"Nursi medrese,tekke,mektebi birleştirecekti"12 Nisan 2011
Muhsin Demirel tarikat, tasavvuf ve Risale-i Nur’u anlattı...
Röportaj: Dursun Sivri
Risale Haber
Muhsin Demirel dünyaya gözünü açtığından beri Risale-i Nur hizmetleri ikliminde hayatını sürdüren bir isim. Risale-i Nur hizmetlerinde saff-ı evvel olarak bildiğimiz birçok nur hizmeti tarihinde önemli yeri olan ağabeylerin içinde büyümüş. Çocukluk yıllarında hizmet adına birçok vazifeler deruhte etmiş. Lisans Hukuk… Kamuda uzman olarak görev yapıyor. Farklı hobileri olmuş. Hat konusuna eğilmiş. Sergi açacak derecede eserler verebilmiş.
Şimdilerde “Evradül Nuriye” başlığı altında çalışma yapıyor. “Ben Üstad Bediüzzaman’ın gece hayatı ile ilgileniyorum” diye espriyle karışık cevap veriyor. Ciddi çalışmaları var. Bediüzzaman’ın evradının takriben 3 bin sahifeyi bulduğundan bahsediyor.
Risale-i Nur ve tasavvuf konusunda röportaj yapmak istedik. Genelde bu alana “Zaman tarikat zamanı değil..” ifadesinde kalp yönünde zafiyetlerin, boşlukların olduğu konusunu nasıl değerlendirdiğini sorduk..
Uzun bir sohbet oldu. Kimilerin ilk defa duyduk diyebileceği enteresan tespitleri ve yorumları var. İstifadeye vesile olacaktır.
O RİSALEYİ SANKİ ÖMRÜMDE HİÇ OKUMAMIŞIM GİBİ GELDİBediüzzaman’ın “zaman tarikat zamanı değil imanı kurtarmak zamanı” sözünü nasıl değerlendirmek lazım?17 Ağustos 1999 Gölcük zelzelesinde izinliydim, İstanbul’daydım. Kayınpederde idim o gün. Kayınpederim eski astsubaylıktan atılma, Üstad’ı görenlerdendir. Onlar Alibeyköy’de oturuyor. Fakat bizim hemşire babamlarla birlikte memlekete gitmişti. Hemşirenin yanında da bizim yeğen var, evlerinde. Ertesi gün “bu çocuk evde yalnız ne yapıyor, gidip bir bakayım” diye düşündüm. Neyse gittim. Büfede vazo falan varmış o düşmüş. Bir iki ufak bir şeyler olmuş. O, içeride bilgisayar ile uğraşıyor ben de salondayım. Abdülkadir Badıllı ağabeyin tercüme ettiği Mesnevi-i Nuriye orada. Gayri ihtiyari onu aldım elime. Orada Üstad’ın takdim yazısı var. Mukaddemeyi okudum. Zelzelenin şiddetinden zannediyorum, o günkü halet-i ruhiyem, sanki ömrümde hiç okumamışım gibi geldi.
Özetle okuduğunuz yerdeki mesaj neydi?
“Ben, eski felsefe ile çok meşgul oldum. Kalbim, ruhum çok yaralıydı. Bir hakaikul hakikate çıkmak için yol aradım. Hangisine baktıysam, eski büyüklerin hepsinin kendine göre cazibedar bir tarafı var. Tevhid-i hakiki yalnız Kur’an’dır dedim. Aynı anda üstadlarımdan Mevlana Celaleddin, İmam-ı Rabbani, İmam Gazali gibi kalp, ruh ve sırrın beraber olduğu bir seyr-i sülûka başladım. Aynı şekilde ayetin sırrıyla hakaikul hakaike çıkmaya Kur’an’dan istimdat ettim. Zaten İmam Rabbani O’na demiş; Tevhid-i kıble et. Ben de tevhid-i kıble ancak Kur’an ile olur’ dedim” diyor ve her türlü şeyden delil bulmadan bahsediyor. Ve ondan sonra Mesnevi-i Nuriye’nin hasiyetlerinden falan anlatıyor. Orada bir yerde diyor ki;
“Ben, onları bir i’lem suretinde kaybettim. O zaman zaten o seyr-i sülûk esnasında o süratte hepsini yazmaya zamanım yoktu. Ki, talebelerim de hepsi zeki olduğu için bu işaretlerden anlıyorlardır. Mesnevi-i Nuriye, aynı turuk-u hafiye gibi enfüs cihetinden hakikate bir yol bulmuş. O’nun bahçesi olan Risale-i Nur, enfüsi olmakla birlikte afakî olarak ta hakaikul hakaike yol bulmuştur.” Neyse. Sonra bir, bir buçuk sayfalık bir şey anlatıyor.
Tefekkürü, yani enfüsi tefekkür, afakî tefekkürü de nasıl yapılması gerektiğini de izah ediyor başka bir bölümde…
Madem sordun şimdi onları da anlatacağım. Eylül başında Ankara’ya geldim. Bu olay Eylül’ün ortalarında veya sonuna doğru olabilir sorduğu soru ile ilgili bir olay yaşadım.
Ankara’ya gelince bir derse gittim. O derste bana ders tevcih ettiler, oku dediler. Ben de bu hatırayı anlatalı zaten 15-20 gün evvel olmuştu. Tuttum, orayı okudum. Çay molasında orada bulunanlardan birisi bana, “Ağabey, madem sen bu işleri biliyorsun. Sana bir soru sorabilir miyim?” dedi. “Sor kardeşim” dedim.
“Üçler, yediler, kırklar falan deniyor. Biraz açıklayabilir misiniz?”diye sordu.
İki cümle, üç cümle ya da dört cümle söyledim. Beşinciyi söyleyemeden oradan birisi bir fırladı, “Sen bize tasavvuf dersi mi veriyorsun?” diye itiraz etti. Bu olay benim de tabi çok gücüme gitti. Lavaboya gittim, orada bir iki dakika düşündüm. “Yahu ben burayı terk edeyim mi, oturayım mı, ne yapayım?” şimdi öyle kötü bir vaziyet oldu ki, hakaret hepsi yapıldı.
O zamanki halet-i ruhiyem de öyleydi, boynumu büktüm. Şimdi olsa belki bir tokat da ben çakardım. Hiçbir şey söylemedim. Bir-iki dakika oturduktan sonra dışarı çıktım, lavaboya gittim. Bundan sonra kalkıp gideyim diye düşündüm. Ondan sonra düşündüm içimden; “Bütün mesele nefsi terbiye etmek. Bu arkadaş böyle yaptı, benim nefsime ağır geldi ama o ayrı. O Cenab-ı Hakk’ın işi, o arkadaşın işi değildi. ‘Sen, efendi gibi yerine otur, çayını iç, meyve gelirse ye, ders okunursa dinle, edepsizlik etme’ dedim kendi kendime. Oturdum, gayet sakin bir şekilde dersi dinledim. Ondan sonra bir murakabe yaptık eve gelirken. “Ben, bu arkadaşın veya ev sahibinin yaptıklarından rahatsız olmam. Çünkü bizim nefsimiz ayaklar altına alınsa daha iyi olur” dedim.
RİSALE-İ NUR AKIL, KALP VE RUHUN BİRLİKTE HARMANLANDIĞI BİR KÜLLİYATTIR
Tasavvuftan bahsetmiş olsanız ne lazım gelir? Orada zahiri şeriata aykırı bir şey söylenmemişse?Neyse. Ondan sonra “Benim bulunduğum mecliste, benim bulunmamdan bazı kardeşler rahatsız oluyorsa o mecliste bir daha bulunmam” dedim. Ondan sonra o derse gitmedim. Haftalık dersti. Neyse. Şimdi bu tabi önemli bir şey. Buradan bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.
Bizim bazı arkadaşların mevzulara bakışı böyle. Materyalist bir bakış. Akli bir bakış. Ama Risale-i Nur, sadece akıl değil; akıl, kalp ve ruh, üçünün birlikte harmanlandığı bir külliyattır.
Özellikle Kastamonu Lahikası’nda akıl ve kalbin imtizacı diyor…
Sadece akıl ve kalp değil, ruh da var. Şimdi ben orada şunu da anlatmak istedim:
Bu enfüsi seyr-i sülûk nedir? Turuk-u hafiye misillü enfüsi turuk-u cehriye, afakî tefekkür nedir? Birkaç cümle de bunu söyledim. Oradaki arkadaşlar benim tasavvuf dersi verdiğimi zannetti. Hâlbuki ben orada Üstad’ın yazdığı metni ve orada geçen kavramların ne manaya geldiğini söyledim.
Üçler, yediler, kırklar meselesine gelince; zaten ders anında değildi. Çay molasında, orada ders dışındaki konulardan ders formatında değil sohbet esnasında idi. Bu arada Marks’ın kapitalinden gibi şeyler de sorabilir. Ne var yani bunda? Sen bir şey sordun bana, ben de, bilgi vereceğim sana, bildiğim kadarıyla sana anlatacağım. Bunda bir şey yok.
RİSALE-İ NURLAR ÇOK BOYUTLUDUR
Onu soran yeni gelen birisi miydi?
Yok, sürekli gelenlerden. Gerçi benden özür dileyip helalleşmedi ama ben hakkımı da helal ettim. Görüşüyoruz o arkadaşla hiçbir sıkıntım da yok. O gün için o da öyle bir halet-i ruhiyede olabilir. Benim hiçbir kardeşle bir meselem yok.
Şu mesele var; bazı arkadaşlar mevzuyu tek boyutlu anlıyorlar. Risale-i Nur’un hakikatleri tek boyutlu bir şey değil. Çok boyutlu hatta daha başka boyutları da var.
Şimdi olay şudur: Üstad Hazretleri tek fazda düşünen bir insan değil. Risale-i Nur da tek fazda bir düşünce değil. Şimdi tasavvuf nedir? Bunu birkaç cümle ile özetleyeyim. Bu tanımı hiçbir kitapta, hiçbir tasavvuf kitabında sana söylemez. İsterse kutb-u azam olsun.
BEDİÜZZAMAN MEDRESE, TEKKE VE MEKTEBİN BİRLEŞTİRİLMESİNİ İSTİYOR
Bazıları hal dili diyor…
Yok, yaşadığı hal onun tasavvuf. Benim demek istediği öyle değil, bilgi de değil.
Benimki belki bir ömür elde edilen veya bir ömürde elde edilecek şeyi birkaç cümlede ifade etmek tarzındadır. Şimdi Üstad Hazretleri eski risalelerinde de diyor. Bence demesi değil, hayatında bütün bu davayı gütmüş. Bu mesele, Medresetü’z-zehra meselesinde de Risale-i Nur meselesinde de Üstad Hazretlerinin taaa eski makalelerinde ve nutuklarında da var. Medrese, Tekke ve Mektebin birleştirilmesini istiyor. Yani Medresetüz Zehra projesi esasında, temelde budur.
Medresetü’z –Zehra’nın tam anlaşılamadığını düşünüyorum. Üzerinde çok ciddi etütler yapılması, araştırmalar yapılması, derli toplu ortaya konması lazım.
Sadece basmakalıp ezberlenmiş; “vicdanın ziyası ulum-u diniye, aklın nuru fünun-u medeniye…” paragrafı anlatılıyor…
Esasında sadece o değil. O da var da mesele sadece böyle yüzeysel olarak bir paragraftan ibaret değil. Üstad Hazretleri mektep, medrese ve tekkenin birleştirilmesini istiyor. Bunlar malum zaman içerisinde birbirlerini hasım telakki eden ve yüzyıllardır birbirleriyle dövüşen üç zümre. Şimdi mektebe baktığımız zaman esasında beşeri ilimler daha sonra girmiştir. Mektep, fünunun tahsil edildiği yerdir. Onun için Darü’l fünun deniliyordu. Yani Cenab-ı Hakk’ın tekvin ve ayetlerinin tahlil edildiği, ifade edildiği, ilim haline getirildiği ve ilmin öğretildiği müessesedir mektep.
Medrese nedir? Medrese, teşhir-i âlem yani kelam sıfatından gelen şeriatın ahkâmının öğretildiği, tedris edildiği yerdir. Daha eskiden hem tekvini hem teşrii, yani medresenin bu ayrımı yapılmadan, mevzular sadece medresede öğreniliyordu.
Bu tekvin-teşrii ayrımı, birisi kelam birisi hadis gibi mi?
Hayır, hayır öyle değil. Şimdi Cenab-ı Hakk’ın bizim muhatap olduğumuz iki şeriatı var. Cenab-ı Hakk’ın başka şeriatları da var.
BÜTÜN İLİMLERİN KANUNLARI SÜNNETULLAH’TIR
Sünnetullah dediğimiz.
Bir sürü şeriatı da var. Mesela âlem-i gayb ile ilgili şeriatı var. Başka şeriatları da var bildiğimiz ya da bilmediğimiz. Âlem-i gayb ile ilgili şeriat -buna ledün ilmi deniyor- bu hususi bir şey… Mesela Kur’an’da geçen Hz. Hızır kıssası, Musa-Hızır kıssası, Kehf Suresinde anlatılan dava budur. Ama biz bununla muhatap değiliz. Yani muhatabız da bundan mesul değiliz. Hz. Musa Resul olmasına rağmen, bir nebiye Cenab-ı Hak, benim böyle ilimlerim böyle şeriatlarım da var, diyor. Ama biz beşeriyet iktizası olarak tekvini ve teşrii şeriata muhatabız. Yani Cenab-ı Hakk’ın irade sıfatından gelen şeriat ki, kâinatta cari olan Adetullah kanunları var.
Yer çekimi kanunu gibi…
Yer çekimi, elektriğin kanunları, suyun kanunları, statiğin kanunları, dinamiğin kanunları, biyolojinin kanunları, astronominin kanunları, anatominin kanunları vs.
Yani bugün pozitif ilimler diye, tecrübi ilimler diye okunan, okutulan bütün ilimlerin kanunları ki Sünnetullah’tır, kâinatta cereyan eder. Biz insanlar olarak buna muhatabız. Nefes alıyoruz, su içiyoruz, yemek yiyoruz, dolaşıyoruz vs.
Dünyada herkesin mecburi tâbi olduğu kanunlar…
Herkes tâbi. Yani muhatabız. Bununla ilgili Kur’an’ın neredeyse üçte biri, dörtte biri tekvine aittir. Cenab-ı Hakk’ın kelam sıfatından gelen şeriatı vardır ki bu da teşrii âlemdir. Yani itikat, ibadet, muamelat, ukubat ve âhlakı ihtiva eder. Bunun da tedris edildiği yer, medresedir.
Tekke nedir? Tekke, hem teşrii hem tekvini âleme, kâinata, şeriata muhatap olan insanın, hangi hal dili ile muhatap olmasının adabını, erkânını öğretir. Kadere karşı böyle yap, mahlûkata karşı böyle yap, topluma karşı böyle yap, bunların terbiyesini ve adabını öğretiyor.
Uygulama diyebilir miyiz?
Tabi. Bu hal şeyidir. Öteki bilgiye dayanır bu hale dayanır. Genelde öyledir. Bunlar kategorik olarak farklı alanlardadır ama tarih içerisinde mektep, medreseyi cahillikle suçlamıştır. Medrese, tekkeyi ümmilikle suçlamıştır. İkisi birlikte mektebi kâfirlikle suçlamıştır. Tekke, medreseyi zahirperestlikle suçlamıştır. Bu asırlarca böyle geliyor.
Birbirini destekleyen şeyler değil mi?
Esasında kategorik olarak aynı değil. Elma ile armut, lezzeti de farklı, vitamini de farklı, her şeyi de farklı.
MEDRESETÜZZEHRA PROJESİ ÜÇ KATEGORİYİ BİRLEŞTİREN BİR PROJE
Tekke aslında medrese ve mektebin ürettiği ilimleri hayata geçirip oradan beslenmesi gerekmez mi?Neticede besleniyor. Neticede sen kâinatla baş başa kalıyorsun. Hayvanatla, tabiatla vs. baş başa kalıyorsun.
İkincisi: Bir toplumda yaşıyorsun. Annen var, baban var, komşun var, akraban var, arkadaşın var, devlet var, toplum var vs. Bunlarla edep dairesinde nasıl muhatap olacağının âdâbını öğretiyor. Allah ile nasıl muhatap olacaksın, bunun adabını öğretiyor. Bunlar kategorik olarak farklıdır ama zaman içerisinde kavga etmişler.
Üstad, bütün bunları birleştirmek lazım, diyor. Esasında Medresetüzzehra projesi bu üç kategoriyi birleştiren bir proje. Yani burada hem din ilimleri hem fen ilimleri öğretilsin, din ilimleri ve fen ilimleri öğretilirken bu insanlar bunu manzumdan lazıma intikal edecek bir şekilde öğrensin. Yani manzum, yazılan bu kitaplar; lazım da Kur’an’dan teşavur etmiş. Dolayısıyla insan hem maddi ilimleri hem beşeri ilimleri öğrenir. Ve bununla öyle büyük bir kemalat kazanabilir ki, buradan hakâiku’l hakaik’a da çıkar. Yani hem ruh hem kalp hem akıl hem fikir hem sır, bütün letaifle bu bilgiler o insan için tekâmül eder. Böyle bir ilim ile beslenmiş bir eğitim dünyaya hâkim olur, imparatorluğu yeniden kurulabilir. Üstad’ın dediği bu. Ama olmamış.
RİSALE-İ NUR BİLGİSİNİ TEST EDECEK BİR SİSTEM YOK
Olmayınca da Üstad Hazretleri bunu örgün eğitim içerisinde yapmaya çalışmış. Ama bu olmayınca Üstad da Risale-i Nur’u telif etmiş. Bu hakaiki Risale-i Nur içerisinde bu şekli ile dercetmiş. Bunu yaygın eğitim tarzında yapmış. Bugün ben senin, sen benim, beriki ötekinin, öteki berikinin Risale-i Nur bilgisini test edecek bir yetkisi var mı?
Sen mi daha iyi biliyorsun, ben mi daha iyi biliyorum belirsiz. Sen beşlik ben üçlük yani böyle bir şey yok. Ancak malumat ölçüsü var. Yani şu, biz sadece kendimizden daha iyi bildiğini vehmettiğimiz, hürmet ettiğimiz; -eski olanlara hürmet ediyorsun- yeni olanlara şefkat ediyorsun. Biraz meziyeti biraz da zaafıdır bu.
Üstad böyle düşünmüyor başlangıçta. Üniversitesi olacak. Orada müderrisleri olacak. Profesörleri, doçentleri olacak. Talebe gelecek, 5 ile mezun olan, 7 ile mezun olan, 9 ile mezun olan vb…
Sen iş adamısın. Eleman alacaksın. Tabii ki notu en yüksek olup mezun olan adamı istihdam edeceksin. Yani kategorik olarak toplumda bu bilgiyi elde edenler belli bir övgüden, imtihanlardan geçtikten sonra, örgün olarak toplum ona göre şekillenecek. Ama bu böyle olmayınca yaygın eğitim tarzında Üstad bunu yapıyor, gerçekleştiriyor, Risale-i Nurla gerçekleştiriyor.
Kategorize de mümkün değil, izafi bir durum var. Üstü kapalı kademelendirme var sanki…
O zaman herkes ihlâs kaidesini, uhuvvet kaidesini koyuyor. Prensip olarak böyle demesi lazım. “Herkes bu işi benden daha iyi biliyor, bunun en gerisinde olan benim” diyor.
Dolayısıyla Dursun kardeş okusun bugünkü dersi, biz ondan dinleyelim. Veya Dursun diyor ki ‘Muhsin ağabey biraz daha eskidir, o daha iyi anlatır, o okusun’ diyor. Ama bu, kategorik olarak test edilmiş, hangimizin hangimizden iyi bildiği, hangimizin hangimizden daha iyi anlatabildiği, beşlik mi bildiği, sekizlik mi bildiği vs. bu test edilmiş değil. Karşılıklı muhabbete, itimada dayanan bir sistem.
Risale-i Nur, bu üç bilgiyi ihtiva eden bir eser. Zaten tekvini âlemde cereyan eden Adetullah kanunlarının hepsini Risale-i Nur’un içerisinde derc ediyor Üstad Hazretleri. Hangi cümlesine, hangi paragrafına, hangi sayfasına bakarsan bak hep tefekküri ayetlerini derc etmiş. Üstad zaten medreseden geliyor.
Üçüncüsü: Böyle bir ilme muhatap olan insanların hangi âdap ve erkânı, bu hizmeti nasıl gelecek nesillere, insanlara ulaştıracağını, böyle bir bilgiye muhatap olan insanın hangi haller içerisinde, hangi mertebelerden, hangi imtihanlardan, hangi tecrübelerden geçeceğini; bunlara karşı ne yapması lazım geldiğini, bilhassa lahikalarda ve lahika misal yazılarda da bunun adabını, erkânını vs. öğreniyor.
Bu da tekkenin ilgi alanı esasında. Risale-i Nur’da bütün bu bilgi var. Ama ritüellerinden arındırılmış bir tasavvuf. Mevleviler sema yapıyor, Kadiriler şöyle zikrediyor; bunları atmış. Aynı gül ile gül yağı gibi. Gül; kokusu, rengi, biçimi kendine göre bir şey; Kadirisi, Nakşisi, kendine göre ritüelleri var.
NUR TALEBELERİ HEMEN HEMEN AYNI FORMATTA DÜŞÜNÜYOR
Bugün bu ritüellere ihtiyaç yok mu? Üstad’ın tanımlamış olması noktasından değil de iman, hayat, şeriat bağlamında; Risale-i Nur’un hayata geçirilmesi, tanımlanması noktasında bir ritüele ihtiyaç yok mu?
Benim bahsettiğim burada tasavvuf ritüeli. Yani Mevlevilerin sema yapması, Kadirilerin zikrinin şöyle olması vs. Bunların zikir âdetlerini değil de onun ruhunu, özünü ve manasını ve hülasasını aynı gülden gülyağı elde edilmesi gibi onun kokusunu, lezzetini, nektarını, etkisini Risale-i Nur içerisinde derc etmiş olduğundan bahsediyorum.
Bu itibarla Risale-i Nur, bütün türuk-u âliyeden elde edilecek bütün kemâlatı ihtiva edebilecek özelliğe de sahip. Tabi bunun da zaman içerisinde ritüelleri çıkıyor.
Mesela biz dersi nasıl yapıyoruz? Dünyada nerede Risale-i Nur dersi yapılıyorsa her yerde hemen hemen aynı formatta yapılıyor. Nur talebeleri hemen hemen aynı formatta düşünüyor. Aynı formatta, aynı hallerde, aynı hizmet tarzlarında gidiyor. Bu da kendine göre bir ritüel oluyor. Biz, ne yapıyoruz?
Mesela Ben bu işi çok iyi biliyorum, sen gelip diyorsun ki “ağabey, bu konuda Üstad hazretleri ne yapıyordu?”
Ben de diyorum ki “Kardeşim, şu risalenin şurasına bak” diyorum veya “Ben falanca ağabeyden şöyle duymuştum” diyorum. Bu bir bilgi, yayıla yayıla bütün Nur Talebeleri üç aşağı beş yukarı hepsi Üstad’ın davranışlarını biliyor.
SEYR-İ SÜLÛK, ESAS İTİBARİYLE BİR ŞUURLANMA SÜRECİDİR
Bir nevi tekkenin misyonuna benziyor diyebilir miyiz?Bir yerde tabii. Kendine göre bir ritüel gelişiyor burada. Ama bu ritüel tasavvufi manada bir şeyhe bağlı bir zikir şekli değil. Bu da kendine göre bir tarz işte…
Özgün bir şey…
Tabii. Risale-i Nur’un özünde hem bilgi olarak hem hal olarak hem verilen mesaj olarak bu üç mesele hem kalp hem akıl hem ruh, hepsi var. Üstad’ın seyr-i sülûku bu. Seyr-i sülûk deyince millet acayip bir şey zannediyor. Seyr-i sülûk, esas itibariyle bir şuurlanma sürecidir. Çok indirgersek özü şuurlanma sürecidir.
Yirminci Mektup’ta, İman-ı billâh, Marifetullah, Muhabbetullah ve Lezzet-i ruhaniye süreci buna karşılık geliyor mu?
Tabii ki. Aynen ona geliyor. Ama Üstad, tasavvufi manada terminolojileri fazla kullanmıyor. Ama bilgiyi veriyor sana. Bu çok orijinal bir şey esasında.
(Devam edecek)
http://www.risalehaber.com/news_detail.php?id=104324