulduğunda Platon’un “Sokrates”i şu şaşırtıcı karşılığı verir: “Bir şehri ve insanlarını, karakterlerini tuval diye alacaklar ve her şeyden önce tuvallerini temiz yapacaklar.” “Peki, bu nasıl yapılacak?” diye sorar Glaukon. Sokrates de cevap verir: “On yaşından yukarı bütün yurttaşlar şehirden atılmalı ve dışarlarda bir yere sürülmeli; böylelikle ana ve babalarının görenek ve alışkanlıklarının etkisinden sıyrılan çocukları ele almalı. Bunlar anlattığımız gibi gerçek felsefe yolunda ve yasalar uyarınca eğitilmelidir.” Çocukları eğitecek olanlar doğal olarak filozoflardır. Dolayısıyla onlar sürülmemelidir. Bu projeyi gerçekleştirmek için Platon devlet yöneticilerine sonsuz imkânlar tanır: “Devlet yönetimleri ister yasaya uysun, ister uymasın yurttaşlar gönüllü olarak boyun eğseler de eğmeseler de… ve devletin kimi yurttaşlarını yine devletin iyiliği için öldürerek ya da sürerek (yahut sınırından atarak) temizleseler de… bu yönetim biçiminin tek doğru yol olduğunu söylemek gerekir… Yeter ki bilime ve adalete uygun iş görsünler, devleti de korusunlar ve olduğundan daha iyi kılsınlar…”

Görüldüğü üzere “tuval temizleme” yepyeni bir toplum var etmek için varolan tüm kurum ve geleneklerin kökünün kazınılması demektir. Yani günümüz tabiriyle (bu denli faşist uygulama olmasa da) beyaz türklerin, bizleri adam etme uğruna uygulamaya çalıştığı “Toplum Mühendisliği Projesinin” değişik bir karşılığıdır. Tuval temizleme projesiyle işe yaramayan fertler yada topluluklar saflaştırılacak, ayıklanacak, sürülecek ve de gerekirse öldürülecektir. Toplum Mühendisliği projesi de ana tema olarak benzer hedefler güder. İşe yaramayanlar ötekileştirilir, ikinci sınıf muameleye tabi tutulur, gerekirse tehcir edilir ve hatta faili meçhul neticesinde ensesine sıkılır. Yeter ki devlet korunsun!

Tuval temizleme projesi, akıl dışıdır ve tabiat kanunlarına uymayan bir çılgınlıktır. Bir çeşit nevroz ya da histeriye dönüşebilecek tehlikeli bir heyecandır.

Sonuç olarak Platon, kafasındaki adalet ve estetik duyguların tatmini için aşağı ırkların tasfiyesi ve devre dışı bırakılmasını teorileştirmiş ve her türlü tiranlık ideolojisinin bilimsel açıdan fikir babası olmuştur. Platon’dan sonra Hegel gelmiş ve o da tasfiye projelerini modern kılıklarda takdim etmeyi başarmıştır.

Hegel ve “Damarlardaki Asil Kan”

Platon’dan Hegel’e kadar geçen süreçte kabile ve kavmiyet duyguları adeta uykudadır ve satıh altı olmuştu. Daha çok ümmetçilik ön plandadır. Ancak Hegel’le birlikte ırkçı damarlar tekrar uyanışa geçmiş, kavmiyetçilik batılı aydınların gündemine gelmiş ve dünya çevrelerini geniş ölçüde etkilemiştir.

“Allah, kendi zatını geliştirmek ve kemale ulaştırmak için, insanı araç olarak kullanır. İnsanlık medeniyetinin gelişme tarihi, Allah’ın, olgunlukta zirveye ulaşmak için giriştiği bir yolculuktan başka bir şey değildir.” gibi ve buna benzer görüşleri bulunan Hegel’in, kanaatime göre; doğruluğu ne yerde ne gökte kimsenin ispat edemeyeceği, insan aklının ve gönlünün yatmadığı, son derece çürük ve sakat olan görüş ve tezlerini batı dünyası maalesef ciddiye alacaktır ve bu çürük fikir tohumları geride büyük bir vahşet ve enkaz bırakacaktır.

Hegel, Germen ırkının “seçilmiş bir ırk” olduğunu, çünkü onun “damarlarındaki kanın asil bir kan” olduğu, diğer ırkların ise geri ve düşük ırklar olduğunu savunuyordu.

Hegel Germen ırkının dünya üzerindeki misyonunu yerine getirebilmesi için güçlü bir devlete sahip olması gerektiğini vurgular. “Ulusal devlet tözsel, ussal ve anlık gerçekliği içinde ruhtur,” demektedir. “Bundan dolayı dünya üzerindeki mutlak güçtür… Devlet bizzat halkın ruhudur. Gerçek devleti, bütün özel işlerinde, savaşlarında ve kurumlarında harekete getiren bu ruhtur… Belli bir ulusun bilinci… kollektif ruhun gelişmesinin aracıdır… Zamanın ruhu iradesini orada gerçekleştirir. Bu irade karşısında öbür ulusal zihinlerin bir hakları yoktur, dünyaya o ulus egemen olur.” Buna göre, tarih sahnesinde ortaya çıkaranlar; ulus (ve) o ulusun ruhu ve iradesidir. Tarih, türlü ulusal ruhların dünya egemenliği için çekişmelerinden ibarettir. (4)

Hegel’e göre ancak yüksek ırklar devlet kurma gücüne sahiptirler. Bir ulusun veya bir ırkın en yüksek amacı kendini korumaya yarayacak güçlü bir araç olmak üzere “yüce” bir devlet kurmaktır. Kendini bir devlet haline getirememiş ulus tıpkı vahşi şartlar altında yaşayan topluluklar gibi kesin olarak tarihten yoksundur. Böylece kurulmakta olan devlet totaliterci olmalı, yani gücü uyruklarının hayatlarını her yönüyle etkilemeli ve her türlü faaliyet kontrol altında tutulmalıdır. Bu yaklaşıma göre devlet bir halkın hayatındaki bütün faaliyet alanlarının, yani sanatın, hukukun, ahlâkın, dinin ve bilimin merkezi olmalıdır. (5)

Görüleceği gibi Hegel daha sonra insan soyunun başına dünyayı cehenneme çevirecek ırkçı faşizm ve komünizmin, despot ve totaliter rejimlerin tohumlarını atmakta, K. Popper’in ifadesiyle “tarihin gelmiş geçmiş en büyük şarlatanlığı”na soyunmaktadır. (6)

Hegel, bir taraftan balkondan Jena sokaklarında Napoleon’un geçişini seyrettikten sonra “Dünya Tin’ini (ruhunu) at üzerinde geçerken gördüm” diyerek despotlara tapacak kadar alçalırken, diğer taraftan da Germen kanının en asil kan olduğunu iddia ederek Germen toplumunu putlaştıracak kadar ırkçılaşıyordu. Onun Batı toplumlarının ırkçı ve ulusçu eğilimler taşımasında, hatta kavimci duygularının kışkırtılmasında çok büyük etkisi olmuştur.

Evet böylesi bir ırkçılık hastalığı, 20.yüzyılın başlarından itibaren bizim topraklarımıza ve hatta çoğu insanımıza da bulaşmıştır. Bu hastalığa bulaşanlar her ne kadar hastalıklarını kabul etmeseler de, hastalıklarının farkında dahi olmasalar da, güneş balçıkla sıvanmıyor ve güneşe gözlerini kapayan sadece kendine gece yapıyor maalesef…

Beyaz Türkler ya da Türkçüler (adı her ne ise); batı topraklarında bir virüs misali doğup, büyüyen ve oradan tüm dünyaya yayılan ırkçılık adlı amansız hastalık karşısında, biraz daha şanslılar. Çünkü onların bu amansız hastalıkla mücadele etmek için, muhtaç oldukları kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Dahası onların daha ilkokul sıralarında beyinlerine monte edilen “varlığım türk varlığına armağan olsun”, “bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türk’e Türk’ten başka dost yoktur”, “Türkiye’nin üç tarafı denizlerle değil, dört tarafı düşmanlarla çevrilidir” gibi kutsal reçetelerinin bulunması müsebbibi ile bu hastalık onlara vız gelir tırıs gider!

Bu yüzden ben ümit varım. Az kaldı iyileşeceğiz, iyileşeceksiniz, iyileşecekler… Bir yandan iyileşeceğiz, diğer yandan milli öğütüm çarklarında arkamızdan hastalıklı genç nesiller yetişecek!

Allah’ım sen aklıma mukayyet ol…


Gelecek Yazı : Farklı Bir Perspektiften Irkçılığa Bakış

Ek Okumalar

Kurtlu hilal
http://www.derindusunce.org/2007/08/21/kurtlu-hilal/

Gamalı Hilalin Yükselişi - Irkçılığımıza Bir Bakış
http://www.derindusunce.org/2007/02/21/ ... bir-bakis/


Teşekkür : Sayın Prof.Dr.Bünyamin Duran’ın ve Sayın Mustafa Akyol’un makaleleri, Sayın Mehmet Yılmaz Bey’in teşvik ve destekleri, Derin Düşünce Grubu üyeleri ve yorumcuları ile yaptığımız tartışmalar bu yazı için bilgi ve ilham kaynağı olmuştur.

Dipnotlar :

1. Karl Popper, c. 1, s. 96.
2. Karl R. Popper, The Open Society and Its Enemies, Vol I The Spell of Plato, London, Routledge & Kegan Paul, 1969, s. 51)
3. Karl Popper, c. 1, s. 63.
4. G. W. F. Hegel, s. 110.
5. Popper, s. 64
6. Popper, s. 57

http://www.derindusunce.org/2009/07/05/ ... kci-midir/

DEVAMI:

http://www.derindusunce.org/2009/07/20/ ... anatomisi/


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Türk Milliyetçiliği Nasıl Tarif Edilebilir?
MesajGönderilme zamanı: 20.03.12, 11:31 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.08.09, 16:40
Mesajlar: 44
Milliyetçilik Nedir? Türk Milliyetçiliği Nasıl Tarif Edilebilir?

Metin Kaplan


Milliyetçilik ne demektir? Bu soruya, yukarda, “Ülkücü olmayan hemen hemen herkes ve bir kısım Ülkücüler, Milliyetçilik milletini sevmek demektir diye cevap verir ki, bu, kısmen doğru olmakla birlikte, anlaşıldığı üzere ne yazık ki, eksiktir... Çünkü, milliyetçilik milletini sevmektir, fakat, sırf milletini sevmekten ibaret değildir... Milliyetçilik; kişinin, mensubu olduğu (üyesi bulunduğu), cemiyet birimleri içinden, milleti tercih ederek, en çok değeri o'na vermesi ve cemiyet birimleri sıralamasında, o'nu birinci sıraya yerleştirmesi demektir”, demiştik...

Gene yukarda, insan, cemiyet içinde birden çok gruba birden mensuptur... İnsanın üyesi olduğu bir gruba karşı duyduğu bağlılık hissine de mensubiyet şuuru diyoruz... Üyelerine mensubiyet şuuru aşılayan gruplara ise, cemiyet birimi adını veriyoruz, demiştik... Ve, milleti de; dil, din, soy, kültür, vatan, tâbiyet, ülkü, tarih, menfaat birliklerinin bir kaçının veya hepsinin belirlediği bir cemiyet birimidir, diye tarif etmiştik...

Yani biz, yukarda; milliyetçilik ne demektir? Mensubiyet şuuru nedir? Cemiyet birimi nasıl tarif edilebilir? Millet nedir, nasıl meydana gelir? Millet nasıl tarif edilebilir? Milliyetçilik ne değildir gibi soruları cevaplandırmaya gayret ettik... Bu sırada çıkan sonuçları da tesbit ettik... Ve, milliyetçiliği tarif edebilecek bir seviyeye geldik.

Öyleyse, artık milliyetçiliği tarif edebiliriz... Peki, milliyetçiçilik nedir? Milliyetçiliğin “efrâdını câmi, ağyarını mâni” bir tarifi var mıdır? Böyle bir tarif varsa, bu tarif nedir?

Milliyetçilik de, millet gibi çok değişik şekillerde tarif edilebilen bir kavramdır. Bu sebeple çeşitli şekillerde tarif edilmiştir. Ama Milliyetçilik tarifleri, bilhassa Türkiye'de yapılan,
milliyetçilik tarifleri incelendiği zaman, milliyetçiliğin genel olarak iki değişik şekilde tarif edildiği görülmektedir: Bir. Milliyetçiliği, Milliyetçilik, milletini sevmektir şeklinde yapılan tarifler... İki. Milliyetçiliği, Milliyetçilik, milletini sevmek ve artı şeklinde yapılan tarifler...

Bu tariflerden hangisi doğrudur denilirse, biz, hiç tereddüt etmeksizin iki şekil tarif de doğrudur, deriz!.. Nasıl olur? Bu tezât değil midir? Olur, olur! Bu, bir çelişki de değildir! Çünkü birinci tip tarif, milliyetçiliği bir duygu ve ideal kabul eden/sayan
milliyetçilerin, ikinci tip tarif ise, milliyetçiliği bir ideoloji olarak kabul eden milliyetçilerin ortak tarif şeklidir... O halde, milliyetçiliği bir duygu ve ideal olarak kabul eden milliyetçiler
için, birinci tip tarif; milliyetçiliği bir ideoloji olarak kabul eden milliyetçiler için ise, ikinci tip tarif, doğrudur... Bunun neresi çelişkili?

MİLLİYETÇİLİK NEDİR?

Gerçekten, Milliyetçilik nedir?

Milliyetçilik, toplumda millî kültürü güçlendirmek ve hâkim kılmak; mensup olunan millete ait, bilhassa manevî değerlerin yüceltilmesini gaye bilmek; millî ülkü ve emellerle geleneklere
tarafdarlık ve benzerleri arasında onlara öncelik vermek; millî değerleri, ülküleri, gelenekleri bütünüyle millî kültürü yabancı tesir ve tahriblere, şöyle veya böyle, şu veya bu sebeple meydana gelen bozulmalara karşı korumak ve müdafaa etmek; mensup olunan milletin
devletine samimî bir sadakât hissi içinde bağlı olmak; millet ve devleti için her türlü fedakârlığı yapabilecek bir hâleti rûhiyede ve ahlâkî yaşayış içinde bulunmak; milletinin tarihine şuurla bağlanmak, millî zaferlerle iftihar duymak ve gururlanmak, millî felâket ve
ıstıraplara yanmak ve üzülmek; milletinin geleceği hakkında ümitli ve iyimser olmak, dinamik bir gelişme içinde güçlükleri yenerek milletini milletler cemiyetinin hür, eşit, şerefli ve kudretli bir üyesi yapmak; milletinin var olmak ve var kalmak azim ve iradesine bütün benliği ile bağlanarak hizmet etmek; şahsî hayatını millî değerlere samimî bir bağlılık içinde düzenlemek ve millî bir üslupla yaşamak; varlığını millet varlığından ayırmayan, millet için fedakârlığı esas kabul eden idealist bir İslâm ahlâkını fertlerin ve cemiyetin hayatına hâkim
kılmaya çalışmak; milletin bütün fertlerini tasada ve kıvançta ortak, bölünmez bir bütün ve birbirlerinin kardeşleri oldukları duygu ve şuurunda kaynaştırmaya gayret etmektir, diye ifade edilebilir.

O halde milliyetçilik, kökü insan ruhunun derinliklerine kadar ulaşan bir sosyal zarûrettir. Romantik bir his yumağı ile sarılmış, karışmış ve kaynaşmış olarak, bir millete mensubiyetin ve bu mensubiyetin gerektirdiği yaşayış ve davranış pratiğinin şuur halidir. Makûl bir benlik duygusu ve bir dereceye kadar bir bencillik davranışıdır; bu da insanın tabiatında vardır. Ancak bunun mutlaka saldırgan olması gerekmez. Çünkü kendi şahsiyetine düşkün olan,
başkalarının şahsiyetine de hürmet eder. Milletler de millî his ve menfaatleri ile ve kendi milliyetçilik çabaları ile, başka milletlerin millî duygu ve çıkarlarını ve yüksek insanî idealleri
uzlaştırabilirler. Uzlaştırmalıdırlar... Bu ölçüler içinde, yani doğru anlaşılan bir milliyetçilik, ırkçılıkla da nazizm ve faşizmle de karıştırılmaması gereken bir fikirdir. Bunu, zaten yukarda, detaylı olarak ortaya koymaya çalışmıştık...

Kısaca milliyetçilik, yok olmak istemiyen, var olmak ve kalmak, yükselmek ve yücelmek isteyen milletlerin, vazgeçilmez ve asla uzaklaşılamaz ideolosidir... Milliyet hissi ile milliyetçilik şuurunun, her ne sebep ve suretle olursa olsun tahribi, bir millete yapılabilecek
en büyük düşmanlık ve kötülüktür...

Merhum Üstad Necip FAZIL, miliyetçilik nedir, sorusuna şöyle cevap veriyor: “Milliyetçilik görüşü, Müslümanlıkla mahdut o sınırlı milliyetçiliktir ki, bu sınırın en küçük mikyasına kendisini hudutsuz ve başıboş bilen hiçbir milliyetçilik ulaşamaz.”

“İslâm inkılâbının milliyetçiliği, topyekûn insanlık kadrosunda ruhun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, o ruhu taşımaya, renklendirmeye, mizaçlandırmaya karşı liyakat ifadesi bakımından bütün kavimler arası yarışmada üstünlük mefküresinden ibarettir.”

“Böylece.....milliyet mefküresi, ırk, kavim ve soy ifadesiyle de Peygamberine lâyık olma cehd ve müsabakasının eseridir ki, her türlü ırk ve kavim sınırını kuşatan ve aşan Müslümanlığı
incitmek yerine şadedecek; ve ana ölçüye bir kere bağlandıktan sonra en ileri haklara kadar kazanıcı izinli milliyetçiliğin tâ kendisi olacaktır.”

“Şeriatle hudutlu milliyetçilik, hakikatte hudutsuz milliyetçiliğin tâ kendisidir.”

“Milliyetçiliğin, bu ölçü dışında kalan bütün alevli tezahürleri, yalnız gövdeleri yakıp kül eden dar ve hasis bir nefsanîlik, ham ve yobaz bir putçuluktan başka bir şey değildir.”


MİLLİYETÇİLİK NASIL TARİF EDİLEBİLİR?

İyi de, milliyetçilik nasıl tarif edilebilir?

Milliyetçilik, yukarda da söylediğimiz gibi, gerçekten çok değişik şekillerde tarif edilebilmektedir... Sırf bir örnek olması bakımından Üstad Necip FAZIL'ın tarifini verdik... Ancak o tarif rastgele seçilmiş bir örnek değildir, az sonra ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün tarifini verdiğimiz vakit; Üstad'ın yaptığı bu tarifin bir çok bakımlardan, bilhassa da ölçüleri bakımından, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün tarifine ne çok benzediğini siz de rahatça müşahede edeceksiniz ve o zaman örnek tarif olarak Üstad Necip FAZIL'ın tarifini niçin tercih ettiğimizi daha iyi anlıyacaksınız.

ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'ne göre milliyetçilik, en başta bir defa, cemiyet birimleri içinden milleti tercih etmek; sonra bu millet'i, bir, sevmek; iki, korumak; üç, yükseltmek; ve, dört,yüceltmek ülküsüdür... Yani ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ, milliyetçiliği şöyle tarif etmektedir: Milliyetçilik, milletini sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür.

Tarifi biraz daha açarak, tekrarlarsak, şöyle dememiz mümkündür: Milliyetçilik, milletini ve milletini meydana getiren milliyet unsurlarını sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür... Ancak, bu sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek unsurlarının yönü, şekli ve sınırları rastgele çizilmemiştir, İslâmiyet tarafından belirlenmiştir... O yüzden, bunların dışına çıkılamaz...

Bu durumda Türk Milliyetçiliği nedir, nasıl tarif edilebilir?

ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün bu milliyetçilik tarifine göre, Türk Milliyetçiliğini şöyle tarif etmemiz mümkümdür:
Türk Milliyetçiliği, Türk milletini sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür... ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'nün yukarda verdiğimiz, açık milliyetçilik tarifine göre ise, Türk Milliyetçiliğini, Türk Milletini meydana getiren üç milliyet unsurunu yerine koyarak, şöyle tarif edebiliriz: Türk Milliyetçiliği, Türk Milletini ve Türk Milletini meydana getiren, milliyet unsurları olan İslâmiyet'i, Türkçe'yi ve Türk Soyu'nu
sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür...

Demek ki, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'ne göre Türk Milliyetçiliği, İslâmiyet'in, Türkçe'nin ve Türk Soyu'nun meydana getirdiği Türk Milleti ile Türk Milletini meydana getiren İslâmiyet'i, Türkçe'yi ve Türk soyu'nu, İslâmiyet'in emir ve müsade ettiği kadar ve gene İslâmiyet'in emir ve müsade ettiği şekilde, sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür. Yani,ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'ne göre, milliyetçiliğin ve tabii Türk Milliyetçiliğinin yönü, şekli ve sınırları Ehl-i Sünnet vel Cemaat Yolunda İslâmiyet tarafından belirlenmektedir...

Bu durumda, Türk Milliyetçiliğini, kendilerine milliyetçi sıfatını uygun bulan bir takım hareketlerden ayıran, önemli bir takım farklar olduğu açıkça görülmektedir... Burada, işte bu sebeple Türk Milliyetçiliğinin özelliklerinden, bilhassa Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçiliğinin kendilerine milliyetçi diyen guruplardan farklı olan bazı özelliklerinden kısaca da olsa bahsetmek lüzumu ortaya çıkmaktadır...

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ÖZELLİKLERİ NELERDİR?

ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ demek olan, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçiliği'nin, kendisini başka milliyetçilik anlayışlarından farklı kılan, aslında sadece iki ana/temel özelliği vardır ve diğer bütün özellikleri bu iki ana/temel özellikten doğmaktadır: Bir. İslamî olmak. İki. Dokuz Işıkçı olmak. Biz bunu; Ülkücü Dünya Görüşü'nün felsefesi İslâmiyet'tir, doktrini de Dokuz Işık'tır, diye ifade ediyoruz.

Dolayısı ile Türk Milliyetçiliğinin, Müslüman olmasından kaynaklanan; dindâr olmak ve her türlü emperyalizm'e, faşizm'e, nazizm'e, ırkçılığa, şovenizm'e ve asabiye'ye karşı olmak, ve Dokuz Işıkçı olmaktan kaynaklanan; Turancılık, ülkücülük, ahlâkçılık, ilimcilik, toplumculuk, hürriyetçilik ve şahsiyetçilik, köycülük, gelişmecilik ve halkçılık, endüstricilik ve teknikçilik ile demokrasicilik/demokratlık gibi bir dizi özellikleri vardır. Bu özelliklerin bazılarından biz daha evvel bahsettik, diğerlerine de yeri geldikçe temas edeceğiz, ama, burada da kısaca temas etmeyi, tam yeri olduğu için, faydalı bulduk.

Ayrıca, Türk Milliyetçiliği millî, dinî, insanî ve çağdaş bir harekettir, ama, Türk Milliyetçiliği ne sadece millî, ne sadece dinî, ne de sadece insanî ve ne sadece çağdaş bir hareket değildir. Türk Milliyetçiliği aynı anda ve derecede hem millî, hem dinî, hem insanî ve hem de ileri bir harekettir. Çünkü, Türk Milliyetçiliği, sadece ve yalnızca Türk Milletinin değil, insanlık âleminin tamamının yani tek tek bütün milletlerin ve ümmetlerin mutlu, güçlü ve müreffeh olmasını da ister.

Ülkücü Türk Milliyetçiliği sadece Türk Milletinin değil, tek tek bütün milletlerin milliyetçi olmak, milliyetçilik yapmak hakkı bulunduğuna, bunun görevi olduğuna inanır; tek tek bütün milletlerin milliyetçilik yapmak haklarının bulunduğunu savunur; tek tek bütün milletlerin milliyetçiliklerine saygı duyar; hatta tek tek bütün milletlerin, milletlerini sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülkülerine sarılmalarını ister.

Çünkü milletlere, milliyetlere ve ümmetlere sevgi ve saygı duymak, insanlığı sevmek ve insanlığa hürmet etmek demektir... Milliyet duyguları ile dinî hisleri çözmek ve milletlerle ümmetleri çökertmek isteyenler, insanlığa hizmet edemezler. Ancak ve sadece zarar verebilirler... İnsanlık ideali, milliyetleri, milletleri ve ümmetleri öldürmekle değil, aksine, onları yaşatmak ve güçlendirmek suretiyle gerçekleştirilebilir.

Tarihî gelişim, her şeye rağmen, milliyetlerin ve milletlerin aleyhine değil, lehinedir... Milliyet duygularının ve millet fikrinin zaman içinde zayıflamak şöyle dursun, gittikçe güçlenmekte olduğu, bütün insaf ve izan sahibi insanlar tarafından müşahede ve ifade edilmektedir. Nitekim, milletlerin bağımsızlık şuuru, yani bir bakıma milliyetçilik, bugün, her günden daha güçlüdür. Her geçen gün biraz daha güçlenmektedir.

Milletler, milliyetler ve ümmetler, bütün tarih boyunca varlıklarını hissettirmişlerdir... Bu sebeple tarih, bir bakıma, milletler, milliyetler ve ümmetlerin maceraları ile her şekil ve çeşit
ilişkilerinden ibarettir... -Ancak tarihin temel yürütücü âmili milletler mücadelesidir-… Gerek tarihin, gerek etnolojinin, gerekse de sosyolojinin tespitleri ile ispatlanmıştır ki, milletler, milliyetler ve ümmetler inkâr edilmeleri imkânsız birer objektif gerçeklik ifade ederler.

Bütün milletler, milliyetler ve ümmetler insanlığın gelişimine orijinal bir tecrübe ile ve bir şekilde katılır... İnsanlığın gelişmesinde ve ilerlemesinde, büyük küçük her millet, milliyet ve ümmetin ama çok ama az bir payı vardır... Bu sebeple, milletler, milliyetler ve ümmetler insanlığı bölmez, bilâkis birleştirir ve bütünleştirir... Milletler ve milliyetlerin farklı kültür ve medeniyetleri, mukaddes kitabımız Kur'ân-ı Kerim'in ifadesi ile “bilişmek ve tanışmak üzere”
el ele verirken, milletler ve milliyetler de, insanlığın gelişmesi yönündeki tecrübelerini birbirlerine aktarırlar.

Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçiliği, başka millet, zümre ve kişiler tarafından kendi milletine her ne şekilde olursa olsun zulmedilmesine katiyen müsaade etmeyeceği gibi, kendi milletinin başka millet, zümre ve insanlara zulmetmesine de asla izin vermez. Veremez!
Bütün insanlar, ümmetler ve milletlerin hür, bağımsız, mutlu ve müreffeh yaşamalarını istediği ve savunduğu gibi, yeryüzünde yaşayan her Türk'ün de hür, bağımsız, mutlu ve müreffeh olmasını ister ve bu gayenin tahakkuk etmesi için canla ve başla çalışır, gayret eder.

Ülkücü Türk Milliyetçiliği, Türk Milleti'ni bütün nesil, sosyal dilim, zümre ve tabakalarıyla kucaklayan bir fikir hareketidir, bir ideolojidir... Türk Milliyetçiliği, Türk Milletini teşkil eden bütün fertleri tek tek sever ve hürmet eder ama ferdiyetçi değildir... Türk Milliyetçiliği, Türk Milletini meydana getiren bütün sınıfları tek tek sever ve hürmet eder ama sınıfçı ve/veya cemiyetçi de değildir... Türk Milliyetçiliği ferdi inkâr ve ihmâl etmeyecek kadar cemiyetçi ve cemiyeti inkâr ve ihmâl etmeyecek kadar ferdiyetçidir… Türk Milliyetçiliği fert/cemiyet dengesi ve bütünleşmesine inanır ve onu savunur.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN UNSURLARI

Ülkücü Dünya Görüşü, Milliyetçilik ile Türk Milliyetçiliği’ni bilindiği gibi şu şekilde tarif etmektedir: Milliyetçilik; milletini ve bu milleti meydana getiren milliyet unsurlarını sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür… Türk Milliyetçiliği ise; Türk milleti ile Türk milletini meydana getiren İslâmiyet, Türkçe ve Türk soyunu sevmek, korumak, yükseltmek ve yüceltmek ülküsüdür.

Bu tariflerinden de açıkça anlaşıldığı gibi, gerek Milliyetçiliğin gerekse bunun özel bir hâli olan Türk Milliyetçiliğinin dört unsuru bulunmaktadır: 1) Sevmek, 2) korumak, 3) yükseltmek ve 4) yüceltmek.

SEVMEK:

Kişi, işe, evvelâ milletini severek başlamalıdır, başlayacaktır… Ama bu yetmez, sonra da, ki bu sadece lâfın gelişi söylenen bir sözdür, yoksa bu, bir öncelik veya sonralık meselesi değildir… Olmadığı gibi, aslında bu, aynı zamanda hatta aynı anda olması gereken bir “şey”dir; milletini meydana getiren milliyet unsurlarını da sevecektir… Çünkü “sevgi” her şeyin başıdır… Kişi, milleti ile milletini meydana getiren milliyet unsurlarını sevmezse, bunları korumaz, bunları korumadığı gibi bunların yükselmesi için de yücelmesi için de çalışmaz, gayret etmez…

Bu kolay, bundan daha kolay ne olabilir ki, diye düşünülebilir; lâkin bu hiç de kolay değildir, hatta çok da zordur… İki heceli bir tek kelime olarak söylediğimiz millet; içinde yaşadığımız için, hepimizin bildiğini zannettiği millet, bir insan topluluğudur. Fakat yakından bakılınca bu “topluluk” bilseniz ne kadar karmaşık ve girifttir, şaşar kalırsınız! İyileri-kötüleri, güzelleri-çirkinleri, doğruları-yanlışları, haklıları-haksızları, helâlleri-haramları vardır ve severken bunların tek tek hepsini, ayrı ayrı her birini; hiçbir ayrım yapmadan ve hiçbirisini tefrik etmeden sevmek lâzımdır… İşte bu, çok zordur.

Bu güçlüğü Remzi Oğuz ARIK şöyle anlatıyor: İlk bakışta herkesin milletini sevmesi kolay, tabiî gibi gelir. Ama iş öyle değildir. Bir kere tek kelime olarak söylediğimiz millet; hepimizin bildiği, içinde yaşadığı bir topluluktur. Fakat yakından bakılınca bu topluluk ne kadar karmakarışık, anonim bir şeydir! Bu anonim topluluğu sevmek dediğimiz zaman belirsiz, süreksiz bir sevgiden bahsedilmiş olur. Bu anonim milyonların içinde sizin zalim, vicdansız dediğiniz; benim şuursuz, hayâsız dediğim; ötekinin hain, hırsız, katil, şahsiyetsiz, cahil dediği insanlar vardır. Bütün bunları sevmek veya bütün bunları ayıklayarak geriye kalanı sevmek birbirinden zor, yapılması hemen hemen imkânsız şeylerdir. O zaman, milletini sevmek deyince gözüken kolaylığın, tabiîliğin ne kadar geçici olduğu meydana çıkar.

Netice olarak kişi, bütün zorluk ve güçlüğüne rağmen, milletinin bütün mensuplarını, bunların her birini, hiçbir konuda ve hiçbir tefrik yapmadan sevmek zorundadır, sevmelidir… Ancak kişinin, mensubu olduğu milletin her bir ferdini, hiçbir ayrım yapmadan ayrı ayrı ve tek tek sevmesi dahi yetmez… Bu sevgisinin de, samimi-içten ve gerçek-halis olması da lâzımdır… Ülkücü Hareket’in büyük mütefekkiri rahmetli S. Ahmed ARVASÎ Hocamız bunu, bakın nasıl anlatıyorlar:

“Sevgi” lâf değil, kendini iş ve hareketle belli eden bir davranışlar bütünüdür. Seven insanın “sevgisi”, konuşmasa da belli olur. Siz, hiç, birbirini can ü gönülden seven iki insanın birbirine bakışını, birbirlerine karşı tavırlarını ve hareketlerini incelediniz mi? Bir “ana” ile “yavrusu” arasındaki “sevgi bağı” ne kadar büyüleyicidir.
Biz insanlar, “sevgi” sözünü çok kolay ve bedava cinsinden hoyratça harcarız. “Yalancı sevgiler” ile hem kendimizi, hem başkalarını aldatırız. Meselâ, şiddetli bir kışın, yolları karla kapattığı ıstırap günlerinde, stok ettiği gıda maddelerine zam yapan veya el altından ateş pahasına satan karaborsacının “millet sevgisinden”, “halk sevgisinden” söz etmesi ne kadar iğrenç bir yalandır. Yine, “komşusu açken, tıka basa yiyen” kimsenin “komşularımı ve insanları seviyorum” demesi ne kadar boş bir sözdür.

Misâlleri çoğaltmak mümkün… Adam “ormanları tahrip eder”, “denizleri ve gölleri dinamitler”, “cadde ve sokakları mezbelelik haline getirir” sonra, gayet rahatça bize “vatanseverlik dersi” verir. Öte yandan adam, Türklüğe ve İslâm’a ait ne kadar mefahir varsa küfreder, kültür ve medeniyetimize ait ne kadar değer varsa küçümser, sonra kalkar “ulusallıktan” ve “ulusal sevgilerden” söz eder. Adam, sabah akşam, dinimle, mukaddesatımla alay eder, hayâsızca bir neşriyat ile vicdanlarımızı yaralar, sonra kalkar, bize “din ve vicdan hürriyetinin kutsallığı” etrafında nutuk çeker. Tarihimi sevdiğini söyler, tarihimi yerin dibine batırır, milletimi sevdiğini söyler, onu hor ve hakîr düşürür, vatanımı sevdiğini söyler, onu ya bizzat tahrip eder, yahut tahrip etmeye kalkışanları mazur gösterici tavırlar alır. Adam devletimi sevdiğini söyler, fakat ona vergi vermemek için, ne mümkünse yapar… O kadar örnek var ki, saymakla bitmez.

Ülkücü Hareket’in ilk ideologlarından merhum Necmettin HACIEMİNOĞLU, milletini sevmek konusunu, şöyle anlatıyor: Milliyetçiliği tarif ederken, “milleti ve ona ait bütün değerleri şuurlu olarak sevmek” ibaresi kullanılmıştı. Dikkat edilirse burada “sevmek” fiiline “şuurlu olarak” şartı koşulmuştur. Çünkü şuurlu olmayan sevginin hiçbir önemi yoktur. Her canlı, içgüdüsünün tesiri ile, mensup olduğu topluluğu veya grubu, tabii bir şekilde sever. İnsanlar da bir yandan içgüdüleri, bir yandan da alışkanlıkları sebebiyle kendi milletlerini severler. Fakat bu “tabii sevgi” milliyetçiliğin tarifindeki “şuurlu olarak sevmek şartına girmez. İkisi arasında mahiyet farkı vardır. Siyasî manâdaki milliyetçiliğin şartlarından biri olan vatanseverlik için de durum böyledir. Nitekim “vatansever” sıfatına lâyık görülmüş bir kimsenin vatanına karşı duyduğu sevgi ile, herhangi bir insanın, sırf doğup büyüdüğü yer olduğu için, memleketini sevişi arasında da gene böyle bir mahiyet farkı vardır. Meselâ binlerce masum Türk’ü öldürdükleri için ülkemizden sürülen Ermenilerle, istiklâl savaşında işgal kuvvetleri ile işbirliği yaptıkları için hudut dışına kaçan Rumların Türkiye’ye karşı duydukları hasret ve sevgiye hiçbir zaman vatanseverlik denemez. Bu, kuru ve bencil bir duygudan ibarettir. Esas olan milleti ve millî değerleri şuurla sevmektir.

Evet, kişinin milletine duyduğu sevginin şuurlu, samimi-içten ve gerçek-halis olması lâzımdır fakat, bu bile yetmez. Bu sevgisinin, olabildiğince kendi milletinden başka milletleri de kapsaması lüzumludur… Kişi mensubu olduğu millete muhabbet beslerken, üyesi olduğu milleti severken; başka milletlere husumet besleyemez, başka milletlerden nefret edemez… Aksi halde bu, milliyetçilik olmaz; ırkçılık, asabiye, şovenizm yahut faşizm-nazizm olur.

Hemen ilâve etmeliyiz ki, milleti sevmek ile ilgili olarak, baştan beri söylediğimiz her şey; milleti meydana getiren milliyet unsurlarını sevmek konusunda da aynen geçerlidir… Bunu, burada açık ve net olarak ifade etmek, çok önemlidir. Çünkü aksi halde bu, bir eksiklik olarak görülür ve yanlış anlamalara sebep olabilir.

Biz, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri olarak, Türk milletini; Türk milletini teşkil eden her bir ferdi, her bir aileyi, her bir grubu, her bir zümreyi, her bir sosyal dilim veya sınıfı, hiç birini diğerinden daha üstün veya aşağı görmeden, hiç birini diğerinden tefrik etmeden; samimi-içten, gerçek-halis bir sevgi ile seviyoruz.

Ancak bizim bu sevgimiz; nasıl ki, anne-baba ve kardeşlerimizi herkesten çok sevmemiz, başkalarından nefret ettiğimiz anlamına gelmezse, aynen onun gibi, başka milletlere husumet beslediğimiz yahut başka milletlerden nefret ettiğimiz anlamına da gelmez, gelemez… Bilâkis biz, Allah’ın yarattığı bütün milletleri ayrı ayrı ve tek tek severiz, lâkin Türk milletini –doğal olarak- biraz daha fazla severiz.

Biz, bütün içtenliğimizle, gönülden ve açık kalple aynen Yunus Emre Hazretleri gibi;

“Yaratılanı severiz, Yaradan’dan ötürü”,

“Yitmiş iki millete birliğile bakmayan
Şer'ile evliyasa hakikatde âsidir”,

“Yitmiş iki millete kurban ol âşıkısan
Tâ âşıklar safında tamâm olasın sâdık”

ve İlhamî gibi;

“Kendi noksanını bilip arif ol
Kimsenin aybını gözetme gönül
Yetmiş üç millete bir nazarla bak
Hak sevmiş yaratmış, söz etme gönül” deriz ve buna iman ederek, Türk milletinden gayri milletleri de severiz.

Ve biz, Hucurât sûresinin on üçüncü âyetinden “insanların Adem ile Havva'dan yaratıldığını, sonra tanışmaları için kabile, soy ve milletlere ayrıldıklarını, Allah katında üstünlüğün takvaca en ileri olmakla gerçekleşeceği”ni; ve gene Veda Hutbesi’nden, Hz. Peygamber’in; "Rabbiniz birdir. Arabın Arap olmayana, siyahın beyaza, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur. Üstünlük takva iledir'' buyurduğunu öğrendik… Buna, iman ettik! Bu sebeple biz, Ziya GÖKALP’in de Yeni Türkiye’nin Hedefleri başlıklı kitabında belirttiği gibi, “bütün ırkların ve bütün milletlerin eşit olduğuna”, Türk milleti dahil, hiçbir milletin diğer milletlerden daha üstün olmadığına inanırız.

Keza biz, Türk milletini teşkil eden; milliyet unsurları olan İslâmiyet’i, Türkçe’yi ve Türk soyunu da aynı şekilde severiz ve seviyoruz… Ancak bu da, batıl olan başka dinlerden, konuşulan başka dillerden ve yaşayan başka soylardan nefret ettiğimiz anlamına gelmez, gelemez! Çünkü biz, “bütün dillerin Allah’ın âyetlerinden” olduğunu ve bütün “soyları” da Allah’ın yarattığını, Kur’ân’ın söylediklerinden öğrenmiş bulunuyoruz… Ve biz, insanlığın “ümmet-i icabet” ve “ümmet-i davet” olmak üzere iki kısımdan meydana geldiğini, Müslümanların “ümmet-i icabet”i, batıl dinlere inananların ise, “ümmet-i davet”i teşkil ettiklerini, İslâm âlimlerinden bilhassa İmam-ı BİRGİVÎ’den öğrenmiş bulunuyoruz… Ve biz, şimdilik “ümmet-i davet” olan, müstakbel din kardeşlerimizden nefret etmeyiz, etmiyoruz, edemeyiz… Bilâkis severiz ve bu suretle İslâm’a ısınmalarına vesile olmaya gayret etmiş oluruz.


KORUMAK:

Milliyetçiliğin ikinci unsuru, korumaktır; ancak asla unutulmamalıdır ki, bu ikinci olma hâli yalnızca ifade kolaylığı sağlamış olmak için söylenmektedir, yoksa, korumak yükseltmek ve yüceltmek aynı anda olmalıdır, olmaktadır… Başa dönersek milletini seven kişi, milletini ve milliyet unsurlarını korumalıdır… Aksi takdirde, koruyacak millet de milliyet unsurları da kalmaz… Kaldı ki, gerçekten seven kişi bunu zaten yapar… Kişi, sırf milleti ile milliyet unsurlarını değil, sevdiği her şeyi doğal olarak korur, çünkü.

Rahmetli Necmettin HACIEMİNOĞLU, milletini korumak konusunu kendi üslûbu içinde şöyle anlatıyor: Esas olan milleti ve millî değerleri şuurla sevmektir. Ancak mesele burada bitmiyor. Şuurlu sevgi, seveni sevilene karşı bazı hizmetleri yapmağa, bazı fedakârlıklara katlanmağa mecbur eder. İnsanı hizmet, vazife ve fedakârlık yapmağa sevk etmeyen sevgi, hangi derece ve mahiyette olursa olsun, sadece şahsî bir duygudan ibaret kalır. O halde, milletine faydalı olmak için her fedakârlığı göze alamayan insan milliyetçi değildir. Nasıl, iyi ahlâklı ve faziletli insan olmanın bir takım şartları var ise, milliyetçi olmanın da öyle şartları vardır. Hırsızlık etmeyen, yalan söylemeyen ve kimseye kötülük yapmayan sırdan bir insana “faziletli insan” denemez. İnsan sadece kötülük yapmamakla yetinmeyip, herkese iyilik yapmağa da mecburdur. Ancak o zaman “faziletli” sıfatına hak kazanır. Milliyetçi de öyle olmak zorundadır. Vatan ve millete karşı suç işlememek, millî değerler aleyhinde çalışmamak milliyetçi olmağa yetmez. Ayrıca, milleti (korumak, yükseltmek ve “M. Kaplan”)yüceltmek için canla-başla çalışmak da lâzımdır. Her baba çocuklarını sever. Ama nice babalar vardır ki çocuklarına karşı sevgisi eksik olmadığı halde, onları aç-sefil bırakmıştır. Okutmamış, iş-güç sahibi yapmamıştır. Böyle, çocuklarına karşı sadece kuru bir sevgi besleyen kimsenin iyi bir baba olduğu söylenebilir mi? Milliyetçi için de aynı ölçüler söz konusudur. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yurdumuz işgal edildiği zaman, buna, elbette bütün vatandaşlar üzülmüştü. Belirli hainler dışında kimse de düşmanı alkışlamadı ve desteklemedi ama, silâhını alıp cepheye koşanlar yanında askerlikten kaçanlar, köşesine çekilip oturanlar ve gününü gün etmeğe çalışanlar da vardı. Biz, sadece savaşanlara milliyetçi diyoruz.

HACIEMİNOĞLU Hoca konuyu ne de güzel ortaya koydu, değil mi? Allah rahmet eylesin!

Milletlerarası mücadele her zaman çok acımasız olmuştur, ama çağımızda bu iyice zıvanadan çıkmıştır. Artık milletler sadece birbirlerini geçmek veya yenmek için değil, âdeta yok etmek için çabalamaktadırlar… Üstelik gelişen teknoloji, ne yazık ki, buna imkân sağlayabilecek bir seviyeye ulaşmıştır. Bu yüzden milletini seven kişinin, milleti ile eş zamanlı olarak milliyet unsurlarını koruması, daha da anlamlı bir hale gelmiştir.
Tarihte milletler, sadece askerî ve iktisadî emperyalizm tehlikesine maruz bulunuyorlarken, bugün artık, bunlara kültür emperyalizmi ile siyasî emperyalizm de ilâve edilmiştir… Hatta buna, demokrasi ve insan hakları emperyalizmi diye yeni ve fakat korunması hiç de kolay olmadığı için, çok daha tehlikeli bir emperyalizm şeklini de ekleyenler vardır.

Kişi, sevdiği milleti ile milliyet unsurlarını, her türlü; askerî, ekonomik, kültürel, siyasî ve demokrasi ve insan hakları saldırılarına karşı korumalıdır… Bu, ancak kişinin çok donanımlı ve şuurlu olmasıyla sağlanabilir. Öyle ise kişi kendini çok iyi yetiştirmek durumundadır… Bu ise, yalnızca, milleti ile milliyet unsurlarını ve milletine hasım veya düşman milletleri tanımak için çok okumak, araştırmak ve özellikle olabildiğince teşkilâtlı olmakla mümkündür... Çünkü milletlere karşı yapılan bu fikrî, fiilî yahut hem fikrî hem de fiilî saldırılar, teşkilâtlı olan bazı güçler tarafından gerçekleştirilmektedir… Hatta bir çoğu, devletler tarafından organize edilip, yöneltilmektedir.

Kişinin milleti ile milliyet unsurlarını koruması; kişinin kendini hazırlamasından sonra, milleti ile milliyet unsurlarını güçlendirmesi ile mümkündür…Milletini seven kişiler, kendi içlerinde teşkilâtlanarak milletini ve milletini teşkil eden milliyet unsurlarını yeteri kadar güçlendirirse, bunlar kendiliklerinden korunmuş olurlar… Kaldı ki, milliyetçiler ile milliyetçi teşkilâtlar da milletleriyle milliyet unsurlarını ayrıca savunacak ve koruyacaklardır.

Biz Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk milliyetçileri olarak, Türk milletini ve Türk milletini teşkil eden İslâmiyet’i, Türkçe’yi ve Türk soyunu herkesten çok seviyoruz… O sebeple, bunları, herkesten çok korumalıyız ve korumaktayız… Ancak bu, hiç de kolay bir şey değil. Hemen hemen bütün dünya, Türk milleti’ne, İslâmiyet’e, Türkçe’ye ve Türk soyuna düşman, çünkü. Üstelik, ne yazık ki, Türk milleti tarihinde hiç olmadığı kadar zayıf ve güçsüz… Oysa düşman çok güçlü ve kuvvetli, teşkilâtlı ve organize, en ileri teknolojiye sahip ve en gelişmiş silâhlarla mücehhez.. çok farklı ve üstün tekniklerle usuller kullanıyor.

Bu durumu, Ülkücü Hareket’in büyük mütefekkiri merhum S. Ahmed ARVASÎ Hocamız şöyle anlatıyor: Günümüzde, daha iyi anlaşılmıştır ki, “barıştan” çok söz edilmekle birlikte, gerçekte var olan, milletler ve medeniyetler arasında süregelen ve asla bitmeyen “savaş”tır. Ancak, bu gerçeği kavradıktan sonradır ki, İslâm’ın, “devamlı olarak cihad halinde bulunma” esprisi anlaşılabilir; “cihad” farzının önemi idrak edilebilir. Yüce ve mukaddes Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’den öğrendiğimize göre, cihad farzı, yeryüzünde “fitne kalmayıncaya” ve “din, Allah’ın dini oluncaya kadar” devam edecektir. Bu, “bitmeyen bir savaş” demektir.

Müslüman, yaşadığı müddetçe, kalemini, fırçasını, kabiliyetlerini, kılıcını ve imkânlarını bu cihadın vasıtası haline getirmekle mükelleftir. Çünkü yüce ve mukaddes Kitabımızdan öğrendiğimize göre, Cenab-ı Hak, müminlere şöyle buyurmaktadır: “Fitne kalmayıncaya, din de yalnız Allah’ın oluncaya kadar, onlarla savaşın”. (Bkz. El-Bakare Sûresi, âyet: 193.

Bilindiği gibi, “çağdaş savaşlar” çok yönlüdür. Milletler ve medeniyetler arası savaş, şimdi sosyal, ekonomik, kültürel, politik, psikolojik ve askerî biçimlerde organize edilmekte; silâh ve vasıtalarını da ona göre tayin etmektedir. Şartlar değiştikçe savaşın şekli de değişmekte, milletler ve medeniyetler arası boğuşma, mahiyet değiştirmemekle birlikte karakteri değiştirmektedir.

Bu boğuşmalarda, “kültür emperyalizmi” yolu ile milletleri ve medeniyetleri çökertme biçimi, bilhassa dikkat çekmektedir. Çeşitli sebeplerle “sıcak savaşların” güçleşmesi, ister istemez “soğuk savaşları” hem kemiyet, hem keyfiyet itibarı ile şiddetlendirmiştir. İşte “kültür emperyalizmi”, böylece güç kazanan “yeni savaş biçimleri” arasında, gittikçe önem kazanmaktadır.

Milletler, birbirlerini çökertmek isterlerken, şimdi, her şeyden önce hasımlarının kültür ve medeniyetlerine saldırmakta, genç nesilleri ve kitleleri, kendi tarihlerinden, kültürlerinden, medeniyetlerinden, millî ve mukaddes değerlerinden soğutmakta, koparmakta, kendi cazibe sahasına çekmektedirler.

İtiraf edelim ki, “İslâm ülkeleri”, son iki asırdan beri, böyle bir tehlikeye maruz bulunmaktadırlar. Yine esefle belirtelim ki, Türk dünyası da bu tehlikeyi, bütün dehşeti ile yaşamaktadır. Istırapla görmekteyiz ki, bütün İslâm dünyası ile birlikte Türklük âlemi de –çeşitli renkler altında beliren- emperyalizmin baskısı altında ezilmekte ve inlemektedir. Şimdi İslâm dünyasında, bilhassa genç nesiller, kendi orijinal kültür ve medeniyet değerlerine ve müesseselerine yabancılaşmakla kalmamış, bu değerlerin düşmanı kesilmişlerdir. Kendi tarihinden, kültüründen, medeniyetinden ve “estetik telâkkilerinden” kopmuş veya koparılmış nesiller, şu veya bu emperyalizmin “mukallidi” olmakla öğünmekte, “devrim” adına millî ve mukaddes değerlerin tahribine hırsla yönelmiş bulunmaktadırlar.

İşte biz, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk milliyetçileri olarak; Türk milleti ile Türk milletini teşkil eden İslâmiyet’i, Türkçe’yi ve Türk soyunu; kıyamete kadar yaşatabilmek için, bütün bu ve benzeri tehlike ve düşmanlıklara karşı korumak, savunmak ve müdafaa edebilmek için, can ve başla, kalem ve kılıçla, edebiyat ve sanatla, mücadele etmeliyiz ve etmekteyiz.

YÜKSELTMEK:

Çok doğru bir söz var; “yerinde sayan geri kalır”… Öyle ise, seven kişi milletini ve milliyet unsurlarını korumak zorundadır, ama, milletini korumak için bu dahi yetmez; milletini ve milliyet unsurlarını seviyorsa ve bunların sonsuza kadar var olmalarını istiyorsa; işte o zaman bunları aynı zamanda (eş zamanlı olarak) yükseltmek ve yüceltmek mecburiyetindedir. Aksi halde, “yerinde sayan geri kalacağı için”, uzun vadede bunları sevmiş de korumuş da olmaz. Olamaz.

Hemen bu anda, araya bir bilgi notu eklemeliyiz: Bizim burada kullandığımız “yükseltmek” ve “yüceltmek” kavramlarının karşılığı olarak, Ülkücü Hareket’in büyük mütefekkiri S. Ahmed ARVASÎ Hocamız “maddî kalkınma” ve “manevî kalkınma” tâbirlerini yazmakta ve bunları şu şekilde tarif etmektedir. “Maddî kalkınma” tâbiri, insandan gayrı bütün tabiat güç ve varlıklarını (dünyada veya kâinatta bulunsun), ilim ve teknolojinin yardımı ile “insanın hizmetine” almak, zararlarını bertaraf etmektir. (Günümüzde, “maddî kalkınma” sanayileşme demektir. Sanayileşmemiş ülkelere “geri kalmış toplumlar” adı verilmektedir.) İslâm, bunu mümkün bulur ve ister… Yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de bütün tabiatın insanın hizmetine verildiği –musahhar kılındığı- bildirilir.

Bizim kültür ve medeniyetimizde bir de “manevî kalkınma” tâbiri vardır. Materyalist ve Marksist politikacı bu sözden ne kastedildiğini anlamaz. Bu gibilerine göre: “Kalkınma tâbiri, maddî ve iktisadîdir, manevî kalkınma sözü, muhtevasız bir kavramdan ibarettir”. Oysa, İslâm’da manevî kalkınma tâbiri, “bizzat insanın”, ilimle, sanatla, ahlâkla, din ve hukukla işlenerek yüceltilmesi, millî ve muasır bir tâlim ve terbiye ile itçimî, harsî, iktisadî ve siyasî hayatın en önemli bir temel unsuru durumuna getirilmesi demektir.

Biz, Türk-İslâm kültür ve medeniyetinin savunucuları olarak “Allah’tan başka ilâh yoktur” diyen, Şanlı Peygamberimiz Hazret-i Muhammed’in (O’na salât ve selâm olsun) ahlâkı ile ahlâklanan, en ulvî sanat eserleri ile duyguları incelmiş bulunan, millî ve mukaddes tarih şuuruna sahip olan, muasır ilim ve teknolojiyi bizzat kendi elleri ile kurabilen “bir kadro yoğurmaya” manevî kalkınma adını veriyoruz. Yani, bize göre “manevî kalkınma” sözü, boş ve muhtevasız bir tâbir olmak şöyle dursun, maddî kalkınmanın da temelidir… Bir millet, insan unsurunu, millî ve muasır ihtiyaçlarına göre işleyip geliştirememişse, başarılı olmayı (maddî kalkınmayı), boşuna hayal etmemelidir.

Şu halde bir milleti yükseltmek, o milleti top yekûn olarak kalkındırmak ve geliştirmek… Bu ise, milletin ilimde, teknikte ve medeniyette ilerlemesi, en ön safa geçmesi... Milletin en ileri ilmi, en gelişmiş teknolojiyi, en medenî vasıta ve araçları, en ileri seviyede kullanması… En büyük ve gelişmiş sanayii kurması… Milletini mutlu ve müreffeh, devletini güçlü ve kuvvetli yapması demektir.

Bunu, Remzi Oğuz ARIK şöyle anlatıyor: Dikkat edilecek olursa, bir milleti yükseltmek demek, çok kere (o milletin tabiatı zabt ve idare etmesi; tabiata hâkim olması; insanları cemiyet olarak, tek olarak idare etmesi, onları huzura, saadete eriştirmesi) imkânlarıyla hulâsa olunabilir.

Gene dikkat olunursa, bu formül, bütün müspet bilimlerle teknolojinin sahasını, konularını meydana getirir.

Gerçekten de; bir milletin tabiattaki kör kuvvetten doğacak olan belâlardan kendini koruması, onu zabt ve idare etmesi müspet ilimsiz, tekniksiz olamaz. Bunun gibi, tek olsun, zümre olsun, böyük kitleler halinde olsun, bugünün insanlarını idare etmek, onları huzura, saadete eriştirmek de; müspet ilimden, müspet ilim metodundan ve zihniyetinden habersiz olanların başaracağı şey değildir. İnsanı, Kur’ân’da terkim edilen ve bugünkü medenî milletler tarafından bir böyük gaye olarak ele alınıp (hür, efendi vatandaş) şahsiyetinde belirtilen insan olarak idare etmek; onu bizzat insana ve tabiata karşı korumak, sonra da saadete eriştirmek; bilgisiz, tekniksiz olabilir mi? Müspet ilim zihniyeti, bu zihniyetin verdiği mübarek tesamüh (yani tolerans, hoşgörürlük) olmadıkça yukarıdaki gaye gerçekleşemez.

Ziraati, ticareti, ulaştırma, endüstrisi, hatta maliyesiyle iktisat; bu ilmin dış belirtileri gibi yükselen teknoloji; şehircilik, siyaset, idare ve sosyoloji; bütün bunlar arasında bir bağlantı gibi işleyen hukuk; bunların hepsinin gayesi olan insan sağlığını, cemiyet demoğrafyasını ayakta tutan tıp.. olmadıkça, medenî insanın idaresi, korunması ve huzura kavuşturulması bugün mümkün müdür?

Müspet ilim, onun metodu, zihniyeti ve teknoloji olmadıkça, fizik ve maddî sahada cemiyetler ve siyaset dünyasında kalkınmanın imkânsızlığını anlamak için şu misallere bakmanızı rica edeceğim:

Bir millette, vergisi, geliri, gideri, bütçesiyle maliyeyi kurtarmak mı istiyorsunuz? Müspet ilmin zihniyeti, metoduyla işe sarılmaya mecbursunuz.

Karada, denizde, havada.. bir milleti savunmak mı istiyorsunuz? Müspet ilme, onun muhteşem belirtileri olan teknolojiye koşmaya mecbursunuz.

Bir milleti şu dünyada, içerde ve dışarıda nefes almak imkânına kavuşturan iktisadı mı yoluna koymak istiyorsunuz? Hayvancılığı, ormancılığı, bitkisiyle ziraatin, ticaretin, ulaştırmanın, endüstrinin, teknolojinin sırlarını bildiren müspet ilimlere baş vurmayı, onların tavsiyesini imanla, dikkatle yerine getirmeye mecbursunuz!

Bir milletin iç ve dış münasebetlerini, yani siyasetini, bugünün ihtiyaçlarına uygun, şerefli bir seviyede yürütmek mi istiyorsunuz? Milletlerin iktisadını, tarihini, coğrafyasını, savunma kaynaklarını ve kabiliyetlerini bilmeye dayanan bir müspet ilim metodu ve zihniyetiyle hareket etmeye mecbursunuz!

Bir millet nüfusunun sağlam ve şu dünya niymetlerinden faydalanacak, şu dünyadaki vazifelerine lâyık bir ömür sürecek kalitede olmasını mı istiyorsunuz? Tıp denen müspet ilmin bütün emirlerine saygı göstermeye mecbursunuz!
Bütün şu kâinatın gayesi, temeli olan insanı, bu insanın en mâsum ve vaadli hulâsası olan çocuğu, genci; insan şerefine lâyık bir halde yetiştirmek için varolan maarifi yükseltmek mi
istiyorsunuz? Müspet ilmin metoduna, zihniyetine uyarak (bu müspet ilmi ve millet kültürünü koruyan, öğreten, ilerleten ve yayan) bir maarif anlayışı üstünde durmaya mecbursunuz!

Umumiyetle fâni yani geçici olan, bu iytibarla da vakti az olan ömrü.. kendiniz, aileniz, milletiniz, insanlık için en verimli hale getirmek mi istiyorsunuz? Müspet ilimlerin metodu, sistemi, zihniyetiyle harekete mecbursunuz!

Demek ki, bir milleti yükseltmenin temel manivelâsı ilimdir, bilimdir… Öyle ise, milleti yükseltmek için önce ve bilhassa ilimde ilerlemek ve gelişmek lâzımdır… Millet ilimde ileri ise, gelişmişse; o millet kendiliğinden yükselecektir… Kalkınacaktır… Sanayileşecektir… Büyüyecektir… Mutlu ve müreffeh olacaktır… Dolayısıyla, devleti de güçlü, kuvvetli ve kudretli olacaktır.

Biz, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk milliyetçileri olarak; Türk milletini mutlu ve müreffeh, Türk devletini de güçlü ve kuvvetli yapmak için, Türk milletini mutlaka ve muhakkak yükselteceğiz… Kalkındıracağız, geliştireceğiz, sanayileştireceğiz… İlimde, teknikte ve medeniyette milletler ailesinin en ileri milletlerinden biri, hatta birincisi yapmak için hiçbir fedakârlık ve feragatten imtina etmiyoruz… Etmeyeceğiz!

Ülkücü Dünya Görüşü’nün doktrini olan Dokuz Işık’ın Toplumculuk, İlimcilik, Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, Köycülük, Gelişmecilik ve Halkçılık ile Endüstricilik ve Teknikçilik umdeleri, bu yüzden ve bunun için vardır… Ve, bize ışık olarak, yol göstermektedirler.

YÜCELTMEK:

“Çamur” bir dünyada “çamurdan yaratılmış” bir mahlûk olduğumuz muhakkak… Fakat, içimizde, bu “çamur dünyayı” aşmak, sonsuzluklara ulaşmak arzu ve iradesi, sönmez bir ateş halinde…

Biz “yücelmek” istiyoruz, “çamur dünya” eteğimize asılmış, bizi aşağılara çekmekte… Mevlâna Celâleddin Hazretleri, insanın bu dramını, ne güzel ifade eder. Hem de bir mısra ile:

“Başım, seninle derde girdi çamur dünya!”.

İnsanın “yücelme” arzusu ve iradesi, onun tabiatı halindedir. Çünkü, Allah, ona, “kendi ruhundan bir soluk” emanet etmiş bulunmaktadır. Bunun tabii bir neticesi olarak insanoğlu, asla “maddî tırmanışlar” ve “maddî yükselmeler” ile tatmin olmamaktadır. Psikanalistler, objektif olarak tespit etmişlerdir ki, insanlar birbirini ezerek, birbirlerini çiğneyerek, birbirlerinin omuzlarına basarak -Alfred Adler’in tâbiri ile- “bir gagalama sırası” meydana getirerek mutlu olamamakta ve yücelmenin tadına varamamaktadırlar. Aksine, böylece boğuşan ve didişen cemiyetlerde, “yücelme” değil “alçalma” söz konusudur.

Gerçekten de insan, sonsuzluğun kokusunu almış bir ruh ile –yüce bir âlemden yeryüzüne gelişin şaşkınlığı ile- “hasret” dolu bir arayış içindedir. Mutasavvıfların “gurbet” adını verdikleri bu “ayrılık duygusu” ve “yüceliklere ulaşma iradesi”, insanın tabiatı haline gelmiştir.

Bugün, “eksiklik duygusu” (complex inferiorité) içinde kıvranan veya kendini “üstünlük duygusuna” (complex superiorité) kaptırarak kibir ve azametle yürüyen pek çok “sinirli insan”ın gerçek ihtiyaçları bir bilinse…Bu gibi marazî tiplerin tedavisinin ancak, “manevî yücelişlere” bağlı olduğu bir anlaşılabilse… Gerçek tedavinin İslâm’da ve onun ortaya koyduğu “tevhid imanın da” bulunduğu bir idrak edilebilse… Namazın “Müminlerin Mîrâcı” olduğu ve yücelmenin insan ile Allah arasındaki manevî ve samimi bağ olduğu bir hissedilebilse… Orucun “meleklik vasıfları ile donatılmak” demek olduğu bir anlaşılabilse… Müminlerin, tam bir ay boyunca, birlik ve bütünlük içinde kaynaşmalarındaki hikmet bir kavranabilse…

İnanıyoruz ki, beşeriyet, er geç bu noktaya gelecektir ve Şanlı Peygamberimizin “Mîrâc Mûcizesi”ndeki mesaj, elbette, bir gün, bütün dimağlara ve gönüllere ulaşabilecektir. O zaman yaradılmışların “en aşağısı olan toprağın” insan ruhu ile kaynaştıktan sonra ne büyük istidatlara mâlik olabileceği daha kolay anlaşılabilecektir. Öyle anlaşılıyor ki, beşeriyet, “En yüce insanı”, yani Şanlı Peygamberimizi hakkı ile anlamadıkça “yücelmenin” de sırlarına ulaşamayacaktır.

Bazı materyalist temayüllü psikologlar, insanın “yücelme arzu ve iradesini”, “süblimation” adını verdikleri bir “marazî mekanizmaya” bağlamak isterler. Oysa, kültür ve medeniyet tarihi, ispat etmektedir ki, eğer, insanoğlu “süflî” bir hayat ile yetinse “ulvî” olanı aramasa idi, hayvanlardan farksız bir yaşama biçimine mahkûm olurdu. Hatta, yüce ve mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in ifadesi ile “belki hayvandan da aşağı” bir hayat sürdürürdü. “Maddeden manâya tırmanmak gibi”, insanın “süflîden ulvîye yükselmesi” de kendi fıtratı icabıdır. İnsanın fıtratını inkâr, insanı inkâr etmek olmaz mı?

Ülkücü Hareket’in büyük mütefekkiri S. Ahmed ARVASÎ, bir yazısında, insanın yücelmesi hakkında bunları ifade etmiş… Esasen, Hocamızın sözünün üstüne söz konulmaz, fakat biz gene de, S. Ahmed ARVASÎ’nin affına sığınarak, buna bazı şeyler ilâve etmek zorundayız.

Gerçekten de İslâmiyet’ten maksat, insanın fert ve cemiyet olarak hem manevî, hem de maddî yönden doyurulması, güçlendirilmesi, donatılması ve yüceltilmesidir… İslâmiyet’ten maksat, “en güzel surette yaratılan insanı”, kendi “fıtratı” içinde tutarak yüceltmek ve insanların hayvanlaşmasını, yahut hayvandan daha aşağı duruma düşmesini önlemektir.

İslâm’ın ortaya koyduğu gerçek şudur: İnsanları “sahte mâbutlara” tapındıran dinler, inançlar ve felsefeler, insanı alçaltırlar; yalnız İslâm’dır ki, en yüksek tâzim şekilleri olan Kıyam, Rükû, Secde ve Dua’yı, yalnız yüce Allah’a tahsis ederek insanı yüceltir… Çünkü, yüce İslâm’a göre, “İnsan, Allah’tan gayrısına ibadet edemeyecek kadar” şeref ve izzet sahibidir.

“En güzel biçimde yaratılan”, “çok yüksek bir duygu gücüne” ve “çok yüksek bir idrake sahip olan” insan, yalnızca ve sadece İslâmiyet’le yücelebilir… Bunu bilen ve bunun idrakinde olan İslâmî ve Dokuz Işıkçı Türk milliyetçisi, Türk milletini ve Türk milletini teşkil eden bütün fertleri İslâmiyet ile yüceltmelidir. Yüceltecektir!

Türk milleti ile Türk milletini meydana getiren milliyet unsurlarını yüceltmek, işte budur…
Ülkücü Dünya Görüşü’nün doktrini Dokuz Işık’taki Milliyetçilik, Ülkücülük ve Ahlâkçılık gibi umdeler bu yüzden ve bunun için vardır… Ve bize, ışık olarak yol göstermektedirler.
Türk Milliyetçiliğinin gayesi, Türk Milletini iç ve dış her türlü sömürüden kurtarmak, büyük ve güçlü Türk Devleti'ni gerçekleştirme iradesini daima ayakta tutmaktır... Onun programı ise, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ’NÜ bütün sosyal, siyasî ve ekonomik yönleri ile
gerçekleştirmeyi gaye edinen, DOKUZ IŞIK DOKTRİNİ'dir...

ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ MİLLİYETÇİLİK İLE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİ ŞU
ŞEKİLDE TARİF ETMEKTEDİR: MİLLİYETÇİLİK; MİLLETİNİ VE BU MİLLETİ
MEYDANA GETİREN MİLLİYET UNSURLARINI SEVMEK, KORUMAK, YÜKSELTMEK VE YÜCELTMEK ÜLKÜSÜDÜR... TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ İSE, TÜRK MİLLETİ İLE TÜRK MİLLETİNİ MEYDANA GETİREN İSLÂMİYET, TÜRKÇE VE TÜRK SOYUNU SEVMEK, KORUMAK, YÜKSELTMEK VE YÜCELTMEK ÜLKÜSÜDÜR... VE, ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ'NDE MİLLİYETÇİLİK İLE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN YÖNÜNÜ, ŞEKLİNİ VE SINIRLARINI İSLÂMİYET BELİRLEMEKTEDİR...

ÜLKÜCÜ DÜNYA GÖRÜŞÜ

http://www.ulkucudunya.com/index.php?pa ... tay&kod=76


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 5 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye