Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: İran Kimliğinde Şiiliğin ve Tasavvufun Yeri / S.Hüseyin Nasr
MesajGönderilme zamanı: 13.08.12, 15:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 13.09.10, 19:32
Mesajlar: 90
İran Kimliğinde Şiiliğin ve Tasavvufun Yeri

S.Hüseyin Nasr


Röportaj: Mesud Rezevi Fakih
Dünya Bülteni için Salname-i Şark'dan çeviren: Uygar Altan


***

Mesud Rezevi Fakih: Değerli Üstad Nasr, sohbetimize röportaj isteğimi geri çevirmediğiniz ve değerli vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Konumuz İran kimliği ve Şiilik. Öncelikle İranlılık kavramı hakkında sizin görüşünüzü öğrenmek isterim.

Seyyid Hüseyin Nasr: İran çok yönlü ve oldukça kadim bir medeniyet ve kültüre sahiptir. Bu kültür, zengin ve derin katmanlardan oluşmuştur ve zamanla bizim İranlılık olarak tabir ettiğimiz özel bir olguya dönüşmüştür. Kendisi olmaksızın İranlı olmayı tanımlayamayacağımız en önemli kültürel özellik süreklilik ve kopukluluğun varlığıdır. Bir taraftan sürekli olarak, İran tarihinde efsaneler döneminden ve Hahameneşiler öncesi hanedanlardan beri var olan -ki bu özellikle Şehnamede detaylı olarak anlatılır- özel ve bağımsız bir İranlı kimliği var olagelmiş ve bu kültür ve kimlik hiçbir zaman yok olmamıştır. Öyle ki İslam öncesi hanedanlar olan Hahameneşiler, Eşkaniler ve Sasaniler döneminde de bu olgu devam edegelmiş ve sonrasında da bugüne kadar varlığını devam ettirmiştir. İslam kültürü İran kültürünün temellerinde yükselmiş ve on dört yüzyıl boyunca bu kültürün özel bir tecelli ve yansıması ortaya çıkmıştır. Buna ek olarak İranlılığın göstergelerini kendisinde taşıyan İran kültüründe dünyevi ve kavramsal zevkçiliğin karışımı da mevcuttur. Bunu özellikle başta gazel olmak üzere şiir türlerinde, manzum hikayelerde, aynı şekilde resim ve minyatürlerde, İran bahçelerinde ve diğer sanatlarda gözlemlemek mümkündür. Bu özellik bir çeşit eş zamanlı maddi ve manevi arınmayı göstermektedir. Bildiğiniz gibi İran tarihin başlangıcından itibaren farklı, bazen birbirine zıt medeniyetlerin ve düşünce akımlarının karşılaşma alanıydı. Etrafı yüksek duvarlarla ve dağlarla çevrili olan Çin'in ve doğu ve batısı çöllerle, güneyi de Nil nehri ile çevrili olan Mısır'ın aksine İran doğu, batı ve kuzeyden daima akın, savaş ya da göç altındaydı. Bu coğrafi özellik İran kültüründe kabul etme, biçimlenme ve farklı kültürleri benimseme gibi özellikleri meydana getirmiştir. Bu yüzden İranlıların diğer kültür ve medeniyetler karşısında son derece esnek ve yumuşak olduğunu görürsünüz. Bunu İranlıların modernite ile karşılaşmalarında da görüyoruz. İnanç ve geleneklerini modern prensiplerle çok kolay uzlaştırdıklarını görürsünüz.

İslamın İran'a girişi İranlılığın özellikleri olarak bahsettiğimiz göstergelerde ve özelliklerde bir değişime yol açtı mı?

İslam İran'a girdiğinde ve İran halkı onu kabul ettiklerinde bu özellikler daha da güçlü hale geldi. İslam'da ilme olan özgür bakış açısı ve iman ve itikadın sadeliği özellikle ilk başlangıç dönemlerinde ikisi arasında olumlu ve yaygın bir birlikteliğe ve içiçeliğe yol açtı. Daha ilk yüzyıllarda bu özellikler İran kültür yatağında göz alıcı bir medeniyetin oluşmasına sebep oldu ve çok sayıda sanat eseri ve manevi eser dünyaya sunuldu. İran uzun tarihi boyunca yalnızca bu topraklara saldırarak buraya yerleşen Yunan, Arap, Türk ve Moğolları kabul etmekle kalmadı, aynı şekilde kendi yaşam tarzı ve dünya görüşünü de onlara öğretti. Bunlar İran'ın büyük ve benzersiz bir kültür ve medeniyet kurucu merkez olarak ortaya çıkmasına neden olan etkenlerdi. Bunun yanı sıra Hindistan'dan ya da Akdeniz havzasından gelen her inanç ve bilgi de bu kültürde hazmediliyordu. İranlılar tüm bunlardan daha göz alıcı ve seçkin bir sentez sunuyorlardı. Bence bu kültür içinde bütün Asya kültürlerine denk gelen seçkin özellikler barındırıyor. Bu kültür diğer kültürlerle karşılaştığında onları alıp yeninden üretmektedir. İslam'ın İran kültürünün birliği, yeniden inşası, derinleşmesi ve yaygınlaşmasında temel bir rol oynadığı kuşkusuz doğrudur ancak unutulmamalıdır ki İranlılık İslam'ın da içinde önemli bir yer tuttuğu daha genel bir kavramdır.

İslamın İran kültürüne kattığı en önemli şey nedir? İman mı, şeriat mı ya da dilde, örfte veya edebiyatta değişiklikler gibi bazı özel imkanlar mı?

Bunlar var ama en önemli husus hayatın kutsanmasıdır. Eylemlerin güdüler ya da çıkar ve menfaat esasınca değil görev duygusuyla ve manevi idrak ile gerçekleştirilmesinden bahsediyorum. Hayata ve eylemlere bu tarz bakış İslam'ın İran'a girişinden sonra oldukça belirgin hale gelmiştir.

İranlıların Şiiliğe yönelmeleri, mekanlara, günlere, şahıslara, isimlere ve benzer şeylere kutsallık atfetmeleri ve övgüye yönelmeleri bu bahsettiğiniz nedenden mi kaynaklanıyor?

Söyledikleriniz bir ölçüde doğru denilebilir. Şiiliğin bu hususta aşikar ve inkar edilemez bir rolü var. Ancak bundan önce, İranlıların çoğunlukla Sünni oldukları dönemde de bu hususa şahit olmaktayız. Daha sonra hicri 9. ve 10. yüzyıllarda Şiiliğe geçişle birlikte bu eğilim de daha belirgin hale geldi. Mesela eğer takvimdeki günlere bakacak olursak yılın birçok gününün kutlama ya da yas amaçlı milli ve dini günlere ayrılmış olduğunu görürüz. Bu günlerde özel dini merasimler düzenleniyor. Mesela sofralar kuruluyor fakirlere yemekler veriliyor, insanlar dualar ediyorlar ve geçmişleri için af diliyorlar. Aynı şekilde ravzahani ve meddahlık gösterileri de düzenleniyor. Eskiden taziye de çok yaygındı. Bunlar ustalıkla ve duygusal manzum bir dille Kerbela olayını, imamların hayatını anlatıyorlardı. Tüm bunlar hayata kutsallık katmak için oldukça önemli yöntemlerdir. Şunu da kabul etmek gerekir ki geleneksel İranlıların hayat süreçleri Şii takvimine göre ilerlerdi. İster hüzünlerde isterse de sevinçlerde olsun bu böyleydi. Hatta törenlerimizin en eskilerinden birisi daha doğru bir tabirle yılın başlangıcı ve İran antik tarihinin en eski sembollerinden birisi olan Nevruz bile halkın çoğu için dini ve İslami bir nitelik kazanmıştır. Bu insanlara göre artık o Zerdüştlükten kalma İslam dışı bir adet değildir aksine Kuran ve dualara okuyarak ve o günlerde Şiiliğin mukaddes mekanlarına giderek bu güne kutsallık vermektedirler.

Muhterem üstad! Burada sorumu biraz daha değiştirmek ve farklı bir noktayı gündeme getirmek istiyorum. Bazı din ve ilim ehline göre Şiilik tarihi açıdan bir fırkadır. Bazılarına göre ise İslam manevi, tarihi, kültürel ve itikadi bir mecmua olup Şiilik bunun en önemli batınî bölümlerinden birisini teşkil etmektedir. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

Bu "fırka" tabiri ya da sözü Şiilik için kesinlikle doğru değildir. Özellikle de fırka sözünün tarih ve mezhepler kitaplarında nasıl tarif edildiği göz önüne alınacak olursa. Ne demek istediğimi daha iyi açıklayabilmek için belirtmeliyim ki öncelikle Şia İslam'ın sadrı döneminde tecelli etmiş son derece köklü bir mezheptir ve Hristiyanlık tarihindeki mesela Katoliklik karşısında tepki olarak gelişen bir Protestanlık gibi değildir. İslam tarihinin başlangıcından itibaren mevcuttur, tarihi bir asalete ve sağlam köklere sahiptir. Bu açıdan Şiiliğin esas temelleri son derece güçlüdür ve bir kenarda sonraları şekillenen bir fırka değildir.

Sizin görüşünüzü kabul edecek olsak dahi Şii kimdir sorusu hala geçerliliğini korumakta. Yalnızca hilafet ve vesayet hususunda tarihsel bakmayan ve olayın ilahi tayin ile olduğuna inanan kimse midir yoksa bu kavramın daha geniş bir ufku var mıdır?

Bu itikadi ve kelami ayrımlar mevcuttur ve görmezden gelinmemelidir. Bütün dinlerdeki mezheplerin arasında bu tür meseleler bulunmaktadır ve var olmaya devam edecektir. Ancak dikkat etmeniz gereken mesele Şiiliğin İslam vahyinin esas yapısının önemli bir bölümü olması, ondan kaynaklanıyor ve ona dayanıyor olmasıdır. Yalnızca Şiilik değil Sünnilik de böyledir. Sünnilik de Şiilik de ilahi vahiyden kaynaklanmıştır. Dünyanın içinde bulunduğu konumda önemli nokta İslam'ın bu iki temel yorumunun birbirini tanıması ve birbirini itmemesidir. Yani bu asil tarihi akımların resmiyeti ve asaleti özellikle müslümanlar tarafından inkar edilmemelidir. Bu yüzden ben Şiiliğin vahyi, tarihi, dini asaletini vurguluyorum ve hiçbir şekilde "fırka" sözcüğünün ya da kavramının kullanılmasını uygun bulmuyorum.

İranlıların Şii olması yalnızca siyasi bir süreç miydi? Yani siyasi sebeplerden dolayı mı Şiiliği kabul ettiler? Demek istediğim tarihteki bazı siyasi sebepler mesela Emevi ve Abbasilerle karşı karşıya gelmek ya da sonrasında belirgin şekilde Osmanlılarla çatışmak İranlıların Şiiliği seçmelerinde karşıtlık ya da denge sağlama açısından etkide bulunmamış mıdır? Bu eğilimde İran ülkesini korumak için jeopolitik bir denge sağlama çabası görülmüyor mu?

Demek istediğinizi anlıyorum. Bu karmaşık bir noktadır ve tarihi açıdan cevap verilirken oldukça dikkatli davranmak gerekir. Birçok tarihçi ve yüzeysel şarkiyatçı bu hususta aceleci karar vermişler ve Şiiliğin İran'daki rolü ve hilafet karşıtlığı hususunda gerçekçi olmayan teoriler ortaya atmışlardır. Biz bu yüzeysel ve indirgemeci yaklaşımları tekrarlamamalıyız. Sürekli olarak şu hususu göz önünde tutmak gerekir ki Şiiliği İranlılar oluşturmamışlardır. Şiilik Allah'ın dilemesinden kaynaklanmıştır ve Allah'ın işidir. Bazıları "Şiiliği İranlılar oluşturmuşlardır ve İranlıların icadı bir mezheptir" diyerek Şiiliğe hizmet ettiklerini sanıyorlar. Bu tamamen yanlış bir tasavvurdur. Biliyoruz ki İranlılar başlangıçta büyük oranda Sünni idiler. Sünniliğin büyük mezhepleri de İran'ın farklı bölgelerinde ortaya çıkıp gelişmiştir. Ehl-i Sünnet'in ünlü dört mezhebinin liderleri yani Hanefi, Şafii, Hanbeli ve Maliki İranlıydılar. Sahihler olarak bilinen hadis kitaplarının yazarları ve derleyicileri de İranlıydılar. Mısır'da ,Suriye'de, Kuzey Afrika'da Fatımiler gibi birçok yönetim ve alim Şiilik eğilimlerine sahipken Buhari, Tirmizi, İmam Fahrurrazi gibi Sünni hadis, fıkıh ve kelam alimleri Horasan'daki medreselerde dersler veriyorlar ve öğrencileri sayesinde tüm İran'da görüşlerini yayıyorlardı. Bu tarihi gerçekleri görmezden gelemeyiz. Yine de bazı karşıtlıkların olduğunu da unutamayız. İslam'ın başlangıcından itibaren İranlılar arasında Ehl-i Beyt sevgisi ortaya çıktı ve özellikle Kerbela hadisesi ve sonrasında yaşanan acı olaylar İranlılar arasındaki Ehl-i Beyt taraftarlığını iyice güçlü hale getirdi. Bu eğilimlerin şiddetlenmesinde muhakkak ki Emeviler döneminde İran'a saldıran Arapların yapmış olduğu zulüm ve adaletsizlikler de rol oynamıştır. Bu nedenle İranlıların büyük bölümü Sünni olmalarına rağmen başlangıçtan itibaren Kum ve Sebzevar gibi çeşitli bölgelerde Şiilerin yoğunlaştıklarını ve çeşitli eserler oluşturduklarını görüyoruz. Moğol saldırısından sonra Safeviler İran'ın Şiileştirilmesinde önemli rol oynadılar. Nurbahşi ve Kübreviye gibi çeşitli tarikatlar da bu hususta önemli pay sahibidir. Bu gruplar Şiiliğe yakın bir batıni velayet anlayışını yaygınlaştırdılar. Allame Hılli gibi büyük alimler Olcayto ve Sultan Muhammed Hudabende gibi sultanların Şiiliğe yakınlaştırılmasında önemli rol oynadılar. Daha sonra Abbasi hilafetinin zayıflaması ve İran'da yerel yönetimlerin ortaya çıkması Şii öğretilerine dayalı hareketlerin doğması için uygun ortamı hazırladı. Hace Nasıruddin Tusi, Seyyid Haydar Amuli ve Allame Devvani gibi gibi isimlerin ortaya çıkması da bu dönemin önemli gelişmeleri arasındadır. Dikkat ediniz, Moğol saldırısı İran'da büyük yıkımlara ve felaketlere sebep olmasına rağmen sonuçta İran'daki merkezi güçlerin ve dolayısıyla Sünniliğin de zayıflamasına yol açmıştır. Yine bu saldırılar sonucunda İran'da Türk ve Azeri olan Kızılbaş Safeviler liderliğindeki Safevi hanedanlığının kuruldu. Bu tarihi gelişmeleri inceleyecek olursak Şiiliğin bir İran icadı olmadığı görülecektir. Aksine İran'daki ilk Şii imparatorluğunu Türkler ve Azeri Safeviler kurmuşlar ve resmi mezhebi Şiiliğe dönüştürmüşlerdir. Safevilerden önce de yedi imamcı İsmaililer Mısır'da Fatımi devletini kurmuşlar ve Sünni Abbasi hilafeti karşısında önemli Şii sığınağı ve merkezi olmuşlardır. Nasır Hüsrev'in İran'dan Mısır'a kaçtığını ve daha sonra İsmaili nakibi olarak İran'a ve Horasan'a döndüğünü biliyoruz. Safevi devleti kurulup İran'da resmi mezhep olarak Şiilik ilan edildiğinde bile İranlıların çoğunun Sünni olduğunu da görüyoruz. Bu nedenle Safeviler içeride büyük bir dirençle karşılaşmış ve Hindistan'a olan büyük göç Safevilerin uyguladığı şiddetten dolayı meydana gelmiştir. Bununla birlikte Ehl-i Beyt'e ilgi ve hilafet karşısındaki direnç ruhu tüm İran'ı kapladı ve sonunda İranlıların büyük çoğunluğu bu mezhebi resmen kabul ettiler. Bu dönemde henüz Afganistan İran'dan ayrılmamıştı ve bu geniş coğrafyanın büyük bölümü de Sünni idi. Şu anda da İran'ın yüzde onu Sünnidir. Dolayısıyla tarihi gerçeklikleri saptırarak kavramları birbirine karıştırmamalıyız. İranlılar Safevi öncesi döneme kadar büyük ölçüde Sünni idiler ve Şiilik Safeviler döneminde yaygınlık kazandı.

Mesud Rezevi Fakih: Safevilerden ve Şiiliğin İran'da temellerinin güçlendirilmesinde ve yaygınlaşmasında tasavvufun rolünden bahsettiniz. İran kimliğinin güçlendirilmesinde tasavvuf ve irfanın rolünün ne olduğunu sormak istiyorum. Neden tarihin bazı bölümlerinde mesela Safevilerin orta ve son dönemlerinde fakihler, ahbariler ve zahir ehli avam bu ölçüde tasavvuf karşıtlığı yaptılar?

Seyyid Hüseyin Nasr: Bu sorun aslında önceleri de mevcuttu. Ancak Safevilerde özellikle de belirttiğiniz dönemlerde doruk noktasına ulaştı. Bu dönemde iki önemli hadise meydana geldi. Birisi sufi gruplardan birisinin lideri İran'da tahta geçti diğeri ise on iki imam Şiiliği İran devletinin resmi fıkhı ve mezhebi oldu. Bundan önce de İslam resmi din idi ancak yeni hükümet Şii yorumu resmi hale getirdi. Bu iki hadise bu dönemde ve gelecekte büyük değişikliklere yol açtı. Bunlardan birisi halkın hala büyük çoğunluğu Sünni olduğu için Safevi devleti Şiiliği güçlendirmek amacıyla başta Lübnan Cebeli Amil, Suriye, Hılle, Irak ve Bahreyn olmak üzere çoğu Arap olan önemli miktarda Şia ulemasını İran'a getirdi. Bu ulema Farsçayı bilmiyorlardı ve zamanla öğrendiler ancak bu gelişme Arapçanın yeniden felsefe, kelam ve fıkıh gibi alanlarda canlanmasına yol açtı. Oysa İlhanlılar ve Timurlar zamanında Farsça eserlerin sayısı oldukça çoğalmıştı. Bu ulema çoğunlukla tasavvuf karşıtıydılar ve zamanla ellerine büyük bir güç geçirdiler. Bu alimler ve talebeleri ile tasavvuf grupları arasındaki siyasi güç mücadelesi ve halkın teveccühünü kazanma rekabeti bu dönemde yaygın bir düşmanlık oluşmasına yol açtı. Dikkat edilmelidir ki tasavvuf inançlarını savunanların önemli bir bölümü Şaha ve iktidar merkezine yakın olabilmek için bu tarzı benimsemişlerdi. Safevilerin lideri aynı zamanda Şah idi ve doğal olarak siyasi ve maddi rant peşindeki çok sayıda kimse tasavvufa ilgi gösteriyordu. Bu kimseler murakabe, mücahede ve faziletleri elde etmeye dayalı gerçek tasavvuf anlayışına büyük darbe vurdular. İş öyle bir noktaya ulaşmıştı ki bunlar şeriatın açıkça emrettiği ibadetleri dahi yerine getirmiyorlar ve açık şekilde içki içmekten ya da diğer kötü işleri görmekten kaçınmıyorlardı. Buna karşın alimler ve fakihler ellerinde doğrudan siyasi güç olmasa da halk arasındaki nüfuzlarını kullanarak söz konusu tasavvuf akımlarına karşı mücadeleye giriştiler. Daha önce de Safeviler yönetimi ellerine geçirdiklerinde Nimetullahi gibi gruplara ciddi baskılar uygulamış ve onlara ülkeyi dar etmişlerdi. Bundan dolayıdır ki bu gruplardan çoğu Hindistan'a göç etmişler ve Kacarlar dönemine kadar da geri dönmemişlerdi. Ulemanın gittikçe güçlenmesi üzerine sıra daha önce diğer sufi grupları tasfiye eden Safevilere geldi ve sonunda onlar da iktidardan düşürüldüler. Bu tasavvuf karşıtlığı öyle bir hal aldı ki tasavvuf yalnızca olumlu anlamda kullanılmamakla kalmadı bir de suç ilan edildi. Bu durumun benzerine daha önce rastlamak mümkün değildi. Diğer İslam ülkelerinde sufilere batıni ilimlere meraklı ve zühd ve takva ehli olarak bakılırken bahsettiğim nedenlerden ötürü Şia uleması Safevi döneminin sonunda tasavvuf karşıtı çok sayıda kitaplar kaleme almış ve bunun İslama karşı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu bahsedilen eserler ve görüşler zamanla halk arasında kabul gördü ve onlar ile tasavvuf ehli arasında karşıtlık meydana geldi. Bununla birlikte bu gelişmeler tasavvufun İran'daki rolünü azaltmayı başaramadı zira bu akımın kökleri İran kültürünün ve ruhunun derinlerine işlemiş durumdadır. Baskılar kalktığı anda tekrar kendisini göstermeye başlıyor. Bu yüzden Kacarlar döneminde tasavvuf yaygın şekilde yeniden canlandı. Nitekim Şahın ünlü vezirlerinden Hacı Miraz Agasi sufi fırkalarından birisinin üyesiydi. Yine de bu dönemde de tasavvuf karşıtı hareketler mevcuttu ve Meşhed ve Kum uleması bu kelimeyi ağızlarına bile almak istemiyorlardı.

-Dedikleriniz doğru ancak birçok Şia uleması da güçlü tasavvufi ve irfani eğilimlere sahipti. Bu durum sizin bahsettiğiniz tarihi seyirde nereye oturuyor?.

İyi bir noktaya değindiniz. Bu akımın kökünün İran'ın İslami kültüründe ve ruhumuzda oldukça derin ve yaygın olduğunu söylemiştim. Bütün bu hadiselere ve karşıtlıklara rağmen birçok ulema tasavvufun hakikatine kayıtsız kalamıyorlardı. Aslında Şiilik içinde güçlü batıni boyutları barındırıyordu. On dokuzuncu yüzyılda yaşamış büyük Şia bilgini Bahrul Ulum mesela, aynı zamanda irfan ve tasavvuf ehlindendi. Ancak Safevilerin son döneminde ve sonrasında ortaya çıkan çatışmalar, eleştiriler ve kötülemeler nedeniyle birçok alim tasavvuf, sufi ve mutasavvıf gibi kelimeleri kullanmaktan kaçınıyor ve kendilerini arif ya da irfan ehli olarak adlandırıyorlardı. Daha sonraki ve yakın dönemlerde bile aynı yaklaşıma şahit olmaktayız. Zamanımızdaki birçok din alimi irfana ilgi duyuyor ve bu meseleyi inkar etmiyorlardı. Bunlar arasında en meşhurları Allame Tabatabai ve Ayetullah Humeyni idi. Bu isimler hem irfana ilgi duyuyorlardı hem de bu alanda birçok eser kaleme almışlardı. Birçok kimse de gizliden gizliye irfana ilgi göstermelerine rağmen bu durumu açığa vurmaktan kaçınıyorlar.

-Değerli hocam, İran'da tasavvufun yayılmasından ve ulema ile sufilerin karşıtlığından bahsettiniz. Lütfen Şiilik ve tasavvuf ya da Şia ve irfan arasında nasıl bir ilişki bulunduğunu açıklar mısınız?

Bu hususta çeşitli kitaplar ve makaleler yazdım ama bunları burada tekrar etmek istemiyorum yoksa konu oldukça uzayacak. İran'daki tasavvuf hususunda dikkat etmek gerekir ki İran'da Nimetullahi, Zehebi, Haksar başta olmak üzere çeşitli çeşitli tasavvuf eğilimlerine sahibiz ki bunların hala takipçileri mevcuttur. İran'ın Sünni bölgelerinde de örneğin Kürdistan ve Beluçistan'da Nakşibendilik, Kadirilik ve bazı küçük fırkaların mevcut olduğunu görüyoruz. Bunların yanı sıra Şii irfanı ya da Şii ulemanın irfanına da sahibiz. Bu irfan düşünce, kelam ve hikmetin yanı sıra tasavvufun asil ve teorik marifetine de sahip bulunmaktadır. Bunun en iyi örneği Molla Sadra ve Hacı Molla Hadi Sebzevari'dir. Bunlar yalnızca filozof ve hakim değil aynı zamanda arif kimselerdi. Bunların yanı sıra zamanının İbni Arabi'si olarak bilinen ve kendi döneminin en büyük ariflerinden olan Aga Muhammed Rıza Gomşei alimlere de rastlıyoruz. Bu akım çağdaş döneme kadar sürdü. Mirza Ahmed Aştiyani, Seyyid Muhammed Kazım İsar ve bazı birkaç kişi daha bu zümredendirler. Dolayısıyla hakiki tasavvuf daima Şiilikle birlikte olmuş ve ikisi de batıni hakikat olan bu iki akım arasında mesafe oluşmamıştır. Bazı aşırıları, avamı ya da kötü niyetli kişileri görmezden gelirsek ben inanıyorum ki bu ikisi arasında özellikle velayet, muhabbet, batıni ilimler ve hakikatin anlaşılması gibi hususlarda yakın ve derin bir ilişki ve etkileşim görürüz.

Bu yüzden mi Şiiler arasında ve İran'da tasavvuf Sünni ülkelere nispetle daha yaygın?

Hayır kesinlikle böyle değil. Belki sufilere ve Şiilere aynı ölçüde muhalefet eden Selefileri göz önünde tutarak böyle konuşuyorsunuz. Sünni Müslümanların çoğu da şüphesiz Şiiler kadar tasavvufla ilgilidirler ve tasavvufun ruhunu kabul etmişlerdir. Mesela halkının tamamı Sünni olan Senegal'de nüfusun yarısından fazlası çeşitli tasavvuf gruplarına bağlıdır. Mısır ve Suriye gibi ülkelerde de durum böyledir, insanlar tasavvuf büyüklerine büyük bir saygı gösterirler. Ancak Arabistan ve Libya gibi bazı sınırlı sayıdaki ülkede tasavvuf ehli sıkıntılarla karşı karşıyadır ve bu ülkelerde tasavvuf tamamen yasaktır. O halde dikkat edin ki İslam toplumlarının çoğunda mutasavvıflar büyük bir saygı ve öneme sahiptirler ve çok sayıda taraftarları vardır. Bu yüzden Şiiliğin bizatihi tasavvufa daha yakın olduğunu sanmayın.

-Ama siz teorik açıdan bunların İslamın batıni yönünü açıkladığını söylediniz.

Evet öyle. Teorik açıdan Şiilik tasavvufa daha yakındır, zira içinde bazı güçlü batıni aidiyetleri ve öğretileri içerir. Sünni mezheplerinin itikadi, fıkhi ve kelami yapısı güçlü zahiri boyutlara sahiptir ve eğer bir kimse tasavvufa ilgiliyse doğrudan onlara bağlanmalıdır. Ancak Şiilik temelde batıni bir yapı üzerine kurulmuştur ve bu batıni unsur İmam konusuna aittir. İmam Muhammedi nurun sürekliliğin göstergesidir ki zahiri şeriatı açıklamasının ve korumasının yanı sıra batıni bir risalete de sahiptir. Temiz imamların peygamberin sülalesinden olmaları yalnızca bir tevildir ve bu sayede Muhammedi nur imamlar yoluyla on ikinci imama ve bugüne kadar ulaşmıştır ki Şiiler bu nurdan faydalanabilsinler. Bu husus ve İslam'dan bu telakki Sünnilikte asla yer almamaktadır. Sünni dünyasında imam kelimesi yönetici anlamındadır bazen de Gazzali gibi seçkin alimlere ya da mezhep kurucularına verilen bir unvandır. Ancak bu kullanımlar Muhammedi nur manasını taşımazlar. Oysa tasavvuftaki bu anlayış bazı farklarla birlikte Şiilikte görülebilir. Sekizinci İmama kadar olan imamların hepsi aynı zamanda tasavvuf kutuplarıdır. Özellikle İmam Sadık yalnızca yalnızca Şia fıkhının kurucusu değil aynı zamanda büyük Sünni mezheplerinden birisinin kurucusu olan İmam Ebu Hanife'nin öğretmenidir. Bunun yanı sıra o tasavvuf aleminde de önemli bir rol oynamıştır. İmam Sadık Hz. Ali'ye kadar ulaşan babalarından elde ettiği ilimlerle Kuran'ın ilk batıni tefsirini yazmıştır. Birçok tasavvuf silsilesinde önemli bir yer tutar. Mesela Hz. Ali'nin silsile başı olmadığı ender tasavvuf ekollerinden birisi olan Nakşibendilik'te İmam Sadık vesilesiyle Hz. Ali'ye saygı gösterilmiş ve ona bağlılık belirtilmiş olur. Bu batıni boyutların dikkatlice incelenmesi gerekir. Şiilikte imamın hakikati fıkhi ve kelami boyutuyla sınırlı değil aksine bunun kökleri Şii ilahiyatındadır. Bu mesele Şiilik ile tasavvuf arasındaki irtibat ve ilişki halkasıdır. Bu ilişki son derece karmaşıktır, ancak dikkat edilmesi gereken önemli husus şudur ki tasavvuf da Şiilik de İslam'ın ortak bir alanına yani batıni boyutuna aittirler. Bu nedenle Hz. Ali Şiilerin ilk imamıyken ve peygamberin yanında Şiiliğin ortaya çıkış kaynaklarından birisiyken aynı zamanda ariflerin ve sufilerin de sersilsilesidir. İlk dönem sufileri büyük bir kutup olarak ve diğer kutuplar ile Hz. Peygamber arasındaki irtibat noktası olarak ona özel bir ilgi gösterirler.

Mesud Rezevi Fakih: Tasavvuf konusu ilginç olmakla birlikte izin verirseniz asıl konumuza geri dönmek istiyorum. Şii hareketlerinin ya da bir bakıma Şii uyanışı veya silkinişi olarak tabir edebileceğimiz hareketlerin İran kimliğiyle ve İranlılıkla ne gibi bir bağlantısı var?

Seyyid Hüseyin Nasr: Bu konulara etnik ya da ırkçı bir şekilde yaklaşılmasını doğru bulmuyorum. Protesto amaçlı Şii hareketler yalnızca İran'da yok. Yemen'de, Hindistan'da ve başka bölgelerde de mevcut. Dolayısıyla Şiilik bir mezhep ve kültürdür ve olaya bu açıdan yaklaşılmalıdır. Ancak diğer taraftan Sasani İmparatorluğunun Araplar karşısında aldığı yenilginin İranlıların gururlarını önemli ölçüde yaraladığı söylenebilir. Özellikle İran'a ilk giren Araplar ilk iman öğretilerinden uzak düşmüşlerdi ve Emevilerin ırkçılığının ve zalimce davranışlarının etkisi altında İranlılara eziyet etmiş ve onları aşağılamışlardı. Bunlar şüphesiz bu hareketlerin oluşmasında etkili olmuştur ancak her şeyi bununla sınırlayamayız. Biz Mısırlıların da Ehl-i Beyt'e çok muhabbet duyduklarını ve tarih boyunca onlara olan ilgilerini gösterdiklerini biliyoruz. Bugün bile Kahire'deki Ra'sul Hüseyin Camisi ya da Ehl-i Beyt kadınlarından birçoğunun kabrinin bulunduğu Hazreti Zeynep Makamı gibi birçok mukaddes ziyaret mekanı ilgi görmektedir. İrtibatta olduğumuz bazı Mısırlılar şakayla karışık bana "Siz hüzün Şiilerisiniz biz neşe Şiileriyiz" diyorlar. Bu da bir gerçeğe tekabül ediyor. Şia tarih, kavram ve marifetinin bu ölçüde hüzünle iç içe sokulması ilk dönemlerde de var mıydı bilmiyorum. Mesela Buveyhiler döneminde böyle şeylere rastlamıyoruz. Bu husus bizim milletimizin başına gelen büyük bir siyasi ve toplumsal trajedinin göstergesidir.

Bilmemiz gereken nokta Şiiliğin İranlıların icadı olmadığı, İranlıların onu seçtiği ve geçmiş birkaç yüzyıl boyunca da bizim kültürümüze ve ruhumuza oldukça etkide bulunduğudur. Diğer taraftan İranlılar da Şiiliği etkilemişlerdir. Özellikle sanatsal, kültürel ve son dönemde siyasi açılardan. Bu konuda İranlılara has ifade biçimlerine ve kavramlara dikkat etmemiz lazım. Mesela bir gösteri sanatı olan taziye Hindistan'ın Andhra Pradesh şehrinde farklı İran'da farklı icra edilir yine İran kaynaklı "ravzahani" Beyrut camilerinde ve minberlerinde çok daha farklı şekillerde okunmaktadır.

-Daha geniş bir açıdan siz Şia Sünni çatışmasını ya da en azından farklılığını fıkhi ya da kelami boyutlarda mı görüyorsunuz yoksa kimliksel bir karşıtlık olarak mı değerlendiriyorsunuz? Kimliği hangi manada kullanıyorsunuz?

Belirli eğilim ve yönelimlere neden olan kültürel, tarihsel ve dilsel özellikler anlamında. Daha büyük bir çerçevede insanların farklılığını ve bağımsızlığını ortaya koyan özellikler.

O halde olaya milliyetçi bakış açısıyla yaklaşıyorsunuz, ancak temelde tanımınız doğru. Ancak dikkat etmeniz gereken bir nokta var: İslam dünyası olarak içinde bulunduğumuz hicri şemsi 1389 kameri 1431 yılında tehditlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz ve birçok problemle karşı karşıyayız. Bu kargaşa dolu dünyada bizim için hiçbir şey tüm İslam ümmetinin selamet ve saadet içinde olmasından daha önemli olmamalıdır. Biz artık geçmişteki, dünyanın çeşitli bölgelerinde ne olup bittiğinden habersiz halklar değiliz. Bu Şii Sünni ihtilaflarını bir kenara bırakmalı ve tarihi meseleleri ve tortuları asil dini hakikatlerden ayırmalıyız. Dinin asıl hedefi olan insanların dürüstlüğü ve saadeti ile peygamberlerin sürekli vurguladıkları hakikatlere yönelmeliyiz. Tarihi olaylar başka şartlar altında gerçekleşmişti. Safeviler döneminde Osmanlı İmparatorluğu dünya üzerindeki en büyük imparatorluktu. Safeviler sahip oldukları önemli siyasi hedefe yani İran'ın bağımsızlığına ulaşabilmek için Şiiliği resmi mezhep olarak ilan ettiler. Osmanlıda ise bu anlamda bir resmi mezhep yoktu. Şiiler de vardı, Aleviler de, Zeydiler de. Bununla birlikte resmi işlerde Hanefi sayılıyorlardı. İstanbul'daki Şeyhülislam Hanefi idi. Bu şartlar altında Safevilerle Osmanlıların çatışması başladı ve Şia Sünni savaşı siyasete çekildi. Kötülemeler ve tartışmalar yaygınlık kazandı ve bazı zahir ehli ve avamzedeler halkın umumunu tahrik etmeye başladılar. Bir taraftan Şiilerin öldürülmesi, rafızilik ve bidat ithamları, diğer yandan halifelere lanet edilmesi, Sünnilerin öldürülmesi ve yol açtığı feci olaylar hem Şiiler hem de Sünniler için tam bir felaket meydana getirdi ve iki tarafın da büyük acılar çekmesine neden oldu. Mevcut mezhebi husumet ve inatlaşmanın temelinde şüphesiz söz konusu siyasi etkenlerin mirası ve kalıntıları görülebilir. Yöneticiler de halkı karşı taraf aleyhine kışkırtarak ve mezhebi duyguları kaşıyarak kendi iktidarlarını sağlamlaştırmanın peşindeydiler. O halde dikkat etmek gerekir ki Osmanlı Safevi savaşının kızıştığı hicri onuncu yüzyıldan itibaren söz konusu yaklaşımlar hem Şiilerin hem de Sünnilerin düşünce ve duygularına büyük etkide bulundu. Oysa hem Şiilik hem de Sünnilik İslam vahyinden kaynaklanıyordu ve peygamberin sadrından doğmuşlardı. İkisi de asalet sahibidir ve ikisinin de hedefi vahiyle ve ilahi emirlerle amel etmek ve peygamberin sünnetini uygulamaktır. Bu müşterek kökleri ve bu manevi gücü birbirimizi tekfir ederek, kötüleyerek ve hakaret ederek azaltmamak gerekiyor. Bunlar bizim en büyük günahımız ve ne yazık ki son yıllarda cahil ya da gafil Müslümanlar arasında bu yaklaşım yaygınlık kazanmış durumda ki bundan en büyük zararı da yine Müslümanlar görüyorlar. Asil İslami kültürel ve manevi boyutları vurgulamalı ve yanlış anlamaları ve çatışmaları ortadan kaldırmaya çalışmalıyız. Irak, Pakistan, Afganistan ve İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde aşırı Vehhabi düşünceler taşıyan ve Müslümanlar için birçok sorunun doğmasına yol açan grupların o parlak hakikatleri çiğnemelerine ve İslam'ın uygunsuz bir yorumunu hakim kılmalarına izin vermemeliyiz. İran'da ve dünyanın çeşitli ülkelerinde bilim adamları ve kültürlü kimseler Şii ya da Sünni, Müslüman ya da gayrimüslim olsun bunlarla asil İslami eğilimler arasındaki farkı ortaya koymalıdırlar. Şu anda İslam ülkeleri etnik, siyasi savaşlar ve şiddet batağı içinde çırpınıyorlar. Dış güçler de doğal olarak bu durumdan faydalanıyorlar. Eğer bunlar engellenmezse bütün Orta Doğu anlamsız savaşların ateşinde yanacaktır.

-Bu grupların ve eğilimlerin karşısında ümit verici aydınlatıcı hareketler de görüyor musunuz?

Ne mutlu ki Şii ve Sünni ulemanın büyük çoğunluğu bu ihtilaflara karşılar ve İslamın ruhuna karşı bu akımlara mesafeliler. Ne yazık ki bazıları da alim görünümlü olmalarına rağmen para alıyorlar ve iğrenç kitaplar yazıyorlar. Tıpkı Körfezde yazılan ve dağıtılan bazı Arapça kitaplar gibi. Bunlar İslam ilimlerinin asil ve azametli akımı karşısında kültürel ve bilimsel olarak zayıflar ancak sahip oldukları mali ve propaganda gücünü küçümsememek gerekir. Ben gençken Ayetullah Burucerdi'nin Şiiliğin asil ve barışçıl eğilimini göstermek amacıyla Ayetullah Kumi'yi Kahire'ye gönderdiğini hatırlıyorum. Bu olumlu ve birleştirici bir etkide bulunmuştu.

Ülke içinde de Allame Tabatabai ve merhum Assar bir birlik oluşturarak hem Şiiliğin hakikatlerini doğru şekilde ortaya koymak ve hem de Sünniliğin asaletini vurgulayarak hakaretleri ortadan kaldırmak istiyorlardı. Her birinin farklılıkları korunarak bunun yapılması düşünülüyordu. Mesela çok önemli olan taziyeler ve diğer şiarlar varlıklarını sürdürecek ama bunun yanında bu adetlerin felsefesi ve hedefi de açıklanacaktı. Böylece İslam kültürüne, ruhuna ve vahye muhalif olan ve peygamberin ve Ehl-i Beytin öğretilerine ters olan tekfir, inatlaşma, lanet, küfür etme gibi şeyler terk edilecekti. Avamın duyguları terbiye edilmelidir. Eğer Şii ya da Sünni alimler ve aydınlar çaba gösterirlerse kökleri tarihi olaylara uzanan halklar arasındaki bu yanlış tavırlar ve duygular kolaylıkla ıslah edilebilir. Bence önümüzdeki on yılın en önemli meselesi budur ve gerçek alimler ve düşünce sahipleri İslam ümmeti için faydasız mücadeleler ve muhalefetlerden uzak bir gelecek oluşturabilmelidirler.

-Sizi yordum ama son olarak köktencilik hakkında bir şey sormak istiyorum. Bu olaya nasıl bakıyorsunuz? Buna yönelik tanımınız nedir? Şii köktenciliği diye bir şeye inanıyor musunuz? Daha da ileri giderek söylersem Şia bizatihi köktenci, çatışmacı ve başka bir tabirle mevcut duruma muhalif mi olmalıdır?

Bu farklı bir tartışma konusu. Benim kullanmayı çok fazla tercih etmediğim bu kavramı Batılılar icat etti. Otuz yıl önce ne İranlılar ne de Araplar arasında böyle bir durum söz konusu değildi. "Aşırılık" kullanılıyordu ki bu İngilizcede ve Fransızcada kullanılan Fundamental kelimesinin karşılığıydı ve çeşitli manalar içeriyordu. Uzun dönem bu kavramı kullanmamaya çalıştım ancak gördüm ki her yere ulaşmış ve herkes bunu kullanıyor. Yeni kitabımda geleneksel İslam ve İslam geleneği ile köktencilik arasındaki farkı açıklamaya çalıştım. Bu daha fazla şiddetin meydana gelmesini engellemek ve hakiki ve asil İslamın çehresinin daha fazla yıpranmasını önlemek için hepimiz için üzerine düşen bir görev. Köktencilik moderniteye bir tepkidir. Ondan etkilenmekle birlikte ona saldırır. Bu etkilenme tepkiseldir ve bu tepki yalnızca dışı görmek anlamına gelen zahircilik ve yüzeysellik ile iç içedir. Köktencilik demek o modernist düşmanın, hoşuna gitmeyen bazı dış görüntüleri hariç bütün özelliklerini ve giysilerini almak ve üzerine geçirmek demektir. Bunların ikisi de tasavvufa, asil sanata, güzelliğe, geleneğe, sükunete, mahreme ve benzer birçok şeye karşıdırlar. Köktencilik ve modernizm arasındaki birlikteliğe dair ayrıntılı bir liste sunabilirim. Bu olgu yalnızca Şiiliğe ya da Sünniliğe has değildir ve yalnızca Müslümanlara müptela olan bir durum gibi değerlendirmemek gerekir. Hindistan'da da, Yahudiler ve Hristiyanlarda da kaba ve sert bir köktencilik görülebilmektedir.

Bu kavramın daha çok Müslümanlarla ilgili kullanılmasının ve meşhur olmasının sebebi ise temelleri Vehhabilik olan köktencilik akımlarıdır. İçerdiği tüm bu şiddet, kabalık ve nefret söylemiyle yine dinin yalnızca zahirini çok yüzeysel ve bedevi bir anlayışla yorumlamak ve başka hiçbir şeyi kabul etmemek Şiiliğin geçmişinde asla görülmemiştir. Bu çeşit köktencilik Şiilikten oldukça farklıdır ve Şiilikte Vehhabilikteki gibi bir köktencilik asla mevcut olmamıştır. Ancak diğer tüm dinlerde olduğu gibi burada da benzer yüzeysel ve aşırı yaklaşımlar zaman zaman ortaya çıkabilmektedir. Bu grubun temel özelliği tarihi hakikatlere ve geleneklere yüz çevirerek yalnızca bazı zahiri göstergelere önem vermektir. Şiiliğin maneviyatını ve batınını inkar ediyorlar ve onların inançlarında hiçbir esneklik ve iç manevi katman görülmez.

Bunlar asil geleneği, hikmeti ve irfanı taşıyan gerçek Şia ulemasının tam karşı noktasında yer alırlar. Özellikle de hem hikmette ve irfanda, hem de ahlakta ve şeri ilimlerle amelde seçkin ve örnek bir şahsiyet olan merhum Allame Tabatabai gibi büyük usuli ve manevi alimlerin karşısında. Köktenciler dinin eğitiminin aslı ve hedefi olan bu şeylere ilgi göstermezler. Sünni köktenciler felsefeye karşı ciddi bir inat içindedir, tabi bu arada Şianın içinde de genellikle zahir ehli olan aşırılar aynı şekilde akli ilimlere ve felsefeye karşı düşmanlık içindedirler.

Köktencilik modern ve önemli bir olgudur ve Şia dünyasında Şiiliğin asil akımının, Şii hakikatlerinin, maarifin, irfanının ve hikmetinin karşısında bazı zahiri konuları gündeme getirerek kendilerini ön plana çıkarmaya çalışıyorlar.

***

http://www.dunyabulteni.net/?aType=habe ... eID=152839
http://www.dunyabulteni.net/?aType=habe ... eID=153212
http://www.dunyabulteni.net/?aType=habe ... eID=153853


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye