Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Bir Zamanlar Ülkücülük...
MesajGönderilme zamanı: 15.06.11, 10:06 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 06.01.10, 09:39
Mesajlar: 92
İddianameden Hareketle 12 Eylül 1980 MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası

*Prof. Dr. Vahit Türk

15 Haziran 2011

Alıntı:
Değerli Dostlar; Belki de zamanı mı diyeceksiniz ama bence tam da zamanı. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası ile ilgili bir şeyler karalamaya çalıştım. TÜRKİZ bu sayıyı MHP sayısı olarak çıkaracakmış, oraya göndereceğim. Önce size sunayım ve değerli görüşlerinizi alayım istedim. Görüş ve tekliflerinizi birkaç gün içerisinde yazarsanız, yazı içerisinde ekleme ve çıkarmalar yapar öyle gönderirim. Vahit Türk


“İnançlarına ihanet etmek yaşlılar için belki mümkündür ama gençler için çok zordur, ölmek gibidir.”(MHP savunmasından)

Türkiye Cumhuriyeti devleti, 1930’lardan itibaren Türk milliyetçiliği düşüncesini tavır ve davranışlarının merkezine yerleştirmiş olan kuruluş ve kişilere karşı zaman zaman vaziyet almış ve adeta, iç ve dış etkenlere karşı, bu düşünce sistemini budamıştır. Bu budama eyleminin kısa Cumhuriyet tarihindeki yapılma sıklığına bakıldığında sanki Devlet, milliyetçilik fikrinin fazla dal-budak salmasını istememekte ve kendine göre kontrolden çıkma tehlikesi (!) gördüğü zamanlarda müdahale ederek tedbir almaktadır. Milliyetçilik düşüncesini hayat düsturu haline getirmiş olan Türkler ise her seferinde beklemedikleri bir yerden tokat yemiş olmanın şaşkınlığını yaşamakta ve “hafıza-i beşer nisyan ile malüldür” sözünün adeta canlı ispatı olmaktadırlar.

Bilindiği üzere Osmanlı’nın son dönemleri Türk aydını açısından oldukça sancılı bir süreçtir. Bu yazının çerçevesini aşacak çeşitli fikir hareketleri, o devrin aydınları üzerinde etkili olmuş, ancak Türkçülük ya da Türk milliyetçiliği düşüncesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak devre damgasını vurmuştur. Devleti kuran iradenin ilk örgütlü hâli 1912 yılında Türk Ocakları adıyla ortaya çıkmıştı. Bu yapı, Cumhuriyet’in kurucusunun da pek çok vesileyle içinde yer aldığı bir yapı olmakla beraber ilk budama eylemine muhatap olmuştur. Türk Ocakları, Gazi’nin Adana Türk Ocağı’nı ziyaret ettiğinde hatıra defterine yazdığı “Ocağımızı söndürenin ocağı sönsün.” cümlesine rağmen, gerekçesi halen tam anlaşılmamış olarak 10 Nisan 1931’de kendisini feshetmiştir. Bu fesih olayı pek çok Ocaklıya çok ağır gelmiş ve tabiri caizse onları doğurduğu evladı tarafından boğulan ana konumuna düşürmüştür. Atatürk, Türk Ocakları’nın Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde faaliyetlerini sürdürmesini arzulamış ve Ocakların yerini almak üzere de Halk Evleri’ni kurdurmuştur, ancak her iki arzu da ne yazık ki gerçekleşememiştir.
Devletin kuruluşunun temel harcı olan Türk Ocakları’nın kapattırılması, kurucu düşünceden uzaklaşmanın da başlangıcı olarak değerlendirilebilir, ancak Atatürk, oluşturduğu başka kurumlar ve gerçekleştirdiği faaliyetlerle boşluk oluşmasını önlemiştir. Atatürk’ün yaşadığı süre boyunca Türk Ocakları’nın kapatılmış olması durumu yalnızca tabelanın indirilmesinden ibaret kalmış ve Türk milliyetçiliği düşüncesi devlet eliyle canlı tutulmuştur. Atatürk’ün toplumda İmparatorluk asırları boyunca aşınmış olan Türklük duygusunun canlandırılması ve Türklük Bilimi’nin bir bilim alanı olarak yerleşmesi için Cumhuriyetin ilanından hemen sonra Türkiyat Enstitüsü başta olmak üzere pek çok kurum oluşturduğu bilinmektedir. Örselenip zedelenen Türklük duygusunun yeniden sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesi için çeşitli kurumlar oluşturan bir devlet adamının, kurucu kadronun hemen tamamının feyz aldığı bir teşkilatın kapanmasını arzulamasının elbette ki çok ciddi gerekçeleri olmalıdır. Bu gerekçeler her ne ise bugüne kadar ortaya çıkmamış ya da çıkarılmamıştır. Türk Ocakları’nın kapanması, Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki Sovyetler Birliği baskısıyla ilişkilendirilse de bugüne kadar tam bir gerekçe ortaya konulmamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin Türk milliyetçiliğine yönelik öncekine göre daha organize ve acımasız tavrı 1944 yılındaki Irkçılık-Turancılık davası olarak tarihe geçen ve 3 Mayıs Türkçülük Günü olarak Türk milliyetçileri tarafından her yıl hatırlanan ve hatırasına zaman zaman da çeşitli etkinlikler düzenlenen olaydır. 1931’de yaşanan olay gibi, 1944’te yaşanan olayın da dış bağlantısı hep gündeme getirilir ve İkinci Dünya savaşında faşist Almanya’nın yenilmesinin bu olayın sebebi olduğu belirtilir. Olayın zamanlaması bu gerekçeyi doğrular durumdadır. Eğer Türkiye Cumhuriyeti, faşist Almanya’yı yenen bloka yaranma düşüncesiyle bu hareketi yapmışsa Turan ülküsüyle milliyetçilik düşüncesinin kendi nezdindeki yerini de tayin etmiştir. Pek çok aydının ve bilim adamının günlerce işkence gördüğü 1944 davası beraatla sonuçlanmış, ancak o günden sonra bilhassa Turan ülküsü devlet ve bir kısım halk nezdinde adeta lanetli muamelesi görmüş, yargılananlar da mahkemenin beraatına rağmen, bütün hayatları boyunca suçlu muamelesine maruz kalmışlardır. Türkün ve Türklüğün tarihi şahsiyetine yakışan bir hayat sürmesini, bütün Türklerin mutlu olmasını istemek anlamındaki Turan ülküsünün devlet katında lanetlenmiş olması, elbette ki Türk’ten başka herkesin işine yaramış, yalnızca Türk’ü mahzun etmiştir.

Bugün adeta demokrasinin zirvesi olarak takdim edilen Demokrat Parti döneminde de devlet Türk milliyetçilerine karşı hiç de hoş görülü davranmamıştır. Demokrat Parti’nin ilk icraatlarından biri 1950 yılında Türkçüler Yardımlaşma Derneği ile Türk Milliyetçileri Derneği’ni kapatmak olmuştur. Bu hareket, İnönü ile Menderes’in Türk milliyetçiliği düşüncesine bakışlarının farksız olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Pek çok konuda birbiriyle bir araya gelemeyecek bu iki liderin milliyetçilik söz konusu olunca aynı noktada buluşmaları, bu düşüncenin hükümetlerle ilgili olmayıp devlet politikası durumuna geldiğini göstermektedir.

1960’ta ihtilal yapan ordu, Milli Birlik Komitesi ile ülkeyi idare ederken, ihtilalciler içerisindeki milliyetçi düşünceye sahip 14 subayın tasfiye edilip sürgüne gönderilmesi, Türk milliyetçiliği konusunda devlet politikasının askeri idare döneminde de değişmediğini göstermesi bakımından önemlidir.
Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan bütün bu olaylar içerisinde hem Türk milliyetçileri açısından, hem de bütün olarak Türkiye Cumhuriyeti ve hatta bütün Türklük açısından en etkili, sarsıcı ve can yakıcı olanı hiç şüphesiz 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile yaşananlar olmuştur. 1980 sonrasında da zaman zaman Milli Güvenlik Kurulu’nun tehdit listesine giren ve mevcut başbakan tarafından da karşı olunduğu sürekli vurgulanan Türk milliyetçiliği düşüncesinin, Türk devleti nezdindeki lanetli durumunun devam ettiği anlaşılmaktadır.

Devletin harcını koyup temelini oluşturan bir fikir hareketine karşı ortaya koyduğu tavrı kısaca özetlemeye çalıştığımız bu girişin ardından 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra açılan davanın nasıl bir dava olduğuna gelebiliriz:

Hazırlık soruşturması 29.4.1981 tarihinde sonuçlandırılarak açılan kamu davasında başta MHP ve ülkücü kuruluşların yöneticileri olmak üzere 587 sanıkla ilgili kovuşturma yapılmış ve çeşitli isnatlarda bulunulmuştur. İşlendiği iddia edilen ve dokuz madde olarak iddianamede yer alan suçlar şunlardır:

1. Anayasal düzenin, cumhuriyetçilik ve demokrasiye aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik, değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak;
2. Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyıma yönlendirmek, toplu kıyıma neden olmak, bu cürümlere katılmak;
3. T.C.K.’nın 149. ve 146. maddelerinde yazılı cürümleri işlemek için silahlı cemiyet oluşturmak;
4. Amacı cumhuriyetçiliğe ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, Devletin tek bir kişi tarafından idare edilmesini hedef tutan cemiyeti kurmak, faaliyetlerini düzenlemek, yönetmek, bu cemiyete girmek;
5. Bir şeyi işlemek veya işlenmesine müsaade etmek için bazı örgütlerin oluşturdukları baskı gücünden yararlanarak tehdit etmek;
6. Silah kaçakçılığı yapmak; ruhsatsız silah bulundurmak;
7. Silahlı gasp;
8. Hırsızlık;
9. Cürüm eşyasını saklamak;

Bütün sanıklar ve savunma yıllarca süren duruşmalarda bu suçlamalara cevap vermeye çalışmışlardır. Savcılık, esas hakkındaki mütalaasında ırkçılık ve faşizm suçlamalarından vazgeçmiş, ancak bunların yerine “İslamî esaslara dayalı bir yönetim kurma” yani şeriatçılığı koymuştur. Yani MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasının iddianamesini hazırlayan savcılara göre önce faşist ve ırkçı olan ülkücülerin, daha sonra şeriatçı oldukları tespit edilmiştir. Dünya siyaset tarihinin en büyük davalarından biri olarak kabul edilen böyle bir davadan dünya hukuk tarihinin en büyük ayıplarından biri böyle yaşanmıştır. O devrin şartlarında ancak kahraman sıfatıyla nitelendirilebilecek olan birkaç avukat, bütün bu suçlamalara layıkıyla cevap vermişler ve dava boyunca hukukla pek ilgisi olmayan mahkemeyi sürekli hukuk mecrasına çekmeye çalışmışlardır.

İddianame, suç tarihi olarak 12 Eylül 1980 ve öncesi diye bir tarih belirlemiş, ancak tarihte yer alan “öncesi” nin nereye kadar gittiği belirtilmemiştir.

Askerî Savcılık yaptığı hazırlık soruşturmasının sonunda vardığı kanaati şöyle açıklar: “Yapılan hazırlık soruşturması sonucu, ele geçen kanıtlar, sanık ve tanıkların anlatımları karşısında, yasal görünüm içindeki Milliyetçi Hareket Partisi ve yan kuruluşları olan çeşitli ülkücü derneklerin içinde yurt düzeyinde merkeziyetçi, organize ve totaliter bir silahlı cemiyet oluşturulup, vatandaşları başlıca ülkücü, komünist diye ikiye bölerek tek yönlü şartlandırılmış, yetiştirilmiş kişiler aracılığıyla, Türk halkını birbirine karşı silahlandırıp, toplu kıyıma özendirip, yönlendirildiği, mevcut otoritenin kamu güvenliğini sağlayamadığı, izlenimini yaygınlaştırarak, bunun yerine, cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı, Devletin tek bir kişi tarafından idare edilmesi amacına yönelik, Anayasal düzenin zor yoluyla değiştirilmeye kalkıldığı saptanmıştır.” (Metindeki dil ve ifade yanlışları tamamıyla iddianameyi hazırlayanlara aittir).

Bütün bu sayılan suçlarla ilgili olarak savcılık makamı MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası sanıkları için Türk Ceza Kanunu’nun 146, 149, 168, 141, 188, 495, 497, 492, 296, 54, 55, 56, 31, 33, 171, /3, 522, 525, 36, 40 ve 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile diğer aletler hakkındaki kanunun 12 ve 13. maddelerine göre cezalandırılmalarını istemiştir.

Askeri Savcılık; “Örgütün Düşünce Yapısı” başlığı altında Türk milliyetçiliği fikir hareketinin kökenini, bütün Türk tarihini ve hatta 20. yüzyıl başlarındaki fikir hareketlerini hiç anmadan doğrudan Nazi Almanyası ve Faşist İtalyasına bağlamıştır. Bu giriş, Savcılığın milliyetçilik düşüncesine ve ülkücülere karşı tavrını başka hiçbir delile ihtiyaç bırakmayacak biçimde ortaya koyan bir metindir. Burada açığa çıkan önemli bir husus da iddianameyi hazırlayanların tam anlamıyla komünist bir bakış açısına ve dünya görüşüne sahip olduklarıdır. Her fırsatta faşizmi, nazizmi ve komünizmi lanetleyen bir fikir hareketinin mensuplarını iddianamenin hemen başında nazizm ve faşizmle ilişkilendirmek, Askerî Savcılığın ya ciddi bir araştırma yapma gereği duymadığı, sokaklarda militanların dillendirdiği karalayıcı sloganları iddianameye olduğu gibi aldığı, ya da iddianameyi hazırlayanların da sokak militanları gibi düşündüğünü göstermektedir.

Savcılar, iddianamede “Ülkücü Görüşün Ülkemizdeki Gelişimi” diye bir başlık açmışlar ve bu başlığı nazizm ve faşizmin anlatıldığı bölümün hemen arkasına yerleştirerek insanların bilinçaltına hitap etmiş ve “faşizmin ve nazizmin ülkemizdeki uzantısı ülkücülüktür” düşüncesinde olduklarını bir kere daha beyan etmişlerdir.

Yukarıda belirtilen başlık altında bir taraftan ülkücülük fikrini faşizm ve nazizm ile ilişkilendirmeye çalışmışlar, diğer taraftan ise 1908’de kurulan Türk Derneği ile ilişkilendirmişlerdir. Yani iddianameye göre ülkücüler, bir taraftan Mussolini ve Hitler’i kendilerine model olarak alırken, bir taraftan da Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti, Türk Ocağı, Milli Türk Talebe Birliği vb. derneklerle Türkiye’de varlıklarını örgütlü olarak devam ettirmişlerdir.

İddianamede 1944 olaylarına özel bir yer verilmiş, ancak oldukça gayrı ciddî davranılmıştır. Bu ciddiyetsizliğin bu bölümdeki örneği, Türklük Biliminin büyük âlimi Hüseyin Namık Orkun’un, büyük şair Namık Kemal ile karıştırılması ve adının Namık Kemal Orkun olarak kaydedilmesidir.

Türkiye içindeki örgütlenmenin incelendiği bölümde bütün ülkücü teşkilatlar ayrı ayrı sayılmış, daha sonra yurt dışındaki teşkilatlar da suç unsuru olarak iddianamedeki yerini almıştır.

İddianamenin suç unsuru olarak gösterdiği önemli şeylerden biri de basın yayın faaliyetleridir. 20. yüzyılın başlarından itibaren yayınlanan bütün milliyetçi yayınlar sayılıp dökülmüş ve ülkücü hareketin önemli dayanaklarından biri olarak sunulmuştur, ancak listede yer alan pek çok gazete ve derginin ülkücü hareketle ne organik olarak, ne de fikri olarak bir ilişkisi vardır. Savcılık bu konuda da son derece dikkatsiz, belki de kasıtlı bir tavır sergilemiştir. Bu bölümde bilhassa Alparslan Türkeş’in kitaplarından bazı pasajlar alınarak suç ispatına çalışıldığı da görülmektedir.

İddianamede suç olarak gösterilen önemli unsurlardan biri de eğitim faaliyetleridir. İşlenen büyük suç olarak gösterilen eğitim programından bazı bölümleri aktararak hem bunların içerisindeki suçu aramaya, hem de o günkü ülkücülerin nasıl yetiştirildiğini göstermeye çalışalım:

Birinci Kademe Eğitim Programı:

1. Gün
1. Ders: Açış konuşması, eğitimin önemi, eğitimin konuları hakkında umumi açıklama.
2. Ders: Türk tarihine umumi bakış, cihan tarihi içinde Türk tarihinin önemi.
3. Ders: Türk tarihinin temelleri, kahramanlık, dayanıklılık, adalet, milliyet, ahlaklılık, vs.
4. Ders: Fetret devirleri, sebepleri ve çıkış yolları, Göktürk fetreti (Orhun kitabeleri), Selçuk fetreti ve Osmanlının zuhuru, Yıldırım fetreti ve 1. Mehmet. Günümüz.
5. Ders: Tanzimat ve sonrası.

2. Gün
1. Ders: İslam dini ve insanlık tarihine etkileri.
2. Ders: İslam imanı, İslam şuuru.
3. Ders: Türklük-Müslümanlık.
4. Ders: Ahlak kaideleri.
5. Ders: Ahlak kaideleri.

3. Gün
1. Ders: Alperenler.
2. Ders: Alperenler.
3. Ders: Ülkücü dünya görüşü, umumi esasları, ülkü, ideoloji, doktrin.
4. Ders: Milli ülkümüz.
5. Ders: Türk milliyetçiliği.

4. Gün
1. Ders: 9 Işık’ın hususiyetleri (yerli, millî, çağdaş umdeler).
2. Ders: 9 Işık’ta kalkınma modeli.
3. Ders: 9 Işık’ta sosyal politika ve sosyal güvenlik.
4. Ders: Türkiye’nin düşmanları, emperyalizm ve bölücülük hareketleri.
5. Ders: Türk-Rus mücadeleleri tarihi.

5. Gün
1. Ders: Komünizm’in esasları ve tenkidi.
2. Ders: Komünizm’in esasları ve tenkidi.
3. Ders: Komünistlerin mücadele metotları (Dünya çapında).
4. Ders: Komünistlerin silahlı mücadele metotları.
5. Ders: Türkiye’de Komünist hareketler.

6. Gün
1. Ders: Ülkücü hareketin tarihçesi, lider.
2. Ders: Teşkilatçılığın önemi ve hukuk.
3. Ders: Disiplin, dava ahlakı, haber.
4. Ders: Propaganda
5. Ders: Beşeri münasebetler ve âdâb-ı muaşeret.

Görüldüğü üzere birinci kademe eğitim altı gün ve otuz dersten oluşmakta ve bu derslerde bir Türk milliyetçisinin haberdar olması gereken çeşitli konuların her biri birer ders olarak yer almaktadır. Teşkilat yöneticileri için ayrı bir eğitim programı, aydınlar için de daha ayrı bir eğitim programı uygulandığı ve bunların da 2. kademe ve 3. kademe olarak adlandırıldığı, iddianamede yer almaktadır.
İddianame, MHP Genel Sekreteri Necati Gültekin’nin 1976, 79 ve 80 yıllarına ait ajandasındaki notları da suç unsuru olarak almıştır. Buradaki notlara bakıldığında tamamıyla normal parti faaliyetleri olduğu görülmektedir, ancak savcılık makamının ön yargılı tavrı burada da kendini göstermiş ve her bir faaliyeti suç olarak yansıtmaya çalışmıştır.

MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nın savcıları, karşılaştıkları her türlü, kendilerine göre, olumsuzluğu MHP’ye yakıştırmaya o kadar şartlanmışlardır ki bir CHP senatörü olan Niyazi Ünsal’a ait “Hapisten çıkardığımız adamlar yanımıza gelmeye çekiniyorlar, 6 ayı bir gün geçen ceza alan adamlar devlet hizmetinde kalmazken ben 15 yıl ceza alanı, 4,5 sene ceza alanı öğretmen yaptırdım.” notunu ihtiva eden belgeyi MHP senatörü Niyazi Ünsal’a ait diyerek iddianameye koymuşlar ve bu notla MHP’lileri suçlamışlardır. Aslında isim doğrudur, senatörlük doğrudur, belgenin muhtevası da muhtemelen doğrudur, ancak küçük bir ayrıntı (?) gözden kaçmıştır, senatör MHP’li değil, CHP’lidir. Bu belgeye dayanarak savcılığın MHP’ye yönelik suçlaması “…suç işleyen kişileri himaye ederek özendirmeleri…” şeklindedir. Mahkeme açıldıktan sonra avukatlar ve sanıklar Niyazi Ünsal’ın CHP senatörü olduğunu belirtmelerine rağmen, hiçbir savcının aklına konuyla ilgili suç duyurusunda bulunmak gelmemiştir.

İddianamede zaman zaman cezaevindeki ülkücülerin itiraflarına (?) da yer verilmiştir. Bunlardan biri ismi gizlenen 1964 doğumlu bir ülkücüdür. O zaman 16 yaşında bir çocuk olan bu ülkücünün itiraflarının son paragrafı şöyledir: “Beni ve benim gibi insanlara küçük yaşta ülkemizin huzurunu bozucu ve Devlet otoritesini sarsıcı sakat ve yanlış eylemlere sürükleyen şahısların isimlerini belirtmeyi ülkenin huzuru ve refahı açısından vijdani bir görev bilmekteyim.” Bu cümlelerden anlaşıldığı kadarıyla 16 yaşındaki bu çocuk her halde daha sonra iyi bir yazar olmuştur. Bu tür pek çok itirafın C 5 denilen işkence mekanında polisler tarafından hazırlatılıp işkenceyle imzalatıldığı bütün sanıklar tarafından mahkeme safahatında belirtilmiş, ancak işkenceci polislerle ilgili hiçbir işlem yapılmamıştır.

İddianamenin temel dayanaklarından birisi, MHP ve ülkücü kuruluşlardaki eğitim faaliyetleri ve eğitimciler olarak adlandırılan ekiptir.

Merhum Gün Sazak’ın Gümrük ve Tekel Bakanı olarak görev yaptığı dönemde ortaya konulan büyük başarıda payı olan eğitimciler şu isimlerden oluşmaktadır: Namık Kemal Zeybek başkanlığında Ramiz Ongun, Türkmen Onur, Muhsin Yazıcıoğlu, Lokman Abbasoğlu, Muzaffer Şahin, Seyfi Apaydın, Yılma Durak, Serdar Çelebi, Mehmet Şandır, Abdullah Kılıç, Himmet Kayhan, Naim Kocabay, Hakkı Şafakses, Nurettin Taşer, Mehmet Ali Özgüven, Ali Batman, Selim Mısıroğlu, Ahmet Güzel, Sami Bal, Mehmet Göktolga, İbrahim Türedi, Mustafa Öztürk, Hakkı Duran, Mehmet Sakarya, Süleyman Koçel, Hasan Sabri Erdem, Yılmaz Saka, Ömer Haluk Pirimoğlu, Abdullah Alay ve Muammer Cındıllı.

Bu kişilerin suçu olarak da iddianameye şu kayıt düşülmüştür: “Bu komitenin çeşitli kurum, kişi ve derneklerden toplanan parayı alarak suç işleyip cezaevinde bulunan ülkücülerin yiyecek, giyecek, yargılama giderlerine harcamada bulundukları…”

Savcıların çok üzerinde durdukları konulardan biri parti ile dernekler arasındaki ilişki, bir diğeri de mali konulardır. Mali konuların en ince ayrıntılarına kadar araştırıldığı ve MHP’ye yardım yapan iş adamlarının adlarının tek tek tespit edildiği görülmektedir. Mali konularla ilişkin oluşturulan dört kişilik bilirkişi heyetinin savcılığın isteği doğrultusunda verdiği rapor da iddianameye konulmuştur.

İddianamede meşhur komando kampları da önemle üzerinde durulan konulardandır. Yirmi sekiz ayrı komando kampının kaydı bulunan iddianamede kampların nerede kurulduğu ve kimler tarafından yönetildiği de belirtilmiştir. Bu kayıtlarda da birtakım yanlış bilgiler dikkati çekmektedir. Savcıların dikkat etmediği veya uydurdukları bir kamp kaydı şöyledir: “23.7.1969 günü Mersin Belen bucağı Soğukoluk köyü Mehmetçik çeşmesi civarında 100 kişinin iştirak ettiği bir komando kampı kurulmuş ve kamp MHP’li Sayit Kılıçaslan tarafından idare edilmiştir.” Türkiye coğrafyasından biraz haberdar olan herkes bilir ki Belen bucağı (bugün ilçe) Mersin’e değil Hatay’a bağlıdır.

Komando kamplarındaki günlük program da iddianameye giren hususlardandır:

03.30 Kalkış ve temizlik,
03.30-03.45 içtima ve iyi günler,
03.45-03.50 kamp yemini,
03.50-04.15 Sabah namazı,
04.14-05.30 Koşu, kültür-fizik,
05.30-06.30 Sabah kahvaltısı,
06.30-07.15 Dinlenme,
07.15- 08.45 Judo, karate ve güreş çalışmaları,
08.45-09.45 Yürüyüş,
09.45- 10.30 Marş çalışmaları,
10.30- 11.30 Günlük aktüalite ve tartışmalar,
11.30- 12.15 Öğle namazı,
12.15- 13.00 öğle yemeği,
13.00- 13.15 Dini konularda sohbet,
13.15-16.00 Judo, karate ve güreş çalışmaları,
16.00- 17.00 Serbest dinlenme,
17.00- 18.00 Dini konularda sohbet,
18.00- 19.00 Miting dağıtma ve düzenleme usulleri,
19.00- 20.00 Akşam namazı ve yemeği,
20.00- 21.00 Akşam yürüyüşü,
21.00-21.20 Yatsı namazı,
21.20- 22.15 İçtima, iyi geceler ve yatış.

Belirtilen kamplarla ilgili olarak yapılan değerlendirme ise şöyledir: “Açılan komando kamplarında … eğitilen, çarpık özlemler doğrultusunda yönlendirilen gençlerin, düzen ve Türklük uğruna verdiklerini iddia ettikleri savaştaki yöntemleri gözlenmektedir…” Yukarıda verilen programla bu değerlendirmenin nasıl yapılabildiğini anlamak mümkün değil, ancak hiçbir ülkücü düzen uğruna mücadele ettiğini söylememiştir. Burada da yine bir saptırma ve iftira söz konusudur.

İddianamenin son bölümünde yer alan “Eylemin Yasal Tanımı” başlığı altında yer alan ifadeler, iddianameyi hazırlayan savcıların MHP ve ülkücülerle ilgili daha önce pek fazla bilgiye sahip olmadıkları, konu hakkındaki bilgilerinin ancak takip ettikleri gazetelerdeki yazı ve haberlerden ibaret olduğu düştükleri çelişkilerden anlaşılmaktadır. Aynı kişi ya da gruba hem faşist, hem de şeriatçı diyebilmek ancak cehaletle mümkün olabilecek bir durumdur. Bu bölümdeki bazı pasajlardan savcıların önyargılı bakışlarını açıkça görmek mümkündür: “MHP ile yan kuruluşları ülkücü dernekler içinde oluşan silahlı faşist ve ırkçı çetenin yasa dışı uğraşı ve çabaları nedeniyle, MHP’nin yasal yollar dışında Devlete egemen olma özlemi ortaya çıkmaktadır.” MHP ve ülkücüleri siyaseten nereye oturtacaklarını bir türlü tayin edemeyen savcılık anlaşılan biraz insafa gelmiş olmalı ki bütün ülkücüleri suçlamaktan vazgeçip MHP ve ülkücü kuruluşlar içerisinde “silahlı faşist ve ırkçı bir çetenin” varlığını tespit etmiş (!) böylece ülkücülerin bir kısmı bu suçlamalara maruz kalmamışlardır.

“Franko benzeri, demokrasi maskesi altında sunulan milliyetçi-toplumcu doktrinleriyle, demokrasi gerçekte uzlaşmaz birer kavramdır.” Bu ibare demokrasiden hiç söz etmemesi gereken bir ihtilal mahkemesi savcısının konuyla ilgili fetvasıdır. İşkencelerle ifade alıp, emir-komuta ile yargılama yapan insanların demokrasiden söz edebilmeleri için o yerde ahlaktan en küçük bir eserin olmaması gerekir.
Savcılığın başka bir hükmü; “MHP’nin hâlâ bir siyasi parti olarak görülerek kabulü büyük bir yanılgıdır.” biçimindedir. O günün şartlarında son girdiği seçimde bir milyon civarında oy alıp (1977 seçimleri) Meclis’te grup kurmuş olan bir parti, sayın savcılar nezdinde parti olmaktan uzaktır.

İddianamenin temel çelişkilerinden biri şu tespitinde açık olarak görülür: “Anayasanın değişmez ilkelerinden lâikliğe karşı oldukları: Kanımız aksa da zafer İslâm’ın- Türklük gurur ve şuuru, İslam ahlak ve fazileti- Rehberimiz Kur’an, hedefimiz Turan” sloganlarından açık bir biçimde belirtilmektedir.”

Türkiye’de gelişen milliyetçilik ve ülkücülük düşünce sisteminin; dünyadaki fikir hareketlerinden etkilenmekle birlikte, esas olarak Türk milletinin tarihinden, dininden, kültüründen kaynaklandığını görmek ve kabul etmek istemeyen 12 Eylül’ün işkenceci savcıları, sürekli bu hareketin bir dış bağını aramışlardır. Bu aramalarında önlerine çıkan bilgi ve belgeleri anlayıp değerlendirme kavrayış yeteneğinden ve bilgiden yoksun oldukları, ayrıca da iyi niyetli olmadıkları için faşist dedikleri insanlara aynı sayfada şeriatçı diyebilmişlerdir.

Dünyadaki ana düşünce sistemlerinden biri olan muhafazakarlık ya da sağcılık, MHP davasının savcıları tarafından şöyle tanımlanmıştır: “Tutuculuk ve gericilikle eş anlamda olan sağcılık, yenileşmeye karşı çıkarak kurulu düzeni olduğu gibi savunan, metafizik düşünce sistemi olup, her şeyin kendisi ile aynı kaldığı ve hiç değişmeyeceği gibi ileride de asla değişmeyeceği inancına dayanır.” Bir insanın böyle bir tanımı yüzlerce kişinin idamını talep ettiği bir iddianameye koyabilmesi için zır cahil olması gerekir, demek bile çok hafif kalır. İnsanlığın binlerce yıllık birikiminden habersiz oldukları anlaşılan savcılar, bir taraftan düzeni değiştirmeye çalıştıkları için idamını talep ettikleri insanların, kurulu düzenin değişmesini istemeyen sağcılar olduğunu aynı metin içerisine koymakta en ufak bir sakınca görmemektedirler.

Türk milliyetçiliğine ırkçı, faşist, şoven, diktatörlük heveslisi gibi suçlamaları yapan ve sağcılığı da yukarıdaki gibi tanımlayan savcılar nezdinde sol; “… toplumun ve içinde bulunulan koşulların bir ölçüde sosyal adalet açısından vazgeçilmez gerçeği” dir.

“Komünizme karşı uğraş verdikleri yolundaki çarpık etkinlikleriyle” dikkat çeken Türk milliyetçilerinin iddianameye göre çok büyük suçlarından biri de “Türk milliyetçilerini Atatürkçü değil, Atatürk’ü Türk milliyetçisi olarak” görmeleri ve “böylece Atatürkçülüğün dışında bir milliyetçilik görüşüne sahip” olmalarıdır. “Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz” diyen ve bütün yaptıklarıyla da bunu herkese gösteren Atatürk’e yapılan büyük iftiralardan biri, Atatürkçülük maskesi takarak Türk milliyetçiliği aleyhine faaliyet göstermektir ki bunu en yaygın olarak yıkıcı ve bölücü sol yapmıştır. Anlaşılan savcılar da yıkıcı ve bölücü solun söylemlerini paylaşmaktadırlar.

Anayasal düzeni silahlı mücadele yoluyla değiştirip yerine faşist bir rejim, bazen de şeriatçı bir rejim kurmayı amaçlayan Milliyetçi Hareket Partisi mensupları ile ülkücülerin iddianamede yer alan meslek ve eğitim durumları şöyledir:

Pek çoğu er olmak üzere 18 asker,
18 hukukçu, yazar, öğretim üyesi,
85 durumu ve mesleği belirtilmeyen,
65 serbest meslek,
2 din adamı,
34 öğretmen,
4 sendikacı,
4 mühendis, mimar,
2 veteriner hekim,
1 sporcu,
1 mali müşavir,
6 cahil,
1 çoban,
1 ev kızı,
116 öğrenci,
37 memur,
2 ziraatçı,
128 işçi,
17 çiftçi,
42 boşta gezer,
2 kapıcı,
1 prodüktör.

Görüldüğü üzere iddianamede iddia edildiği gibi devleti yönetmek (!) üzere her meslekten eleman temin edilmiş ve bütün hazırlıklar tamamlanmıştır. Bu tablodan iddia edilen suçların oluştuğuna insanları inandırabilmek herhalde mümkün olamazdı. MHP ve ülkücüleri, baştan beri suçlu olarak gören savcılar, bu tabloyu dikkate almadan yukarıdaki iddiaları sıralayabilmişlerdir. Aslında bu tablo, ülkücülerin kim olduğu hakkında açık bir fikir vermektedir. Ülkücüler; işçi, öğrenci, esnaf, çiftçi, memur yani vatandaş, yani sokakta herkesin her an rastlayabileceği sıradan insanlardır. Bu sıradan insanlar, ülkeleriyle ilgili bir tehlike sezdikleri için teyakkuza geçmişler, ancak kutsal belledikleri devletin çok ağır bir darbesine maruz kalarak dağılmışlardır. Bu darbe o kadar ağır olmuştur ki 30 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen ülkücüler hâlâ sarsıntısını tam olarak atlatamamışlardır. Darbenin tam olarak kim tarafından ve niçin vurulduğu anlaşıldığı an, tedavisine başlanılabilecek ve yeni bir hamle yapma imkanı doğacaktır. Ancak ülkücüler, 12 Eylül’ü henüz tam olarak anlayabilmiş değillerdir. Bugünün ülkücüleri de o günleri yaşayan ülkücüler de adeta hafıza kaybına uğramışlar ve pek çoğu da kökünden kopmuştur. Bu durum, ülkücü harekete olduğu gibi ülkeye de büyük zararlar vermekte, yıkıcı ve bölücü faaliyetlerin artık sonuç alacak aşamaya geldiği, her geçen gün de daha kötüye gittiği görülmektedir.

Burada soru; ülkücüler varlıklarını devam ettirecekler mi, eğer ettireceklerse nasıl? Bu sorunun cevabı yeniden canlanışın ya da bitişin başlangıcı olacaktır.

http://www.haberiniz.com/yazilar/haber3 ... avasi.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Bir Zamanlar Ülkücülük...
MesajGönderilme zamanı: 23.06.11, 10:53 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 06.01.10, 09:39
Mesajlar: 92
Travma yaşayan Ülkücülerin dramı

Sırrı Çınar


23 Haziran 2011

“ÜLKÜCÜLÜK”…

Ülkemizin son kırk beş yılında çok büyük kitleleri etkileyen, yaşamını yönlendiren, düşünce ve davranışlarını belirleyen, bedeli ağır ödenen bir düşünce iklimi… Bir siyasî görüş… Bir dünya görüşü...„ Merhum Alparslan Türkeş tarafından siyasallaştırılan, siyasî parti ve ocak kültürüyle yayılan, birçok düşünce adamının felsefî temellerini oluşturduğu millî bir felsefe…

Bu topraklardan beslenen, bu topraklarda yer tutan değerlerin oluşturduğu Türklük, İslam, gelenek, görenek ve millî tarihten aldığı ilhamla bugünün dünyasına yön vermeye çalışan bize ait, dışarıdan yönlendirilmeyen millî bir düşünce…

Büyük idealleri, büyük iddiaları ve büyük düşünceleri içinde barındıran bir hedefler bütünü… Ortaya çıkmasıyla birlikte bir tür iç savaşın yaşanmasında taraf olan bir kitlenin adı…

Askerî ihtilâllerde horlanan, hapsedilen, işkence edilen ve binlerce sayfadan oluşan iddianame hazırlanan bir hareket…

Hep haktan yana duruş sergilemeyi şiar edinmelerine rağmen, toplumun geneli tarafından tasvip edilmeyen, kabul görmeyen ve ötekileştirilen mazlum bir grup…

Kutsal değerlerle, yani devletle, Türklerle, İslam’la, vatanla derdi olanların, bunların verdiği duyguyu yok sayanların saldırdığı ve yok etmeye çalıştığı bir düşüncenin adı…

Okulda, mahallede, apartmanda, iş yerinde, basında, medyada, filmlerde, dizilerde horlanan, basitleştirilen, iftira atılan bir grup… Ülkücü olmanın bedelini ezilerek, sürülerek, zorlanarak ve önlerinin kesilmesiyle ödeyenlerin adı…

Büyümesinler ve çoğalmasınlar diye devlet imkânlarından faydalanmalarının önünü tıkayanlarla onurlarıyla mücadele etmek durumunda kalanlar…

Kendilerini tanımlarken “Hıra Dağı kadar Müslüman, Tanrı Dağı kadar Türk” diyenler…

Siyasî yelpazede kendilerine uygun parti olarak MHP’yi, sonrasında birçok sağ partiyi ve BBP’yi seçen, nereye giderlerse gitsinler, hangi işi yaparlarsa yapsınlar ve hangi partiye üye olurlarsa olsunlar siyasî kimlik olarak “ülkücü” veya “eski ülkücü” sıfatlarını hep taşıyan önemli bir kitle…

Hiçbiri gençliğin verdiği coşkuyu, heyecanı ve umudu doyasıya yaşamadı

Ülkücülük, fikri temellerinin atıldığı 1960’lı yılların sonunda özellikle Avrupa’daki öğrenci olayları, Sovyetlerin yayılma politikaları ve ülkemizdeki Komünist, sosyalist örgütlenmeler nedeniyle kendisini sıcak bir kavga ortamında bulmuştur. Bir yandan örgütlenme, hayatta kalma ve tutunma çabaları yaşarken, bir yandan Ülkü Ocakları içinde fikrî olgunlaşmayı sağlamaya çalışmıştır. 1970’li yılların dünyasında ve Türkiye’sinde dillendirilmesi çok da kolay olmayan düşünceleri yaymaya çalışmışlar ve benimsemişlerdir. “Ezan susmaz, bayrak inmez!” diyerek canlarını ortaya koymuşlardır. Ülkücü oldukları için okullardan atılmışlar, cezaevine girmişler ve yaklaşık üç bin genç ülkücü de hayatını kaybetmiştir. Yaralananlar, sakat kalanlar ve cezaevinde işkence görenlerin anaları, babaları, eşleri, yavukluları, çocukları da aynı çilenin bedelini ağır ödemişlerdir.

Üniversiteler, liseler işgal altındayken ve dine, Peygambere hakaret dolu pankartlar asılıyken, o pankartların altından sessiz sedasız geçenlerden olmadılar ülkücüler… Yine çok ağır bedeller ödeyerek o pankartları indirdiler ve işgal atındaki okullarına sosyalist, Komünist olmayanların girip okumasını sağladılar. Hiçbiri ne sevda yaşadı, ne aşk… Hiçbiri gönlünü kaptırdığının elinden tutamadı, gözlerine bakamadı… Hiçbiri gençliğin verdiği coşkuyu, heyecanı ve umudu doyasıya yaşamadı. Her ülkücü üzerinde ağır sorumluluk hissetti ve Türklüğün, İslam’ın ve Türkiye’nin her probleminin çözüm odağı olarak kendisini gördü. Yaptıklarının ve düşündüklerinin karşılığını hiç beklemedi. İktidar olmayı ideallerini gerçekleştirecek imkân olarak gördü ve iktidarı o yüzden istedi. Kişisel ikbal peşinde olmadı. 12 Eylül 1980 darbesinin ağır yumruğunu sinesinde hissettiğinde yine yepyeni bir mücadelenin neferleri olduklarını düşündüler. Kendilerini “Yusuf”, cezaevlerini, hücreleri ise “Yusufiye” olarak gördüler.

Cezaevinden çıkanlar bambaşka bir Türkiye buldular

12 Eylül, dönüm noktalarından biri olmuştu ve kendilerini ait hissettikleri ülkücülük mefkûresi ağır bir travmaya dönüşmüştü. Aslında akıntıya kapılıp gittikleri düşüncelerin, bu ülkenin dinamik güçleri tarafından kabul görmediğini, halkın arkalarında olmadığını, savundukları değerlerin kendilerinden başka kimseyi ilgilendirmediğini, ödedikleri ağır bedelin açıklamasını kendilerine yapamıyorlardı. Duyguları, düşünceleri ayrı şeyler söylerken Türkiye ve dünya gerçeği ayrı şeyleri yüzlerine kırbaçlıyordu. Cezaevi sürecinde 1970’li yılların hengâmesi içinde söylemde kalan İslam, artık yaşanan ve hayata uygulanan bir şekle bürünmüştü. Bu dönemi Türk-İslam sentezi düşüncesiyle aşmaya çalışsalar da, kimi tekrar 12 Eylül öncesi gibi İslam’ı söylemde tutmaya, kimisi de ağırlıklı olarak İslam’ı yaşamına uyguladı. 1980’li yılların dünya gelişmeleri yani Afganistan’ın Sovyetlerce işgali, İran devriminin gerçekleşmesi ve Mısır- İran ağırlıklı İslamî düşüncenin yaygınlaşması, bol miktarda İslamî kitabın yayımlanmasıyla ülkücülerin travması daha da derinleşti. İslam, ırkın ve millî değerlerin önemli olmadığını söylüyorken, ülkücü, İslam’la millî değerleri bütünleştirmeye çalışıyordu. Cezaevinden çıkanlar bambaşka bir Türkiye buldular. Cezaevine girmeyen ülkücüler de süreç içinde zaten farklılaşmaya başlamışlardı. Serbest piyasa ekonomisi, diğer adıyla vahşi kapitalizmin yaşanmaya başladığı ANAP hükümetlerinin iş başında olduğu dönemlerde, “Gemisini kurtaran kaptandır” düşüncesinin ağır bastığına şahit olup, kendilerinin diğer sağ siyasî görüşlülerle, hatta sol görüşlülerle pek farklarının olmadığını düşünen ülkücüler siyaset arenasında yer aldılar. Önemli bir kesimse, 12 Eylül öncesi kaybettiği zamanı telafi etmeye çalışarak, daha zengin olmanın yollarını aramaya başlamış ve ülkücülük düşüncesini serbest piyasa ekonomisine uydurmaya çalışmıştı. Ülkücülüğün aslı sürekli irtifa kaybederken, tekrar siyasî organizasyonlar hayata geçirilmeye çalışıldı. Tekrar MÇP, ardından MHP hayata geçirildi. Ülkü Ocakları faaliyete başladı. Bir yeniden doğuş yerine, mirasın üzerine yapılanma yoluna gidildi.

Sıfatları ülkücü olmasına rağmen tam bir tanımı ve şekli belli olmayan bir ülkücülük yaşanıyordu

Dünya değişiyordu, Türkiye değişiyordu ama ülkücüler düşünce ekseninde yeni fikirler üretmiyorlardı. 1970’li yılların düşüncesiyle 1990’lı yıllara yön vermeye çalışıyorlardı. Fikrî temellerini aldıkları kitaplar da, yazarlar da 1970’li yılların kitapları, yazarlarıydı. Yeni düşünceler yoktu ve ülkücüler zihinlerinde, yüreklerinde kalanlarla ülkücülük yapmak durumunda kalmışlardı. ANAP’ın ve DYP’nin içinde 1970’li yılların meşhur ülkücüleri görevler aldılar, bakan oldular ve siyasetlerini o partilerde sürdürdüler. Sıfatları ülkücü olmalarına ve ülkücülüklerini sürekli canlı tutmalarına rağmen diğer bir ANAP’lıdan, DYP’liden farklı davranmıyorlardı.

1993, ülkücülerin siyasî düşüncelerinin ayrıştığı önemli bir yıl oldu. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu başkanlığında çok önemli isimler ülkücülüğe sahip çıkmak adına tek siyasî oluşum olan MHP’den ayrıldılar. Bu ayrılma ülkücülerin yaşadıkları travmayı derinleştirdi. Kim haklıydı ve ülkücü kimdi? Bu sorulara her ülkücü kendisine göre cevap buluyordu. İslam ağırlıklı bir düşünceyle siyaset yapmak isteyenlerle, Türk-İslam sentezi diyerek siyaset yapma arzusunda olanlar ve siyaseti siyasî kurallarla uygulamak isteyenlerin tamamı kendisini ülkücü olarak niteledikleri döneme girildi. Bir yandan MHP çok farklı kesimlere kucak açıp kitle siyaseti yapmaya çalışsa da bir yandan ülkücülüğü de devam ettiriyordu. Ülkücülük sağ siyasî partilerin tamamında temsil edilen bir dünya görüşü haline gelmişti. Başbakanlara danışmanlık yapanlar da ülkücüydü; ANAP, DYP iktidarlarında çeşitli üst düzey görev alanların da çoğunluğu ülkücüydü. Ülkücü sayısı öyle çoğalmıştı ki her kurumda, her meslekte ülkücü vardı. Sıfatları ülkücü olmasına rağmen tam bir tanımı ve şekli belli olmayan bir ülkücülük yaşanıyordu. 12 Eylül öncesi Türk dendiğinde “faşistlikle” suçlanan ülkücülerin savunduğu Türklerin bağımsız devletler kurması idealleri Sovyetlerin dağılmasıyla hayat buluyordu ve bu değişim Türkiye’de başka türlü yankı buluyordu. Artık herkes milliyetçiydi, herkes Türkiye’yi çok seviyordu ve millî değerlere sahip çıkıyordu. Ne Türklük, ne millî değerler, ne de İslam veya bunların sentezi sadece ülkücülerin savunduğu değerler değildi. Üstelik İslamî yönü ağır basanları tatmin etmede başka siyasî partiler, cemaatler ve düşünce akımları vardı. Türklüğü savunan, milliyetçi olduğunu vurgulayan partilere dönüşen eski partiler de vardı. Siyasette ise, siyaseti daha iyi yapan, geniş kitleleri etkileyen ve oyunu alan, hatta iktidar olanlar vardı. Ülkücülerin odaklandığı MHP ve BBP siyaseti diğer partiler gibi yapmıyordu. Düşünceyse, başka partiler ve oluşumlar bu düşünceleri daha radikal savunuyordu. Alparslan Türkeş’in yaptığı bazı davranışlar, söylemler ülkücülerin bir kısmı tarafından eleştiriliyor ve MHP’den kopmalar yaşanıyordu. Ama kopmaların yerine ülkücülerin içinde bulunmamış millî hassasiyetleri olduğunu söyleyenler konuyordu. BBP’liller tarafından MHP’nin ülkücü olmadığı söyleniyor ve yanlışları sıralanıyorken, MHP’liler tarafından da BBP’lilerin ülkücü olmadığı yazılıyor ve söyleniyordu. Ülkücülüğü referans yapıp makam-mevkii kapmanın derdinde olanlar, para kazanmak için ülkücülüğü kullananlar, korkuyu ve kaba kuvveti ülkücülükle birleştirip kendine menfaat sağlamaya çalışanlar ve klasik anlatımıyla ülkücü geçinenler, ülkücülükten geçinenlerin çoğaldığı bir döneme girildi.

İktidar ortaklığı dönemi ülkücülerin yine travma yaşamasına sebep oldu

Ülkücü travmayı yaşamaya devam etti. Kimdi? Neyi savunuyordu? Savunduğu değerlerin geçerliliğinin günlük yaşamda yeri neresiydi? Ülkücülük bir psikolojik hâl miydi? Siyasî bir hareket miydi? Savunulan neydi? Milliyetçiliğin tanımı neydi? Söylemlerle hayatın pratiği uyuşuyor muydu? Ülkücüyü diğer insanlardan farklı kılan neydi? Farklı olunacaksa nasıl olmalıydı?

Ülkücünün savundukları “vatan-millet edebiyatı” diye küçümsenirken, “vatan-millet-Sakarya” ile sınırlandırılırken, Türkiye PKK ve Kürt hareketinin yoğun baskısını yaşamaya başlamıştı. Dünyadaki, ülkedeki değişimlere yeni çözümler getiremezken ve ne diyeceğini bilmezken bir de çok acil karar vermesi gereken önemli bir gerçekle karşılaşmıştı. Vatanın tek çakıl taşını vermeyeceğini söyleyen, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganıyla ve şekil olarak takım elbise-beyaz gömlek giyen, karşılaşma ve ayrılmalarında kafalarını tokuşturan, söylemlerde birbirini tekrar eden ve slogandan çok öteye gitmeyen ve hayata uygulanmayan bir ülkücü profili oluşmaya başladı.

Alparslan Türkeş’in Hakk’a yürümesiyle cenazede oluşan kalabalık, ülkücülerin onaylandığı ve çok büyük bir kitle olduğunu gösteren önemli bir andı. MHP’de başlayan genel başkanlık yarışı sancılı başladı, yılların birikimi kısmi olarak oya dönüştü ve MHP 1999 yılında iktidarı paylaşan parti oldu.

İktidar ortaklığı dönemi ülkücülerin yine travma yaşamasına sebep oldu. Siyasî parti olan MHP üst yönetimiyle kendisini ülkücü olarak tanımlayanlar arasında yeni bir ayrışmanın da başlangıcı oldu. Aynı zamanda ülkücünün ateşle imtihanıydı. Yapılan icraatlar ve sisteme adapte olmuş bir anlayış BBP’li ve diğer partilerdeki ülkücüler tarafından kabul edilmeyip eleştirilirken, MHP’li olan ülkücülerin de yıllarca kurdukları idealist hayallerinin suya düştüğü bir dönem oldu. Saf duygularla ülkücülerin iktidarıyla ülkenin birçok probleminin çözüleceğine inanmış çok büyük bir ülkücü kitlenin hayallerine tecavüz edilen bir dönem yaşanırken ülkücüler yine travma yaşadı. Ülkücüler geçmişlerinde de yaşadıkları ama görmezden geldikleri devletin resmî ideolojisinin temsilcileri durumuna getirilirken, önemli bir bölümü buna onay vermedi ve tamamen MHP’den kopuk hareket etmeye başladı. BBP’deki ülkücüler ise partilerinin yol kat edemediği düşüncesiyle teker teker köşelerine çekilip siyaset yapmama kararları aldılar.

Gençler ise özellikle sosyalistlerin ortaya koyduğu “ulusalcılık” düşüncesine çok yakın bir ülkücülük çerçevesi içine sokuldular

Türkiye açısından önemli kırılmaların yaşandığı MHP iktidar döneminin sonundaki seçimlerde samimi ülkücüler MHP yönetimine ve ülkücüleri temsil ettiğini söyleyenlere ders vererek yüzde on barajının altında bıraktılar. MHP yönetimi ise 1997’den sonra idealize ettiği düşüncelerinin karşılığı olarak vatanın bölünme düşüncesinin dışında herhangi bir düşüncesini kamuoyuyla paylaşamadı. Ülkücüleri tatmin edecek söylem ve ufuklar geliştirmedi. Siyasî tercih yaşına gelmiş gençler ise özellikle sosyalistlerin ortaya koyduğu “ulusalcılık” düşüncesine çok yakın bir ülkücülük çerçevesi içine sokuldular. Bu gençlerde kendi düşündükleri ve söylemleriyle diğer sol örgütlerin söyledikleri ve resmî devlet ideolojisinin statükocu militarist anlayışının aynı şeyler olduğunu görüp travma yaşarken, daha olgun yaşlardaki ülkücüler daha farklı bir travmanın etkilerini yaşamaktaydılar. İktidara gelen AK Parti’nin icraatları ve oluşturduğu düşünce eksenine uyum sağlayan ülkücüler, ülkücü kökenliler olarak AK Parti’de yerlerini aldılar. Siyasî hedefleri farklı olanlar kendilerine farklı mecralar ararken, AK Parti’nin icraatlarının büyük kısmı ve güçlü iktidar olmasıyla ülkücülerin bir kısmının teveccühünü kazandı. Ama bu teveccühü gösteren ülkücülerin diğer AK Partililerden farklı düşünceleri ve eylemleri olmamasına rağmen kendilerini “ülkücü” veya “eski ülkücü” olarak gösterilmekten de geri durmadılar. Bunlar bir yandan kendilerini ifade ettikleri ve ideallerini gerçekleştiren parti bulmalarına rağmen, özellikle MHP’yi eleştirmeye yöneldiler. Zaman içinde öyle dramatik bir hâl oldu ki, “ülkücü” “ülkücüyü” reddeder duruma geldi. Bir masa etrafında oturan ve geçmişte ülkücü teşkilatlarda görev alan on kişinin on’u da birbirinden ayrı ülkücülükten bahsediyor oldular. Yılların muhasebesini yaparak, toplum psikolojisiyle yıllarca mücadele verdikleri birçok düşünceden vazgeçtiklerini görmezden geldiler. İçlerinde birikenlerin ve patlayanın bir travma olduğunu bilmeden kendilerine yol çiziyorlardı.

Ülkücüler, gittikleri parti ve cemaatlerde asıl kadroya dahil olamıyor veya geçici kabulden sonra üçüncü sınıf taraftar olarak görülüyordu

MHP’nin dışlayan politikası veya yöneticilerinin tutum ve davranışlarıyla söylemlerinin ülkücü olanların çoğunu tatmin etmemesinin üzerine Muhsin Yazıcıoğlu’nun Hakk’a yürümesi eklenince, ülkücülerin büyük bir kısmı, dramatik biçimde AK Parti ve cemaatlerin şefkatine ihtiyaç duymaya başladılar. Ama ne yazık ki, ülkücülük sıfatı öyle yapışkan bir sıfattı ki kişi kendisini ne kadar uzak tutarsa tutsun, arkasını bırakmayan ve başkalarının kişiyi tanımlamada kullandığı bir sıfat olarak takip ediyordu. Bu sıfattan dolayı da gittikleri parti ve cemaatlerde asıl kadroya dahil olamıyor veya geçici kabulden sonra üçüncü sınıf taraftar olarak görülüyordu. Geçmişte de sıkça yaşanılan söylem ve inanışla, yaşam biçimi çatışması özellikle yönetici kadrolarında rahatsızlık verici bir duruma dönüşünce MHP misyonundan uzaklaşarak sistem partisi görünümü aldı.

Ülkücü olduğunu iddia edenlerin içinde İslamî düşünce ve hayat biçimi olmayanlardan radikal İslamî düşüncelerde olanlara, millî değerleri gereksiz ve ümmet psikolojisiyle hareket edenden salt Türklük üzerine düşünenlere, ülkede hâkim olan statükocu militarist ve CHP eksenli siyasî yapıyı canhıraş bir şekilde korumaya çalışandan bu statükocu yapıyı değiştirmeyi ideal edinenlere, ulus-devlet anlayışını koruyan ve devam etmesini isteyenlerden emperyal bir düşünceyle Osmanlı İmparatorluğu dönemine dönülmesi gerektiğini düşünenlere, demokrasiyi içselleştirmek için mücadele edip demokratik gelişmelere açık olanlardan lider-teşkilat-doktrin üçlemesine sıkı sıkı bağlı olanlara, yaşam biçimi olarak herhangi bir sol görüşlüden farklı yaşamayıp hatta vasat, seviyesiz ve sosyal dengeleri bozucu yaşam biçimini seçenlerden İslamî ve geleneksel yaşamı seçenlere, helal-haram ölçüsünü kaçıranlardan takvaca kılı kırk yaranlara kadar hepsi kendisini ülkücü diye nitelendirmeye başladı. Ülkücülerle adeta “kan davalı” olan var olduğu günden beri ülkücülere kin ve nefret besleyenlerin basında, medyada ve siyasette intikam alma faaliyetleriyle de ülkücülerin travması tam bir drama dönüştü.

Başkaları için dost görülmezken, artık ülkücü, ülkücünün de dostu değildir

Aslında ülkücülük, kolay kolay bir insanın varacağı, hele sistemin dinamikleri sürekli aleyhte olduğu sürece sindirilebilecek bir düşünce değildir. Hedefler büyüktür ve ulaşılması güçtür. Bir ütopyadır. Sürekli, varılacak hedefler yaklaştıkça uzaklaşan şekildedir. Bu kadar geniş bir mefkûrenin sürekli kendini yenilemesi, felsefe, sosyal psikoloji, sanat, kültür, bilim ve siyaseti kullanarak dinamizmini korumasıyla ayakta durması mümkün olabilecektir.

Ancak bu ölçüler yazıldığı gibi kolaylıkla hayata geçmemektedir. Özellikle ülkemizde aşırı ayrışmanın olması, her düşüncenin önüne bir kutsalın konması, din eksenli siyasetin güdülmesiyle tercihler değişmektedir. Ülkücüler bu değişen tercihlere hitap edemeyen bir grup olarak kalmışlardır. Ülkücüler devlet tarafından sakıncalı olarak görülen, başka siyasî partiler tarafından üçüncü sınıf partili gibi değer verilen, bürokraside zorlanan, ticarette korkulan ama diğer taraftan ülkenin önemli bir sigortası olarak bir kenarda tutulmaya çalışılan, travma içinde dramını yaşayan bir gruptur. Ülkücünün dostu yoktur. Başkaları için dost görülmezken, artık ülkücü, ülkücünün de dostu değildir.

Ahde vefa duygusuyla veya yine taassupla oy verilirken elleri MHP ile BBP’nin dışındaki partilere gitmeyen ülkücülerin bu partilerce temsil edildiğini varsaymak asla doğru değildir. Oy verenler de ülkücülüğü bu partiler temsil ediyor diye oy vermiyorlar. Bu partilerin yöneticileri bu gerçeği görmeliler ve ülkücülük kavramının altını doldurmalılar ya da ülkücü oldukları savından vazgeçmeliler. Bu kadar büyük ve ağır bedellerin ödendiği bir düşüncenin kendi içinden toparlayıcı önderler çıkarabileceğini de unutmamak gerekiyor. Bu önderlerin çıkmasını engellemek isteyenler travmayı kullanıp, dramı genişletmek için mücadele edeceklerdir. Hep savunmada kalan ve her dönem bir şeyleri savunmak durumunda bırakılan ülkücülerin taşıdıkları bu sıfatın hakkının artık verilmesi gerekiyor. Yoksa bu travma daha da büyüyerek, dram ise nice hayatları söndürerek devam edip gidecek. Ülkemiz de, idealist ve değişime imza atabilecek önemli bir grubun hizmetlerinden mahrum kalacaktır.

Haber Ajanda


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye