Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Türk Ocakları Nereye?
MesajGönderilme zamanı: 06.11.11, 20:54 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 06.01.10, 09:39
Mesajlar: 92
“Kürt Açılımı” ve Türk Ocakları

Hakan PAKSOY
uhakanpaksoy@gmail.com

24 Ağustos 2009


Son günlerde önce “Kürt Açılımı” iken sonra “demokratik açılım, barış ve kardeşlik projesine” evrilen bir siyasi hareket, bir siyasal proje tarihi yöneten Türk milletinin en önemli merkezi olan Türkiye Türklerinin gündemindeki diğer bütün konuları unutturmuş durumdadır. Projenin hedefinde iki milletli bir egemenliğe geçişin emareleri görülmektedir.

Türkiye’nin birlik, bütünlük ve bekasını düşünen herkes ne olacağını merakla ve çok büyük bir gerilim içinde beklemektedir. Bu kadar büyük bir gerilimi toplumun ne kadar nasıl taşıyacağı taşısa bile ne gibi toplumsal travmalara yol açabileceği ayrı bir tartışma konusu olmakla beraber gelinen noktanın çok tehlikeli olduğu da bir gerçektir.

Hükümet adına görev üstlenen İç İşleri Bakanı, önceden belirlenmiş gerek siyasi partiler gerekse de sivil toplum kuruluşları ile görüşmeler yaparak aslında ne yapacaklarını kendilerinin bildiği fakat kamuoyuna içeriğini açıklamadıkları “sadece bir süreçtir, bu süreçte neler olacağına yapılacak katkılarla karar verilecektir” mealinde yaklaşımlarla her geçen gün mesafe kat edilmektedir.

Bu projenin olmazsa olmaz unsurlarından biri Türk milliyetçileridir. Şu veya bu şekilde katılımları mutlaka sağlanmalıdır. Ve bu projenin sahiplerinin de bunu çok önemsedikleri görünmektedir. Nitekim proje koordinatörü İç İşleri Bakanı yirmiyi aşkın sivil toplum kuruluşuyla yemek yerken Türk Ocakları Genel Merkezini bizzat ziyaret edip bir buçuk saate yakın zaman ayırması bunun bir göstergesidir. Bu ziyaretle aynı zamanda Türk Ocaklarının desteğinin alındığı intibaı verilerek “Türk Ocaklarının açılıma -kısmen de olsa- destek verdiklerini” dolayısıyla kamuoyuna “açılımın” doğru yolda olduğu yayılmaktadır. Bu suretle milliyetçi camia ikiye bölünmüş bir duruma düşürülmüştür.

Bu görüşmeyi, camiamız açısından tahlil etmeyi sorumluluğumuzun gereği olarak görüyoruz.

Tahlile; raporun içeriğine bakılmaksızın birkaç soru sorarak başlamak doğru olacaktır. Türk Ocakları Genel Merkezi “Açılım” hakkında belirledikleri görüşleri oluşturmak için herhangi bir toplantı yaparak ortak bir aklın sonucunu mu sunmuşlardır? Ocak Genel Merkezi gerek Merkez Heyeti gerekse de herhangi bir ya da birkaç şubeyi bir araya getirerek veya telefonla fikirlerini alarak mı tavır belirlemiştir? Yoksa Türk milletinin geleceğini ilgilendiren hayatiyetteki bu konu hakkında sadece Genel Başkanın düşünceleri kaleme alınarak Ocağın görüşü olarak mı sunulmuştur? Bu soruların cevapları çok önemlidir. Çünkü bizler gerçek demokrasiye samimi olarak önem verenlerdeniz. Eğer sadece Sayın Genel Başkanın düşünceleri ise –ki öyle olduğunu düşünüyorum- Türk milletinin geleceğini ilgilendiren bu büyük vebal bir kişinin omuzlarının taşıyamayacağı ağırlıktadır ve aynı zamanda anti-demokratiktir.

Öte yandan Bakan’a sunulan raporun adının doğru konulması gerekirdi diye düşünüyorum. Türk Ocağı hazırladığı rapora “Etno Milliyetçi Bölücü Terör ve Çözüm İhtiyacı” ismini vererek, etno milliyetçilik ile etnik ırkçılık kastediliyor olsa da bu şekilde milliyetçi bir terör yapılanması vurgulanılmış olmaktadır. Hâlbuki milliyetçilik, etnik toplulukların değil, milletlerin ideolojisinin adıdır. Irkların ideolojisinin adı ise ırkçılıktır. PKK terör örgütü için bu ifade yanlış olmuştur. Ayrıca her ne kadar “biz etnik milliyetçi değiliz ya da bizim milliyetçiliğimiz etnik veya ırkçı değildir” desek de bu isimlendirme doğrudan Türk milliyetçilerine geri dönecek ve “milliyetçilik zararlıdır” diyenlere meşruiyet zemini sağlayacaktır. Hâlbuki hayatını insan ve millet sevgisi üzerine kurmuş olan Türk milliyetçiliği bu millete sadece ve sadece fayda sağlamıştır.

Raporun giriş kısmında 25 yıldır devam eden bölücü terörün ülkenin huzurunu kaçırdığını ve geleceğini tehlikeye attığı dolayısıyla bu problemin bir an önce çözülmesinden bahsedilerek, bölücülerin ne kadar büyüdüğüne değinilerek “10 milyarlarca dolarlık parasal büyüklüğe hükmeden” bir örgüte sahip oldukları yazılmaktadır. Bu raporu kaleme alanların gözlerinin korktuğunu sanmamakla birlikte “PKK’nın ‘üstün’ gücü(!)” karşısında bazı tavizlere rıza göstermemiz gerektiği algısını uyandıracağından, çok mahzurlu olmuştur.

Olayların bugüne gelişinde “12 Eylül askeri rejim döneminde Diyarbakır hapishanesi başta olmak üzere sergilenen gayri insani yöntemler nefret duygularını pekiştirdiğini” belirten giriş bölümü, “İstiklal Mahkemeleri, Yassıada Duruşmaları ve Mamak Hapishanelerinde yaşananlar” cümleleriyle tarihimiz hayret verici bir anlayışla sorgulanmakta ve PKK terörü de -herhalde farkında olmadan- “demokratik haklar ve hukuk problemi” olarak ortaya konulmaktadır.

Girişteki sorun algılamasını değerlendirmeden sonrasına geçmek hem doğru değildir hem de problemin esasını kaçırmak anlamına gelebilecektir.

Türk Ocakları 25 Mart 1912’de bir avuç Türk milliyetçisi ya da o günkü tanımla bir avuç Türkçü tarafından kurulmuş, gerek İstiklal savaşında gerekse Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunda ve kapanana kadar genç devletin ayağa kalkmasında ciddi hizmetlerde bulunmuştur. Bir cümle içinde sıradan bir şekilde kullanarak İstiklal Mahkemeleri’ni hak ve hukuk ihlaline delil olarak sunmak Türk Ocaklarının kurucuları ve üyelerinin de içinde bulunduğu bir dönemi toptan suçlamak anlamını taşıyacaktır.

Tarihte yaşanan gerçekler dikkate alınmadan, bazı olaylar bahane edilerek “Jakoben Devlet” tanımlaması yapılırken, Leyla Zana ve DEP’lilerin cezaevinden çıkış sürecini koymamak tarihe haksızlık olacaktır. Bu yaklaşım bir takım mahfillerin “devletin kuruluşundan da önemli” ya da “1924 asimilasyon politikalarının sonucunda buraya gelindi” denildiği bir ortamda o mahfillerin değirmenine su taşımaktan başka bir anlam taşımayacaktır.

Raporda; kolektif grup hakları ile bireysel özgürlüklerin birbirine karıştırıldığından bahsedilerek meselenin en kritik noktası olarak tespit edilmektedir. Bu tespit doğrudur ancak devamında bunun sorumluluğunun sadece PKK-DTP ve liberal bazı çevrelere verilmesi ciddi eksikliğin sonucudur. Bu eksiklikte uzun zamandan beri ısrar edilmektedir. Ama “açılımın” Türkiye’nin gündemine PKK-DTP ve liberal eski Marksistler tarafından da getirilmediği gerçeği göz ardı edilmemelidir.

Aslında bu bakış açısının sadece bu raporda değil, Türk Ocakları Genel Merkezi adına yazılan bütün yazılarda da bulunduğu dikkate alınınca sorun daha da derinleşmektedir.

Kırmızı Çizgilerimiz bölümünde yazılanlar her Türk milliyetçisinin altına imza atacağı hususlardır ancak çözüm tekliflerine ilişkin “Neler Yapılabilir” bölümünde bazı hususlar vardır ki onlar aslında tamamen Kırmızı Çizgilerimiz bölümüne geçmesi gereken hususlardır.

Neler yapılabileceğine ilişkin teklifler ortaya konurken teröre son verebilmek adına “PKK’yı silâh bırakmaya yönlendirmek için ABD ve Kuzey Irak yönetimiyle gerekli ilişkiler kurulmalı, Kandil dağındaki varlığı tecrit edilerek, lojistik destekleri kesilerek silâh bırakmaya ikna edilmelidir.” denilmektedir. Soruna bakışın en çetrefilli yönü burasıdır. Eğer Türkiye Cumhuriyeti Devleti terörle, teröristle ve bölücülükle mücadelede himmete muhtaç bir görüntü verecekse baştan kaybetmiş demektir. Bu aynı zamanda Irak’ın kuzeyindeki (Kuzey Irak değil) çapulcuları devlet mesabesine koymak ve onları tanımak anlamına da gelebilecek bir durumdur. Elbette ki bu şekil oyunu kurgulayanların istediği bir durumdur.

PKK’nın silah bırakmaya ikna edilmesi, yönlendirilmesi ya da silah bırakmasının sağlanması gibi ifadeler kullanılmakta, sanki terör örgütü ile bir çeşit ilişkiye girilebileceği anlamı çıkabilecek üslup kullanılmaktadır. Bu kabil cümleler kurulursa Murat Karayılan denilen hain de “ne silah bırakması TC özür dilemelidir” demeye devam edecektir.

Raporun sonuna doğru “hazırlanacak bir makro planın başarılı olması için şart olan PKK’nın silah bırakmasının sağlanması için gerekli girişimcilere(girişim olacak herhalde)öncelik verilmelidir” denilmektedir bu ifade açıklanmaya muhtaçtır.

İstiklal Harbinde, Maraş’ın kurtuluşunda çok önemli ve dönüm noktası olan Cuma Namazı ve Bayrak Hadisesi vardır. Özetle: işgal kuvvetleri Maraş Kalesindeki Türk Bayrağını indirirler ve yerine Fransız Bayrağını çekerler (bir rivayete göre sadece Bayrağı indirirler). Bunu gören Kuvvay-ı Milliye yöneticileri ertesi gün Ulu Camide bir harekete karar verirler. Bunun için halk hazırlanmalıdır. Avukat Mehmet Ali Bey’in kaleme aldığı aşağıdaki “Beyanname” çeşitli camilerin avlusunda ağaçlara asılır. (Lütfen o günün millet telakkisi içinde değerlendiriniz.)

Alıntı:
BEYANNAME

Ey millet-i necibe-i Osmaniye, vaktine hazır ol.
1300 küsür seneden beri Hz. Allah’ı ve Peygamber-i Zîşan’ının hizmetine razı ettiğin bir din ölüyor. Yani ecdadının kanı pahasına fethettiği bir kalenin burcu borusundaki Al Sancağın bugün Fransızlar tarafından indirilip, yerine kendi bandıraları konuldu. Şimdi acaba bunu yerine koyacak sende birkaç yüz İslâm gayreti hiç mi yok! İğtişaş arzu etmeyin. Yalnız pür vekar ve azamet olarak ol.

Al Sancağımızı geri yerine koyalım. Tekrar kemal-i mehabetle yerlerimize avdet edelim. Korkma, korkma seni buradaki birkaç Fransız kuvveti kıramaz. Sen mütevekkilen Alellah kendi mevcudiyetini gösterecek olursan, değil birkaç Fransız kuvveti, hatta bütün Fransız milleti kıramaz. Buna emin ol.


Bunun sonucunda cemaat “cumanın şartlarından birisi hür olmaktır, kalede bayrak olmadığına göre namaz farz olmaktan çıkmıştır” diyerek hutbenin sonucunu beklemeden kaleye çıkarak şanlı Bayrağımızı göndere çekerler. İşgal altında dahi egemenliklerine ve istiklallerine sahip çıkabilenlerden daha mı zor durumdayız?

Kısakürek Mehmet Ali Bey’ler aranmaktadır…

Not: Bu yazı yazıldıktan sonra 23 Ağustos 2009 tarihinde Ocak Genel Merkezi tarafından Basın açıklaması yapıldı. Keşke bu açıklamalar 17 Ağustos 2009 tarihli Zaman gazetesi haberinden hemen sonra yapılsa ya da İç İşleri Bakanının ziyaretinde dosya olarak verilip basına açıklama yapılırken kamuoyuna da konuşulsaydı. (H.P.)

http://www.haberakademi.net/default.asp ... u&hid=9922


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Türk Ocakları Nereye?
MesajGönderilme zamanı: 06.11.11, 21:06 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 06.01.10, 09:39
Mesajlar: 92
Türk Ocakları Nerede Duruyor?

Hakan PAKSOY

uhakanpaksoy@gmail.com

12 Nisan 2010

10 Nisan 2010 Cumartesi günü Ankara’da Türk Ocaklarının -yaşayan tek eski Genel Başkanının delegesi olmadığı ve katılmadığı- 41. Kurultayı yapıldı. Eski K. Maraş Şube Başkanı ve halen K. Maraş üyesi olarak Kurultay Delegesi olarak bildirilmeme rağmen Genel Sekreterliğin müdahalesi ile delegeliğim iptal edilmiş, bir önceki Kurultayda seçilmiş Yedek Yönetim Kurulu üyesi olmama rağmen delege olmadığım gerekçesiyle konuşma yapmama izin verilmemiştir. Yaptırılmayan konuşmamın metni aşağıdadır.

Türk Ocaklılar ve Türk milliyetçilerinin haberdar olmasını arzu ettiğim düşüncelerimi ihtiva eden konuşmamı Türk milletinin şaşmaz irfanına arz ediyorum.

Türk Ocaklarının 41. Kurultayının yüce Türk milletinin yarınları için kutlu olması dileklerimle sözlerime başlıyor ve hepinize saygılar sunuyorum.

Ocağımızın iki yıllık faaliyetlerine baktığımızda çok güzel işler yapılmış olduğunu görmekteyiz.

· Her zaman açık çok güzel bir bina,
· Güler yüzlü ve samimi bir personel,
· En soğuk kış günlerinde dahi sıcacık bir mekân,
· Her dem taze olan mis gibi çaylar,
· Her hafta gayet güzel organize edilen Ocak Başı Sohbetleri,
· Gençlere ya da akademik çalışma yolundaki arkadaşlarımıza yönelik toplantılar,
· Çeşitli zamanlarda yapılan açık oturum ya da bilgi şölenleri,

Bunların hepsi de bir dernek açısından çok güzel faaliyetler, burada hatırlamadıklarım da dâhil bu tür faaliyetler açısından ve faaliyetleri kolaylaştıran ve mekânı rahatlatan ek bina için de Ocak Yönetimimizi tebrik ediyorum.

Normal zamanda ve normal şartlarda, dernekçilik açısından çok güzel olan bu yapılanların yanında güzel ülkemizde olan bitenin ve geçmiş iki yılın değerlendirilmesin yapılarak, bu değerlendirme doğrultusunda yarına yön verilmesinin doğru olacağını düşünüyorum. Hepinizin de katılacağını düşündüğüm bir yaklaşımla "bugün dünün sonucu yarının da sebebidir". Dolayısıyla yarın olacaklara yapacağımız değerlendirmeler, alacağınız kararlar yön verecektir. Bu açıdan bu kurultayın Türk Ocakları tarihindeki en önemli kurultaylardan birisi olmaya aday olduğunu da inanıyorum.

Öncelikli olarak ülkemizin durumunu ortaya koyacak olursak;

* 41. Kurultay milli varlığımızın ve birliğimizin ağır bir tehdit altında olduğu çok ciddi beka sorunu ile karşı karşıya olduğumuz bir dönemde yapılmakta,
* Milli devlet yani tek millete dayalı devlet yapısı tehdit altında ve Çok Milletli devlet yapısına geçilmek istenmekte,
* Etnik, inanç ve mezhep temellerinde tahrikler alabildiğine artmış ayrışma ve bölünme tehlikesi kapımıza dayanmış,
* Adalet ve güvenlik yapılanmamızda yapılmak istenilen değişiklikler, takip edilen siyaset ve usul kaosu da beraberinde getirmekte,
* Değerlerimizle milletimizin ilişkisi bir bir koparılmakta ya da zarar verilmekte,
* Türk milleti her geçen gün biraz daha aslından-kendinden uzaklaştırılmakta,
* Türkiye 510 milyar doları aşkın borç altında ve işsizler ordusu her geçen gün çığ gibi büyümekte, bu borç yakın gelecekte bağımsızlığımıza karşı en büyük tehdit potansiyeli taşımakta,

Olduğunu söylemek ne bir komplo teorisi yazmak ne de bir felaket habercisi olmaktır.

Bu tespitleri yaptıktan sonra dönüp kendimize bakarak kendimizin ne durumda olduğunu analiz etmek ve nefis muhasebesi yapmak bir zorunluluk haline gelmektedir. Rahmetli Dündar TAŞER ne güzel söylemiş: "durum muhakemesine hasımdan başlanmaz" diye…

"Ben kimim?" sorusuna cevap aradığımda aklıma hemen;

İnsanlık tarihi ile eşzamanlı ve tarihi yöneten bir milletin mensubu olarak;

Ø Çağa ya da çağlara itiraz eden,
Ø Esir ya da sömürge olarak yaşamayı zillet sayan ve bağımsızlığı için ölümü göze alan,
Ø İstiklali için savaşan,
Ø Bu savaşı ile insanlığa örnek olarak dünyanın gidişatına etki eden bu milletin

önüne düşen bir fikir hareketinin mensubu olduğum aklıma gelivermektedir. Ancak; 19. yüzyılın başında kurulmuş olan ve bu fikir hareketinin en güçlü temsilcisi olan Ocağımızın bugünkü web sayfasında, Türk Ocakları kendini sağda görüyor mu? Sorusuna: özetle, "dünyanın köklü bir şekilde değiştiğini, liberal demokratik değerlerin etkili olduğunu, Amerika’da gelişen yeni muhafazakârlığın liberal bir muhafazakârlık olduğunu, bu zihniyeti taşıyanların toplumsal ahlaki muhafazakârlıkla liberal demokratik değerleri savunduklarını ve her türlü kavram kargaşası, ifade yanlışlıkları ve yanlış anlamaları bir tarafa bırakarak bunların gerçek anlamlarının belirlediği tarif çerçevesinde Türk Ocağı’nın sağ’da olduğunu söyleyebileceklerini" cevabı verilmektedir.

Sizi bilmem ama ben hiç liberal olmadım. Ben "kendine inanan insanların cehenneme gitmeyi tercih edebilme özgürlüğüne sahip olduğu" bir dinin mensubuyum. Yani zaten hürriyetçiyim, zaten şahsiyetçiyim. Rahmetli Galip Erdem Ağabey’e ait olduğunu bildiğim "milliyetçiliğin önünde hiçbir sıfata, ardına hiçbir ilaveye ihtiyacı yoktur" mealindeki söz misali ben sadece ve sadece Türk milliyetçisiyim ve Ülkücüyüm. Dolayısıyla liberal, muhafazakâr falan hiçbir tanımlamaya sığmıyorum… Sizlerin de böyle bir hususta görüş bildirmeniz duruş belirlemeniz gerekir diye düşünüyorum.

Burada, batılı bir düşünürün "birlik ruhunun olduğu orduda şan ve şeref vardır." Sözü aklıma geliyor. Bu cümlede ordu yerine camiayı, derneği koyabiliriz, hiç de yanlış olmaz. Ve birlik ruhunun olmadığı yerde şan ve şerefin tersinin varlığını da hatırımızdan da çıkarmamamız gerekir diye düşünüyorum.

Geçen hafta içinde Genel Sekreterimiz Orhan Kavuncu imzası ile dağıtımlı bir yazıda; "Birinci cephede, bazı Marksistlerden, liberallerden, İslâmcılardan ve Kürtçülerden oluşan bir aydın grubu, fikir özgürlüğü, etnik ve dini azınlıkların kendi değerlerini yaşama, ifade ve öğrenme özgürlüğü gibi bir takım demokrasi ve insan hakları kavramlarını, PKK’nın savunuculuğunu yaparken kullanmaktadırlar. Bunu yaparken Kurtuluş savaşındaki milli heyecanı ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşunda kabul edilen temel milli değerleri açıkça hedef almaktadırlar.

Karşı cephe de ulusal bütünlük, milletin ülkesi ve devletiyle bölünmez bütünlüğünü koruma adına yola çıkan pozitivist bir aydın camiası şeklinde tezahür etmektedir. Atatürkçü ve laik bir görüntü veren bu cephenin söylemleri de, "dine karşı cumhuriyeti koruma" ve/veya "cumhuriyet adına dinle hesaplaşma" şeklinde algılanabilmektedir.

Türk Milliyetçileri bu cepheleşmede, taraflardan birisi olmamalıdırlar." denilmekte ve devam edilmektedir. Bence Türkiye’de iki taraf vardır. Birisi ilk paragrafta belirtildiği gibi "temel milli değerleri hedef alanlar" diğeri ise bunun karşısında olanlar. Gerçi Orhan Hoca’m birincisinin yaptıklarının net ikincisinin ise algılanabilir olduğunu söylüyor ama bu algılamanın da haklı olmadığını düşünüyorum.

Tespitlere katılıp katılmadığımız bir yana, Allah Aşkına, Türk Ocakları nasıl olurda Türk milletinin milli değerlerinin hedef alındığı bir ortamda, sadece ve öncelikli olarak milli değerlere saldıranları hedef almaz? Hatta ilk defa yaptığı Söğüt Toplantılarının birincisini bile bu cepheleşmeyi irdelemek adına Milliyetçilik-Ulusalcılık Çalıştayı koyup, ulusalcılık diye bir problem(!) ortaya koyar ve bunu Vatana karşı tehditle birlikte değerlendirir? Bu ne kadar doğru ya da isabetlidir? Milliyetçi Ülkücü camiada şimdiye kadar kim ulusalcılarla işbirliği yaptı ya da yapalım dedi de bu sorun için böyle bir çalışmaya ve ayrıma ya da cepheleşmeyi tespite ihtiyaç duyuldu? Aksine şikâyetçi olunan Marksistlerden, Liberallerden, İslâmcılardan ve Kürtçülerden oluşan bir aydın grubu diye isimlendirilenlerin de aynı ayrımı yapmaya çalıştıkları, camiamız arasına bu hususta ayrılık sokmaya çalıştıkları niçin göz ardı edilir? Bu şekilde bir ayrım yapmak bu ayrımdan yararlanacakların değirmenine su taşımak anlamına gelmez mi?

İstiklal savaşında da buna benzer bir durum olduğu herkesin malumudur ama başta merhum Başbuğ Atatürk olmak üzere, cennetmekân silah arkadaşlarının hepsinin de, kim ne düşünüyor, geçmişte neler yapmıştı demeden, düşmana karşı Türk milletini bir araya getirmeye çalışırken yanında kim olduğuna bakmadan, bütün dikkatini ve gücünü düşmana teksif ettiği tarihi bir gerçektir.

Buna benzer bir durum Kürt Açılımı ve Anayasa Değişikliği için de kendini göstermektedir.

Kürt Açılımına karşı Genel Merkezimizin verdiği rapor ve ardından gelişen olaylar bu salondaki herkesin malumu olsa gerekir. Sunulan Rapordaki düşüncelere katılmadığım yönlerini yazarak kamuoyu ile paylaştığımdan ötürü tekrar o hususta konuşmayacağım. Dikkati çekmek istediğim husus farklıdır. Şimdi söyleyeceğim konuda mutabakattan sonra konuşulmaya karar verilirse belirlenen tutum doğrultusunda söz düştüğü takdirde konuşmayı daha doğru buluyorum.

Kürt Açılımına ilişkin rapordan sonra yazılan bir takım yazılara bakıldığında verilen raporla uyumlu olmayan, hatta ayrı düşen bir takım düşüncelerin olduğu görülmektedir. Bu yazıların bazılarının Genel Merkez yöneticilerine ait olması da konunun Merkez Yönetiminde görüşülmeden tavır konulduğunu ya da fikir birliğinin olmadığını ortaya koymaktadır. Kaldı ki süreç içinde yaşananlar bunun doğruluğunu teyit etmiştir.

Aynı husus "yeni Anayasa" çalışmalarında da olmuştur. 2007 yılında Hars Heyeti "Yeni Anayasa Taslağı’na" karşı görüş bildirmiş ancak bu görüş yayınlanmamıştır. Bugüne gelindiğinde ise: "sorulan soruların cevabı ne kadar belirsiz ve kaygı verici olursa olsun, Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı vardır" noktasına gelinmiştir. İnternet sitesinde Genel Başkandan başlıklı "Niçin Yeni Bir Anayasa" başlıklı yorumda geçen bu ifadeler Nuri GÜRGÜR Ağabeyin değil Türk Ocakları Genel Başkanı’nındır. Dolayısıyla bu görüşlerin Türk Ocaklarının tasvibine sunulması ya da bu kadar hayati bir konuda genelin fikrinin alınması ve alınacak düşüncelerden sonra oluşacak ortak görüşün Türk milliyetçilerinin görüşü olarak açıklanması daha doğru değil midir?

Bu yorumda yer alan birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum. Genel Başkan burada "egemenliğin millete ait olduğunu teyit edecek" bir anayasadan bahsetmekte buna referans olabilecek görüş olarak da tanınmış anayasa hukukçusu olarak nitelediği Ergun Özbudun’u göstermektedir. Ancak Anayasanın 6. maddesinde

"Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.

Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz".

İfadeleri vardır. Dolayısıyla egemenliğin millete ait olmadığı neden düşünülmektedir? Niçin böyle bir talep oluşmuştur? Böyle düşünmekle Anayasanın ilk üç maddesi ile özellikle dibacesini değiştirmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüş olunmayacak mıdır? Hem hazırladığı taslakta Anayasanın giriş bölümündeki bütün Türk ifadelerini çıkaran Ergün Özbudun’u referans almak ne kadar doğrudur? Yoksa Genel Başkan’ın düşüncelerine referans olabilecek nitelikte Türk milliyetçisi olan herhangi bir anayasa profesörünün görüşü yok mudur?

Anayasa hususunda yayınlanmayan Hars Heyeti görüşü ortada iken aynen Türk Ocakları Genel Merkezi Hars Heyeti "Demokratik Açılım" Değerlendirme Raporu başlıklı ve internet sitesinde yayımlanan rapora dikkatinizi çekmek istiyorum. Rapor "başlangıçta ’Kürt Açılımı’ olarak lanse edilmekle birlikte tepkiler üzerine ’Demokratik Açılım’ veya ’Milli Birlik Açılımı’ olarak ifade edilen süreç toplumumuzun önemli kesimlerine rağmen ilk başta, konjoktürün elverişli olduğu düşüncesinden hareketle olumlu bazı beklentileri gündeme getirmiştir" denilmekte ve "bu havanın Habur’dan girişlerden olumsuz etkilendiği" yazılmaktadır. Yani "Habur’dan girilmese her şey çok iyi olacaktı" gibi anlaşılan bir ifade ile rapora girilmektedir.

Bu rapor yayınlandığına göre Genel Merkez yönetimi bu fikirlere katıldığı anlaşılmaktadır. Daha önceki anayasa hakkındaki yayınlanmayan Hars Heyeti görüşü bize bunu düşündürmektedir. Ancak Raporun içinde bir cümle daha vardır ki herhangi bir Türk milliyetçisinin bu ifadeye katılmasının mümkün olmadığını düşünüyorum.

Rapor: "Millet’in tanımını kimsenin kendisini dışarıda tutamayacağı bir şekilde yapmalıyız. Tarihten gelen birlikte yaşama tecrübemizden faydalanılmasını sağlamalı, bu büyük tecrübeyi günün şartlarına göre yeniden yapılandırıp üretebilmeliyiz." Demektedir. Hem de milleti yazış şeklinden millet algılamasını değil, doğrudan Türk milletini kastettiği açıkça anlaşılmaktadır. "Alevi’ye Alevi; Kürde Kürt dememek onların varlığını ortadan kaldırmaz" diyerek de devam etmektedir. Bir Türk milliyetçisi olarak hayatımın hiçbir aşamasında ne Alevi ne de bir Kürt’le problemim oldu. Hatta Alevi köylerinde sofra açıldı, şerefle ve zevkle oturdum, sırtımı dönebileceğim, kelimenin tam anlamıyla "emin" Kürt dostlarım oldu. Ne onlar rahatsızdı, ne de ben. Dolayısıyla bu kardeşlerimizin varlığından dolayı Türk milleti tanımını değiştirmeyi teklif etmeyi anlamak mümkün değildir. Bu teklif "Mozaik değil mermer" olan bir milletin ileride parçalanabilmesini de getirmeyecek midir? Daha da önemlisi bu cümle, bugün olan biteni başımıza sardıranların dayandığı gerekçe cümlesi değil mi? Biz onlar gibi mi düşünüyoruz?

Ben Hakan Paksoy olarak gür sesle şunları haykırmak istiyorum:

Ø Bu ülkede olan bitene seyirci olarak kalmaya,

Ø Türk milliyetçilerinin kalabalıklaş(tırıl)masına,

Ø "Sizin yerinize de biz düşünürüz" şeklinde irademize ipotek konulmasına,

Ø Nasıl olsa benim adıma bir düşünen var kolaycılığına,

Ø Tarihi yapan, yöneten ve yazan Türk milletinin yeniden tarif edilmesine,

Ø Failsiz fiil tariflerine,

itirazım vardır.

Bir milletin gerçek karakteri ancak tarihinin en buhranlı dönemlerinde ortaya çıkar. Eğer bu kıymetli hazirun bugünü o gün sayıyorsa artık ortaya çıkmalıdır.

Son söz Galip Erdem Ağabey merhumun: "Demokrasi, hürriyet ve değerli sayılan diğer bütün mefhumlar, milletimizin yükselmesine ve güçlenmesine yardım ettikleri sürece saygı görürler. Fakat nifak tohumlarının yeşermesine müsait bir zemin haline gelirlerse, itibarını yitirmekten kurtulamazlar.

...

Fikir ayrılıklarının düşmanlığa dönüşmesine izin verilmez! Milletin varlığını kıyamete değin sürdürmek ülküsü, cümle hakların üstünde kutsal bir vazifedir.



Ve en önemlisi; Türk’ün varlık davası dışında kalan meseleler yüzünden - bugünkü gibi- sonunda uzlaşmak zorunda kalacağınız kuvvetlerle karşı karşıya gelmeyin. Amma, kim olursa olsun, millî varlığımızı tehlikeye atan bir davada çatışırsanız, işte o vakit asla geri dönmeyin. Bugün iradenizi önlemek isteyen kimselere güceneceksiniz, yalnız, katiyen husumet duymayacaksınız. Çünkü onlar da, nihayet, bu aziz toprakların çocuklarıdır. Hata edebilirler. Sizin de çok hatalarınız olmuştur."

"Elbette bizim Ağabeylerimizin ağabeyliğine Arkadaşlarımızın arkadaşlığına itirazımız yoktur. İtirazımız bugünkü duruşlarınadır. Ancak kardeşlik ve arkadaşlık hukuku da daha fazla zorlanmamalıdır."

Hepinize saygılarımı sunuyorum.

NOT: Tarihi 41. Kurultayda yaşananlar bir hayli üzücüydü. Daha önceki Kurultaylarda genç bulamazken bu sefer çok fazla sayıdaki delikanlının görevli yaka kartı ile salondaki varlığı dikkati çeken bir husustu. Bu gençlerin Alperen Ocaklarından getirtildiği iddiası beni derin düşüncelere sevk etti. Sayın Orhan Kavuncu’nun seçim öncesi konuşmasında vurguladığı "şubelere bazı yerlerden telefonlar edildiğini öğrendik... O telefonların geldiği yer, güvenlik tedbiri almamızı gerektirmiştir." açıklamasından, alınan tedbirler manzumesinden olduğunu düşündüğüm bu gençlerin oradaki varlığıyla; ya bir şeyler olsaydı, kardeşler kavga etseydi, kim bunun vebalini taşıyabilecekti? İktidar hırsı bu kadar mı kardeşlik hukukuna üstün gelir? (H.P)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Türk Ocakları Nereye?
MesajGönderilme zamanı: 06.11.11, 21:12 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 06.01.10, 09:39
Mesajlar: 92
Türk Ocaklarında Neler Oluyor?

Hakan PAKSOY

uhakanpaksoy@gmail.com

01 Aralık 2010


Bu yazı bir polemik yazısı değildir. Türk Ocakları İstanbul Şube Başkanı Cezmi Bayram’a cevap olsun diye de yazılmamıştır. Bu yazı, Türk Ocakları Genel Merkezi ve bütün Şube Yöneticileri ile Türk milliyetçilerinin dikkatlerine sunulmak üzere kaleme alınmıştır.

Bu yazıya 10 Ağustos 2010 tarihli Hürriyet Gazetesinde çıkan bir haber vesile olmuştur. “Uzlaşmazları Uzlaştıran Kurum” başlıklı haber, her Türk milliyetçisini ciddi olarak düşündürecek özellikler taşımaktadır. Haberde; “Türkiye içyapısını dış politikasına uygun geliştirmek zorunda. Ortadoğu’da yaşayan 30 milyon Kürt’ün hamiliğine soyunacaksak, içyapımızı buna göre düzenlemek zorundayız. Kürt sorunuyla ilgili Türkiye’nin Büyük Çatısı Ortak Aidiyet: Mezkûr Meçhul Mesele yani Gizlenen Meşhur Mesele projesinin 15’inci toplantısını yaptık” denilerek, “BDP ile Türk Ocağı bir arada” ara başlığı altında, “Habur’da grubu teslim eden Seydi Fırat” ile ”Türk Ocakları’nın büyük ağabeyi Cezmi Bayram”ın da toplantılara katıldığı bilgisi veriliyor.

Meseleyi biraz araştırınca çok önemli ve rahatsız edici bilgilere ulaştık. Bunun üzerine “Bir Ocaklı olarak” Türk Ocakları Genel Merkezine yazılı bir müracaat yaparak, aşağıdaki soruları yönelttik.
“Cezmi Bayram beyin bahsi geçen toplantılara;

* İstanbul Türk Ocağı Başkanı sıfatıyla katılıp katılmadığı,
* Katılmışsa Genel Merkez’den izin alıp almadığı,
* İzin almamışsa hakkında ne düşünüldüğü,
* Şayet izin alınmışsa bütün bu olup bitenlerin Türk Ocaklarının ülküsüyle nasıl bağdaştırılabildiği,”

hakkında aydınlatıcı bilgi talep ettik. Bu talebe Ocak Genel Merkezinden, “yapılacak ilk toplantıda ele alınacağına” dair 14 Ağustos 2010 tarihli cevap geldi. Ancak o toplantı henüz yapılamamış olmalı ki, bu güne kadar herhangi bir bilgi alamadık. Genel Merkeze yazılan bu yazı, bir süre bekledikten sonra, e-posta yoluyla bütün Şubelere de gönderilmiştir.

Bu soruların gerçek muhatabı olan Türk Ocakları Genel Merkezi susmayı tercih ederken, İstanbul Türk Ocağı Başkanı Cezmi Bayram’ın önce 28 Eylül 2010’da Genel Merkezin internet sayfasında bir açıklaması ardından da Türk Yurdu’nun Kasım 2010 sayısında, kendini mazur göstermeye ve durumu idare etmeye yönelik bir yazısı yayımlandı.

Bu yazıdan anladığımıza göre, Cezmi Bayram Hakkâri Toplantılarına “İstanbul Türk Ocağı Başkanı” sıfatıyla katılmıştır. Nitekim Sayın Bayram “Ben Türk Ocakları İstanbul Şubesi başkanıyım. (…) Ekopolitik’deki arkadaşlar da çağırdığı zaman, ben bunu demeğimizin tabii meselesi ve ilgi alanı olarak değerlendirdiğim için hiç tereddüt etmeden geldim” demekte, devamında “Türk Ocaklarının millet tarifi” ile sözlerini sürdürmektedir.

Hakkâri Konuşmaları’nın içeriğine daha sonra dönmek kaydıyla Hakkâri’ye kadar olan süreçteki, Ekopolitik Derneğinin 16 Kasım 2009 tarihli Çalıştay, Akşam Yemeği ve 17 Kasım tarihli Konferansın konuşma çözümlerine bir göz atmak yerinde olacaktır.

Bahsedilen bu toplantılarda Cezmi Bayram; “(…)Bu son yirmi beş senedir cereyan eden kavgada, can kayıpları oldu. Bu kayıplardan asker, polis vs. olanlara şehit dedik, ‘Vatan için öldü’ dedik. Bu çok ciddi bir kayıp değil. Niye? En azından payeler veriyoruz. Buna da üzülüyoruz, ama bir de paye veriyoruz. Benim esas üzüntüm, öteki kayıplaradır. Milletimin birer ferdi olan o insanlar önce dağa çıkıyorlar. Adına kimimiz eşkıya, kimimiz başka bir şey diyoruz. Bir kere böyle bir kayıp var. Ölse de kaybımız, yaşasa da kaybımız. (…) Aslında ortada bir kalkışma var. Adına ne derseniz deyin, bir şey var. Ama bu aslında halklara karşı, yani milletimizi meydana getiren halklara karşı bir kalkışma değil. Esas itibariyle devlete karşı bir kalkışma. (…) Az önce de ifade edildiği gibi halklar arasında bir mesele yoktur gerçekten (…)” diyebilmektedir.

Bu görüşlerden ne anlamalıyız? “Kalkışma” kimin devletine ve devletin neyine karşıdır? “Kalkışma” nın hedefi; vatanın bütünlüğü, tek olan Milletin birliği, egemenliği ve üniter/milli devlet yapısı değil midir? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş esasları (1923), aynen Osmanlı Devleti (1876 Kanun-i Esasi) gibi, Türk kimliğine dayanmıyor mu? Yeni Türk Devleti Türk Ocaklıların da üstün gayretiyle bu değerler üzerine bina edilmedi mi?

Aslında bütün bu ifadeleri birtakım siyasilerin dediği gibi; “Biz millet derken dünyadaki bütün Müslümanları anlıyoruz” tarifine göre yorumlayacak olursak, anlaşılır hale getirebiliriz. Bunun için milletin yerine ümmeti; halkların yerine ırk, etnisite veya kavmi koyarsanız, mesele çözülüyor. O zaman “Milletimizin halkları” anlam kazanıyor, “kalkışma”nın devlete karşı olması da, şehitlerimizle kıyaslanan teröristlerin “esas üzüntü kaynağı” olması ifadesi de yerli yerine oturuyor.

Haydi, bunları böylece anladığımızı söyleyelim de, bu durumda; İnsanlık milletler ailesinden meydana geliyor diyen Türk Milliyetçiliği’nin, milleti esas alan dünya görüşü ne oluyor? Çöpe mi gidiyor? Sayın Bayram, dünkü ve bugünkü Türk Ocakları’nın tüzüğünü hiç okumuyor mu? Dünkü Türk Ocağı ile bugünkü Türk Ocağı aynı değil mi?

Toplantılarda buna benzer ifadeler vardır, ama yukarıdakiler başkaca söylenecek söz bırakmıyor.
Meselenin daha vahim yönü, Sayın Bayram’ın bu açıklamalarının Ocağın İnternet Sitesinde yayımlanmış olmasıdır. Bu durumda Genel Merkez de aynı görüşleri paylaşıyor diyebiliriz. Basın açıklamasında kendi kendine şahitlik yaparak, “henüz üniversite öğrencisi iken komünizmin 21. Yüzyıla çıkamayacağını sezmekle bahtiyarlığını“ ortaya koyan Sayın Bayram, aynı zamanda Ekopolitik için “Derneğin peşin hiçbir ideolojik yönü yoktur. Maksadı farklı görüşteki kişileri bir araya getirecek bir zemin hazırlamaktır” kefaletinde bulunuyor. Demek ki; Habur ihanetini organize eden PKK’lı Seydi Fırat’ın, ya da “30 milyon Kürt’ün hamiliği için Türkiye’nin içyapısını değiştirmemiz zorunludur” amacını güden ve “İlk toplantımız 2009’da Mersin’de, hükümetin Kürt açılımından 10 ay önce oldu. Prof. Vamık Volkan’ın danışmanlığında Kürt ve Türklerin gerçek temsilcilerini, gerçek yüzleriyle konuşturmayı hedefledik” açıklamasını yapan Ekopolitik Derneğinin çalışmaları ideolojik değilmiş. Pes doğrusu..!

Bunu Cezmi Bayram söyleyebilir ancak Türk Ocakları asla…

Sayın Cezmi Bayram Hakkâri’deki konferansında: “Burada kısaca Türk Ocaklarının millet tari­fi üzerinde durmalıyım” dediğini yazmakta ve devamında ”Bizim millet anlayışımız biraz Osmanlı’nın millet tarifine benzer. Biliyorsunuz Osmanlıda Müslüman olan herkes bir millettir. Türk Ocaklarının Hars Heyeti Başkanı Ziya Gökalp dili diline, dini dinine benzeyen şeklinde tarif ediyor. Yine Türkçe konuşan veya Müslüman olan herkes bir millettir” diyor.

Osmanlı’da ümmete millet denildiği için, Müslümanlara bir millet, gayrimüslimlere bir millet dendiği doğrudur. Bu o çağın anlayışı ve devletin içinde bulunduğu şartların sonucuydu. Ama devletin ve egemenliğin sahibi Sultan idi. Bunu kimseyle paylaşmadı. Oğuz Han’a kadar uzanan meşruiyetini ve gücünü Türk milletinden alıyordu. Nitekim Sultan Abdülhamit’in bizzat hazırlattığı 1876 Anayasasında, “devletin resmi dili Türkçe, Türkçe bilmeyen milletvekili ve memur olamaz” temel hükümleri yer alıyordu.

Konferansın devamında, “Soya göre millet tarifi aslında daha sonraki dönemlere ait bir tariftir, 1931’den sonrasına aittir. Avrupa’dan gelen aydınlanmacı, pozitivist bir ekolün tabii sonucu da ırkçılıktır. Materyalist bir anlayıştır, ama ırkçılığa götürmüştür. Benim teşkilatım için, bu dönemde hiçbir mesuliyet söz konusu değildir. Zaten o dö­nemde de Türk Ocakları kapatılmıştır. Demek ki bizim de milliyetçilik anlayışımız bir dönem gözden ırak tutulmuştur. Bu anlamda ben de şikâyetçiyim sizin gibi. Dönemin hastalığıdır ırkçılık; bir taraftan Almanya eğitimli insanlar var, gelenler var, ama sonra düzelmiştir ve bunlar bitmiştir. Tarihte olduğu gibi kendi kendimizle kavga ediyoruz” dediğini yazıyor.

Eğer benim denilen teşkilat Türk Ocakları ise bilinmeli ki, yok oldu zannedilen bu milletin devletini yeniden kurmasında, Türk Ocaklarının hissesi herkesten fazladır. Bu milli harekete liderlik yapan, Milletin tarifinde ırkçılığa asla yer vermeyen, devletimizin temeli yüksek Türk kültürüdür anlayışını benimseyen, “Ne mutlu Türküm diyene” vecizesiyle bu ruhu hayatımıza kazandıran büyük Atatürk için ileri sürülen bu görüşlere katılmamız hiç mümkün değildir.

Sayın Bayram’ın yukarıdaki düşüncelerinin bir benzeri de Ocak Genel Başkan Yardımcısı Efendi Barutçu’nun “3 Mayıs 1944 ve Sonraki 3 Mayıslar Bize Ne Söylüyor?” (Türk Ocağı Web Sitesi, Yazarlar bölümü) yazısında şöyle ifade ediliyor: “ne var ki, harb-i umumî’nin ikinci safhası, yani 1919–1922 süreci, başlangıçta taktik bir tercih olarak gündeme geldiği üzere, İttihad-Terakki’nin ülkücü-milliyetçi unsurlarının değil, batıcı-milliyetçilerinin önderliğinde yürütüldüğü için yeni dönemde ülkücü milliyetçiler siyaseten ve büyük ölçüde tasfiye edildiler. Bunun en hazin karinelerinden biri, hâlâ kanayan bir yara olarak durmaktadır: Türk milliyetçilerinin ceplerinden harcayarak inşa ettikleri Türk Ocağı merkez binası bile ellerinden, keyfî biçimde alındı ve bir daha da iade edilmedi, maalesef.” denilmektedir.

1912’de kurulan Türk Ocağının kadrolarında kimler varsa bunların tamamı Milli Mücadelede şerefle yer almışlardır. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan, Ağaoğlu Ahmet, Mehmet Emin Yurdakul, Mareşal Fevzi Çakmak, Dr. Rıza Nur, Kazım Karabekir, Mehmet Akif, Rıfat Börekçi Hoca, Elmalı Hamdi Yazır, Ahmet Hamdi Akseki, Reşit Galip, gibi pek çok şahsiyetin ne kadarı ittihatçıydı bilemem, ama Atatürk’le beraber Milli Mücadelede, milli devletin kurulmasında, temellerinin atılmasında ve kökleşmesinde çok önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Bütün bu milli hizmetleri yapan ve bu değerleri etrafında toplayan Atatürk ve Türk Ocaklı fikir adamları olmadan Türk Milliyetçiliğini düşünmek mümkün değildir.

Atatürk düşmanlığının, sahte Atatürkçülerin türemesine nasıl yol açtığını ve bu necip Türk milletine hangi zararları verdiğini gayet iyi biliyoruz. Devletimizin temellerini yıkmak isteyen düşmanların saf tuttuğu, Haçlılarla açıktan işbirliğine girdiği bu dönemde, bölücülerin yanında yer almanın vebali büyüktür.

Türk Ocakları Merkez binası inşaatı 1927’de başlamış, Büyük Atatürk’ün üstün gayretleri ve fedakârlıklarıyla tamamlanarak hizmete sokulmuştur. Atatürk’ün azmi olmasaydı, bu bina asla yapılamazdı. Ocağımız maalesef 1931’de kapatılmıştır. Ama bunun günün iç siyasi çekişmeleri ve SSCB’nin baskıları sonucu olduğu da hatırlanmalıdır. Yine Ülkücü-milliyetçi, batıcı-milliyetçi gibi ihtilaf çıkarmaya yarayan fitnelerin tuzağına düşmek, geçmişimize yapılmış bir iftira olmasının yanında, bugün ve gelecekteki milli bütünlüğümüzü de zehirleyecek bir virüs olmayacak mıdır?
Bu konuda gerçekleri öğrenmek isteyenlere tavsiyemiz, kulaktan dolma ucuz bilgilere itibar etmeden, hiç olmazsa Ocağın tarihini okumalarıdır.

Her iki yazıdaki, “siz haklısınız ama olan bitene dair bizim hiç suçumuz yok, biz de sizler gibi dışlandık” şeklindeki af dileyici ruh halini anlamak hiç mümkün değildir. Belki de bilemediğimiz bazı adreslere, mesajlar verilmek istenmektedir. Aslında bütün bunlar bozgunculara şirin görünmek veya taviz vererek aldatıyorum derken aldanmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu tutumlarıyla Ocak siyasetin tam olarak içine girmiştir. Hâlbuki Ocak yöneticileri tüzükte yazdığı gibi, her zaman “Ocak siyasetin dışında” diyorlardı.

Çağrımız:

Çağrımız Türk Ocağı yöneticileri ve Ocaklılara olacaktır. Öncelikle bu üzücü ve vicdanları sızlatan tutum ve görüşler hakkında gerekli açıklamalar acilen yapılmalıdır. Ocağımızın kamuoyunda daha fazla yıpratılmaması için bu şarttır. Bunu talep etmek de bizlerin hakkı olduğu kadar, demokratik görevimizdir de.

Sonra milliyetçi camiada masuniyet hiyerarşisi olmadığı hatırlanmalıdır.

Milli Mücadele ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunda birinci derecede görev yüklenmiş olan Türk Ocakları’nın düşürüldüğü bu ürpertici durumdan süratle çıkarılması için her Türk Milliyetçisini de göreve davet ediyoruz.

http://www.haberakademi.net/default.asp ... &hid=12510

Alıntı:
Hakan PAKSOY

1960 yılında doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini Kahramanmaraş'ta tamamladıktan sonra 1978 yılında girdiği Ankara Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi Elektrik Mühendisliği Bölümünden 1984 yılında mezun oldu.

K.Maraş'ta Türk Ocağı Şube Yöneticiliği ve üç dönem Şube Başkanlığı, Türk Enerji Sendikası Kurucu Başkanlığı, Türkiye Kamu Sendikaları İl Temsilciliği ile çeşitli derneklerde kurucu ve yönetici olarak görev aldı. Halen Ankara'da yaşamaktadır.

Evli ve iki çocuk babasıdır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Türk Ocakları Nereye?
MesajGönderilme zamanı: 07.11.11, 21:57 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 06.01.10, 09:39
Mesajlar: 92
Türkçülük: Yüz Yıl Önce, Yüz Yıl Sonra

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ


Türk Ocağı ve Türk Yurdu’nun yüzüncü yılını doldurmak üzereyiz. Türk Ocağı, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini teşkil eden Türk Milliyetçiliğinin, diğer adıyla Türkçülüğün ocağıdır. Kurulduğu dönem Balkan felâketi, Cihan Harbi, Çanakkale, mütareke ve işgal yıllarıdır. Vatan topraklarının kaybedildiği, oluk gibi Türk kanının akıtıldığı yıllardır. O kan esirgenmediği için nihayet üç yüz yıldır hasret kalınan galibiyete erişildi. Daha doğrusu, kollarımızı, bacaklarımızı, hattâ gövdemizin bir kısmını kaybettik ama kafamızın kesilmesini engelleyebildik. Tabiatıyla yorgunduk. Mübarek Rumeli’yi ve dünya enerji kaynaklarının yarıya yakınını barındıran güney topraklarımızı kaybetmiştik. Nüfusumuzun altı milyonu katledilmiş, muharebelerde şehit olmuş veya sürgün ve göç sırasında kırılmıştı. Yine de o son zaferle müstakil ve mağrurduk. Asırlar süren mağlubiyetlerin ardından Türkiye Cumhuriyeti ile İkinci Ergenekon’u idrak ettiğimizi hissediyorduk. Türk Ocağı bu diriliş ve yeniden kuruluşun fikir pınarıydı.
Niyetim, Türk Ocaklarının ve Türkçülüğün 100 yıllık tarihini vermek değil. Onu benden çok daha ehil kalemler yapıyor, yapacaktır. Ben bu yazıda daha basit bir hedefe, bu yüz yaşın bizzat idrak ettiğim ikinci yarısında milliyetçi fikir ve hareket adamları hakkındaki izlenimlerimi özetlemeye yöneleceğim. Bunu da bir tarihçi sorumluluğuyla ve detaya dikkat ederek değil, izlenimci ressamlar gibi kaba fırça darbeleriyle yapacağım.

Türkçülüğün başına gelenler
Türk Ocağı, Türk Devleti’nin, “Türkiye Cumhuriyeti” olarak diriliş ve yeniden kuruluşunun fikir pınarıydı dedim. Fikir pınarıydı, yani kaynağıydı, çünkü 1911’den 1923’e, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük taraftarlarının tartışması ile gelinmişti.
Osmanlıcı ve İslâmcı dediklerimizin önemli bir kısmının da Türkçülerden temelde bir farkı yoktu. Bugün olduğu gibi o gün de Türk düşmanı İslâmcılar ve Osmanlıcılar vardı, fakat bunlar azınlıktaydı. Bu etiketler, temel değer farlılıklarını değil, daha ziyade vatanın kurtulması için öngörülen politikaların adıdır. Bunlara “üç temayül”, “üç felsefe”, v. s. değil de Yusuf Akçura Bey’in adını koyduğu gibi “Üç Tarzı Siyaset” denmesi bu yüzdendir. Zaman ilerledikçe yaşanan acı olaylar gösterdi ki, Devlet-i Aliye’yi kuran asli unsura dayanmaktan başka çare kalmamıştı. Mehmet Akif gibi birçok eski İslâmcı da bu gerçek belirginleşince Türk Milleti’ne dört elle sarılmışlardır.
Türk Milleti gerçeğini temel alan Ocağın fikrine asrın başından beri Türkçülük deniyordu. Ocak, 1923’te 12 yaşındayken Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor, aynı yıl, Ziya Gökalp, “Türkçülüğün Esasları”nı yayınlıyordu. Üç Tarzı Siyaset’in galibi, medeniyeti ve İslâmiyet’i telif eden, milliyeti harsla temellendiren Türkçülüktü. Türk Ocağı, Türkçülük için, Türkçüler tarafından kurulmuştu. Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Türkçülüktü. Bu macerayı ve sonucu, Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri kitabında şöyle anlatır: “Birinci Umumî Harp esnasında olduğu gibi onu takip eden felâketli mütareke senelerinde de ne Avrupa hayranı Garpçılar, ne de istisnalarla hali hazırın devamını ve İslâm birliğini müdafaa eden İslamcılar, inhilâl etmekte olan cemiyeti yeni bir kuruluşa veya kurtuluşa götürecek fikir sistemini verememişlerdir. Bilâkis her iki fikir cereyanı da Umumî Harpte bir hayli hırpalanmış, hele İslamcılık tamamiyle iflâs etmiştir. İşte bu vaziyet karşısında bütün gözler Türkçülüğe çevrilmiş, kurtuluş ümit ve imkânı ona sarılmakta görülmüştür. Böylece Milliyetçilik, tam manasıyla ve her bakımdan inhilâl etmekte olan imparatorluğun enkazı üstünde bugünkü Türkiye'nin kuruluş imkânını hazırlamıştır. (Turhan, 1951-2006)”
Türk Milliyetçiliğinin ve onun özel adı olan Türkçülüğün, Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini teşkil ettiği çok açıktır. Cumhuriyetin kurucularının partisi, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın altı okundan biri “Milliyetçilik”tir. 1945’e kadar CHP, bugünkü partilerden biri gibi veya bugünkü CHP gibi değildir. Devletin siyasi yüzüdür.

1980’e kadar bütün anayasalarda Türk Milliyetçiliği’ne vurgu yapılır.
1942 yılında, bir başbakan, Şükrü Saraçoğlu, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde, şöyle konuşuyordu: ““Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. (TBMM zabıtları, 5 Ağustos 1942)”
Bu yazının yazılış tarihinden üç ay önce de bir başka başbakan, Recep Tayyip Erdoğan, yine Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde, şunları söylemektedir: “… Kürtçülüğün karşısındayım. Aynen Türkçülüğün de karşısındayım. (TBMM zabıtları, 26 Aralık 2010)”
İkisi de Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti adına konuşan iki başbakanın sözleri arasında uyum bulmak herhalde çok zordur. 1942’den 2010’a büyük bir dönüşüm ve değişim geçirildiği muhakkaktır.
İktidarın Türkçülüğün karşısında bulunduğunun açık ilanına, Türk Ocağı’ndan herhangi bir tepki gelmemesi de bir başka çarpıcı değişikliktir. Anlaşılıyor ki düşünce yapısındaki büyük dönüşüm ve değişim siyasî iktidarla sınırlı değildir.

İktidar ve Türkçülük
Siyasî iktidarla Türk Milliyetçileri’nin arası genellikle açıktır. Nitekim Saraçoğlu, yukarıya aldığımız nutku verirken Türk Ocağı on bir yıldır kapalıydı. Bu nutuktan hemen iki yıl sonra, iktidarın Türk Milliyetçilerine açık taarruzunun ilk zirvesi, 1944 olayları yaşanacaktır. Demokrat Parti iktidarında Milliyetçiler Derneği’nin kapatıldığı malumdur. Bu kapatmaya itiraz eden DP üst kademesindeki milliyetçilerden Sait Bilgiç ve Tevfik İleri’nin “Kapatmayı İsmet Paşa istiyor. Nasıl olur da İsmet Paşa gibi düşünebiliriz” itirazı üzerine üçünü Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın, “bu konuda biz de İsmet Paşa gibi düşünüyoruz” sözü meşhurdur . 1961’de İsmet Paşa tekrar iktidardadır. DP yerine AP kurulmuştur. 1944’ün ve Milliyetçiler Derneği’nin tabii devamı olan Sadettin Bilgiç, Fethi Tevetoğlu ve arkadaşları AP içindedirler. Bu milliyetçiler, o güne kadar ismi hiç duyulmamış Süleyman Demirel ile liderlik mücadelesine girer ve kaybederler. Bunu Süleyman Demirel’in Genel Başkanlığı, Başbakanlığı ve yıllar sonra Cumhurbaşkanlığı izler. Zaman zaman aynı koalisyonda yer alsalar da, Demirel-milliyetçiler ilişkinin genel havasını, Süleyman Demirel’in, "En kötü şey, Türk Milliyetçiliğinin ayağa kalkması olur… Ben 30 sene bunu önlemeye çalıştım. (Demirel, 2003)" sözü tarif eder. Tek başına AP iktidarını koalisyonlar ve Ecevitli CHP iktidarı izlemiştir. 1980’e kadar devam eden bu dönemde SSCB’nin “Türkiye’de bir dost hükümet kurmak (Kösoğlu ve Çakır, 2008, s. 230-236)” stratejisi neredeyse başarıya ulaşmıştır. Bu felâketin önündeki set, milliyetçilerin partisi MHP ve ülkücü gençlik ve halk kesimleridir. “Ülkücü” sıfatı, 1944 hareketinin entelektüel lideri Nihal Atsız’ın “Türk Ülküsü” kitabından ve “Türk Ülküsü = Kızılelma” kavramından mülhemdir.

1944 zulmü ve 1980 zulmü

Türk Milliyetçileri, 1980 darbesinden sonra 1944’teki “tabutluk işkenceleri”nin bu defa birkaç mertebe fazlasıyla karşılaştılar.

1944 zulmünden sonra İkinci Dünya Harbi bitmiş, Batı ittifakı Türkiye’yi demokrasiye zorlamaya başlamıştı. Ortamın nispeten serbestleşmesiyle görüldü ki tabutluklar, Türkçü düşünceyi sindirmek yerine ateşlemişti. Fikir akımlarının fidanlığı gençliğin yetişmesini de 1944, yavaşlatacağına hızlandırmıştı. Demokrat Parti’nin endişelenerek kapattığı Milliyetçiler Derneği ve 1960-1980 döneminin, özellikle 1968- 1980 döneminin efsaneleşen milliyetçi hareketi 1944 kahramanlarının mirasıdır.

1980 darbesinden birkaç yıl sonra yine serbestleşme oldu. Fakat 1944’ü takip eden çoğalma bu sefer gerçekleşmedi. Halbuki 1968-1980 arasındaki mücadele ve büyüme, hem şiddet hem de yaygınlık açısından 1944’ün mertebelerce üstündeydi. MHP, 1980 yılında Gün Sazak Bey’in cenazesinde görüldüğü gibi 48 saat içinde Ankara’da bir milyon kişiyi toplayabiliyordu. Bırakın çoğalmayı, bu güç korunabilse, ondan da vaz geçtik, yarısı muhafaza edilebilse Türk Milliyetçiliği iktidardaydı.

“Ayağına taş değerse içine bak”

Altı ay kadar önce, bir röportajda bana, “bugün Türk milliyetçiliğini nasıl buluyorsunuz?” diye sordular. İhtiyarlara sık sorulan bir soru cinsi. Ben de, “Bugün Türk Milliyetçiliği, tarihinin en zayıf noktasındadır” diye cevap verdim. Bu şu anki oy veya taraftar meselesi değildir. Milliyetçi fikir üretimi en sert şartların yaşandığı 1970’lerin çok altındadır. Galip Erdemlerin, Dündar Taşerlerin, Erol Güngörlerin, Mehmet Erözlerin, Necmettin Hacıeminoğullarının yerlerini dolduramadık. Olağanüstü kabiliyette gençler görüyoruz ama bunlar tek tük ve seyrek. “Yeni bir nesil geliyor” diyebileceğimiz bir fikir canlılığı ve bütünlüğü yok. Hatta milliyetçi fikir birikiminin kara cahili ama cehaletleri kadar da militan gençlerimiz var. Bir profesör arkadaşım, geç saatte dersten çıktığında, üniforma gibi siyah takım elbise giymiş, kafasını kazıtmış delikanlılarla karşılaşmış. Tanıdığı bu gençlere seslenmiş, “Yarın sabah dokuzda Erol Güngör sempozyumu var. Mutlaka gelin.” Akşam devriyesine çıkmış bu ülkücü gençlerden aldığı cevap: “Erol Güngör kim hocam?”

Burada, düşmanlardan, sinsi planlardan, gizli komplolardan, alçakça hainliklerden bahsetmenin tam zamanıdır. “Ne yapalım, sistem böyle” gibi anlamsız lâflar etmenin de… Bütün bunlar, kendi kendini tenkitten, kendi hatasını görmekten ve kendini düzeltmekten kaçmanın yollarıdır. Dündar Ağabey’i rahmetle anarak tekrarlayayım: “Durum muhakemesine düşmandan başlanmaz.” Veya Nevzat Kösoğlu’na bu söylemlerden şikâyet ettiğimde bana hatırlattığı bir Anadolu tabiri: “Ayağına taş değse, ayakkabının içine bak.”

Düşmanlar vardır. Sinsi planlar da yapabilirler ama milliyetçiliğin içine düştüğü zafiyetin temeli bu değildir. Sizin kendiniz, kendi içiniz kuvvetliyse kazanırsınız. İçiniz zayıfsa, sizi çökertmek için düşmana ihtiyaç yoktur. Dostlarınız yeter.

Patlama ve çökme- Neden?

Gerçekten, 1944 sonrası bir patlama; 1980 sonrası bir çöküştür. Niçin?
Bu niçinin cevabı çok sevdiğim bir deyişte yatıyor: “Küçük zekâlar şahısları, orta zekâlar olayları, büyük zekâlar kavramları tartışır”

Birinci tek parti diktatörlüğünün 1940lı yıllarında da, 60ların, 70lerin şehir ve kır gerillasının ve onların medyadaki, siyasetteki militanlarının bize saldırısında, biz hep kavramları tartıştık. Evet, zulme karşı ağıt yazdık, şehitlerimizi, kaybettiğimiz büyüklerimizi andık ama önde fikirler, kavramlar, ilkeler vardı.

Kalemlere bakın: Atsız Bey’den Türk Ülküsü ve Türk Tarihinde Meseleler. Mümtaz Turhan’ın Kültür Değişmeleri ve Garplılaşmanın Neresindeyiz’i. Dündar Taşer’in Mesele’si. Erol Güngör’ün kitapları, Hacıeminoğlu’nun, Eröz’ün eserleri, Galip Erdem’in fıkraları ve kitapları… Sanatta da buna paralel bir bir sayım yapılabilir. İsterseniz Arif Nihat Asya’dan başlayalım…

Peki, 1980 sonrasında kaç kitap, kaç milliyetçi ilim, fikir ve sanat eseri sayabilirsiniz? Hiç yok mu? Var… Var da 80 öncesi bir fikir tufanı ise 80 sonrası yaz yağmuru gibidir. Ne yukarıdaki paragraftaki sayım tamdır, ne de 1980 sonrasında hiç yazan çizen olmadı demek doğrudur. Ama 80 öncesinin lehine, 80 sonrasının aleyhine büyük fark barizdir.

Yeni Sivastopol marşı
1980 öncesinde biz kavramları tartışırdık. Kavramları tenkit eder, kavramlar yaratırdık. O büyük kalemler, o kavramlar sayesinde büyük oldular. Sonra biz kavramları bıraktık, önce olayları tartışır gibi yaptık, sonra her ağzımızı açtığımızda şahısları konuşmaya kadar düştük. Şimdi çok ama çok büyük şahsiyetlerimiz var. Çok ama çok büyük hainlerimiz de var. O kadar çok hain ürettik ki, Sıvastopol Marşı’nda şöyle bir değişikliğe gidebiliriz:
Sivastopol önünde erat yer tayın
Ölürsek şehidiz kalırsak hayın

Yazılanları, çizilenleri okuyorum. Bilhassa İnternet’te yazılıp çizilenleri. Çoğu, büyük şahsiyetlere bağlılıklarını, sadakatlerini anlatıyor. Birisi tenkit edilirken, eğer hedefteki “hain” ise, o hainin nasıl eskiden beri o büyüklere yeterince bağlı ve sadık olmadığı hikâye ediliyor. Yok, hain değil de düpedüz milliyetçiliğe karşı fikir beyan eden biriyse onun aslında “Ermeni” veya “Yahudi” olduğu, bir de örgütlerin adamı olduğu ispat ediliyor.

Peki fikirler? Peki kavramlar? Her şey var da onlar yok.

Halbuki içleri fikir ve kavramla dolu olmayan büyük şahsiyetlerimizin zamanın baskısına dayanması mümkün değildir. Bir an önce fikirler, kavramlara ve bunların eğitimine dönülmediği takdirde günler geçtikçe, içi boşalmış bez bebekler gibi büzülecek, küçüleceğiz.

Peki, milliyetçi yazar çizerin, düşünenin, araştıranın büyük şahsiyetlerle ilgisi ne? O yine otursun, yazsın, çizsin, düşünsün, araştırsın. Muhakkak bunu yapanlar da var. Ama bu “hareket” değildir.

Hareket aynı anda hem fikir, hem siyaset platformunda olandır. Hareket o günün problemlerini çözer, o günün siyasî mücadelesini verirken bir taraftan da bir gün sonrasının, bir yıl sonrasının, hatta bir nesil sonrasının mensuplarını yetiştirmeye de odaklıdır. O yüzden hareketin her zaman gençliği de vardır. Düşünce adamları, siyaset adamları ve gençlik. Bunların her birinin diğer ikisinden alacakları ve diğer ikisine verecekleri vardır. Bu üç ayağın biri aksadı mı hareket dik duramaz, yıkılır.

Şahıslar çok çok büyüdüklerinde- isterseniz şişirildiklerinde diyebilirsiniz- onların dünyadaki bütün alanlarda en iyi olduğu rivayet edilmeye başlar. Bir süre sonra bu rivayet olmaktan çıkıp gerçeğin ta kendisi haline gelir. Meselâ Kuzey Kore diktatörü Kim Jong-İl’in sadece en büyük asker ve en büyük siyasetçi değil aynı zamanda dünyanın en iyi golf ve bovling oyuncusu ve opera bestecisi olması gibi. Stalin devrinde Moskova’da, büyük Rus edibi Gorki’nin heykelinin açılışına gidenlerin, Gorki yerine Gorki’yi okuyan Stalin’in heykeliyle karşılaşmaları gibi. Nitekim Kenan Evren Paşamız, 1980’de en büyük asker olmanın yanında en büyük devlet adamı, en büyük hatip, en büyük sosyolog, en büyük imam, en büyük hukukçu ve bir mantık abidesidir.

Bizim halimiz, çok şükür henüz Kore veya Stalin Rusyasından uzak. Ama çok da uzak sanmayın. Fikirlerin yerine şahıslar ve sadakat geçince, herkes o büyük şahsın potansiyel rakibi addedilir. Bu yüzden olmalı şu anda milliyetçi camiada büyük fikir adamı, büyük edip, büyük şair yoktur. Fakat öldükten sonra, rekabet tehlikesi kalktığı için bu ünvanların iadesi mümkün oluyor. Mesela Galip Erdem Ağabeyimiz, sağlığında hainken, bugün onu rahatlıkla anabiliyor, okuyup yazabiliyoruz. Yakın zamanda kaybettiğimiz Durmuş Hocaoğlu’na ancak vefatından sonra önem verdiğimizin farkında mısınız? Rahmetlinin iki kitabı da şu anda piyasada yok. Bir kitabın piyasada olmayışı, okuyanının azlığındandır. Fakat o kitaplar bundan sonra basılabilir, okunabilir. Çünkü Hocaoğlu tehdidi zail olmuştur. Sivastopol Marşı’nın yeni şeklinde ölmenin bu avantajı belirtilmektedir.

2111’de de Türk Ocağı mı?

Fikirlerimiz, kavramlarımız şahsiyetlerimizden büyük hale gelmedikçe istikbali karanlık görüyorum. O kadar karanlık görüyorum ki yarın birileri, “Canım Türk Ocağına illâ Türk Ocağı demek zorunda mıyız? Biraz açılıp Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları Ocağı desek olmaz mı?” diye sorarsa bu büyük bir sürpriz olmayacak.

Endişelerimin bir deli saçması olmasını, torunlarımızın Türk Ocağı’nın 200. yılını kutlamasını Allah’tan dilerim.

Sonra da Türkçülerden de ayakkabılarını çıkarıp içine bir bakmalarını haddim olamayarak isteyebilir miyim?

----------------------------------------------------
Atıflar
Demirel, S., Gözcü Gazetesi, Nabız: Kurtul Altuğ röportajı. (18 Mart 2003).
Kösoğlu, N., ve Çakır, O. (2008). Hatıralar yahut bir vatan kurtarma hikâyesi. İstanbul: Ötüken.
TBMM zabıtları. (26 Aralık 2010).
TBMM zabıtları. (5 Ağustos 1942).
Turhan, M. (1951-2006). Kültür Değişmeleri. İstanbul: Çamlıca Yayınları.

Bayar, 1960 ihtilalinden sonra, Kayseri Cezaevi’nde kaldığı sırada, aynı fikirleri muhafaza ettiğini belirtmiştir. Fakat daha sonra İstanbul Aydınlar Ocağı’ın tertiplediği bir sohbette, Prof. Dr. Mustafa Kafalı’nın konuyu açması üzerine, “Bir hata yaptık, affoluna” demiştir.

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php ... ge&pid=711


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye