Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Divân-ı Kebîr Hakkında Notlar
MesajGönderilme zamanı: 28.04.10, 09:19 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 05.01.10, 21:01
Mesajlar: 488
Divân-ı Kebîr Hakkında Notlar / Şefik CAN -rh.a.-


ÖNSÖZ


Hazreti Mevlana'nın Aşıklar Dîvânı diye adlandırdığı bu mübarek kitabı doksan bir yaşında olduğum halde baştan sonuna kadar gözden geçirerek Hak aşıkları için hazırlamak gücünü ve aşkını bana veren Cenab-ı Hakka hamd ü senalar. Aziz Peygamber Efendimize salat ü selamlar ve Hz. Mevlana'nın bu aciz kula olan himmetinin eksilmemesini niyaz ederim. "Büyük Dîvân" anlamına gelen Dîvân-ı Kebîr Hz. Mevlana'nın heyecanla, gönül coşkunluğuyla söylediği ilahî aşk şiirlerini toplayan kitabın adıdır.

Beyit sayısı altı ciltlik Mesnevî beyitlerinin toplamının iki mislidir. Çünkü altı ciltlik Mesnevî beyitlerinin toplamı yirmibeş bin otuzbirdir. Halbuki Dîvân-ı Kebîr'in rubaî beyitlerini de dahil edersek, beyit sayısı ellibine yaklaşmaktadır.
Bu mübarek Dîvânı Tahran Üniversitesi profesörlerinden Fürûzanfer merhum büyük ebadda yedi cilt halinde bastırmıştır.

Bendeniz pek güvenilir olan bu Dîvânı esas tutarak, aldığım her gazelin altına Farsça bilenlerin doğru okumaları için her gazelin veznini yazdığım gibi, gazelin hangi ciltten alındığını ve numarasını da kaydettim.

Bilindiği gibi Dîvân İslamî edebiyat'ta şairlerin yazdıkları kendi şiirlerini alfabe sırasıyla bir araya getirdikleri kitabın adıdır. Dîvânlar şairlerin adlarıyla birlikte söylenirdi, mesela Dîüdn-ı Bakî, Dîvân-ı Fuzulî, Dîvân-ı Hafız diye adlandırılır ve her gazelin son beytinde muhakkak şairin adı geçerdi. Bu geleneğe uyularak, neden Mevlana'nın şiirlerini toplayan dî-vana "Dîvân-ı Mevlana", yahut "Dîvân-ı Celaleddin" denmemiştir de Dîvân-ı Kebîr, Dîvân-ı Şems-i Tebrizî denmiştir. Elli bine yakın beyti ihtiva eden çok büyük ebadda bir kitap olduğu için Dîvân-ı Kebîr denmekle beraber asıl onun Dîvânına Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî denmiştir.

Mevlana gazellerinin sonlarında, kendi adı yerine hep Şems-i Tebrîzî adını kullanmıştır. Nadir olarak bazı gazellerinde, Selahaddîn-i Zerkubî adını anmış bazan da "Hâmuş" lakabını kullanmıştır.

Bu hal Yunan filozoflarından Eflatun'un durumuna benzer, Sokrates'in hiç eseri olmadığı halde, talebesi Eflatun bütün eserlerinde, hep Sokrates'i konuşturmuştur. Kendini Sokrates'in ismi altında gizlemiştir. Mevlana da gönül verdiği Tebrizli Şems'i öne almış, kendini onun adı altında gizlemiştir.

Bazıları bu hali anlamazlar da, Dîvân-ı Şems-i Tebrîzî kitabında bulunan şiirleri Şems'in yazdığını zannederler. Hz. Şems'in şiiri yoktur, onun sadece Makâlat adlı bir kitabı vardır.

Zaten Mevlana Şems'le buluşmamış olsaydı, o coşkun, heyecanlı şiirleri ihtiva eden Dîvân-ı Kebîr de meydana gelmezdi. Nitekim Hz. Mevlana "Tebrizli Şems bana İskender gibi, taç, taht, saltanat, verdi de ben mana ordusunun başkumandanı oldum." demiştir. Dîvân-ı Kebîr, III/1590)

Mevlana ile Şems'in birbirlerine karşı duydukları ilahî sevgiden burada uzun uzun bahs edecek değilim, bu konuda fazla bilgi almak isteyenler Ötüken Neşriyat'ın yayınladığı Mevlana kitabına bakabilirler.

Ben burada şu kadarını söyleyebilirim ki, Şems Mevlana'da kendini gördü. Mevlana da Şems'de kendini gördü, onlar birbirlerine ayna oldular. Birbirlerinin hakikatını gördüler ve birbirlerine aşık oldular. Yanlış anlaşılmasın, ne Şems Hak'tır, ne de Mevlana; her ikisi de birer kuldur, ancak arif bir şairin dediği gibi, "Allah adamları haşa Hak değillerdir ama Hak'tan da ayrı değillerdir." Onun için Mevlana kendi şiirlerinde hep Şems'i yad etmiştir. Bu yüzdendir ki kitabının adına "Şems Dîvânı" denmiştir.
Mevlana, Şems mahlasını kullanmıştır amma, aslında Şems yoktur, Hak vardır. Çünkü Şems-i Tebrîzî bir bahanedir, asıl Allah sevgisi vardır.

Yahya Kemal merhumun bir şiirinde:
Aba var, post var, meydanda er yok,
Horasan erlerinden bir haber yok,
"Diyar-ı Rum'a gelmiş evliyadan..."

der.

Evet, İslam diyarlarının en mamur bölgeleri, Semerkand'lardan, Buhara'lardan, Horasan'dan velîler gelmez olmuş; gelmez olmuş amma İslâm ülkeleri yine boş değil.
Baba Kemal Hocendî ne güzel söylemiş:
"Hak aşıkları, erenler gittiler, aşk şehri boş kaldı diye düşünme,
Dünya Şems-i Tebrîzî’lerle doludur amma, Mevlana gibi bir kişi nerede ki hakikatı görsün."

DÎVÂN-I KEBÎR TERCÜMELERÎ
Dîvân-ı Kebîr'in tamamı Abdulbaki Gölpınarlı merhum tarafından yedi cilt halinde Türkçeye tercüme edilmiş ve Kültür Bakanlığı'nca yayınlanmıştır. Ayrıca Dîvân-ı Kebîr'den dilimize seçmeler de yapılmıştır.

Midhat Baharî merhumun 1927 senesinde eski harflerle çıkmış bir Destegül'ü olduğu gibi, yine Midhat Baharî hazretleri, İran edîblerinden Hidayet Han'ın Dîvân-ı Şems'ül-Hakayık adlı kitabını üç cilt halinde dilimize tercüme etmiştir.

Bu tercüme Kültür Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır,. Ne yazık ki bu üç ciltlik tercümede, Mevlana'ya ait olmayan bir çok şiirler vardır. Bu şiirler bir takım Şiî ve İsmaîliye mezhebinde olan şairlerin şiirleridir. Ne yazık ki bu şiirlerin bir ayıklama yapılmadan dilimize çevrilmesi yurdumuzda, Mevlana'nın yanlış tanınmasına sebep olmaktadır. Ayrıca Abdülbaki Gölpınarlı'nın Dîvân-ı Kebîr'den seçtiği, nesir halinde tercüme ettiği ve Güldeste adını verdiği şiir kitabı, 1955 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayınlandı.

Ayrıca Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de, Dîvân-ı Kebîr'den kırk, elli kadar şiiri dilimize manzum olarak çevirmiş, bunların bir kısmı, Marifetnâme'de, bir kısmı da Dîvânında bulunmaktadır. Bu şiirler, Şefik Can tarafından derlenmiş, bugünün Türkçesine çevrilerek Divaan-ı Kebîr'deki şiirlerle beraber, bir kitap haline getirilmiştir, fakat bu kitap henüz yayınlanmamıştır.

Abdülkadir Gölpınarlı merhumun seçtiği, manzum olarak dilimize çevirdiği şiirler de 1980 senesinde Gözlem yayınevince yayınlandı; bu kitabın adı “Bugünün Diliyle Mevlana”dır.
Dîvân-ı Kebîr'den yabancı dillere de tercümeler yapılmıştır. Prof. Dr. Annemaria Schimmel tarafından Almanca'ya manzum olarak elli altı gazel tercüme ve neşr edilmiştir.
Reynold A. Nicholson'un Dîvân-ı Şems-i Tebrizi'den seçme şiirlerini de unutmamalıyız.
Dîvân-ı Kebîr'den, Rusça ve Japonca'ya kadar bir çok dünya dillerine seçme ve tercüme yapılmıştır.

Mevlana Dîvân-ı Kebir'deki şiirlerini İslamî edebiyattaki nazım şekillerinden olan gazel şeklinde söylemiştir. Bilindiği gibi gazel, konu olarak lirik aşk şiirlerini ele alır. Gazellerde şekil itibarıyla birinci beyitteki mısralar kendi aralarında kafiyeli olup, gazelin diğer beyitlerinin ikinci mısraları, birinci beyitle aynı kafiyededir ve her gazelin bütün beyitleri aynı vezinle yazılır ve her beyit konu itibarıyla küçük bir şiir parçasıdır. Nasıl rubaîler dört mısrada aynı konuyu işlerlerse, her gazelin her beyiti ayrı ayrı konuları taşıyabilir.

Bu beyitler sadece vezin ve kafiye bakımından bir araya gelmişlerdir. Eğer bütün beyitler aynı konuyu işlerlerse o gazele "yek avaz" adı verilir ve çok makbul sayılır. Mevlana bu geleneğe uyarak gazellerinin bazılarında her beyitte ayrı bir konuyu işlemiştir, ama Mevlana çoğu zaman mesela on beş beyitlik bir gazelinde bile aynı konuyu terennüm etmiştir. Bu yüzden biz Mevlana'nın gazellerini okurken, her beyiti ayrıca bir konuyu işleyen küçük bir şiir parçası sayabiliriz.

Gazeller tercüme edilirken, beyitlerden en fazla dikkat çekeni o gazele başlık olarak alınmıştır. Metinlerde bu başlık yoktur. Bu sebeple biz herhangi bir gazeli okurken aynı gazelde çeşitli konulara değinilmesine şaşmamalıyız.

Her beyiti ayrıca dikkatle okumak, manalarının derinliğine varmak ve düşünmekle onun zevkine varılır.

Hak şairlerinin çoğu zaman yazdıkları şiirlerde mey (şarap) ve sevgiliden bahs etmekte olduklarını herkes bilir. Bunlara akıl erdiremeyen bazı kişilerin yanlış fikirlere sapmamaları için, bu mecazî deyimlerin açıklanması gerekmektedir.

Hz. Mevlana da büyük bir Hak aşığı olduğu için şiirlerinde kendisinden evvel gelen Hak aşıkları gibi bu konulara çoğu zaman değinmiştir. Nitekim büyük Hak aşıklarından, Esad Erbilî hazretleri de Dîvânının önsözünde bu konuya temas etmişlerdir. (Dîvân-ı Esad, Erkam yayınları, s. 7)

Ariflere göre mey (şarap) gam ve kederden eser bırakmayan Allah sevgisidir. Buna Mansur şarabı, aşk şarabı, Hak şarabı da denir. Bu manevî şarap insanı kendinden alır başka alemlere götürür.

Meyhane tabirine gelince, Hak aşıklarına mahsus ibadet yerleridir.

Nitekim Şeyhülislam Yahya Efendi şu beytinde bu konuya değinmiştir:
"Mescidde riya pîşeler etsün ko riyayı
Meyhaneye gel ne riya var ne müraî"
Yani gösteriş için camide namaz kılanları bırak, onlar gösteriş için namaz kılsınlar; sen hakikat meyhanesine gel, orada ne riya var ne de riyakar.

Pîr-i mugan ise, mürşid'i göstermektedir.
İranlı Hafız bir beytinde şöyle der:
Eğer pîr-i mugan (mürşid) sana seccadeni şarap küpüne daldır derse,
Tereddüt etmeden seccadeni şarap küpüne daldır;
Çünkü onun bir bildiği vardır. O bir hakikat yolcusudur.

Sakî ise Hak yoluna düşenlere yol gösteren halifeleri temsil etmektedir.

Bu şiirleri insanlar kendi kabiliyetine ve sezişine göre anlar, bazıları da anlayamaz, yanlış yorumlar.

Eski devirlerde yahüt günümüzde bu konuları gereği gibi anlayamayan kişiler bulunmaktadır.
Bunun gibi bazı velîleri bile yanlış anlamışlardır.

Büyük Hak şairlerinden Niyazî-i Mısrî hazretleri, şu kıt'ada bu hakikatı ne güzel anlatmışlardır.
Cemali zahir olsa tez celali yakalar anı
Görürsün birgül açılsa yanında har olur peyda
Bu sırdandır ki bir kamil zuhür etse bu alemde
Kimi ikrar eder anı, kimi inkar olur peyda
yani Hakk'ın cemali ortaya çıksa, celali hemen onu yakalar. Görmez misin herhangi bir yerde gül açılsa, hemen onun yanında bir diken meydana gelir.

Bu sebepledir ki bu alemde bir insan-ı kamil zuhür etse, kimi onu kabul eder, kimi de red eder. Nasıl ki Muhyiddin-i Arabî hazretlerini sevenler ona Şeyh-i Ekber (en büyük Şeyh) adını vermişlerdir. Sevmeyenler, onu inkar edenler de Şeyh-i Ekfer (Kafirlerin şeyhi) demişlerdir. Hz. Mevlana ise bir şiirinde, "Ben şunu bunu bilmem, ben ilahî aşk kaderiyle mest olmuşum." der.

Gerçekten de bu kainatı yaratan, akıl almaz güçte olan o büyük varlığa hayran olup kalmak varken, ben şuna inanıyorum, sen şuna inanıyorsun diye birbirimizle niçin çekişiyoruz?

Nitekim, Neyzen Tevfik de Cenab-ı Hakk'a hitaben:
"Değil binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca insanlar,
Senin hep gölgeni sevmiş, özünden bîhaber gitmiş." demiştir.

İngiliz fizik alimlerinden Sir Jones Jeano, Prof. Salih Murat'ın tercüme ettiği, “Etrafımızdaki Kainat” adlı eserin ikinci sayfasında şöyle demektedir:
"Bizim dünyamız diğer yıldızlara nazaran en küçük bir yıldızdır. Kainat pek büyüktür. Çünkü ışığı bize elli milyon senede gelen yıldız var. Bunların her biri, boş bir okyanusta giden bir gemi gibi yolculuk yaparlar. Bizler kumlar sayısınca çok olan bu yıldızlar arasında, bir kum tanesinin mikroskopik parçası üzerinde oturarak etrafımızı, uzay ve zamanla çevrilen kainatın maksat ve mahiyetini keşfe çalışıyoruz."

Bizim bu kainatı yaratan, büyük yaratıcının yaratma gücü karşısında şunu bunu düşüneceğimiz yerde, bu kainatı yaratan büyük yaratıcının yaratma gücü, eşsizliği karşısında hayran olmaktan ve şaşırıp kalmaktan başka çaremiz yoktur. O ne büyük yaratıcıdır, O ne kudretlidir. O ne güzeldir. Şu şöyleymiş, bu böyleymiş diyeceğimiz ve birbirimizle çekişeceğimiz yerde, aşk içinde yalnız onun hayranı olalım.

HZ.MEVLANA'NIN ŞİİRLERİNDEKÎ COŞKUNLUK

Bir Dîvân-ı Kebîr beytinde, Hz. Mevlana şöyle söyler. "Ben sözü aşkla söylüyorum. Çünkü dersi aşktan alıyorum. Ben canımı onun önüne koyuyorum, ona armağan ediyorum, çünkü o pek azını kabul eder, her şeyi kabul etmez."

Hallac-ı Mansur ve Bayezid-i Bistamî gibi bazı velîler ilahî aşk ile coştukları zamanlar, bazen öyle sözler söylerler ki, bu sözler şekil üzerinde kalan ve dinin hakikatına erişemeyen, dini taklidden tahkike götüremeyen bazı kişiler tarafından şeriata aykırı görülmüştür. Ve bu yüzden "Ben Hakk'ım" diyen Hallac-ı Mansur asıldığı gibi, kendinde Hakk'ı bulan Seyyid Nesîmî'nin de derisi yüzülmüştür.

Bu sözlerin derinliklerine inemeyenler, ifade etdikleri manayı anlamayanlar bu gibi sözleri beğenmezler. Nitekim Mevlana bir şiirinde "Biz sevgili ile beraber oturmuşuz da sevgili nerede deyip durmaktayız." (Dîvân-ı Kebîr, I/ 442) sözünü şeriata aykırı bulurlar da, Kur'an'da "Siz nerede olursanız olunuz biz sizinle beraberiz." (Süre: 57 / ayet: 4) "Biz size şah damarınızdan daha yakınız." (Süre: 50 / ayet:16) ayetlerinin sırrına akıl erdirmek istemezler. Bu bir seziş ve anlayış meselesidir.

Nitekim Hz. Mevlana bir şiirinde "Ene'1-Hak dediği ve gerçeğe işaret ettiği için halk anlamadı da Hallac'ı dar ağacına çekti. Hallac sağ olsaydı sırlarımın azametinden ötürü o beni dar ağacına çekerdi." demiştir (Dîvân-ı Kebîr, III/1459).

Mevlana bazen şiirlerindeki coşkunluğun farkına varır da, sözünden tövbe etmek ister, şöyle der: "Her gazelin arkasından gönlüm söze, lafa tövbe ediyor; bir daha böyle sözler söylerniyeceğim diyor amma, Allah'ın dileği gönlümün yolunu kesiyor, gönlün tövbesini bozuyor." (Dîvân-ı Kebîr, IV/1822)

Hz. Mevlana bir başka beytinde de şöyle buyuruyor:
"Beni yokluktan var eden, beni yaratan her an beni söyletmededir. Sonunda beni söyleten kerem buyurdu, bütün söylediğim sözler O oldu." (Dîvân-ı Kebîr, IV/ 1809) Bir başka beytinde de "Bazen ona av derim, bazen bahar derim, bazen ona şarap adını takarım, bazen de mahmurluğum derim." (Dîvân-ı Kebîr, IV/ 1837)

Hz. İkbal de bir şiirinde "Bir müslüman aşık değilse kafirdir." demiştir.
Hz. Mevlana da "Ben aşkı olmayan kişinin insanlığını inkar ederim." (Dîvân-ı Kebîr, 111/1610) buyurmuştur.

Bu şiirleri diğer şairlerin şiirleri ile mukayese etmeyiniz; bu şiirler aşk ile, kendinden geçmiş bir velînin gönlünden gelen sesleridir.

Bu sesler bazen insanı şaşırtır, bazen hiç bir şiirde duyulmayan manevî zevkler verir.

Sayın okuyucularım, okuduğunuz herhangi bir şiirin zevkine varmadınızsa onu geçin, başka bir şiiri okuyun. Bazen bir şiirde bir iki beyit pek hoşunuza gider.O gazelin numarasını yazın, başka zaman tekrar okuyunuz. Hatta hoşunuza giden beyitleri dostlarınıza da okuyun. O şiirin beraber zevkine varın, müşterek duygu sizi o şiirin derinliklerine indirecek, o zaman satırlar arasında Hz. Mevlana'nın mübarek kalbinin heyecanla, ilahî aşkla çarptığını duyacaksınız.

Sayın okuyucularım, Dîvân-ı Kebîr'den şiirler seçerken, sadece kendi beğendiklerimle kalmadım, Nicolson'un seçtiklerine, sayın Schimmel'in seçip Almancaya tercüme ettiklerine, Abdülbaki Gölpınarlı merhumun ve Mithat Baharî hazretlerinin Güldeste'lerine de baktım. En çok beğenilen şiirleri işaretledim.

Dört cilde böldüğümüz bu güldestede, her cildin sonunda o cilde aldığımız şiirlerin Fürûzanfer yayınındaki ilk mısraları ile cilt ve sayfa numaralarını ayrıca bir cetvel halinde belirttik ki, araştırıcılar için kolaylık olsun!

Bu şiirleri hissetmek, duymak saadetine ererseniz, bu şiirleri seçerek tercüme eden Şefik Can'ı, bu aciz kulu, hayırla yadetmenizi, hatalarını hoş görmenizi ve ruhuna Fatiha okumak lütfunda bulunmanızı niyaz ederim.

Ey tanıdığım ve tanımadığım sevgili okuyucularım!
Ey hikmet ve hakikati seven dostlar!
Ey Hakk aşıkları! Sizi büyük veli Hz. Mevlana'nın Dîvân-ı Kebîr'inden yaptığımız seçmelerle başbaşa bırakıyor, ben artık aradan çekiliyorum.

Cümlenizi hürmetle, sevgiyle selamlar, size sağlıklar, esenlikler manevî ve rühanî zevkler, neşeler temennî ederim.

5. 11. 1999

Em. Öğretmen Albay Şefik Can

Hasta yatağımda söylediğim bu önsözü yazan, bazı araştırmalarımda bana yardımcı olan, Mevlana aşıkı Nur Artıran Hanımefendi'ye teşekkürlerimi arz ederim.

KAYNAK:
1. Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Divan-ı Kebir'den Seçmeler, Çev. Şefik CAN, ÖTÜKEN Yay.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Divân-ı Kebîr Hakkında Notlar / Şefik CAN -rh.a.-
MesajGönderilme zamanı: 29.04.10, 13:43 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 30.04.09, 09:08
Mesajlar: 148
DİVAN-I KEBİR

Doç.Dr. Nuri Şimşekler


S.Ü.Fen-Edebiyat Fak.Öğ.Ü.

Mesnevî’den sonra en fazla ilgi gören bu eser, Mevlâna’nın çeşitli zamanlarda- özellikle Şems’in kayboluşundan sonra- söylediği şiirlerin bir araya toplanmasıyla meydana getirilmiş olup, onun iç dünyasını ve ruhsal durumunu bizlere yansıtır.

“Dîvân” kelimesinin sözlük anlamı “toplanılan yer”dir. Edebiyatta ise bir şairin söylediği-yazdığı şiirlerin tamamının belli bir düzen içerisinde bir kitapta toplanmasına denir. İslâmî Edebiyatlarda edebî tür olarak oluşturulan divanlar, genellikle şairlerin ölümünden sonra onları sevenler ya da takipçileri tarafından toplanarak; nadiren de sağlığında bizzat şairlerin eliyle meydana getirilmiştir.

Dîvân-ı Kebîr, Dîvân-ı Şems, Külliyât-ı Dîvân-ı Şems gibi adlarla anılan Mevlâna’nın divanı da onun ölümünden sonra muhtemelen oğlu Sultan Veled, Hüsâmeddin Çelebi ve diğer müritleri tarafından bir araya getirilmiştir. Tabii ki diğer şairlerde olduğu gibi Mevlâna’nın şiirleri de çeşitli mecmua ve şahıslardan toplanırken araya başka şairlerin şiirleri de karışmış ve 40-50 bin beyit hacimli Mevlâna divanları ortaya çıkmıştır. Günümüzde hâlâ devam eden bu problem için henüz bir çözüm yolu bulunamamış ve bu çözüm de şimdilik imkansız görünmektedir.

Yazma, Basma ve Beyit Sayıları
Mesnevî’ye oranla daha az yazması bulunan Divanın en muteber nüshası henüz tespit edilememiş; eldeki nüshaların beyit sayısı ise seçmeler ve tamamı olmak üzere 5 bin ila 47 bin arasında değişmektedir. Mevlâna Müzesi 72 no’daki 1271/1854 tarihli bir yazma ise eski nüshalardan karşılaştırılarak istinsah (kopya) edilmiş olup 28530 beyittir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın tamamını tercüme ettiği Dîvân-ı Kebîr’in yine aynı müzedeki (no:68-69) yazma nüshası ise 44834 beyittir.

Divanın tamamı Prof. Dr. Bedîüzzamân Furûzânfer tarafından 1345 hş./1966 yılında on nüshanın karşılaştırılmasıyla tenkitli neşir olarak Tahran’da basılmış ve şu ana kadar yapılan en iyi neşir olarak kabul görmüştür. Bundan önce 1885 yılında Hindistan’da ve 1336 hş./1957 İran’da (Tahran) yapılan neşir ise başka şairlerin şiirleri de karışmış olması bakımından değer taşımamış, yapılan tam tercümelerde esas kabul edilmemiştir.

Türkçe Tercümeleri
Divanda yer alan şiirler geçtiğimiz yüzyıllarda parçalar halinde Türkçe’ye(Osmanlıca) tercüme edilmiş ve mecmualar içerisinde yer almıştır. XX.yüzyılın başlarında ise (1896) Veled Çelebi tarafından İstanbul’da yayınlanan Mevlâna’nın rubaileri daha çok ilgi görmüş; başta Maârif eski vekillerinden Hasan-Âli Yücel olmak üzere (1932); 1939, 1944 ve 1955’de Âsaf Halet Çelebi; 1937’de Hüseyin Rifat Işıl; 1945, 1963, 1964 ve 1982’de Abdülbaki Gölpınarlı; 1964 (ve 1986) yılında M. Nuri Gençosman ve 1999’da Talat S. Halman tarafından tercümeleri yayınlanmıştır. Bu çevirilerden Gölpınarlı ve Gençosman’ın (1986, I-II c.) yayınları tam metin, diğerleri ise rubailerden seçmeleri kapsamaktadır.
Mevlâna’nın karışık şiirlerinden(Gazel ve Rubaî) seçmeler de ilk olarak Destegül adıyla Mithad Bahari (Beytur) tarafından yayınlanmış (İstanbul,1925 ve1959); 1955’de de Abdülbaki Gölpınarlı Güldeste adıyla Mevlâna’nın şiirlerini Türkçe’ye çevirerek yayınlamışlardır. Günümüzde de hâlâ devam eden bu tercümelerden Şefik Can’ın Divân-ı Kebîr’den Seçmeler, (I-III c., Ötüken Yay. İst.,2000) ve Dr.Yakup Şafak’ın derlemesi de sade bir dille hazırlanmış ve okuyuculara sunulmuştur.(Dîvân-ı Kebîr’den Seçmeler I, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay., 2000)

Dîvân-ı Kebîr’in günümüze kadar tam tercümesini yayınlayan tek kişi ise Mevlâna’nın tüm eserlerini dilimize kazandırmış olan Abdülbaki Gölpınarlı’dır. Gölpınarlı, ciltler halinde tercüme edip yayınladığı bu tercümesinin I. ve V. ciltlerini Remzi Kitabevi’nde (1956-1960), VI. cildi Milliyet Yayınları’nda (1971), VII. cildi ise İnkılâp Kitabevi’nde (1974) neşretmiştir. Bu tercümenin tamamı ise yine VII cilt olarak 1992 ve 2000 yılında Kültür Bakanlığı tarafından iki defa yayınlanmıştır.

Diğer Dillerdeki Tercüme ve Etkileri
Mevlâna’nın şiirleri son yirmi-otuz yıldır özellikle Avrupa ve Amerika’da büyük ilgi görmekte ve başta Almanca, İngilizce, Fransızca, İtalyanca olmak üzere birçok dünya dillerine tercüme edilmektedir. Bu yayınların sayısı ise tahminlerden oldukça yüksek olup hızla artmaktadır. Burada yakın zamanımızda yapılan bu tercümelerin detayına girilmeyecek, bilgi olması bakımından ilk tercümeler hakkında kısaca bilgi verilecektir.
Mevlâna’yı Avrupa’ya tanıtan ilk kişilerden biri olan Friedrich Rückert (ö.1866) 1821 ve 1836 yıllarında hem Mevlâna’nın şiirlerini Almanca’ya tercüme etmiş hem de Mevlâna’ya ithafen yazdığı şiirlerini yayınlamıştır.

Yine; Mevlâna konusunda tartışmasız uzmanlardan biri olan İngiliz R.A.Nicholson 1898 ve 1950 yıllarında Dîvân-ı Kebîr’den seçtiği şiirleri İngilizce’ye tercüme ederek Mevlâna’nın Batıda tanınmasına katkıda bulunmuştur.
Pakistan’ın millî şairi Muhammed İkbâl de (1877/1938) Mevlâna’yı örnek almış,onu kendisine “Pîr” bilmiş, onun şiirlerinden aldığı ilhamla Câvid-nâme adlı meşhur eserini oluşturmuş ve 1934 yılında neşretmiştir.

Birçok kişi tarafından İngilizce’ye tercüme edilen Mevlâna’nın şiirleri, günümüzde de Nevit Oğuz Ergin tarafından Gölpınarlı’nın Türkçe çevirisinden faydalanılarak İngilizce’ye çevrilmektedir. Şu ana kadar XII cildi yayınlanan bu tercüme TC. Kültür Bakanlığı’nın katkılarıyla Amerika’da (California) basılmıştır. (Dîvân-i Kebîr, Translated by Nevit Oğuz Ergin, I-XII c., 1995-2000, California, USA). Tamamı XXII cilt olarak tasarlanan ve geliri Amerika’da bulunan “Mevlâna’yı Anlama Derneği” ne (Society of Understanding Mevlâna) bağışlanan bu çeviri Amerika’da Mevlâna’yı ve fikirlerini tanıtma açısından oldukça önemlidir.

Yapısı ve Konuları
Divanın hemen hemen tamamını gazeller ve rubailer oluşturur. Mevlâna, Mesnevî’de olduğu gibi bu nazım türlerinde de gerek lâfız ve gerekse mânâ bakımından birinci sınıf şairler arasında nitelendirilir. Bu bakımdan; o klâsik mânâda kaside (övgü) şairi değil; ilâhî aşkın nitelendirildiği gazel ve rubai üstadıdır.

Mevlâna’nın gazelleri aruzun 21 ayrı bahrinde söylenmiş ve Gölpınarlı’ya göre de 21 ayrı divan oluşturulmuştur(47). Gazellerin sonunda yer alan iki bine yakın rubai ise ayrı bir rubailer divanı olarak telâkki edilebilir.
Mevlâna, gazellerinin büyük çoğunluğunu Şems olmak üzere az sayıda Selâhaddin-i Zerkûb ve Hüsâmeddin Çelebi için söylemiş ve çoğunlukla “Şems”, bazen de “Selâhaddin”, “Hüsâmeddin” mahlaslarını kullanmıştır. Ayrıca gazellerinin bir bölümünde de “Hâmûş” (suskun) mahlasını kullanmıştır. Şems’le karşılaştıktan sonra şiire daha da ağırlık veren Mevlâna “Hâmûş” mahlaslı şiirlerini muhtemelen Şems’ten önce söylemiştir(48).
Allah’a duyulan aşkı, döneminin özelliklerine uyarak şiir halinde yansıtan Mevlâna, Şems (güneş)(49) başta olmak üzere, bağ-bahçe, gül-bülbül, âşık-mâşûk, deniz-damla, mey-sâkî gibi sembollerle ilâhî aşkı hep ön plânda tutmuştur.

Mevlâna bu tarzdaki gazellerinde, Mesnevî’sinde olduğu gibi Allah’a kavuşmadan gönlünün huzur bulamayacağını, ilâhî aşkı yazmada aciz kalıp kaleminin kırıldığını, bu dünyanın bir balçıktan ibaret olduğunu, çok yemenin menzile ulaşmada engel teşkil ettiğini, aşkın akla olan üstünlük ve yüceliğini, nefsin kötülüğünü, miskin miskin oturan insanların bu tembellikleriyle maksada (ilâhî aşk) ulaşamayacaklarını, gecelerin uyumakla değil de aşk ve ibadetle geçirilmesi gerektiğini son derece vurgulayıcı olarak dizelere döküp hem lâfız, hem de mânâ ustalığını gösterdiği gibi, okuyanı eğitmeyi de ihmal etmez. Bu bakımdan Mesnevî’de olduğu gibi şiirlerinde de didaktik bir üslup hakimdir.
Bazı şiirlerinde de gazelin ruhundan farklı olarak sosyal konulara girer; rüşvet yiyen kadıları eleştirir; yalancı şeyhleri, yobaz bilginleri menfaatçi ve aşağılık olarak nitelendirir; pazar yerlerinden, düğün adetlerinden, sokakta oynayan çocuklardan, zulmete direnişten, özgürlükten bahseder. Mevlâna bu tarz şiirleriyle de adeta döneminin toplumsal olaylarını ve konumunu bizlere yansıtarak, bir tarihçi görevi yapar.

Mevlâna, bazen de karşılaştığı olaylarla ilgili fikirlerini şiirlerine yansıtır ve olayın içeriğine göre yine etkileyici bir üslubu tercih eder. Buna örnek olarak Selçuklu Sultanı Rükneddin Kılıçarslan’ın (ö.1265-66) Mevlâna’nın izin vermemesine rağmen Aksaray’a gitmesi ve orada öldürülmesidir. Mevlâna bu olayın ardından;
Ne-goftemet me-rev ancâ ki âşinât menem
Der-în serâb-ı fenâ çeşme-i hayât menem (50)
(Demedim mi sana gitme oraya; seni tanıyan, bilen benim ancak;
Şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak)
beytiyle başlayan meşhur gazelini söyler.


Mevlâna, yine Şems’ten sonra halife seçtiği Selâhaddin-i Zerkûb’un (ö.1258) ölümünden sonra son derece duygusal bir gazel söyleyerek onun ölümüne bütün dünyanın ağladığı gibi, meleklerin de gözyaşı döktüğünü, yaydan fırlayan ok gibi Selâhaddin’in kendinden ayrıldığını belirtir(51).
Mevlâna rubailerinde de şiir sanatları bakımından son derece başarılı olmuş; iki bine yakın rubaisinde gazellerinde olduğu gibi ilâhi aşkı ön plana çıkarmış ve yukarıda geçen konuları işlemiştir.

Mevlâna Niçin Şiir Söyledi?

Dünya edebiyatlarında edip ve düşünürlerin fikirlerini ifade aracı olarak yararlandıkları şiir, tarihin ilk dönemlerinde dahi önemli bir etkileme vasıtası sayılmış; şiire büyük bir önem verilmiştir. İslâmî edebiyatlarda (özellikle Fars edebiyatı), Selçuklu Devletinin güçlenmesiyle tasavvufî bir boyuta giren şiir, gerek bu dönemde gerekse ileriki zamanlarda, mutasavvıfların dinî anlayışlarını ve dinde takip edilecek yolları Kur’an ve Hadisler ışığında halka yol göstermeye amaç kılınmıştır. Bu dönemlerde yetişen fikir adamlarının hemen hemen tamamı bu amaç doğrultusunda şiir söyleyerek divanlar oluşturmuşlar, bununla övünmüşler ve çevrelerine binlerce mürit toplamışlardır. Yine bu dönemlerde bu tarzdaki kişilerin şiir söylememesi bir eksiklik olarak görülebilmiştir.

İşte böyle bir ortamda yetişen Mevlâna da döneminin özelliğine uyarak şiirler söylemiş; ama bu özelliğiyle hiç övünmemiş hatta şiirden bıkkınlığını dile getirmiştir. Mürit ve dostlarının ısrarlarına dayanamayarak şiir söylediğini belirten Mevlâna bu konuda şöyle der:
«...Yanıma gelen dostlar bıkmasınlar korkusu ile şiir söylüyorum, ki bununla meşgul olsunlar. Şiir söylemeyi ne kadar terk etsem de, onlar arayarak bana tekrar şiir söyletiyor...Ben nerede, şiir nerede? Allah’a yemin ederim ki ben şiirden usanmışım ve benim nezdimde şiirden daha kötü bir şey yoktur.»(52)
Mevlâna, yine gelenek olduğu üzere şiir söylediğini, oysa ki asıl istediğinin ders vermek, kitap yazmak ve vaaz vermek olduğunu belirtir(53).
Mesnevî’sinde de “Ne zamana kadar nazım ve nesir söyleyecek, sırları açığa vuracaksın? Hocam, bir günceğiz de dilsiz olmayı sına bakalım”(54) diyerek kendisine şiir söylememeyi telkin eden Mevlâna, bazen de mânâyı şiire sıkıştırmaya çalışmanın yanlış olduğunu ve okuyanların yanlış anlayabileceğini belirterek bundan çekinir(55).
Mevlâna, yine Mesnevî’sinde şiir yazmanın, vezin ve kafiye uydurmayı düşünmenin “Sevgili” den ayrı kalmaya sebep olacağını; asıl amacın üzüm bağına girmek olduğunu oysaki sözün, bu bağı duvarla örüp kapattığını vurgulayarak şöyle der:
«Ben kafiye düşünürüm, sevgili de bana der ki : Yüzümden başka bir şey düşünme!
Ey benim kafiye düşünenim ! Rahatça otur; benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki, sen onu düşünesin! Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.
Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da bu üçü olmaksızın seninle konuşayım.»(56)

Mevlâna, bu türlü şiirden yakınmasına rağmen özellikle Şems’in öldürülmesiyle(?) ondan ayrılmasından sonra kendini şiire vermiş(57); sabah-akşam, evde-sokakta içine doğan ilâhî sırları şiir halinde yansıtmıştır. Okuyanlara da bir gazelinde «Benim şiirim mısır ekmeğine benzer, gece gelir geçerse yiyemezsin; tazeyken yemeye bak, üstü tozlanmadan ye onu! »(58) diyerek şiirdeki mânâların bir an evvel kavranması ve buna göre hareket edilmesini öğütlemiştir. Çünkü Mevlâna, Şems vesilesiyle Allah aşkına ulaştıktan sonra gönlünü dünyevî nimetlerden temizleyip (mâsivâ) Allah’ın kemaliyle, onun aşkıyla doldurmuş ve bu duygularla şiirlerini söylemiştir. Öyle ki bir rubaisinde şöyle der:
Ben âşıklığı senin kemâlinden öğrendim.
Beyit ve gazel söylemeyi cemâlinden öğrendim.
Gönül perdesinde hayalin raksetmede;
Ben en güzel raksı senin hayalinden öğrendim(59)

Mevlâna, yine başka bir rubaisinde ilâhî aşkla şiir söyleme sebebini şöyle dile getirir:
Aşkın gönlüme dolduğundan beri,
Aşkından başka neyim varsa hep yandı;
Aklı, dersi, kitabı hepsini rafa kaldırdım
Ama şiirler, gazeller, rubailer öğrendim(60)

Mevlâna, Divanının Önsöz’ünde de şiirlerini ilâhî denizin ışıltıları, gayb denizinin iri incileri olarak nitelendirir ve devamında şöyle der:
“... Bu sözler (şiirler) ruhun sırları, Nuh’un gemisidir; kutlu nefeslerdir, kusurlardan münezzeh tertemiz Allah’ın esintileridir... Huzur ehlinin anahtarı, gayb âlemindeki hür kişilerin makamlarıdır...”
Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled de diğer şairlerle erenlerin şiirlerini kıyaslar; erenlerin şiirlerini Kur’an’ın tefsiri ve sırları olarak nitelendirir, babasının şiirlerini kastederek şöyle der:
“Erenlerin şiiri, şairlerin düşünceyle, hayalle, yalan, dolan, mübalağayla uydurdukları şiirlere benzemez... Öbür şairler bunların şiirlerini de kendi şiirleri gibi zannederler. Onlar bilmezler ki onların işleri de sözleri de Yaratıcı’dandır... Çünkü bunların şiirleri kendilerini değil Allah’ı işaret eder.
Âşıkın şiiri tamamıyla tefsirdir; şairin şiiri ise sarmısakın verdiği hararetten meydana gelir.
Âşıkın şiirinden Hakk kokusu gelir; şairinkinden ise şeytanın vesveseleri doğar.
Çünkü âşıkın şiiri Kur’an’ın tefsiridir; ruhun huzurudur; imanın nurudur.
Hâttâ ondan da öte, herkesi Allah’a ulaştırır; bu sırrı bil de kendine gel!
Bu şiirleri herkesin şiiri gibi okuma; her ikisinin şiirini de bir tutma!”

DÎVÂN-I KEBÎR’DEN SEÇMELER
Bize doğru gel, bize!
Bir an olsun düşüncelerden vazgeçsen ne olur? Balık gibi bizim denizimize dalsan, orada dalgalar yutsan ne çıkar?
Düşüncelerinden uyur, onlardan vazgeçersen Ashâb-ı Kehf’ten sayılırsın, düşüncelerden mukaddes, münezzeh bir nur kesilirsin; ne olur bu hale gelsen!
Sen bir saman çöpüsün, bizse devlet kehribarıyız; şu samanlıktan sıyrılıp kehribara dönsen ne olur ki.
Artık bu sefer toprak olacağım diye yüz kere ahdettin. Bir kerecik de ahdinde dursan ne çıkar.
Sen gizli bir incisin amma şu samanlıkta toprak rengini almışsın. A güzel yüzlü, ne olur yüzündeki tozu toprağı bir yıkasan da arınsan!
Padişah oğlusun sen, Cebrâil’in bile secde ettiği varlıksın sen. Ne çıkar a yoksul, babanın yurdunu bir arasan!
Tümden ayrılmış bir parçasın, bedenden ayrılmış bir elsin ancak; bari bundan sonra bizden ayrılmasan ne olur.
O vakit başsız kalırsın, malın mülkün gider, hırstan, kibirden ayrılırsın; fakat işte o zaman ululuk âleminde baş gösterir, görünürsün; ne olur bunu yapsan.
Hakk’ın zikrinden bir şerbet iç de düşünceden kurtul. Ey ilâhi rızaya mazhar olan, savaşa sarılmasan ne olur. Yeter artık, sen bir dağa benzersin; dağda altın madeni ara, bağırmayı bırak. Bağırıp dağı seslendirmesen ne çıkar!
(Gölpınarlı, I, 253; Furûzânfer,844)

***
Benden ayrılma demedim mi?

Demedim mi sana, gitme oraya;
seni tanıyan, bilen benim ancak;
şu yokluk serabında yaşayış kaynağı benim ancak.

Kızsan da, bin yıllık yola gitsen de
sonunda gene bana gelirsin; varacağın yer benim ancak.
Demedim mi sana, dünya hallerine, dünya şekillerine râzı olma;
senin râzı olacağın otağın, şekillerini düzen benim ancak.
Demedim mi sana deniz benim, sen bir balıksın;
karaya, kuruluğa gitme; arı duru denizin benim ancak.
Demedim mi sana, kuşlar gibi tuzağa gitme;
gel, kanatlarına uçuş gücünü veren benim ancak.
Demedim mi sana yol kesenler var, seni soğuturlar;
buz gibi ederler; havandaki ateş de benim, ıssılık da benim ancak.
Demedim mi sana, kötü huylar verirler sana;
beni kaybedersin; halbuki senin arı duru kaynağın benim ancak.
Demedim mi sana; “kulun işi gücü hangi sebeple düzene girer acaba?” deme;
sebepsiz, cihetsiz yaratıcı benim ancak.
Gönlünde bir ışık varsa bil bakalım, nerede evinin yolu;
ilâhi huyluysan eğer, bil ki ev sahibin benim ancak.
(Gölpınarlı, III, 250; Furûzânfer, 1725)

***

Geldiğin yer hiç mi aklında yok?..
Hiç biliyor musun? Rebap ne diyor, gözyaşlarıyla yanıp kavrulmuş ciğerlerle neler söylüyor?
Diyor ki etinden uzak düşmüş bir deriyim ben, nasıl ağlamayayım, nasıl dertlenmeyeyim ayrılıktan?
Tahta da diyor ki, yemyeşil bir daldım ben; balta kesti, bıçkı dildi beni.
A padişahlar, ayrılık garipleriyiz biz; sonunda dönülüp huzuruna varılacak Hakk’a feryat etmedeyiz, duyun feryadımızı.
Önce Hak’tan ayrıldık da şu dünyaya geldik; fakat halden hale, şekilden şekle döne döne ona gidiyoruz biz.
Sesimiz, kervandaki çana benziyor, yahut da buluttan düşen yıldırım sanki.
A konuk, hiçbir durağa gönül verme; çünkü ondan çekilip ayrılırken yaralanırsın sonra.
Rebabın şu dosdoğru sesi, ister Türk olsun, ister Rum ülkesinden, ister Arap; âşıksa onun dilincedir, onun dilidir.
Müjdeler olsun ey kavim! İşte bu, kapının açılışıdır; tezce dolanmaktan, batmaktan kurtuldunuz artık.
Kitabın aslı, yanında olan sevgilinin razılık vakti geldi çattı, ferahlayın.
Dedi ki kaybettiklerinize üzülmeyin; perdeleri yırtıp yakan dolunay göründü.
Otlak, sulak bir yer burası, çöktürün develerinizi; öyle nimetler var burada ki sayıya sığmaz.
Sevgide çekilen cefada binlerce vefa var; sevgiyle susmada güzel güzel konuşma lezzeti var.
A ulular biz sustuk, susmadaki sırrı anlayın artık; doğrusunu daha da iyi bilir Allah.
(Gölpınarlı, IV, 154, 155; Furûzânfer, 304)

***


http://www.semazen.net/sp.php?id=11


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 2 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye