Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 15 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Millet/Milliyetçilik Tartışmaları
MesajGönderilme zamanı: 22.01.13, 14:10 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Millet milliyetçilik demokrasi

Prof. Dr. ALİ YAŞAR SARIBAY

Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi
aliyasar52@gmail.com

17 Kasım 2012

AK Parti kongresinde Başbakan Erdoğan ‘Milleti’ en az Bahçeli kadar telâffuz etmiştir. Acaba, ‘Millet’ derken Erdoğan ve Bahçeli kavrama farklı anlamlar mı yüklemektedirler; dahası, aynı mefhum üzerinde bu kadar ısrarla duran Erdoğan, nasıl oluyor da Bahçeli’ye göre “2071’de Türkiye’yi”, “Türk vatanını”, yani Türk Milletini yok sayabiliyor?
Milliyetçi Hareket Partisi’nin(MHP) 10. Olağan Büyük Kongresinde Genel Başkan Devlet Bahçeli’nin tartıştığı birçok sosyal ve siyasal mesele, aslında Kongre’ye slogan olan bir deyimde ve geleceğe yönelik bir endişede toplanmış olarak ifade buldu: “Türk Milleti sensiz asla” ve “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’nın 2071 hedefinde Türkiye yoktur, Türk vatanı da yoktur”.

Bu ifadelerin, şüphesiz, bir muhalefet partisinin iktidara yönelttiği eleştirileri aşan anlamları var; bu anlamlar etrafında Türkiye’nin siyasal hayatının muhtemel şekillenmesi üzerine düşünmek gerekmektedir. Her şeyden önce, şu husus önemli: Çok partili siyasal hayata geçildikten beri, “Millet” mefhumu siyasi söylemin çok önemli bir unsuru olarak yer almış; hemen her parti tartışmalarını bu mefhum etrafında yapmıştır. Mesela, MHP’den çok az zaman önce AK Parti kongresinde Başbakan Erdoğan “Milleti” en az Bahçeli kadar telâffuz etmiştir. Acaba, “Millet” derken Erdoğan ve Bahçeli kavrama farklı anlamlar mı yüklemektedirler; dahası, aynı mefhum üzerinde bu kadar ısrarla duran Erdoğan, nasıl oluyor da Bahçeli’ye göre “2071’de Türkiye’yi”, “Türk vatanını”, yani Türk Milletini yok sayabiliyor? Sorunun uyardığı tartışmaları söz konusu partilerin yandaşları uzun uzadıya sürdürebilir ama bizim buradaki amacımız; demokrasi meselesi ile meşgul olan bir Türkiye’de, genel olarak millet mefhumunu (bu mefhumdan türeyen milliyetçiliği) merkeze alarak ülkenin geleceğinin siyasi inşasının ne şekilde anlamlandırabileceğimizdir. Hemen belirtelim ki, bu doğrultuda, kongresinde alternatif bir vizyon sunan MHP’yi akılda tutarak bazı fikirler ileri süreceğiz. Bu açıdan, üzerinde duracağımız mesele basittir: Millet ve buna bağlı olarak milliyetçilik, demokrasi olgusuyla hangi bağlamda bağdaşık, hangi bağlamda karşıt bir konum arz etmektedir?

Millet ırkı ifade etmez

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasından itibaren milliyetçilik akımlarının yükselmesi hız kazandı ve milliyetçilik, dünyada en güçlü siyasi kuvvetlerden biri haline geldi: Sadece Balkan ülkelerinde, Rusya’da Afrika’da değil, başta Fransa ve Almanya olmak üzere Batılı ülkelerde de hızla yayıldı. Bu olguyu, globalleşmenin sonucu olarak görenler çoğunluktadır. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz husus, bunun tersidir. Milliyetçilik, globalleşme karşıtı bir durumun değil; globalleşme süreci doğrultusunda bazı milletlerin o sürece kendi doğrultularında ekonomik ve siyasi eklemlenme isteğinin sonucudur. Milliyetçiliğin demokrasi ile karşılaşması da tam bu noktayla bağlantılıdır. Bu hususu daha açık kılmak üzere, bazı kavramları tanımlayarak ilerlemek uygun olacaktır.

Bu kavramların ilki olan millet, Latince soy, ırk anlamına gelen nationem’den türemiştir. Nationem, 13. Yüzyılın sonlarından itibaren ırkî bir grubu tanımlamak için kullanılmaktaydı. Fakat, kavram 16. Yüzyıldan başlayarak siyasi bir içerik kazandı ve 17. Yüzyıla gelindiğinde de bir ülkenin bütün halkını kasteden bir anlama kavuştu. Bu doğrultuda teba (subject)’nın yerine de nationality geçti ve nihayet bugün kullandığımız “milliyetçi”nin karşılığı olarak nationalist mefhumu 19. Yüzyılın ortalarında siyasi söyleme yerleşti. Dolayısıyla, 600 yıllık bir sürede (1300-1900’ler arası) millet siyasi bir organizasyonun temel birimi olarak kabul gördü; bu birimi rakipsiz kılma (bazı durumlarda dayatma) girişimi “milliyetçilik” adı altında siyasi bir tavra dönüştü. Böylece, belli bir grup insanın başka bir grup insana karşı dayanışma duygusu oluşmaya başladı; Max Weber’in deyişiyle millet ve dolayısıyla milliyetçilik “değerler âleminin” en önemli unsurları halinde pekişti. Bu bağlamda milleti tanımlamak gerekirse, şu söylenebilir: Millet, belirlenmiş bir toprak üzerinde ortak bir geçmiş ve kadere sahiplik duygusu hisseden bir insan topluluğudur. O kadar ki, bu topluluk, üzerinde yaşadıkları toprağa ilişkin mücadelelerden, tehlikeye; anılardan kültürel bağlılıklara dair ortak yaşantıları paylaşır. Şüphesiz, bu ortak bağın, toplum bireylerini bir arada tutan bir güce erişmesi, siyasi bir faktöre ihtiyaç gösterir ki o da devlettir: Devlet, milleti siyasi bir özne yaparak, onu ilksel (primordial) bağların üstüne çıkarır, aynı zamanda ona tâbiri caizse bir ruh üfler. Tam da bu noktada, millet etrafında şekillenen siyasal ontoloji çatallaşır: Bir yanda, söz konusu ruhu saf tutma ve koruma anlamında aşırılaştırılan “biz” algısının yol açabileceği yabancı düşmanlığı; buna bağlı olarak, öbür yanda, kültürel bağlılıkları siyasi bağlılığın yerine geçirmeye ve o kültürel bağları tekrar siyasi bağa dönüştürmeye dayanan bir Balkanizasyon olasılığı belirebilir.

Böyle bir olasılığı demokrasi meselesi ile bağlantılı düşündüğümüzde; milliyetçiliğin son tahlilde dışlayıcı tavrı ile demokrasinin kapsayıcı mahiyetinin çatışmaya başladığını görebiliriz. Bununla beraber, milliyetçiliğin ve demokrasinin benzer bir mantığa dayandığı gözden kaçırılmamalıdır; o da her ikisinin de bir birlik tesisi sayesinde varlık bulabileceğidir. Demokrasi, tabiatı icabı homojen bir demos’u şart koşar. Milliyetçilik de homojen olmasa dahi, yukarıda tanımlandığı gibi, ortak bir yaşantı deneyimini esas alır, fakat bu doğrultuda o deneyimi homojenleştirme ameliyesine girişir. Hal böyle ise milliyetçiliğin demokrasinin tamamlayıcı bir mantığı olduğu söylenebilir mi? Ya da milliyetçilik ve demokrasi birbirine bağlı olarak işleyen mantıklar mıdır?

Bu soruların olumlu ve olumsuz cevapları vardır. “Olumlu” cevap, millet’in demos’a indirgenerek, homojen bir topluluk tasavvurunun hayata geçirilmesinde farklılıklardan doğabilecek çatışmaların üstesinden gelinebileceğini iddia eder. Bu durum daha çok sivil milliyetçilik denen türe tekabül etmektedir (tarihsel örnek Fransa’dır). “Olumsuz” cevap ise, demokrasinin çoğunluk- azınlık; milliyetçiliğin de biz-onlar ayrımı olmadan hayat bulamayacağından hareketle; demos’un kim olduğu üzerinden meydana gelen bir siyasi antagonizmaya işaret eder. Nihai olarak, millet’i veya demos’u meydana getiren sosyolojik unsurlardan (ırk, dil, etni, dil, vs.) birinin esas alındığı bir homojenleştirme mücadelesi zuhur eder ve bu radikal boyut kazanır (tarihsel örnek Almanya’dır). Her iki görüş, aslında şu sonucu ima etmektedir: Demokrasi gibi, milliyetçilik de siyasetin ürünüdür, dolayısıyla yeni siyasi projelerin nesnesidir. Hal böyle olunca, esas mesele demos’un kim olduğunu, nihayetinde nasıl olması gerektiğini tayin etmek meselesi olarak kendini gösterir. Bunu sağlayacak olan, globalleşmenin mahiyeti ve ülkenin globalleşme karşısında ne şekilde konumlandığıdır. Globalleşmeye ilişkin ilk belirtilmesi gereken nokta, bu olgunun ulusal hükümetlerin ekonomi politikalarının sonucu olarak, malların, hizmetlerin ve sermayenin ulusal sınırların dışına taşmasını ve kurumsallaşmasını ifade eder. Bu süreç devleti dışlamaz; fakat, devletin işlevini değiştirir, ona ulusal sınırlar dışında yüklenebileceği rolleri empoze eder. Kısacası, globalleşme devleti yok sayan bir süreç olarak değil; onun rolünü ve mahiyetini değiştiren, duruma göre by-pass eden bir şekilde işler. Genel olarak milliyetçi akımların karşı çıktığı budur: Devletin, dolayısıyla onun ontolojik temeli sayılan milletin mahiyet değişikliği itibariyle siliniyormuş gibi görünmesi.

MHP’nin ve AK Parti’nin ‘millet’i

Bu husus, tam da MHP Kongresinde dile getirilen endişeyi (2071’de Türkiye’nin, dolayısıyla Türk milletinin yok sayılacağı) açıklamaktadır. Çünkü, MHP, AK Parti’nin Türkiye’yi globalleşme sürecine artan hızda eklemlediğini görmekte ve bunun son tahlilde ulusal devletin silikleşmesi üzerinden milletin türdeşliğine halel getireceğini, milli devletin yerini giderek bölgesel federasyonların alacağını iddia etmektedir. MHP için, diğer bir “endişe” kaynağı, AK Parti’nin demos’u tanımlayıcı unsur olarak dinin gücünü ima etmesi ve bunun da sonunda millet olmayı din ekseninde daha geniş bir oluşuma dönüştürerek bölgesel federasyona giden aynı yolu döşeyeceğidir.

MHP’nin bu iddiaları ne kadar geçerli ve gerçekçidir? Hemen belirtelim ki, milliyetçiliğin tarihte sebep olduğu siyasi felaketler; günümüzde bu akımı “arkaik” kılmaz. Öncü devletlerin hegemonyasında adaletsiz, amorf ve çeşitliliği, farklılığı kışkırtarak bir topluluğa aidiyet hissini tahrip eden bir globalleşme karşısında milliyetçilik siyasal olarak ontolojik bir temelde yükseldiği gibi; millet de tarihsel bir ontolojiye sahiptir ve bu yüzden “milli” addedilen bir kimliğin bu doğrultuda dayanışma işlevi görmeye devam etmesi her zaman mümkün görünmektedir. MHP’nin ilk bakışta göze çarpan özelliği, bu siyasal-tarihsel ontoloji temelinde teşekkül eden “değerler âlemini” muhafaza etmeye girişmiş olmasıdır. Fakat, bu, MHP’nin içine sürüklenebileceği bir açmazı da kaçınılmaz kılabilir: Değişmez addettiği değerler alemini demos’a saf bir “ruh” olarak üflemek, “muhafız” bir siyasi devleti demos’un tek hâkimi kılmayı da beraberinde getirebilir. Bu ise, belirli/tartışmasız bir demos tasavvurunu hâkim kılarak; ortak yaşantı deneyimini “tek” bir unsura indirgeyip, radikal bir homojenleştirme ameliyesini ister istemez davet eder; demokrasiyi amaç olmaktan çıkarır.

Sınırları belli bir yazıda sonuç olarak söylenecek belki şudur: MHP’nin milliyetçiliği, değişen dünya şartlarının ışığında gerçekçi bir biçimde yeniden düşünmesi ve kavramlaştırmasıdır. Bunun, hem globalleşmenin Türkiye’deki izdüşümleri karşısında, hem demokrasinin ülkede pekişmesi düzeyinde katkılarının olacağı beklenebilir.

http://haber.stargazete.com/acikgorus/m ... ber-705040


En son orkun tarafından 29.01.13, 10:55 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Millet milliyetçilik demokrasi
MesajGönderilme zamanı: 29.01.13, 10:44 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Alıntı:
Birgül Ayman Güler:"Bu organizasyon karanlıktır,başarıya ulaşamayacaktır."

28.01.2013

CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler, TBMM'de basın toplantısı düzenledi. Birgül Ayman Güler, bu düşmanca başlıklar ve bunları kullanarak üzerimize yöneltilmiş saldırılar, şahsımı ve partimi yıpratmak için yürütülen kapsamlı bir organizasyonun parçasıdır. Bu organizasyon karanlıktır; başarıya ulaşamayacaktır. Acınacak bir bilgi ve duyarlık eksikliği içinde ne dediğini bilmeden, Türk ulusu ve Türk vatandaşlığı sistemini savunduğum için, şahsımı 'ırkçılık, faşistlik, ırkçılığa çanak tutmak' ile damgalamaya girişmiş her kişi ve kurumdan hem şahsım hem partim hem de haksız yere incitilen tüm yurttaşlarım adına özür bekliyorum" diye konuştu.

Birgül Ayman Güler, "Başbakan yeni bir fahri doktoraya sahip oldu; kendisini kutluyorum. Ne var ki, cüppesini giyer giymez, bendenizin kariyerini, belki 'fahri' değil de akademik olduğu için, işe yaramaz saydı. 'Parlamentoda bir milletvekili, sanıyorum kariyeri de var, ulus ile millet kavramını birbirine karıştırıyor, ülkemizdeki Türk için kalkıyor millet, diğeri için ulus diyor, içerikten haberi yok, birisi öz Türkçe diğeri Arapça' diyor. Takdir edersiniz ki, onursal doktoraya dayanan bu eleştiriyle baş etmek bir hayli zor. Yine de cesaret gösterip denemeye kalkışırsam şunları belirtmeliyim" dedi.

'ULUS VE MİLLET'İN TANIMINI YAPTI

Birgül Ayman Güler, "Etimolojik olarak ulus ile millet, doğru, biri öz Türkçe ikincisi Arapça sözcüklerdir. Ama kavram olarak aynı anlama gelmeyebilirler. Örneğin Osmanlı'da millet vardır; dini gruplara 'milleti' adı verilirdi. Ama Osmanlı'da 'ulus' yoktur. Bu anlamda millet 'dinsel' toplulukları anlatırken, 'ulus' dilsel toplumları anlatır. Aslına bakarsanız, konuşmamda kullandığım terimler bunlar değildi; gözden kaçmış olsa gerek. 'Ulus ile millet' değil, ulus ile milliyet (nation - nationalities) demiştim. Kendilerinin aflarına sığınarak tanımlarsam, durum şudur: Ulus yeni zamanların kavramıdır. Bu, (1) aralarında biyolojik ve dinsel bağları olmayan çeşitli milliyetlerle etnik toplulukların (2) ortak bir dil çevresinde (3) iktisadi yaşam birliği temelinde kurdukları (4) siyasal birliktir. Ulus, büyük bir çadırdır. Bizde bu özelliği taşıyan yapıya Türk ulusu diyoruz. (Başbakan Türk millet dediğimi söylemekle birlikte) Milliyetler ise, tarihin eski zamanlarından bugüne gelir. Bu, (1) soy/boy ve din bağlarına dayalıdırlar, (2) kendi dilleri vardır, (3) kendi içinde iktisadi yaşam birliği yoktur; üyeleri ülkenin herhangi bir yerinde ya da ülke dışında yaşayabilir, (4) toplumsal - kültürel yapıdır. Milliyetler, ulus çadırının içindeki unsurlardır. Bizde bu özelliği taşıyan yapılar Kürt, Türkmen, Yörük, Süryani, Çerkez, Laz, Gürcü, vb?. topluluklarıdır. (Başbakan bunlara ulus dediğimi belirterek küçük bir hata daha yapmışsa da, olsun.)" diye konuştu.

"ULUS SİYASAL BİR KAVRAMDIR"

Başbakan Erdoğan'ın 'Bir ırkı başka bir ırka, bir ulusu başka bir ulusa üstün görmek ırkçılıktır' sözlerini de haklı bulan Birgül Ayman Güler, "Irk biyolojik bir kavramdır. Örneğin beyaz ırkı siyah ırka üstün saymak ırkçılıktır; kafatası ölçüsüyle insanları birbirinden ayırmak kabul edilemez. Ulus siyasal bir kavramdır; uluslar arasında üstünlük, örneğin Türk Ulusu'nu Yunan ya da Alman Ulusu'na üstün görmek, 'şovenlik - faşizm' diye adlandırılır. Çağımızın devletlerinde ve Türkiye'de farklı milliyetler, bu büyük ulus çadırının direği olan ortak dil çevresinde, hepsi için aynı-tek olup eşit uygulanan pozitif hukuk düzeni temelinde yaşarlar. Kısaca 'Ulus ile Milliyet eşdeğer değildir' demek; bir çadırdan ve hem çadırın dokumasında hem de içinde var olan unsurlardan söz etmek demektir. Herhalde bunun, medyanın dilindeki 'Kürtlerle Türkler eşit olamaz dedi' flaş'ından epeyce başka bir şey olduğu açık ve nettir" dedi.

"BU ORGANİZASYON KARANLIKTIR; BAŞARIYA ULAŞAMAYACAKTIR"

Birgül Ayman Güler, "İlan ediyorum ki, bu düşmanca başlıklar ve bunları kullanarak üzerimize yöneltilmiş saldırılar, şahsımı ve partimi yıpratmak için yürütülen kapsamlı bir organizasyonun parçasıdır. Bu organizasyon karanlıktır; başarıya ulaşamayacaktır. Acınacak bir bilgi ve duyarlık eksikliği içinde ne dediğini bilmeden, Türk ulusu ve Türk vatandaşlığı sistemini savunduğum için, şahsımı 'ırkçılık, faşistlik, ırkçılığa çanak tutmak' ile damgalamaya girişmiş her kişi ve kurumdan hem şahsım hem partim hem de haksız yere incitilen tüm yurttaşlarım adına özür bekliyorum" diye konuştu.

"ŞİMDİKİ İSTEK, MEVCUT ULUSAL YAPININ TERK EDİLMESİDİR"

Birgül Ayman Güler, "Gerçekte konu şudur; Bizim karşı karşıya olduğumuz sorun, Türk Ulusu'nu oluşturan Milliyetlerden Biri'nin ulus olmak ve devletleşmek, yani ayrılmak istemesinden ibarettir. Bu sancılı bir derttir, ama olabilir. Ne var ki, şimdiki istek, mevcut ulusal yapının terk edilmesidir. Bu amaca ulaşabilmek için de, Türk ulusuna ait ne varsa 'ırkçı, faşist, sömürgeci' gibi tarihsel ve toplumsal hiçbir kategoriye uymayan saldırılarla mevcut ulusal yapıyı tahrip ediyor. Tahribatı, kendileri için hak, eşitlik, özgürlük diye savunuyor. Anlaşılıyor ki, Başbakan akıl almaz bir kavram kargaşasıyla, ulus yapısına yönelik bu haksız ve yersiz saldırıları, siyasal bakımdan doğru bulmakta ve desteklemektedir. Nitekim aynı konuşmasında, ulusal yapıya karşı çıkan ırkçı odaklar gibi Türk Ulusu ve Türk Vatandaşlığı'na son verilmesini savunmaktadır. Bunun yerine, karşımıza bir tür 'milliyetler devleti' ve Osmanlı'daki anlamıyla 'milletler devleti' yaratacak olan TC vatandaşlığı sistemini getirmek istemektedir" dedi.

"SORUNUN TANIMI DEĞİŞTİRİLMİŞTİR"

Birgül Ayman Güler, , "Kısaca, 'Kürt Sorunu'nun çözümü, Türk ulusal yapısının ortadan kaldırılmasında bulunmuştur. Yani sorunun tanımı değiştirilmiştir. Bu kesimlerin kendi kaynakları şöyle demektedir: 'Artık Kürt Sorunu Yoktur, Sorun Türk Sorunudur.' Uygulanan kimlik siyaseti, Anayasa'dan Türk vatandaşı ve ulusu sözünü silmeye yönelmiştir. Bu durumda iki soru vardır: (1) Nüfusumuzun büyük kısmı tarafından gönüllülükle ve sevgiyle benimsenmiş olan Türk ulusal yapısından vazgeçilebilir mi? (2) Kurulacak yeni 'ulusal olmayan' siyasal sistem bizi nereye götürür?" diye konuştu.

"ÜLKEMİN, BABAMIN MEMLEKETİ OLAN YUGOSLAVYA GİBİ OLMASINI İSTEMİYORUM"

Kendisinin Boşnak kökenli Türk vatandaşı olduğunu söyleyen Birgül Ayman Güler, "Ülkemin, babamın memleketi olan Yugoslavya gibi olmasını istemiyorum. 21. Yüzyıla yakışmayan bu acılar, başka hiçbir yerde yeniden yaşanmamalıdır. Yugoslav ulus yapısı ve sosyalist altyapı ortadan kaldırıldığında, ülke milliyetler mezbahasına döndü. Yapılmak istenen Türk ulus yapısını çözme operasyonu ve sonrasında benzer bir gelecek tehdidi görüyorum. Türk ulusu yapısı, ülkemizdeki tüm milliyetlerin bireysel kültürel özgürlükler temelinde ve pozitif hukuk sistemi çerçevesinde barış içinde bir arada yaşamasını sağlama kapasitesine sahiptir. Yapmamız gereken şey, ulusal yapıyı ortadan kaldırmak değildir. Yapılması gereken, 'uluslaşmanın mevcut sorunları karşılayacak biçimde yeniden inşası için ne yapmalıyızö sorusu üzerinde düşünmek ve buna çaba göstermektir.

Şimdi uygulanan sağcı 'kimlik siyaseti', kısır ve emredici yapısı nedeniyle bu sorunu çözmeye uygun araç değildir. Kimlik siyaseti eşitlik, özgürlük, barış değil; ayrışma, yabancılaşma, boğazlaşma getirir. Aklımızı zengin ve esnek 'ulusal sorun siyaseti'yle açabiliriz. Özgürlük, eşitlik ve barış, ancak bu sol yaklaşımla ve CHP önderliğinde hayata geçirebilir" dedi.



Birgül Ayman Güler’in faşizmini yanlış anlamak

Çağatay Dilligil


26 Ocak 2013

Birgül Ayman Güler olayında, millet/milliyet tartışmalarıyla, CHP’nin faşizan tavrı gölgede kaldı. CHP, anadilde savunma hakkına karşı çıkarken zaten yeterince faşizan bir tutum içindeyken, Güler’in sözleri öne çıktı. Birgül Ayman Güler’in milliyet tanımı yanlış olarak milletle eş anlamlı algılandı ve “Türk milleti, Kürt milletinden üstündür” dediği sanıldı. Birgül Ayman Güler’in söylemi faşist olmasına faşist de, çoğukişinin anladığı anlamda değil. Güler ulus devleti, modern bir kavram olarak niteliyor ve “milliyetler devleti”nden üstün tutuyor. Özetle ‘Türk ulusu (ulus devleti) Kürt milliyeti, Türk milliyeti gibi formasyonlardan (milliyetlere dayanan devletten) modern ve üstündür’ diyor. Türk ve Kürt milliyetlerinden bireyler olmakla birlikte ortak ulusal kimlik “Türk ulusudur” vurgusuyla ulus kavramının milliyetten üstünlüğüne işaret ediyor. Kısacası Birgül Ayman Güler’in söylemi 80 yıllık geleneksel ve egemen olan inkarcı, asimilasyoncu anlayıştan farklı değil. AKP dahil bütün sermaye partileri de benzer şeyleri söylüyor.

Kavramlara açıklık getirmeye çalışırsak, millet Arapça kökenli, ulus ise milletin yeni Türkçesi. Ulus tanımı ve oluşumu konusunda birçok tez var. Benim yakın olduğum tez, modern ulusun, kapitalizm döneminde denetlenebilir bir pazar ihtiyacına göre yeniden örgütlenen devlet mekanizmasının müdahalesi sonucunda, farklı toplulukların milliyetçi bir ideoloji etrafında birleştirilerek inşa edilmiş olmasıdır. Tarihe bakıldığında uluslaşma süreçlerinin pek çoğunun, hakim etnik grup veya grupların diğerlerini asimile etmesine ve milliyetçi bir ideoloji uydurmasına dayandığı görülür. Geç uluslaşan ülkelerde geç yaşanan sorunları, öncekiler bir şekilde çözdüler. Örneğin Fransa’da çok dilli yaşam 1789′dan sonra sona erdi. Etnik grupların dil ve kültürleri kısmen baskıyla ve tedrici olarak yok edilmeye çalışıldı ve sadece folklorik bir öğe olarak kaldı. Almanya’da ise asimilasyonda baskı unsuru öne çıktı. 20. yüzyılda ise egemen ideoloji, bir devlet sınırlarında yaşayan tüm insan topluluğunun “ulus” olarak tanımlanmasını dayattı. Ulusun tanımında da ortak dil temel faktör olunca, yeni kurulan devletlerde asimilasyon, “meşru” ve neredeyse zorunlu hale geldi.

Birgül Ayman Güler’in kullandığı milliyet kavramı, milletten faklı. Milliyetin Türkçedeki yaygın anlamı “bir milletin bireyi olma durumu”, yani uyrukluk, vatandaşlıktır. Aynı zamanda millete özgü olan şeyleri anlatır. Ama onun kullandığı anlam bu değil. Rusça’da “natsionalnost” milliyet demektir ve yaygın olarak etnik grup (etniçeskoy gruppe – etnos) anlamında kullanılmıştır. Sol literatüre de böyle girmiştir. SSCB’de Yüksek Sovyet Milliyetler Konseyi vardı ve Stalin ilk Sovyet hükümetinde Milliyetler Halk Komiseriydi. Burada milliyet etnik grubu anlatır. Zaten Stalin, devrimden önce ulusu (millet – natsiya) da, “tarihsel olarak evrilmiş istikrarlı bir dil, toprak, ekonomik yaşam ile kendini kültür ortaklığı ile dışa vuran psikolojik yapıdan oluşan bir topluluk” olarak tanımlar. Ulusun bu şekilde tamamen nesnel faktörlere dayanarak tanımlanması, modern uluslaşma süreçlerini açıklamakta oldukça yetersizdir. Ama milliyetin Sovyetlerdeki ve sol literatürdeki etnik grup anlamındaki kullanımı konusunda ipucu verir.

Türkiye uluslaşması, diğerlerinden çok farklı değil. Bir devlet sınırları içinde milliyetçi bir ideoloji etrafında birleştirilmeye çalışılan topluluklar ve egemen etnik grubun diğerlerini asimile etme çabası burada da görülüyor. Daha Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan, Avrupa’da Osmanlı devletindeki Arap, Kürt, Türk milliyetlerinin hepsine birden Türk deniyordu. Ortadoğu’dan Güney Amerika’ya göçen Araplara “el Turco” denmesi de bundandı. O dönemde bu pek sorun oluşturmuyordu.

Ama sorun sadece adlandırmada değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin adı Anadolu Cumhuriyeti olsaydı, ama uluslaşma süreci yine farklı milliyetleri, Türk dili ve kültürü ile asimile etmeye çalışarak olsaydı, benzer sorunlar oluşmayacaktı denebilir mi? Ancak Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu, Türk milleti adlandırmaları, milliyetçilere asimilasyon ve inkar konusunda demagoji yapma şansı veriyor. Türklüğü işlerine geldiğinde soy, kavim, etnos olarak ve sol literatürdeki anlamıyla milliyet olarak kullanıyorlar. Ama Kürt sorunu söz konusuysa, Türklüğü farklı etnik kökenlerden (milliyetlerden) insanların vatandaşlık bağı ile bağlı oldukları modern ulusun adı olarak tanımlıyorlar.

Türklüğün Türkiye Cumhuriyeti devletinde yaşayan ulusun adı olduğunu savunan bir ulusalcı doktora, laf arasında “Kuzey Irak’taki soydaşlarımızı” sormuştum. Bana oradaki Türkmenlerle ilgili bir şeyler söyledi. Ben ona Kürtleri kastettiğimi söyledim, sustu kaldı. Hani Türklük ortak ulusal kimlikti? Hani etnik bir anlamı yoktu? Öyleyse niye Irak Kürtleri soydaşımız değildi? Soruma mantıklı bir cevap gelmedi.

Birgül Ayman Güler olayı ister istemez, ulusların kendi kaderini tayin hakkı tartışmasını ve Stalin’in tanımladığı anlamda birden fazla ulusun tek bir ulus devlet çatısı altında nasıl yaşayabileceği tartışmasını da getiriyor. Tartışmalara dair bir not niteliğindeki bu yazıda buna giremeyeceğim ancak sorunu şu biçimde özetlemeye çalışalım:

* Sorun; Birgül Ayman Güler’in ırkçılığı, Türklerin Kürtlerden üstün olduğunu söylemesi değil -ki söylediği öyle bir şey değil-, “Kürt sorunu yoktur” diyerek, 80 yıllık inkar ve asimilasyon politikasını savunmasıdır.

* Sorun, CHP’nin anadilde savunmaya karşı çıkarak inkar ve asimilasyon politikalarında pervasızca ısrar etmesidir.

* Sorun TBMM’de Birgül Ayman Güler’in, söylemediği tarzda bir ırkçı bir muhtevayı, muhtemelen yanlış anlayarak, Türk’ün Kürt’ten üstünlüğünü alkışlayan milletvekillerinin varlığıdır.

http://www.sendika.org/2013/01/birgul-a ... -dilligil/


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Millet milliyetçilik demokrasi
MesajGönderilme zamanı: 29.01.13, 10:47 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Zurnanın Zırt, Ayman'ın Türk dediği nokta...

Aydın Engin

29.01.2013


CHP’nin yeni yıldızı bir hanım. Hem siyasetçi, hem akademisyen: Birgül Güler Ayman.

Geçtiğimiz günlerde TBMM’de anadilde savunma hakkını düzenleyen yasa tartışılırken söz aldı; Meclis kürsüsünde yağdı gürledi ve bilinçaltındaki, bilinçüstündeki ve zihninin derinliklerindeki baklayı ağzından çıkardı:

“…Bana Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz…”

Dün de yine kameraların karşısına geçti ve çok üstten bakan bir bilim kadını edasıyla sözlerini kavramayan biz cahillere verdi veriştirdi; kendisini faşistlik ya da ırkçılıkla eleştiren kişi ve kurumların kendisinden özür dilemesini istedi.

Kendi adıma konuşup yazayım: Ayman’ı faşist olarak nitelemedim. Bu kavramı rasgele ve özensizce kullanmamaya özen gösteriyorum. Yarın bir gün gerçek bir faşizm ile karşı karşıya gelirsek ona ne ad vereceğimi bilemez duruma düşmek istemem.

Ama Birgül Güler Ayman için faşizan nitelemesini duraksamadan kullanabilirim.

Ne diyor bu akademisyen siyasetçi ?

- Ben diyor, “Bana Türk ulusuyla Kürt milletini eşit ve eşdeğerde gördüremezsiniz” demedim “Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit ve eşdeğerde gördüremezsiniz dedim…”

Haklı.

Sözlerinden özensiz alıntı yapan kimi gazete ve internet siteleri “Türk ulusuyla Kürt milletini eşit ve eşdeğerde gördüremezsiniz” diye aktardılar.

Yanlıştı.

Ama bu , Birgül Güler Ayman’ın sözlerinin ırkçılık sınırında bir zihniyeti ortaya koyduğu gerçeğini değiştirmiyor.

“Türk ulusuyla Kürt milliyeti…” diye başlayan bir cümleyi eğer kavramları incelterek, titizlenerek çözümlerseniz “Ulus çeşitli milliyetlerden oluşan bir topluluk, bir sosyal kategoridir” anlamı çıkar.

Siyasetçi profesör Ayman da sanırım bunu kastediyor. Ardından da “Çeşitli milliyetlerden oluşan bu ulusa Türk ulusu denir” demiş oluyor.,

Zurna da işte tam burada zırtdiyor.

Çünkü Türk de diğer milliyetler gibi bir milliyeti, bir etnik kimliği ifade eden bir terim. Ayman’ın deyimiyle Türkiye Cumhuriyetindeki milleti oluşturan milliyetlerden biri. Sadece biri.

Şimdi tutup, bu milliyetler bütünlüğünü oluşturduğu söylenen “millet”e, bu milliyetlerden birinin adını koyarsanız ne olur?

Siyasetçi profesör ne der bilemem ama, bu adlandırma, milliyetlerden birinin ötekilere ad olacak kadar baskın, egemen ve üstdeğerde olduğu anlamına gelir. Irkçılık dediğimiz utanç verici ideoloji de zaten bu noktada başlar.

Siyasetçi profesör ne der bilemem ama, bu adlandırma Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefe ve ideolojisinin birebir yansımasıdır. Mustafa Kemal önderliğindeki kadrolar bir ulus devlet inşa ediyorlardı ve bu ulus devlet – hele 1920’lerin genel geçer ulus tanımında- bal gibi ırksal bir vurgutaşıyordu. Bir etnik kimliğe, tek bir bir “milliyete” dayalı bir devletti.

Benim ilkokul öğrencisi olduğum yıllarda bile yurttaşlık bilgisi derslerinde millet tanımı “Aynı dil, ırk ve kültüre dayanan insan topluluklarına millet denir” olarak okutulmaktaydı.

Siyasetçi profesör Ayman ile ülküdaşları, Cumhuriyetin 90. yılında bu ırk temelli millet tanımını bin dereden su getirerek savunmaya, bize kabul ettirmeye çabalıyorlar. O derelerin artık kuruduğunu, özellikle farklı milliyetlerden yurttaşların da bu mavalları yemeyecek kadar yurttaşlık bilincine kavuştuklarını fark etmiyorlar.

http://t24.com.tr/yazi/zurnanin-zirt-ay ... nokta/6171


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Millet milliyetçilik demokrasi
MesajGönderilme zamanı: 29.01.13, 10:49 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
“Ulus ”, “Milliyet” ve “Kavim” üzerine

Sedat Yurtdaş

27.01.2013

Hukuk, medya, yönetim ve demokrasi alanlarında, kimi giderek daha bir belirginleşen sıkıntılara rağmen, Kürt sorununun barışçıl çözümüne ilişkin umutlar boy vermeyi “hala” sürdürüyor.

Bu nedenle CHP'li Birgül Ayman Güler'in sözleri, doğrudan çözüm karşıtı panoya “karanlık derin bir çentik” gibi kazındı.

Prof Güler, Meclisin 23 Ocak 2013 tarihli oturumunda CHP ve MHP sıralarından yükselen alkışlar eşliğinde: “Türk ulusuyla Kürt milliyetini eşit, eş değerde gördüremezsiniz” diye bilinç altını ve üstünü haykırmış oldu.

Yetinmedi. "O yüzden “Türk ulusu”, “Kürt milliyeti” diye bilimsel kavramları kullandım. Biraz soğuk kanlı ve bilimsel kavramlarla düşünmek zorundayız. Irkçılık biçimindeki o değerlendirmeyi iki tür nitelendirebilirim. Ya cahildirler ya da kötü niyetli." sözleriyle de, 1930'lar CHP Türkiye'sinin derin özlemi içinde Türk ulusçu/ırkçı dil, kültür ve eğitminin sonuçlarını sansürsüz bir öfke haliyle, orta yere, fütursuzca saçmış oldu.

Hayır, sadece tarihe havale etmiyoruz. Aynı zamanda, kıyasıya eleştiriyoruz. Uyarıyoruz. Yanlış, tehlikeli ve topluma sadece kaos davetiyesi çıkaracak benzer düşünce sahibi kişi ve kurumları da, kendilerini yeniden gözden geçirmeye, insan ve toplum bakımından birey ve toplulukların, halkların varlık, hak ve özgürlükleri bakımından, mevcut koşullarda “ağır” da gelse, “eşit” kabulüne davet ediyoruz.

Aslında aynı yazıda yer vermek istemezdim. Ancak, gerçekçi ya da değil, uygulanabilir ya da değil, çözüm önerileri farklı da olsa, aynı tespitleri yapan Yasin Aktay'ın “Kürtlerden Ulusalcılık Üretmek” ve “Kürt'ün varlığı kimin varlığına armağan olacak?” başlıklı yazılarını burada değerlendirmek kaçınılmaz oldu.

Prof Aktay, 15 Aralık 2012 tarihli Yeni Şafak Gazetesi'nde yayınlanan ilk yazıda... AKP'nin “on yıllık demokratikleşme sürecinde... bir devrim...” yaptığını “Kürtlerin... aynı devrimsel dönüşümden payını...” aldığını, “HEP milletvekillerinin.. Kürtleri bir 'ulus' olarak kabul” ettiklerini “ayrı bir ulus inşa etmek” çabasında olduklarını... Türk ulusalcılığına dahi mesafeli olan Ak Parti'nin “Kürt ulusalcılığına...prim” vermeyeceğini, “primin Kürtlere en büyük zulmü, en büyük asimilasyonu ve en büyük kötülüğü getireceğini...” “Bir kavme ulusal bir paye vermemekle o kavme kötülük değil iyilik edilmiş...” olacağını “...Kürtleri bir ulus olarak kabul etmiyor musunuz?” sorusuna, “Belli ki ulus kimliğinin veya olgusunun tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığıyla ilgili “ciddi bir bilgisizlik var.” Diyerek “Kürtlere de ulusalcı bir kimlik yerine Türk ve Arapların da ulusalcı kimliklerinden” sıyrılmaları çözümünü önerir.

17 Aralık 2012 tarihli İkinci yazıda ise daha serttir. “Kürtleri daha önce bütün “ırkçıların”, ulusalcıların “saplandığı cenderenin” aynısına, hatta daha beterine sokuyor. Daha beteri çünkü bir de gecikmişliğin verdiği bir “anakronizm” boyutu ekleniyor işe. Bu, gerçekten Kürtler adına ortaya konulan ulusalcılığı çok daha “gülünç” kılıyor. Her seferinde ilkinde “dram“ olanın ikincisinde “trajikomik” olarak gerçekleştiği tarihsel tekerrürün hikayesi” diye sürdürüyor.

Böylece Aktay, Birgün Ayman Güler'in Kürtlere dair “milliyet” tespitinden de birkaç adım gerilere giderek “Kavim” tespiti yapıyor.

Diğer yönleri karşılaştırmıyoruz ama söyleyeceklerimizi de sıralamak durumundayız.

Öncelikle sözünü ettiği on yılda önemli değişiklikler yapıldığı, elbette doğru. Ancak bunun, bir devrim olduğu kanaatinde değilim. Bu, bir parça geçmiş, -Alpaslan-Osmanlı'nın tarihi(!) vs.- özlemi, bir parça islami gençlik ve kısmi islami toplum inşası hedeflerine yönelen, Batı'nın değer sistemiyle teknoloji(yi)sini, en etkili şekilde kullanıma sokan bir evrimdir, diyebiliriz.

AKP her ne kadar Türk ulusçuluğuna mesafeli bir dil kullansa da, ulusçuluğun en temel sembolleri olan “tek millet”, “tek devlet”, “tek bayrak”, hatta “tek din” diyerek geleneksel olarak en kapsayıcı kabul ettikleri “din”i de “tek” kavramına dahil etme becerisiyle, ulusçuluğu utangaç bir şekilde yapmayı sürdürmektedirler.

Elbette çeşitli bilim dallarının ve insanlarının verecekleri çok daha teferruatlı yanıtlar vardır. Kanımca tarihsel, coğrafik, sosyolojik, kültürel, dilsel, ekonomik, siyasal ve güçlü bir “hayali bir cemaat” tahayyülü ile birlikte, ruhsal bir varlık olarak Kürtlerin, geç kalmış olsa da, bir ulus, millet oldukları gerçeğini görmek gerekir.

Tıpkı, 1991'de Erdal İnönü'ye söylediğimiz gibi, inkar da edilse; bilgisizlik, cahillik, anakronizm, ırkçılık, komiklik, dram, trajikomik olarak nitelense de, öngörü ve niyetlerden bağımsız olarak Kürtler Türkiye'nin, Ortadoğu'nun ve Dünyanın orta yerinde, bir gerçeklik olarak varlıklarını devam ettiriyor. Velakin ortam Roboskiler cehennemine dönse de, sürdürmeye devam edeceklerinden, yine de zerre kadar kuşku duymak, esas o zaman en hafifiyle komiklik olur.

Geçmiş yüzyıl(lar)da kalan ulusçuluk, hiç bir şekilde bugünkü taleplerimizin esasını oluşturmamalı, derim. Yani, ayrı bir sınır, gümrük duvarı, yasakçı, asimilasyoncu bir politikayla sıkı bir ulus inşa düşüncesi, sadece yanlış, değil aynı zamanda zamanın ruhuna da aykırı bir arayış olur. Bu itibarla yazı aynı zamanda Mümtaz'er Türköne'nin 16 12 2012 tarihli Zaman Gazetesi'nde yayımlanan “”Silivri ve Uludere” başlıklı yazını da konu olan

Kaldı ki, “İslami kimlikte eşitlik” tarihsel olarak gerçekleşmediği gibi, bugün ve gelecekte gerçekleşme şansına sahip değil. Elbette esas alınabilir zeminlerden biri olarak çok değerlidir. Fakat nasıl ki “kardeşlik” laik manada içi boşaltılmış bir kavram olarak karşılık bulmamışsa, “din kardeşliği” de egemen ulus anlayışının, habersiz olduğumuz iddia edilen pratikleriyle, gerçekliğinden çok şey kaybetmiştir.

Bu yüzdendir ki, Abdullah Öcalan İmralı'dan yıllardır Kürtlerin devletsiz “konfederalizm” ine dönük ciltler dolusu yazılar yazmakta, politikalar oluşturmaktadır.

Çarşamba günü konuklarından olacağım, SDE’nin (Stratejik Düşünce Enstitüsü) Başkanı Sayın Yasin Aktay’ın ve 16 12 2012 tarihli Zaman Gazetesi'nde ”Silivri ve Uludere” başlıklı yazıda konuyu işleyen Mümtaz'er Türköne'nin de görüşlerini, hele hele Sayın Başbakan’ın “Bu toprakların hamurunu yoğuran hiçbir kaynakta ayrımcılık yoktur. Bir milletin diğerine bir ulusun diğerine üstünlüğünü savunmak en başta bu topraklara saygısızlıktır özüne ihanettir.” Şeklindeki sözlerinin ardından, gözden geçirmelerini salık vermek isabetli olacaktır.

http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/ulus-- ... rine-12362


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Millet milliyetçilik demokrasi
MesajGönderilme zamanı: 29.01.13, 10:51 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Biz 'ulusuz', onlar 'milliyet': Acayip bir tasnifin politik anlamı

Cenk Saraçoğlu


Önceki gün anadilde savunma hakkına dair yasal düzenlemenin mecliste görüşüldüğü saatlerde CHP milletvekili Birgül Ayman Güler bir dil sürçmesi ya da bir gaf olarak nitelenemeyecek düzeyde önceden tasarlandığı belli olan “acayip” bir çıkış yaptı: “Türk ulusu ve Kürt milliyeti eşit olamaz”. Burada şaşırtıcı ve beklenmedik olan şey “Türklüğün” ülkenin “ulusal kimliğinin” yegane tanımlayıcı öğesi ve bu anlamda da “hakim ve üstün” olarak tanımlanması değil. Buraya kadar herşey klasik. Güler’in söylemindeki asıl fark Türklüğün modern Türkiye tarihi içerisinde yerleştirildiği bu konumun bu kez açıkça “Kürtlüğe” referansla, onunla hiyerarşik bir ilişki kurularak dile getirilmesi.

Türk milliyetçiliğinde ve Kemalizmin baskın formlarında “ulusçu” mantığın zorunlu sonucu olarak ortaya çıkan “Kürtlüğün inkar edilmesi” , siyasal meşruiyet anlamında “hükümsüz” kılınması ve böylelikle de aslında aşağı sayılmasından bahsetmiyoruz sadece. Türklüğün statüsünün Kürtlükle ilişkili bir şekilde tanımlanması ve oradan türetilmesi gibi pek alışık olmadığımız bir anlayışla karşı karşıyayız.

Güler’in Türklüğün siyasal statüsünü Kürtlükle ilişkili bir şekilde restore etmeye çalışırken ortaya koyduğu formülasyon ve kullandığı kavramlar da bir acayip: Ona göre Türklük bir “ulus” ama Kürtlük bir “milliyet” (dikkatinizi çekerim ‘etnisite’ değil); ulus ülke halkının tanımlayıcı yegane unsuru olduğundan henüz neye tekabül ettiğini tam anlayamadığımız “milliyete” gore daha üst bir konumda. Sonuç ise şu: Türklük, kamusal alandaki her yeri ve herkesi kaplaması bakımından neyi içerdiği, nerde konumlandırıldığı belirsiz “milliyetten”, yani Kürtlükten daha büyük. Birgül Ayman Güler’in “bilimsel” olduğunu iddia ettiği bu tasnifin, yani “ulus” ve “milliyet” ayrımının (hiyerarşisinin) milliyetçilik/yurttaşlık üzerine çalışmalarda “akademik” bir karşılığı olmadığı gibi bugüne kadarki siyasi kimlik tanımlamalarında, ya da siyasi rejim yapılanmalarında da “kurumsal” bir ifadesi yok.

Bunun tek istisnası belki ulusun “Sovyetler Birliği” ile kurulan siyasal bağa, “milliyetin” de her bir Sovyet cumhuriyetine tabi olmaya denk düştüğü SSCB olabilir ki bunun da Güler’in kafasındaki rejim modeline denk düştüğünü söylemek herhalde saçma olur. Kurulan karşıtlığın ve kategorilerin bu kadar zorlama olduğu bir durumda “Türk ulusu” ve “Kürt “milliyeti” arasında kurulan hiyerarşinin bir tür ırkçılığa denk düştüğünü söylemek abartılı olmaz; diyelim ki niyet o değil, bu kadar fütursuzca ortaya konan bu formülayonun Kürtleri nasıl hissettireceği üzerinde düşünmeye tenezzül etmeme pervasızlığının bizatihi kendisi en hafif tabirle bir halkın horlanması anlamına gelir.

Peki bu tuhaflığı sadece “işte o Kemalist kafanın dışavurumu”; “bildiğimiz Kemalizmin yüzeye çıkışı” olarak nitelemekle yetinebilir miyiz? Bana kalırsa Güler’in bu çıkışını “klasik ve arkaik Kemalist tepki” olarak görmekle yetinmek özellikle bugün Kürt ulusalcılığının eriştiği noktanın, AKP’nin Kürt politikasının Türkiye siyasal yaşamında nasıl yeni bir tahkimata yol açmakta olduğunu görmemizi engeller. Sözün kısası şu: Güler’in tepkisi “klasik Kemalizmin” geri dönüşü değil, Kemalist Türk ulusalcılığını bugünkü Kürt realitesi ve AKP’nin Kürt politikası karşısında “umutsuz” ama tehlikeli bir şekilde kendisini yeniden revize etme çabasıdır.

Bütün bu revizyonun ve sonrasında ortaya çıkan “tuhaf” formülayonların arkasında Kemalizmin en çekirdek öğesi olan türdeş ve yekpare “ulus” kurgusunun bu kez Kürt realitesini mecburen kabul ederek, onu veri almakla kalmayıp onunla bir karşıtlık içinde kurulması/kurtarılması çabası vardır. Böyle bir anlayış ve çaba, bu boyutuyla yenidir; bu “hamlığıyla” da kendisini böylesine tuhaf formülasyonlar içerisinde ifade etmektedir. Kemalist ulusalcıları böyle bir revizyona iten şey ise bugün “Kürtüğün” genelde Ortadoğu özelde de Türkiye’de artık geri döndürülemeyecek şekilde bir “ulusal/siyasal” biçim olarak ortaya çıkması, ve bunun inkar edilemeyecek bir gerçeklik haline gelmesidir.

Kemalist milliyetçilik ya da Türk ulusalcılığı kendi ulus kurgusunu baştan itibaren inkarcılık üzerine kurmuştu; merkezine aldığı “sınıfsız imtiyazsız” ulus anlayışı ülkedeki Türk olmayan diğer halkların özellikle de baştan itibaren bu ulus anlayışına muhalefet eden Kürtlerin inkarıyla iç içe geçmişti. Yıllardır gerektiğinde “şiddetle” yaşatılmaya çalışılan bu ulus kurgusu içindeki “asimilasyoncu” ve “inkarcı” yükle artık devam edemiyor; kendisine yeni bir hayat alanı, başka bir paradigma bulmaya çalışıyor. Bu “Türklük” merkezindeki ulus anlayışının Kürtleri “ikna” edemeyeceği çok uzun sure önce ortaya çıkmış, inkarcı söylem uzun sure Türk’ün Türk’e propogandasına dönüşmüştü. Artık bu görevi de ifa edemiyor.

Son 20 yılda özellikle zorunlu göç süreçleriyle beraber Kürtler büyük şehirlerde ayrı bir “halk” olarak demografik, mekansal ve siyasal bir bütünlük oluşturunca kendi toplumsal hayatlarında Kürt realitesiyle açıkça karşı karşıya gelen Türklere kadim inkarcı söylemin tesir etmesi pek mümkün değil. Bu inkarcılık üzerine bina edilen ulusal kimlik, son 10 yılda Kürt ulusalcılığının hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’nun bütününde göardı edilemeyecek bir güce erişmesiyle de artık süreçleri okumaya engel geçmişe dair bir fantezi haline geldi. Bugün Irak’ta Barzani kontrolündeki Kürt yönetimi “Kürtler” adına uluslararası arenada Türkiye’nin de müttefik bellediği bir siyasal bir aktör haline gelmişken, Suriye’de PYD belirli bir bölgeyi, üstelik bir zamanlar Kürtleri vatandaş olarak bile tanımayan Suriye yönetiminin de zımni kabulüyle “Kürtler” adına kontrol ederken ve artık en son Fransa’da işlenen cinayetlerin cenaze töreninde Türkiye’de Kürtlerin sadece etnik bir renk değil bir ulusal/siyasal birim olarak sergilenmesine şimdilik “zımni bir hoşgörü” ile yaklaşılmışken Kürtlerin içerisinde eridiği bir “Türk ulusu” iddiasının siyasal hiçbir karşılığı kalmamış durumda.

İşte bu durum siyasi eyleminin ve söyleminin merkezine “ulusu” ve “kimliği” alan bütün siyasi konumlanışları yeni pozisyonlar almaya zorluyor. Hem ülkedeki hem de Ortadoğu’daki Kürt dinamiğini kontrol altına almadan iktidarını ve dış politikadaki maceralarını sürdüremeyeceğini gören AKP, Sünni temelli İslami-muhafazakar milliyetçiliğine Kürtleri “bağlamayı” mümkün kılacak bir içerik vermeye çalışıyor. Ülkedeki Kürt hareketi bile kendisini beklemedikleri bir yalınlıkla ortaya koymaya başlayan Kürt ulusalcılığı karşısında ne yapması, nasıl bir söylem geliştirmesi gerektiği konusunda yeni strateji/pozisiyonların arayışı içerisinde. Zira Ortadoğu’da Kürt ulusalcılığı bir hamle arayışındayken kültürel haklar ve özgürlüklere kilitlenmiş bir siyasal program kifayetsiz kalıyor; bu hareketin yıllardır çeşitli biçim ve derecelerde sahiplendiği sol/sosyalizan söylemler ulusçu arayışların pragmatizmi karşısında sembolik birer değer olma noktasına doğru geriliyor; Türkiye’nin demokratikleştirilmesi gibi bir iddia Kürtler arasında gittikçe artan ulusçu beklentilerini doyurmaktan artık çok uzak.

Bu yazının konusu olan Güler’in çıkışı ise işte artık çuvala sığmayan bu Kürt ulusalcılığı karşısında asmilasyoncu mantığı artık bir söylem olarak bile değer arz etmeyen başka bir “ulusalcılığın”, Kemalist ulusalcılığın kendisine yeni bir alan yaratırken bocalamasını anlatıyor. Güler’in dile getirdiği ulus/millet ayrımının acayipliği aslında onun bir “imkansızı” istemesinden kaynaklanıyor: Kürt ulusçuluğunun artık geri döndürülemeyecek şekilde somutlandığını bir yandan fark ederken diğer yandan bunu eskisi gibi inkar etmektense veri alarak, hatta merkeze yerleştirerek Türk ulusal kimliğini kurtarmaya çalışmak.

“Kürt milliyeti Türk ulusuna nasıl eşit olur" demek aslında şu demek: Madem Kürtler artık kendilerini siyasal bir birim olarak görüyorlar, o zaman bu siyasal birimin Türkiye’deki statüsü “milliyettir”; Türk ulusu karşısında Kürtler ancak “milliyet” olabilir. Yani bu mantık bir zamanlar yok sayarak kendisine resmi bir konum biçmediği Kürtlüğe, artık onu veri almak zorunda kalarak bir statü veriyor: ulus karşısında aşağıda bir konum olarak ifade ettiği “milliyeti” layık görüyor. Kisacasi karşı karşıya olduğumuz şey Kemalist ulusalcılığın bir yandan artık kendisini kilitlemekte olan klasik biçimindeki Kürt inkarcılığıni (yani Kürtlerin Türkleştirilmesi umudunu) terk etmesi, diğer yandan da Türk ulusal kimliğinin devletin tanımlanmasındaki asli rolünü korumaya çalışması. Ortaya çıkan sonuç ise Güler’in bilimsel olduğunu iddia ettiği ama aslında artık sürdürülemez bir sıkışmışlık karşısında çaresiz bir bocalamadan ibaret olan hiyerarşik ulus-milliyet tasnifi.

Bu bocalama bize şunu ifade ediyor. Artık bölgedeki bütün ülkeleri bir yol ayrımına sürüklemekte olan Ortadoğu’daki değişim karşısında etnik/ulusal “kimliği” merkeze alarak yapılan her siyaset Türkiye’deki birlik projesinin altındaki zemini hızlı bir şekilde kaydırmaya ve onu imkansızlaştırmaya yazgılı. İslami muhafazakar milliyetçilik ülkedeki ve bölgedeki hırslarını “Sünni-müslüman” kimliğini bir kaldıraç olarak kullanarak kovalama peşinde; Kürt hareketinin siyasal temsilcilerinde ama daha çok da toplumsal tabanında “Kürtlük” siyasal tepkilerin ve konumlanışların tek referans noktası haline gelme noktasına doğru gidiyor; buna karşılık Kemalist ulusalcılık Türk ulusal kimliğini, onu Kürtlüğe göre konumlandırarak kurtarma reaksiyonunu gösterebiliyor.

Bu kimlik eksenli siyasal özneleri ülke siyasetinin bugün ve gelecekteki yegane oyuncuları olarak görüp politika yapmayı sadece onların konumlanışlarına reaksiyon vermekten ibaret olarak gören yaklaşımlar tüm bu pozisyonları daha da mutlaklaştırmaktan başka bir şey yapmıyorlar. İçinden“kimliği” çıkardığınızda geriye hiçbir şey kalmayacak siyasi pozisyonları birbirleriyle uzlaştırmaya çalışanların Güler’inki türünden reaksiyonlarla yeni şoklar yaşaması son derece beklenir bir şey. Kimlik siyasetinin hergün artan boğuculuğu ve kısırlığı karşısında bu siyasetin başat temsilcilerine bel bağlamadan bağımsız birsosyalist siyasette ısrar etmek her zamankinden daha önemli hale geliyor.

http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/b ... glu-haberi


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Millet milliyetçilik demokrasi
MesajGönderilme zamanı: 29.01.13, 10:53 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Lügate bakmak bu kadar mı zor?

Ekrem Dumanlı


CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler’in Meclis’te sarf ettiği cümle artık tarihe mal oldu. Ne diyordu Hanımefendi? “Türk ulusuyla Kürt milliyeti eşit değildir.”


Bu derme çatma cümlenin anlam boşluklarını zihninde dolduran bazı partililer, Güler’i ayakta alkışladı. Demek ki insanların birbirine eşit olmadığına inanıyorlar. Yazık! CHP üst yönetimi ya da malum milletvekili, hatayı tashih edebilirdi. ‘Maksadını aşmış’ bir cümleden geriye dönüş yapılabilirdi. Öyle olmadı.

Tehlikeli bir yaklaşım CHP milletvekilinin sözleri. Lafın ucu gider ta ırkçılığa kadar dayanır ve başka ırkçı akımların işine yarar. Taha Akyol çok doğru bir tespitte bulunuyor: “PKK hareketi bu sorunu ‘demokrasi’ bağlamında değil, ‘eşitlik’ bağlamında dayatırken, CHP’li vekilin de bu sorunu ‘eşit olamaz’ bağlamında ele alması vahim bir hatadır.” Akyol’un tespit ettiği hatayı düzeltmek gerekiyor ki tartışma demokratik haklar ekseninde sürdürülebilsin…

Tepkiler dinmeyince Birgül Ayman Güler, yeni bir açıklama daha yaptı. Yine ayaküstü, yine şifahi. Daha konuşmayı dinlemeden, “Bu CHP’nin daha çok çekeceği var!” demek zorunda hissettim kendimi. Çünkü kritik ve hararetli bir tartışmanın başaktörü iseniz ne diyeceğinize ciddi hazırlanmanız gerekir. Şifahi beyanlarda kelimeler asli manalarından çıkıp başka bir yere savrulabilir, kavramlar hakkıyla ifade edilemeyebilir. Nitekim öyle oldu. Maalesef Birgül Hanım konuştukça hata yapıyor, hata yaptıkça konuşuyor. ‘Türk ulusu’ ve ‘Kürt milliyeti’ ayrımında haklı olduğunu söylüyor. Keşke bir sözlüğe baksaymış. Çünkü ne ‘Türk ulusu’ tabirini doğru manasıyla kullanıyor ne de ‘Kürt milliyeti’ni. Ulus, millet, milliyet, kavim, kavmiyet, asabiyet, unsuriyet, aşiret, oymak, etnik köken gibi konuyla irtibatlı pek çok kelime ve kavram var; her birinin arasında da farklar bulunmakta. CHP’li milletvekilinin dediği gibi mesele iki kelimenin farkından ibaret değil. Sahi Birgül Hanım, ‘milletvekili’ mi, ‘ulusvekili mi’? Kafalar bu kadar karışınca kavramlar da böyle altüst olur.

Millet kavramının bu ülkede hangi manaya geldiğini bilemeyenler çoğu kez tercümelerin kurbanı oluyor. İngilizceden çevrilen kelimelerin yerine uygun bulunan ‘sözcükler’ yerleştirilerek hiçbir temel sorun çözülemez. ‘Kavramsal’ hale de getirilemez. Çünkü kelimelere hayat veren kültürün ta kendisidir. O kültürün içinde ne varsa o; yani din, edebiyat, sanat... Tarih içinde tekâmülünü gerçekleştiren, bazen de o süreci tamamlayan kelimelerin bir toplumda ne manaya geldiğini hakkıyla bilmek gerekiyor ki o kavram doğru ifade edilebilsin. Mesela ille de millet kavramı konuşulacaksa, bu kelimenin Kur’an’da nasıl geçtiğine, yüzyıllar boyunca bu topraklarda yaşayan insanların bu kelimeye nasıl bir mana yüklediği,ne, bu anlamın Batı’da olduğu gibi ırkçılık barındırıp barındırmadığına bakmanız gerekir. Daha ötesi ‘müspet milliyetçilik’, yurtseverlik gibi kavramların yaygın bir şekilde kullanıldığını, ‘aşırı milliyetçilik’ ile yeni yetme ‘ulusalcılık’ arasında bile bir eksen farkı olduğunu anlamanız lazım ki doğru kullanımın ‘ultra milliyetçilik’ mi; yoksa ‘ultra ulusalcılık’ mı olduğu anlaşılabilsin. Bütün bu teorik tartışmalardan vazgeçtik diyelim ve sonra sayın ulus-vekilinden(!) aşağıdaki mısraların izahını isteyelim. Bir de hatırlatma yapalım: Bu mısraların sahibi bir yönüyle Arnavut olup, İstiklal Marşımızı gözyaşları ile yazan ve milletin muhabbetle bağrına bastığı merhum Mehmet Akif’in ta kendisidir.

Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz

Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz!

Kapkaranlıkken bütün afakı insaniyetin

Nur olup fışkırmışız ta sinesinden zulmetin!

Lügat tembelliği CHP’li vekile mahsus bir konu değil ki! Kaç gazetecinin/yazarın masasında en az bir lügat bulunmakta ve ona sık sık bakılmaktadır? Kavram farklılıkları konusunda en titiz en kıskanç insanlar muhabirler, redaktörler, editörler olmalı. Heyhat! Onlar bile ‘Google gazeteciliği’ne teslim olmuş çoktan. Orada hangi bilginin ne kadar doğru olduğunu anlamak için ayrı bir donanıma ihtiyaç var...

Hazır yeri gelmişken söyleyeyim: Bir de kendine sözlük adını veren internet siteleri var. İyisine -ki ben çok rastlamadım- diyecek sözüm yok; fakat acı gerçek şudur: İnternetteki sanal/yalan kimliğini ekşi-acı bir sürü nam ile yâd edenler, çoğu kez gerçeklerin peşinde koşmuyor. Hazırlop bir iftira aracı gibi kullanılan o sitelerin sözlükle falan ilgisi yok. Bazıları “doğru bilgi değildir” kaydı düşse de, bazı vatandaşlar ve acemi muhabirler oralarda yazılanlara itibar etmeye devam ediyor.

Lügatler yeniden başucu kitapları haline gelmek zorunda. Güvenilir sözlüklerin bilgisayarlarımıza yüklenmesi de şart. Oradan buradan duyularak kafamızda oluşturduğumuz kelime ve kavramlarla yazı da yazılamaz, konuşma da yapılamaz. İşte son bir örnek: Geçenlerde Başbakan Erdoğan ırkçılık konusuna değinirken ‘asabiyet’ kavramını kullandı. İflah olmaz bir “AKP karşıtı gazete” bunu asab bozukluğu sanarak haber yaptı. Güler misin, ağlar mısın bu perişan hale?

Ruhun şad olsun Cemil Meriç! Ne derdin ısrarla: ‘Kamus namustur.’ Neyin namusu? Fikrin namusu, tefekkürün namusu tabii ki!

http://www.zaman.com.tr/lugate-bakmak-b ... 46149.html


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Millet/Milliyetçilik Tartışmaları
MesajGönderilme zamanı: 29.01.13, 11:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
'İdraksiz Türk'ten 'Türk Milleti'ne

Ayşe HÜR

hurayse@hotmail.com

27.01.2013

Yahya Kemal'in Sorbon Üniversitesi'ndeki hocası Albert Sorel'e göre "Tarihte keşfolunmamış iki meçhul" vardı: "Bunlardan biri coğrafyada kutuplar, diğeri tarihte Türk'tür..."

CHP Milletvekili Birgül Ayman Güler’in buram buram ırkçılık kokan konuşması ‘Türk’, ‘Türkçülük’, ‘Türk Milleti’ gibi kavramların tarihçesinde bir yolculuk yapmaya yöneltti beni. 11. yüzyılın son çeyreğinde yazılmış Divan-ü Lügati’t Türk adlı eserin yazarı Kaşgarlı Mahmud, “Türkler aslında 20 boydur. Bunların her bir boyun birçok oymakları vardır ki sayısını ancak Allah bilir. Ben bunlardan kök ve ana boyları saydım. Oymakları bıraktım. Yalnız herkesin bilmesi için gerekli olanı, Oğuz kollarını (...) yazdım. Bundan başka Rûm yakınından [Bizans’tan] doğuya [Çin’e] doğru –müslim ve gayrimüslim- her boyun olduğu yeri de bildirdim.” Kaşgarlı Mahmud’un bu satırları yazdığı yıllarda, 24 boydan oluşan Oğuzların bir bölümü, Orta Asya steplerini geçerek Kaşgarlı’nın ‘Rûm’ dediği Anadolu’ya doğru akıyordu.

Haçlı Seferleri
Oğuz boylarının Anadolu’ya gelmelerinden itibaren, Bizans belgelerinde Tourkoi (Türkler) ve Türkie (Türkiye); Papalık belgelerinde ise barbarorum Turci (barbar Türkler) gibi terimler boy gösterdi. Birinci Haçlı Seferi’ne katılan bir papaz Antakya civarındaki savaşlardan sonra 11 Ekim 1098’de günlüğüne şöyle not düşmüştü: “Her yerde Türkler.”
Yüz yıl sonra, bu seferi anlatan Guillaume de Tyr, “Türklerin egemenlikleri altındaki Turquia’dan söz ediyordu. 1228-29 yıllarında bir başka Haçlı şövalyesi, Bavyeralı şair Tannhäuser, Haçlı Seferi Şarkısı’nda [Kreuzfahrtlied] şöyle diyordu: “Sert esiyor rüzgârlar/Yüzüme karşı barbarlıktan/Sert ve can yakıcı esiyorlar/Türkiye [Türkei] tarafından...”

Marko Polo’nun gözlemleri
1270’lerde Konstantinopolis’ten ve Anadolu’dan geçen Marko Polo’ya göre ise: “Türkmen ilinde üç çeşit insan yaşar. Biri Türkmenlerdir ki bunlar Muhammed’e taparlar, basit insanlardır ve kaba dilleri vardır. Dağlarda ve vadilerde yaşarlar ve hayvancılıkla geçinirler; çok kıymetli atları ve büyük katırları vardır. Öteki şehirlerde ve kalelerde yaşayıp ticaret ve sanatla uğraşan Ermeni ve Rumlardır...”

Marko Polo’dan 30 yıl kadar sonra kurulan Osmanlı Devleti’nin elitlerinin Türklüğe bakışı ise tektip değildi. Örneğin erken dönem Osmanlı tarihine dair en önemli eser olan Âşıkpaşazade’nin (ö. 1481) Tevarih-i Âli Osman adlı eserinde Türklerin Anadolu’ya nasıl geldiklerini anlatırken “Yafes neslinden göçer Türki kendülere sened edindiler. Ol sebepten Arab’a galip oldular” diyordu. Yeniçeriliğin kökenini anlatırken “Bunları Türk’e verelim. Türkçe öğrensinler. Bunları dahi çeri edelim dedi” diyordu. Türkçeden söz ederken ise “Türk diline kimesne bakmaz idi/Türklere hergiz gönül akmaz idi /Türk dahi bilmez idi bu dillen/İnce yolu ol ulu menzilleri” diyordu. Dikkat edilirse, bu ifadeler Türkleri ne yeriyor ne de övüyordu.

‘Türk beğinin oğlu’ Cem Sultan
1480’de tamamlanan Vâkı’ât-ı Sultan Cem adlı eserde ise babası Fatih Sultan Mehmet’in ölümünden sonra ağabeyi (II.) Bayezit’le girdiği taht kavgasından sonra Avrupa’ya sığınmak zorunda kalan Cem Sultan’dan “Türk beğinin oğlu” olarak söz ediliyordu. Buradaki ‘Türk’ sözcüğünün coğrafi bir imleme olduğu anlaşılıyordu ancak Cem’in kendinden ‘Türk’ olarak bahsetmesinden bakılırsa, Cem için Türk olmak övünülecek bir şeydi.

Yine Cem Sultan’ın isteği üzerine Ebu’l hayr-ı Rûmi’nin derlediği Saltukname’de Türk sözcüğü ‘Müslüman’ ve ‘Gazi’ yerine kullanılmıştı: “Bir gün Kefe diyarında bir gazi vardı. Tatar idi. Adına Kara Davud dirlerdi. Seyyid’den sonra çok gazalar ve erlikler eylemişdür (...) Geldük çün Kara Davud ol hinde yiğit idi. Seyyid’e hizmet iderdi. Bazılar Türk’ten idiler. Anın gazası ve velayeti Tatar’da meşhurdur.”

Ateşe tapan Türkler
Bir başka 15. yüzyıl yazarı Neşrî ise Selçuklu İmparatorluğu için ‘Saltanat-ı Türk Han’ derken, “Bazıları dahi vardır ki hiç din nedir bilmezler (...) Yahudileri taklit eden, taşa, ağaca, öküze, ateşe tapan Türkler vardır” diyordu.

Kanuni Sultan Süleyman döneminin ilk yıllarını gören Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavatnamesi adlı eserin yazarı Suzi Çelebi (ö. 1524) “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözünü ilk sarf edendi. Ancak ünlü divan şairi Baki, ‘en büyük Türk atalarından’ dediği Kanuni’ye sunduğu şiirde “Her taç olmaz fahr-u fena ehline sertac/Türk ehlinüney hâce biraz başı kabadır” (‘Her taç yoksulluk ve yokluk ehline baştacı olmaz. Ey hoca Türk ehlinden olanın biraz başı kabadır’) diyerek kafamızı karıştırıyordu.

Türk’ün kanı helaldir!
Yine Kanuni döneminde yetişmiş, II. Selim ve III. Murad döneminin divan kâtiplerinden ‘Kadimi’ mahlaslı Hafız Hamdi Çelebi’nin manzumesindeki şu satırlar da ilginçti: “Devr-i idelden beri şahım eflak/Zem olur alem içinde Etrâk/Vermemiş Türke hûda hiç idrak/Akl-ı evvel de olursa bibâk/Oktul-üt Türke velevkâne ebak/Dedi ol kan-kerem Şah-ı celâl/Türkü katleyleyiniz kanı helâl.” (Mehmet Ali Aynizade’nin tercümesiyle: “Padişahım kâinatın yaratılışından bu yana/Dünya içinde Türklüğün kötülüğünden bahsedilir/ Allah Türk’e hiç anlayış gücü vermemiştir/O çok akıllı olsa bile pervasızdır/Türk’ü öldür baban olsa da/O iyilik madeni, Yüce Peygamber ‘Türk’ü öldürünüz kanı helaldir’ demiştir.”)

Çelebi’nin Peygamber’in hadisini kullanarak katledilmesini önerdiği Türklerin Anadolu’nun Kızılbaş Türkmenleri olduğu açıktır. Yavuz Sultan Selim’den beri Kızılbaş düşmanlığı o kadar şiddetliydi ki, III. Murad döneminin şeyhülislamı ve tarihçisi Hoca Saadettin Efendi (ö. 1599) Fatih Sultan Mehmet’in Akkoyunlu Uzun Hasan’ın ordularını yendiği Otlukbeli Savaşı’ndan (1463) söz ederken ‘Rum padişahı’ dediği Fatih’in “kestiği Türkmen kellelerinden oluşan tepelerden” gayet normal bir durum olarak bahsediyordu.

1609’da Kuyucu Murat Paşa’nın orduları Anadolu’da Kızılbaş katliamlarına devam ederken, dönemin belgelerinde Kızılbaş yerine ‘Türk’ denirken, bu terimin yanında ‘bağî’ (yolkesen), şakî (haydut), tağî (azgın), celâlî (asi), zındık (dinsiz) sıfatlarını okumak şaşırtıcı olmasa gerek. IV. Mehmed döneminin yazarı Koçi Bey (ö. 1650) de Türk, Tatar, Yörük gibi çeşitli terimlerle tarif ettiği ‘Türkler’ için hiç olumlu terimler kullanmıyordu. Aynı şekilde Lale Devri’nin tarihçisi Naima (ö. 1716) da merkezin perspektifinden yazdığı için Türklük kavramını olumsuz anlamda kullanmıştı. ‘Türk-ü sütürk (azgın Türk), ‘Türk-bed lika’ (çirkin yüzlü Türk), ‘etrak-ı bi idrak’ (anlayışsız, akılsız Türkler), ‘nadan Türk’ (kaba Türk) onun terimleridir.

Şarkiyatçıların katkısı
Tanzimat’la birlikte, ‘etnik’ tanımların kullanımı ortaya çıkmıştı. ‘Türk’ kavramını ‘etnik’ kategori olarak ilk kullananlardan biri İstanbul’a sığındıktan sonra Müslüman olarak Mustafa Celaleddin adını alan Polonyalı göçmen Constantin Borzecki oldu. Yazarın 1870te, İstanbul ve Paris’te yayımlanan Les Turcs anciens et modernes (Türkler, Eski ve Modern) başlıklı eseri ‘Türklük’ bilincinin gelişmesinde önemli rol oynadı.

II. Abdülhamit’in hafiyelerinden Macar Yahudisi Şarkiyatçı Arminius Vambery de bu alanda kalem oynatanlardandı. Yazar Orta Asya’ya Yolculuk (1873) kitabında şöyle diyordu: “Bir Türk hanedanı olarak Osmanlı İmparatorluğu, dinleri, dilleri ve tarihleriyle birbirlerine bağlı olan Türk halklarını bir araya getirerek Adriya(tik) kıyılarından Çin içlerine kadar güçlü bir imparatorluk kurabilirdi (…) Anadolululardan, Azerbaycanlılardan, Türkmenlerden, Özbeklerden, Kırgızlardan ve Tatarlardan oluşacak bir Türk bloku, kuzey komşusuna (Rusya’ya) karşı bugünkü Türkiye’den (Osmanlı) daha dengeli durumda olurdu.”
Fransız Türkolog Léon Cahun ise Orta Asya’da bir zamanlar kıyılarında Türklerin yaşadığı bir iç denizin olduğu, bu denizin kuruması üzerine Türklerin Avrasya’ya doğru göçe başladıkları tezinin müellifidir. Cahun’u Türkiye’de meşhur eden 1896’da yayımladığı Introduction à l’histoire de l’Asie (Asya Tarihine Giriş) adlı kitabıdır. 1889-1893 arasında keşfedilmiş olan Orhun Yazıtları’nı meşhur eden bu eserin kendisindeki nüshalarına Mustafa Kemal’in el yazısıyla notlar aldığı bilinir.

Jön Türkler ve Türkçülük
Ama bu yazarların icat ettiği ‘Türklük’ kavramının Türkçülük adıyla siyasi bir projeye çevrilmesi ise yakındı. Fransız İhtilali’nden itibaren Avrupa’dan yayılan milliyetçilik akımından etkilenen etnik kesimlerin giderek imparatorluktan uzaklaştığını gören yeni kuşak elitler (Jön Türkler), imparatorluğu kurtarmak için yaşama geçirdikleri Batıcılık, ‘Osmanlıcılık’ ve ‘İslamcılık’ ideolojilerinin başarısız olması üzerine, hem etnik, hem kültürel hem siyasal anlamda Türk kimliğini öne çıkarmak şeklinde özetlenebilecek olan ‘Türkçülük’ akımına bel bağlamışlardı.

Batı tarzı bir modernleşmenin hızlı yaşandığı Rusya’da, esas olarak Rus milliyetçiliğine tepki olarak doğan bu akımı Osmanlı ülkesine Gaspıralı İsmail, Hüseyinzade Ali, Ağaoğlu Ahmet, Caferoğlu Ahmed, Mehmet Emin Resulzade, Zeki Velidi Togan ve Yusuf Akçura gibi Rusya kökenli aydınlar taşımıştı. Özellikle Akçura’nın zamanında ‘romantik’, ‘garip’, ‘ham hayal’, ‘aşırı’ bulunan görüşlerini özetleyen ve daha sonra siyasal Türkçülüğün manifestosu sayılan Üç Tarzı Siyaset (1904) adlı eser, Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Moiz Kohen ve Mehmet Emin başta olmak üzere geç dönem Osmanlı aydınlarını çok etkiledi.

Tarihte Türk’ün icadı
Bu kuşaktan olan Yahya Kemal’in Paris’teki Sorbon Üniversitesi’ndeki hocalarından Albert Sorel bir dersinde öğrencilerine “Tarihte keşfolunmamış iki meçhul vardır: Bunlardan biri coğrafyada kutuplar, diğeri tarihte Türk’tür...” demiştir. Bu cümle Yahya Kemal’in kafasında bir şimşek çaktırmıştı: “Paris’te talebe mitinglerine gidiyordum. Balkan Harbi arifesinde bizim ekalliyetler Rumlar, Bulgarlar... büyük mitingler tertip ediyorlardı. O sırada bizim Jön Türkler de Abdülhamit’i yıkmakla meşguldüler. Yoksa Türk Milleti’nden falan haberleri yoktu. Baktım, bu Rumların, Bulgarların yıkmak istedikleri Abdülhamit değil, başka şey. Bunlar Türk Milleti’ni yıkmak istiyorlar. Demek Türk Milleti diye bir şey var. Bu nasıl bir millettir? Mazisi nedir diye merak etmeye başladım. Zaten Ulumi Siyasiye Mektebi’nde tarih okuyordum. Türk Milleti’nin mazisini öğrenmek için tarih kitaplarını karıştırmaya başladım. İşte bende milliyet hissi ve milliyetçilik böyle doğdu.”

Yahya Kemal’in ‘milliyetçilik hissini keşfetme’ hikâyesi, dönemin birçok aydınının yaşadığı sürecin tipik bir örneğiydi. Ancak, ‘Türkçülük’ projesinin halk tarafından benimsenmesi kolay olmayacaktı. Buna dair bir ipucu Şevket Süreyya’nın (Aydemir) Suyu Arayan Adam adlı otobiyografik eserinde vardır. 17 yaşında bir talebe olarak Birinci Dünya Savaşı sırasında, Kafkas Cephesi’nde bulunan yazar, cephede Anadolu köylülerinden oluşan bir grup askerle konuşurken onlara sorar: “Bizim dinimiz nedir?” Her kafadan bir ses çıkar: Kimi “Hazreti Ali dinindeniz” der, kimi “İmam-ı Azam dininden.” Şevket Süreyya sorar: “Peygamberimiz kimdir?” Yine karışık sesler çıkar. “Enver Paşa” diyen bile vardır. Şevket Süreyya bir adım daha ileri gider: “Hangi millete mensupsunuz?” Yine her kafadan bir ses çıkar. Yazar işi kolaylaştırmayı dener: “Biz Türk değil miyiz?” Askerler hep bir ağızdan cevap verirler: “Estağfurullah!”

‘Estağfurullah!’tan ‘Ne Mutlu Türküm Diyene!’ye giden yolun nasıl döşendiğini de önümüzdeki hafta anlatacağım. İyi pazarlar…


Özet Kaynakça: Reşat Genç, Kaşgarlı Mahmud’a Göre XI. Yüzyılda Türk Dünyası, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1997; Onur Bilge Kula, “Türkiye’ Sözcüğünün Kullanıldığı Almanca İlk Belge :Tannhauser’in ‘Haçlı Seferi Şarkısı’”, Tarih ve Toplum, Aralık 1992, S. 108, s. 329; Hakan Erdem, “Osmanlı Kaynaklarından Yansıyan Türk İmaj(lar)ı”, Dünyada Türk İmgesi, Kitap Yayınevi, 2005, s.13-26; Muzaffer Özdağ, “Osmanlı Tarih ve Edebiyatında Türk Düşmanlığı”, Tarih ve Toplum, S.65, s.9-15; François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999; Şair ve Fikir Adamı Olarak Yahya Kemal, Hazırlayan: Osman Oktay...

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx? ... egoryID=97


En son orkun tarafından 29.01.13, 11:04 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.

Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Millet/Milliyetçilik Tartışmaları
MesajGönderilme zamanı: 29.01.13, 11:03 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Türk Ulusu' Türk dünyasının parçası mıdır?

Ahmet İNSEL

ahmet.insel@radikal.com.tr

29.01.2013

Hangi Türk bu? Türk ulusunun Türk'ü mü, Türk dünyasının Türk'ü mü?

CHP milletvekili Profesör Birgül Ayman Güler’in, mahkemelerde kısıtlı da olsa Kürtçe savunma olanağı getiren yasa tasarısı Meclis’te görüşülürken söylediği sözler son derece yararlı oldu. Kürt sorununun çözümünü engelleyen ve sınırları CHP’yi katbekat aşan bir zihniyet yarılmasının tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmasını sağladı. Atatürk milliyetçiliğinin tornasının beyinlerini yonttuğu kişilerin, ulus ve millet kelimesini ayrıştırmaya çalışarak yıllardır yaratmaya çalıştıkları fiksiyon var karşımızda. Bu kez daha açık biçimde ırkçı tınılar taşıması, endazenin topunun biraz fazla kaçmasından kaynaklanmıyor. Türk milleti/ulusu kavramına Cumhuriyetin kuruluşundan beri verilmeye çalışılan, birbiriyle zıt iki içeriğin yarattığı çelişkiyi ve bunun vahim sonuçlarını tüm berraklığıyla gözler önüne seriyor.

Türk ulusu/milleti kavramı bugün etnik içerikten arınmış bir kavram mıdır? Güler, sözlerinin çarpıtıldığını bilahare belirtirken “Türk ulusu ifadesiyle bir ırkı, bir milliyeti değil, birey bazında bir araya gelmiş bir topluluğu kastettim” diyor. “Türk, anayasal bir kavram, vatandaşlığı anlatıyor” diye ilave ediyor. Sorun tam burada, Türk tabirinin neye tekabül ettiğinde yatıyor. Profesör milletvekilinin uluslaşmış ve uluslaşmamış milliyetler, etnik topluluklar arasındaki farklar, ulusun en ileri tarihsel biçim olduğu iddiası vs... Türk kelimesinin arkasında yatan birbirine zıt iki anlamın yarattığı büyük meselenin üzerini bilimsel görünümlü lafebeliğiyle örtme çabaları. Bugün Cumhurbaşkanlığı arması üzerinde yer alan güneş ve etrafındaki 16 yıldız (1925’te 20 idiler, 1978’de 16 oldular) neye işaret ediyor? Tarihte kurulmuş Türk devletlerine mi? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu devletlerin devamı olduğunu, kökeninin bu tarihsel, kültürel bağda olduğunu mu ifade ediyor? Cumhurbaşkanlığı armasında ifadesini bulan Türklük, bugün ‘Türk ulusu’ dendiğinde ifade edilen Türklükten devlet politikaları seviyesinde ne kadar ayrışıyor?

Yeni Şafak (26 Ocak), “Türk dünyası askeri birlik oluşturuyor” başlıklı bir haber yayımladı. Avrasya Askeri Statülü Kolluk Kuvvetleri’nin Türkiye, Azerbaycan ve Kırgızistan’ın katılımıyla kurulduğunu, ana karargâhının Ankara’da olacağını, Moğolistan temsilcisinin ise hava muhalefeti nedeniyle Bakü’deki bu kuruluş toplantısına katılamadığını öğrendik. Bu ‘Türk dünyası’, Türkiye’de ‘Türk ulusunu oluşturan Türklerin’ hepsini kapsayan, hepsinin kendilerini ait hissedecekleri bir dünya mı? Bu askeri teşkilatın amacının, ‘Türk cumhuriyetleri arasındaki işbirliğini kuvvetlendirmek’ olduğu belirtiliyor. Bu Türk cumhuriyetlerinin yurttaşları da Türk ulusu/milletinin bir parçası mı?
2003’te bakanlar kurulu kararıyla kurulan Türk Dünyası Belediyeler Birliği adlı kuruluşun ilgi alanında da bir Türk dünyası var. Bu dünya ile ‘Türk ulusu’ arasında nasıl bir ilişki var? Yoksa yok da başkalarını kafalamak için var gibi mi yapıyoruz? Ya da var da o zaman Türk dünyasına ait olmayan Türk ulusunun unsurlarının çakma bilimsel izahla yetinecek zekâ düzeyinde olduklarını mı sanıyoruz?

Türk İşbirliği Kalkınma Ajansı 1992’de kuruldu. Amacı Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında, merkezinde Türkiye’nin olduğu bir Türk dünyası oluşumu yaratacak politikaları mali olarak desteklemekti. AKP hükümetleri döneminde doğru bir kararla ilgi alanı bütün dünyaya yöneltildi.

Türkçe Konuşan Ülkeler Parlamenterler Asamblesi 2008’de kuruldu. Üyeleri Türkiye, Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan. 17 Ekim’de İstanbul’da yapılan son toplantısında, TBMM Başkanvekili Mehmet Sağlam, Türkmenistan ve Özbekistan’ı kastederek “Bu iki Türk devletini de aramızda görmek istiyoruz” dedi. TBMM Başkanvekili’nin ifadesinden anlaşılan, Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devleti. Ama hangi Türk bu? Türk ulusunun Türk’ü mü, Türk dünyasının Türk’ü mü?

Aynı anda iki farklı gerçekliğe inanma durumuna psikiyatride şizofreni tanısı önerilir. Gerçek gerçeklikle ikinci gerçeklik arasında zihni bölünen hastalar, sağlıklı bir insanın anlayamayacağı, çoğu kez belli bir sisteme dayalı bir ikinci gerçekliğe gerçekten inanırlar. Birgül Ayman Güler’in sözcülerinden olduğu bu kurucu zihniyet böyle bir iki gerçeklik haliyle malul ve bu maalesef sanıldığından çok daha yaygın toplumumuzda. Kürt meselesini bu açıdan da ele almak gerekmiyor mu?

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx? ... egoryID=98


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Millet/Milliyetçilik Tartışmaları
MesajGönderilme zamanı: 29.01.13, 11:10 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
Türk ulusu ve Kürt milleti

Mümtaz'er Türköne

m.turkone@zaman.com.tr

27 Ocak 2013, Pazar

Siyasî mevzu “ulus” ve “millet” kelimeleri arasındaki fark kadar derin; toplumsal boyut ise tam tersine çok basit ama gerçek. Birgül Ayman Güler’in deprem etkisi yapan sözleri Türklerin bir “ulus”, Kürtlerin ise bir “millet” oldukları varsayımına dayanıyor. Söyleyen CHP’li olunca Türklerle Kürtler arasında değil, “ulus” ile “millet” veya “milliyet” arasında bir hiyerarşi veya düzey farkından bahsedildiğini dikkate almamız lâzım.

Birgül Ayman’ı 30 yıl öncesinden tanırım. Mülkiye’de birlikte master yaparken o İGD çizgisinde sağlam bir “sosyalist”, bense tescilli bir “faşist” olarak bilinirdik ve yine de çok iyi anlaşırdık. Gençliğinde sosyalist hareket içinde yer almış bir akademisyenin ırkçılığa doğru mutasyon geçirmesi imkânsız. Söz maksadı aşmış; ama maksat belki sözden de daha tehlikeli.

“Ulus” kelimesi, 1930’ların başlarında öztürkçecilikle beraber Batı dillerindeki “nation”u karşılamak üzere “millet” yerine icat edilen bir kelime. Böyle bir icada duyulan ihtiyacın mantıklı bir sebebi var; çünkü “millet” kelimesi aynı dine inanan insanları ifade eden bir kelime.

Elimin altındaki 1316 (1898) baskısı Kamus-ı Türkî’de “millet” kelimesinin karşısında şöyle yazıyor:
“1. Din, mezhep; millet-i İbrahim; din ve millet ikisi birdir, 2. Bir din ve mezhepte bulunan cemaat, millet-i İslâm, milel-i muhtelife rüesası. (Lisanımızda bu lügat sehven ümmet, ümmet lügati millet yerine kullanılıp, meselâ “milel-i İslâmiye” ve “Türk milleti” ve bilakis “ümmet-i İslâmiye” diyenler vardır. Halbuki doğrusu “millet-i İslâmiye” ve “ümem-i İslâmiye” ve “Türk ümmeti” demektir. Zira, millet-i İslâmiye bir, ve ümem-i İslâmiye yani din-i İslâm’a tabi akvam ise çoktur.”

Demek ki bizim dağarcığımızda “ümmet” kelimesi halk veya kavim anlamına gelmektedir. Doğrusu Türk ümmeti ve İslâm milletidir.

“Ulus” kelimesinin icat edilmesinin sebebi, “millet”in dinî muhtevasından duyulan rahatsızlıktır. Ulus devletler çağının “nation”unun karşılığı “millet” değil “ulus”tur. Bu ulus kavramının kendiliğinden laik bir içeriği vardır. CHP’nin “millet” yerine “ulus” kavramını tercih etmesi tutarlıdır. MHP milliyetçidir, çünkü bu milliyetçilik siyasî anlamda dini de kapsama iddiasındadır. CHP ulusalcıdır; bu ulusalcılık kategorik olarak dini ısrarlı biçimde dışarıda bırakır. CHP’nin ulusalcılığı dinî inanç farklarını reddeden bir vatandaşlık bilincini, ulus-devletin temel çimentosu olarak kabul eder. MHP milliyetçiliği ise inancı, vatandaşlığı kuvvetlendiren bir ortak payda olarak görür.

Anti-emperyalizm, bu la-dinî ulusçuluğun sol-sosyalist düşüncelerle bağlantısını kuran bir köprü idi. Emperyalizm, kapitalizmin nihai aşaması olduğu için bu karşı köprü üzerinden işçi sınıfına ve ezilen yoksul kesimlere ulaşmak kolaydı. Askerî vesayetin kibirli otoriter dünyası ile yoksulların eşitlik arayışını aynı torbanın içine tıkıştırmak böylece mümkün oldu. Bugün olan ise şu: İçindekiler hem çok hem de o dar yerde birbiriyle kavgalı oldukları için torba patladı.

Birgül Ayman’ın anti-emperyalist, hatta sosyalist olabilecek ulusçuluğunun sıradan bir ırkçılığın kaba üstünlük iddiasına dönüşmesi, bu ideolojik kurgunun çökmesinden kaynaklanıyor. CHP’nin ulusçuluğu, inanç farkını yok saydığı için azınlıkta kalan inançlara; anti emperyalizm üzerinden etnik kimlikleri aşan evrensel sol değerlere ev sahipliği yapamıyor. İşin kötüsü bu evrensel değerleri çekip aldığınız zaman geriye, 19. yüzyılın ilkel ırkçılığından 1930’ların CHP’sine intikal eden kafatasçılık dışında hiçbir şey kalmıyor.

Soruyu şöyle soralım: Türk ulusundan mı yoksa Kürt milletinden mi olmayı tercih edersiniz? Sorduğum basit bir soru değil; bu yüzden düşünmeden cevap vermeyin. Çünkü Kürt sorununun çözümü dendiğinde, Birgül Ayman’ın mantığı ile Kürt ulusu yerine Türk milletine mensubiyet akla geliyor.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Millet/Milliyetçilik Tartışmaları
MesajGönderilme zamanı: 29.01.13, 11:19 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 28.09.10, 13:01
Mesajlar: 166
İslam milleti

Hayrettin KARAMAN

27.01.2013

İslam kaynaklarında 'millet', bir dine bağlı insan topluluğu demektir. Bu milletin dini İslam, hayat yolu şeriattır.

İslam milletinin içinde çeşitli kavimlere (etnik kökenlere) mensup fertler ve gruplar vardır. Bunlar dil, örf, âdet ve geleneklerini –İslam'a aykırı olmamak şartıyla- muhafaza ederler, ama etnisiteye ait hiçbir değer, dine ait olanın önüne geçemez. Kavimler, kabileler, etnik gruplar, millet (İslam ümmeti) içinde bir 'kardeşler ailesi' teşkil ederler.

Milliyyet, 'millet bağı, millete aidiyet' demektir. Müslüman bir Kürde 'milliyetin ne' diye sorulduğunda 'İslam' cevabını' verir, 'kavmiyetin ne' diye sorulduğunda 'Kürt' diye karşılık verir. Türk, Arnavut, Boşnak, Çerkez, Laz… bütün müslümanlar için soru ve cevap aynıdır.

İslam'ın yerine -kendinize göre manasını değiştirerek de olsa- Türk'ü koyar, buna 'ulus' der, diğer etnik grupları ise 'kavmiyet, milliyet vb. nitelemeleriyle bu ulusun içine sokarsanız kavramları karıştırmış, olmayacak bir davanın peşine düşmüş olursunuz.

Şöyle bir itiraz yapılabilir:

Laik demokrat bir ülkede müslümanlardan başka insanlar da -onlara eşit olarak- yaşarlar; bu sebeple 'İslam milleti' kavramı ve hakikati bunları dışarıda bırakır. Bu rejimlerde ülke halkı din birliğini değil, mesela vatana aidiyet birliğini veya vatandaşlığı ifade eden bir kavram çerçevesinde ifade edilmelidir.

Evet, bu tespit doğrudur, ancak Türkiye'de ve benzeri bazı ülkelerde 'ülke halkı', 'Türkiyeli, TC. vatandaşı' diye değil, 'Türk' diye anılıyor, 'Türk milleti, Türk ulusu' deniyor; diğer etnik gruplara da 'Siz de Türksünüz' denmiş oluyor; onlar da –müslüman olsunlar olmasınlar- haklı olarak 'Biz Türk değiliz, Kürdüz, Arnavuduz…' diyorlar.

İslam'da çözüm şudur:

Bütün müslümanlar kardeştir, hiçbir kavmin diğerine üstünlüğü yoktur, bütün etnik grupların milliyyeti İslam'dır. Gayr-i müslim vatandaşlar (teb'a) ise din kardeşi değildir ama 'İslam yurdu ehalisidir: Ehlü-dâri'l-İslam'dır. Temel insan haklarında müslüman ehali ile eşit muamele görürler.

Demokrasilerde ise bütün etnik grupların eşit olmaları ve tamamı kast edildiğinde tamamını kapsayan bir 'halk, millet, ulus' ismiyle anılmaları gerekir.

Şimdi Akif'e kulak verelim:

Hani milliyyetin İslam idi kavmiyyet ne?
Sarılıp sımsıkı duysaydın a milliyyetine.

Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri?
Küfrolur, başka değil, kavmini sürmek ileri

Arabın Türk'e; Lazın Çerkez'e, yahut Kürd'e,
Acemin Çinliye rüchanı mı varmış? Nerde!

Müslümanlıkta 'anasır'mı olurmuş ne gezer,
Fikr-i kavmiyeti telin ediyor peygamber.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/Hayret ... leti/36027


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 15 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye