Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 31 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2, 3, 4  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: “Batı Çalışma Grubu” irticaya karşı! / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 04.05.09, 09:43 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan

D.Mehmet Doğan - Vakit
2009-05-04
Tatil bitti!


Bir süredir, yani dört yıla yakın, günlük yazı yazmadığımıza şaşan yakınlarımız, dostlarımız, okuyucularımız sık sık tatilin ne zaman biteceğini soruyorlardı.
Eğer geçen günler tatilse, işte bugün bitti!
Uzun süren tatilimiz süresinde neler yaptık? Vaktimizi nasıl geçirdik? Elbette okuyucularımıza bunun hesabını vermeliyiz.
Aslında günlük yazı anlamında tatilimiz, 1996 mayısında TBMM tarafından RTÜK üyesi seçilmemizle başladı. Altı yıl olması beklenen ve fakat dokuz yıla sarkan uzunca bir tatil!
RTÜK faslı, elbette konumuzun dışında. Burada ne yapıp ne yapamadığımız hesap dışı değil, ama konu dışı. Bu dokuz yıl boyunca da yazı işleri anlamında boş durmamaya, yazarlıkla alâkamızı kesmemeye çalıştık. Günlük değilse de, haftalık yazılar yazdık. Beş tane kitap yayınladık: Kitaplık Kılavuzu, Türkistan-Türkiye Gergefinde İran, Türkendülüsiye-Hilâl Operasyonu-, Bir Lügat Bulmadım ve Yüzyılın Soykırımı. Ayrıca Büyük Türkçe Sözlük’ün genişletilmiş baskısını da bu dönemde hazırladık.
RTÜK üyeliğimiz, 2005 temmuzunda sona erdi. Hükümet kanunu değiştirdi, 9 yeni RTÜK üyesi seçildi ve bizim uzamış görevimiz de tamamlandı. Hükümetimiz, bu işlemi yaparken, bize –her halde haklı olarak- sormak ihtiyacını dahi hissetmedi. Hatta, değil Muhterem Başbakan, RTÜK’le ilgili Bakan dahi bir telefonla olsun, “bugüne kadar yaptığınız hizmetler için teşekkür ederiz” demek lüzumunu duymadı.
“İlgili Bakan”, Bakan olmadan önce en çok görüştüğümüz şahsiyetler arasındaydı. Sonradan kulvar değiştiren “irticaî” bir televizyonun Ankara’da ilgilisi olarak 28 Şubat döneminde tek görüşebildiği RTÜK üyesi olduğum için, bu görüşmeler hayli sık oluyordu!
28 Şubat’ın sert rüzgârları, her tarafı kasıp kavururken, “irticaî” televizyonlar ve radyolar listesi MGK toplantılarının baş konusu olurken, Genelkurmay İkinci Başkanı “Bir-General” hazretleri “filan televizyonu feşmekan maddeye göre derhal kapatın, sonucu bana bildirin!” deyu yazılı emirler yağdırırken, hedefte olan televizyonların bu muhataralı dönemi nasıl atlatabildiklerini o zaman o yayın kuruluşlarının ilgilileri gayet iyi biliyorlardı, şimdi bilmek ihtiyacını hissetmiyorlar bile. Çünkü bazılarının yayın muhtevaları tamamen değişti...
2005 temmuzunda, RTÜK Kanunu’nda değişiklik yapan kanun kabul edildiğinde, gerçekten tatilde idim. Vazifem sona erince, tatili uzattım. Bunu hakettiğimi düşünüyordum. “Viran olası hanede evlad ü ıyal var” sözünü hatırlamak için fazla zamanım olmadı. Emeklilik dilekçesi verdim. Tabiî ki SSK’dan...
Kanuna göre, RTÜK’ün iki türlü üyesi vardı. Birisi devlet cenahından gelenler, onlar hiç bir hak kaybına uğramadan, derece-kademe alarak mümtazen terfi ederek görevlerini tamamlıyor; diğeri halk cenahından seçilenler, SSK’dan geliyor, SSK’ya dönüyor; emekli olurken kıdem tazminatı dahi alamıyor!
SSK’dan RTÜK dönemini de içine alacak şekilde emekli olmak için yeni seçilmiş olan RTÜK başkanı ile bir yıl süren bir mücadeleye mecbur kaldım. Başkan sonunda lütfetti, bizim RTÜK dönemi ile ilgili emekliliğimizi onayladı. Ona ziyadesiyle müteşekkirim. Sonradan da RTÜK adına beni mahkemeye verdi! Görev sırasında kesintilerin SSK’ya değil de Emekli Sandığı’na yapılmasının -hiçbir talebimiz ve yetkimiz olmamasına rağmen- sorumlusu biz sayılıyorduk ve eski TL ile 15 milyara yakın bir talepte bulunuluyordu. Halen mahkeme devam ediyor!
SSK’dan emekli olmaktan başka ne yaptığım merak ediliyorsa, kısaca onu da arz edebilirim. Türkiye Yazarlar Birliği’nin faaliyetlerine olan katkımı sürdürdüm. Yurt içinde ve dışında birçok güzel faaliyet gerçekleştirdik. Kitaplar yayınladık. Geçen sene TYB’nin 30. yılı idi. 30. yılı dolu dolu faaliyetlerle geçirdik. Dört yıl içinde üç yeni kitabım yayınlandı: Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu, Devlet Sözlük Yazar mı, İslâm Şairi-İstiklâl Şari Mehmed Âkif. Üç kitabım da yayına hazır: Türkistan-Türkiye/Türk Kimliğinin Coğrafyaları, Son Darbe Ergenekon ve Oyunun Tadı Kaçtı.
Bu arada, RTÜK’te iken başlatılan bir dâva ile ilgili soruların da zihinleri çok fazla meşgul ettiğini tahmin edebiliyorum. İşte şimdi Ergenekon dâvasının esasını teşkil eden darbe teşebbüslerinin, Ayışığı’nın, Sarıkız’ın düşünceden uygulamaya geçirilmek istendiği günlerde, yani 2004 yılı başlarında bulunduğum görevde etkisiz kılınmam için bir dâvaya dâhil edildim. Bu dâvaya dahil edilmemde başrolü oynayan yüksek rütbeli şahsiyetler, sürmekte olan Ergenekon Terör Örgütü dâvasının baş sanıkları olarak ya hapishanedeler, ya da hapishanede olmamak için kendilerini sevkettirmeye muvaffak oldukları hastahanedeler!
“Dahası” derseniz, bir emekliden daha ne beklenir ki? Vesselâm...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Hafıza tazelemesine yardımcı olalım! / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 05.05.09, 09:39 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
D.Mehmet Doğan - Vakit

2009-05-05

Hafıza tazelemesine yardımcı olalım!


Onu âniden televizyonda gördüm. Epeydir görmemiştim. Nasıl sevindim bilemezsiniz. “Böyle umumî yerlerde göründüğüne göre, iyileşmiş olmalı” dedim. Hatta tam sıhhatine kavuşması için dua ettim.
Âcil şifalar generalim! Bir an evvel iyileş. Taburcu ol. Koğuşuna, yani cezaevine dön.

Senin arslanlar gibi mahkemeye çıkıp savunma yapmanı bütün Türkiye gibi ben de bekliyorum...
Kimden söz ettiğimi okuyucularım anlamışlardır her hâlde. Hani, Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) dâvasından ötürü, askerî alandaki ofisinden alınarak tutuklanan ve Kandıra cezaevinde merdivenlerden düşerek beyin kanaması geçirdiği gerekçesiyle ve GATA patentiyle tahliye edilen eski Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur İstanbul’un en sosyete yerlerinden Caddebostan’da bir kafeteryada görülmüş. Görülmekle kalınmamış, görüntülenmiş de... Biz de bu vesileyle ekranda gördük, dâvacımız e-generali.

Hemen müzevvirler harekete geçmiş tabiî, “nasıl olur da beyin kanaması geçiren bir adam, açık havada bir yerlere gidip çay kahve içebilir” diye!

Bereket General’in yakınları gerçeği açıklamışlar: “Doktorları hafızasının yerine gelmesi için sokağa çıkmasını salık verdi”.

Hafıza tazeleme meselesi böyle durumlarda fevkalade önemli. Gerçekten, hafızasını kaybeden bir kişinin sağlığına kavuşturulması için ne gerekiyorsa yapılmalı. Bu çabayı sadece ailesinin değil, bütün milletin göstermesi lâzım. Onunla bir şekilde ilişkisi olanların da aileleri kadar sorumluluğu var.

Ben şahsen, muhterem e-generalin hafızasına kavuşması için naçizane her türlü katkıya hazırım.
Doktorlar ilgili hastayı bana göndermeden, ben her türlü yardımı ve kolaylığı taahhüt ediyorum.
Evet! Bu e-general benim dâvacım.

Ona bu hususla ilgili safahatı hatırlatırsam, hâfızasının hemen yerine geleceğine inanıyorum.
İnsanlar, kötü şeyleri normal zamanda bile hatırlamak istemezler; elbette hasta iken hiç mi hiç hatırlamazlar. Ama iyi şeyleri, başarılarını, mutlu günlerini, muktedir zamanlarını; bir parmak hareketiyle kişileri, kurumları harekete geçirişlerini hatırlamakta hiç güçlük çekmezler.
Hani, sayın general, 2004 yılının başları idi. Sarıkızların Ayışığıların gündemde olduğu, sürenizin dolmasına az zaman kaldığı günler. Ya emekli edilecektiniz, ya da başarıya ulaşıp, başka bir kuvvet komutanı olarak görevinize devam edecektiniz. Bir darbenin organize işlerinden biri ile ilgileniyordunuz. Elinizdeki devlet imkânlarını kullanarak istediğinizi, arzu ettiğiniz şekilde suçlu gösterecek kumpaslar kurduruyordunuz. Bu vesile ile naçizane şahsımı da bir dâvaya dâhil edivermiştiniz!

Devletin dev kulağı sizdeydi. Emriniz altında bir sürü “teknik” eleman çalışıyordu. Bu fakiri bir dâvaya dahil etmek ve sonucuna ulaştırmak sizin için hiç de zor değildi. Mahkeme, bir tazminat davasını neredeyse ceza davasına çevirmişti. Telekom’dan emrinize uygun yazı çıkarttırmıştınız. Telekom’un ilk cevabını iki cümleyken bire indirtmiş ve ilk cümle ile beni suçlu ilan ettirecek medyatörlerinizi bütün hırıltıları ile üstüme salmıştınız. Bir taraftan savunmanlarınız, bir taraftan medyatörleriniz bangır bangır bağırıyorlardı. “Onun her şeyini alacağız! Kolundaki saati bile!”
Kolumda saat olsaydı, onu anında size gönderecektim. Ne yazık ki ben bir saat kullanma özürlüydüm. Daha doğrusu parmağımda yüzük, kolumda saat taşımaktan hoşlanmıyordum.
Mahkeme kararını Yüksek Askerî Şûra’dan önce çıkarttırmış ve medyadaki adamlarınıza “Generallerin hukuk zaferi” manşetini attırmıştınız...

Yine bu tür adamlarınız, anında hesaba çökmüşler ve benim bu tazminat davasında kesilen cezayı ödemem için 120 yıl yaşamam gerektiğini buluvermişlerdi. Bu salmalardan birinin televizyon haberini dinleyen o sıralar 7 yaşında olan kızım, hüngür hüngür ağlamaya başlamış ve “babam yüz yirmi yıl nasıl yaşayacak” demişti!

Bilmem bu anlattıklarım, sizin hatırlamanıza yardımcı oldu mu?

Ne de olsa, son bir yıl içinde başınızdan bir hayli iş geçti. Hayal bile edemeyeceğiniz muamelelere maruz kaldınız, kendinizi her şeye rağmen “mağdur” hissettiğinizden eminim.

Bu anlattıklarım, bir zamanların muktedir kumandanına eski kudretli günlerini hatırlatmış olmalıdır. Öyle sanıyorum ki, yakınları ona benim yazımı okuyacaklar ve “e-generalim, bakın bir zamanlar siz ne kadar güçlü idiniz. Hukuk sizi dinlerdi, şimdi de eninde sonunda dinleyecek, müsterih olun!” diyeceklerdir.

Onlara tavsiyem, yazının bundan sonrasını okumamalarıdır. Çünkü e-generalimin tekrar hâfızasını kaybetmesini asla istemem.

Bidayet mahkemesinin alelacele aldığı kararı şahsımla ilgili eksik incelemeden Yargıtay bozdu. Dâva mahkemesine döndüğünde, eski hâkim emekliliğini istemiş ve olmuştu... Süren mahkeme, bilirkişilere konuyu havale etti. Bilirkişiler lehimde çok kuvvetli mütalaalar verdiler.

Caddebostan’da eşiyle birlikte görüntülenen Mukaddes yengenin, bana bu hizmetimden ötürü teşekkür edeceğinden hiç şüphem yok.
“Bir şey değil, sadece vatandaşlık görevimi yaptım. Eşinizin iyileşmesi herkesten çok benim arzumdur.”


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 06.05.09, 13:01 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
D.Mehmet Doğan

Vakit
2009-05-06

Dal Dalan! Dal Dalan! Daldan aşağı!


En ünlü Ergenekon hastalarından Bedrettin Dalan’ın mumları birer birer sönüyor. Onun ABD veya İsrail’deki ikametinin bir hayli uzun süreceği anlaşılıyor.
Rahmetli Turgut Özal’ın her ne sebeptense keşfedip İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı yaptığı Bedrettin Dalan bir süre sonra, kendinde güç vehmetti ve siyasetin birinci aktörü olmaya soyundu. Fakat ne partisi iflah oldu, ne de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına tekrar seçilebildi. Beklenmedik şekilde, Tayyip Erdoğan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına seçildi. Bu zor süreç onu Türkiye’nin Başbakanlığına kadar götürdü. Dalan da vazife sırasında oluşturduğu “kuvvetli” altyapı üzerine zengin bir vakıf ve üniversite kurdu. Vakfı ve üniversiteyi kullanarak bir arkaplan siyaseti sürdürmeye devam etti.
Halkın oyu ile seçilme umudunu kaybeden Dalan’ın oligarşik güç merkezlerinden medet umduğu anlaşılıyor. Ergenekon dâvası ile ilgili dosyalarda onunla bağlantılı olarak ortalığa saçılan bilgiler bizi hiç şaşırtmıyor.
Kendi ifadelerine göre, 28 Şubat’ın asıl mimarı imiş. O buyurmuş, 2. Başkan gereğini yapmış, böylece 28 Şubat süreci başlamış... Bu iddianın muhatabı, o sıralar omuzlarında parlak yıldızlarla MGK’da tafra satanlar olmalıdır. Evet baylar: Talimat Dalan’dan mı, sizden mi?
Bu sürecin Türkiye’ye ve TSK’ya neye mal olduğu malûm. Bin yıl sürmesi murad edilen 28 Şubat, 10. Yıla varmadan döküldü. Bütün görünen aktörler saf dışı kaldı. Arkaplan aktörleri, bu yarım kalmış gibi görünen darbeyi tamamlamak için canhıraş gayretlerini sürdürdüler. Bunların en başında da Bedrettin Dalan’ın geldiği anlaşılıyor. O sıralar onun din düşmanlığının iyice azdığı, başörtülü üniversiteli avında ön saflarda yer aldığı biliniyor. Bugüne kadar bilinmeyenler ise, Ergenekon davası sayesinde ortalığa dökülüyor.
Bundan beş-on yıl önce Dalan’la ilgili bir yazı yazsak ve onun atıf merkezinin İsrail olduğunu, Yahudi lobileri ile içli dışlı olduğunu iddia etse idik, bazı çevreleri asla inandıramazdık. Dinsiz milliyetçilik demek olan “ulusalcılık” şemsiyesi altında bu iddialar kolaylıkla savuşturulurdu. Şimdi Dalan, hani şu, evinin penceresinde manzara seyrederken, ortalıkta kimse görünmediği için rahat rahat burnunu kurcalayan ve kimse tarafından görülmemenin verdiği güvenle bu işi keyifle sürdürenlere benziyor. Bu durumda, birilerinin kendisini böyle pis bir iş yaparken görmek ihtimalini düşünmesi mümkün değildir.
Dalan’ın pis işleri artık kamuoyunun malûmu oluyor. Yine ünlü Ergenekon hastalarından, şu anda GATA’da misafir edilen emekli tuğgeneral Ersöz’e “TSK’dan umudu kestim, tek başıma Amerika’yla, Yahudi lobileriyle kaç aydır dalmalara başladım” demiş.
Bu gerçek bilinmez değildir. Türkiye’de darbecilerin hangi merkezlerle bağlantılı oldukları herkesin malûmudur. Bu malumu ilâm etmek yine de zordur. Dalan, açıklıkla söylüyor. Derin devletin derinliği onu tatmin etmiyor, o derinlikten daha derinlere gidiyor, ABD ve Yahudi lobileriyle dalıyor.
Eskiden, ülkesinde zora sokulan bazı şahsiyetler, yurtdışında büyük güç kazanırlardı. Bir gün gelir, ayrılmak zorunda kaldıkları memleketlerine kahraman olarak dönerlerdi. Dalan da belki zamanla böyle bir güç kazanabilirdi. Fakat, ipliği pazara çıktı. Nerede ne yaptığı, kiminle ne konuştuğu, ne haltlar karıştırdığı hem de kendi ifadeleriyle biliniyor artık. Her Allah’ın günü bir maskesi düşüyor. Arkasından çıkan yüz asla bir kahraman yüzü olamaz.
Dalan’ın oltasına derinlerden takılan eski püskü bir İsrail postalından başka bir şey değil!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 07.05.09, 08:05 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
D.Mehmet Doğan

Vakit
2009-05-07

Vakıf Haftası ve “Atatürk”


Genç dostum, bir Avrupa ülkesinde doğmuş. Onlara “üçüncü nesil” diyorlar galiba. Hani 1960’larda vagonlara yüklenip Almanya’ya işçi olarak gönderilen, orada para kazandıktan sonra dönüp memleketindeki hayatını sürdürmesi beklenen ve fakat aradan geçen bunca zamana rağmen, dönmeyip çoluk çocuk, sonra torun tosun sahibi olan bir vatandaşın soyundan. Dedesi, emekli olmuş ama hâlâ orada; torun bir arayış içinde ve şimdilik ata memleketinde. Onunla Türkiye ahvalini konuşmak hoş oluyor. Bizim gibi resmî tabular ve dogmalarla yetişmediği için, hassas mevzulara yandan geçmeyi bilmiyor. Söylenmesi gerekeni uluorta söyleyiveriyor.
Birkaç gün önce bir davetiye ile çıkageldi. Baktım Vakıf Haftası davetiyesi. Bir zamandır Vakıflar Genel Müdürlüğü “Vakıf Haftası” düzenliyor. Vakıf müessesesinin önemini ve değerini halkın hafızasında canlı tutmak için düzenlendiğini sandığım bu haftalar galiba başlangıçta yılın sonlarında yapılıyordu. Bir zamandır da mayısın ilk haftasında yapılıyor.
“Alamancı”nın torunu -mahallede ona Hans diyorlar, elbette- davetiyeyi altındaki notu açıklamamı bekler bir eda ile okudu. Açılış toplantısı büyük bir salonda yapılıyordu ve fakat salona gitmek için Anıtkabir’den servis otobüsleri kaldırılacağı belirtiliyordu. Benden açıklayıcı bir söz bekleyen genç dostum, “vakıfları Atatürk mü kurdu?” diye sordu. Bu normal Türk vatandaşı için safdilane addedilmesi gereken soruya nasıl cevap vereceğimi biraz düşünmek zorunda kaldım. “Vakıfları değilse de, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nü o kurmuş olmalı” dedim.
1924’te Şer’iye ve Evkaf Vekaleti (Din İşleri ve Vakıflar Bakanlığı) lağvedilince, Vakıflar Umum Müdürlüğü kurulmuştu. Genç dostum vakıfların bakanlık seviyesinden genel müdürlük seviyesine indirilmesinden pek hoşnud olmadı. “Öyleyse çok büyük vakıflar yapmış olmalı Atatürk” diyerek, cevabımdan tatmin olmadığını açığa vurdu. “Yok” dedim; “Atatürk hiç bir vakıf yapmadı. Hatta onun döneminde vakıf kurmak mümkün değildi.” (“Yasaktı”, diyemedim, konuşma zeminini sertleştirmemek için. Hatta vakıfların tasfiyesi için harekete geçildiğini, içinde camilerin de bulunduğu çok sayıda vakıf emlâkinin ucuz pahalı demeden satıldığını da söylemedim.)
Bundan sonraki “neden” sorusunun cevabını bir türlü açıklayamadım, Türkiye dışında büyümüş bu “Türk genci”ne.
Neden Vakıf Haftası Anıtkabir’de başlıyordu?
“Cumhuriyetin kurucusu olduğu için saygı maksadıyla” diyecek oldum.
Vakıflar bir Cumhuriyet kurumu mu idi? Saygı için ille de kabir ziyareti mi gerekiyordu? Atatürk batıcı değil miydi? Batıda, Avrupa’da böyle şey yoktu. Dinî muhtevalı bir kurumla ilgili olarak Atatürk’ün ziyaret edilmesi mantıksız değil mi idi? “Bütün resmî açılışlarda böyle yapılıyor galiba” demem de onu tatmin etmedi. “Camiler Haftası’nda veya Kutlu Doğum Haftası’nda da gidildi mi?” diye sordu bu sefer de.
Sonra “bence” diyerek fikirlerini açıklamaya başladı.
“Bence Vakıflar Haftası, ya vakıfları icad eden kişinin ziyaretiyle başlamalı, ya da en büyük vakfı yapan kişi sağsa onu. Ölüyse kabri de ziyaret edilebilir, ama açılıştan sonra.”
Beni suskun gören alamancının torunu, düşüncesini açıklamak ihtiyacını hissetti. “Ben anlamıyorum bu laikliği, pozitivizmi, bilimciliği. Laik ve pozitivist bir devlet, kabir ziyaretini nasıl protokol haline getirir? Bir mezarı dilek kapısına dönüştürür? Geçenlerde, Ergenekon savcısının sorgulamasından sonra mahkemece tutuklanan bazı zevatın yandaşları da Anıtkabir’e gidip, savcıyı şikâyet etmişlerdi. Yoksa, Vakıflar Genel Müdürü de böyle bir şikâyet için mi oraya gidiyor?”

Hay sen çok yaşa Hans (pardon, Hasan)!
Bir de bana eski Demir Perde fıkralarından birini anlatmasın mı?
Efendim, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Sovyetler Birliği’nin dimdik, sapasağlam ayakta olduğu o eski günlerde bir gün, partinin politbürosu, büyük Rus yazarlarından Maksim Gorki’yi anmaya karar vermiş. Parti yetkilisi Maksim Gorki’yi anma programını açıklamış: “Önce yoldaş Lenin’in mozolesini ziyaret edip saygı duruşunda bulunduktan sonra...”
Bu gidişle Hasan dede-baba memleketinde pek fazla kalamıyacağa benziyor!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 08.05.09, 09:33 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-05-08

Mağlubiyet ideolojisi eleştiri ölçütü olmaktan çıktı



Ergenekon’un her işe yarayışlı elemanları vardı. Elbette medyatik elemanları da mebzul miktarda mevcuttu. Bir tanesi vardı ki, sağlığında çok ötücü bir kuştu. Bu karga uzun süre kartelin amiral gemisinde çöreklenmişti. Oradan gaklayıp dururdu. Patronu, ergenekonculuk tavsayınca artık işlevini yitirdiği için, gazeteden attı. Bunun üzerine kitaplar filan yazdı. Şimdi bir ufak gazetede tutunmaya çalışıyor. Oradan bir zamanlar çok işe yarayan, bazı güçleri harekete geçiren muhbirlik vazifesini sürdürüyor. Bir tek mesele var, bir zamanlar onu muhbirlikle görevlendirenler, şu anda görevlendirmesini uzatacak durumda değiller. Zaten bu güçleri olsa idi, eski gazetesinde çalışmasını sağlarlardı.

Eski Ergenekon kargası hükümetteki değişikliği yorumluyor. Bülent Arınç başta olmak üzere, dört yeni bakana takmış. Bunlar için yasak isteniyormuş, ama, bakan yapılmışlar...

Bu echelliği tescilli adama, daha önce de bir çok tavsiyelerde bulunmuştuk. Bol bol tarih oku diye. Tabiî ki haminnemin masalları nevinden, “çılgın Türk” palavraları değil, gerçek tarih okuması lâzım. Tarih okusa, 20. asrın başında olanlarla 21. Yüzyılın başındaki dünyanın farkını kavrardı.

Bugünkü iktidar, elbette halkın yüksek nisbette oylarıyla seçildi. İkinci dönemini yaşıyor. Bu halkın seçimi, dünyadaki dönüşümü bu echelden çok daha doğru okuduğunu gösteriyor. Bütün yanıltma ve saptırma çabalarına rağmen, bu sonuç alındı çünkü.

20. yüzyılın Türkiyesini belirleyen mağlubiyet ideolojisinin sonu geldi. Bunu 2007 başında yayınladığımız kitapta uzun uzun izah ettik. Türkiye, 20. Yüzyılın başlarında, o zamanki dünya hâkimi İngiltere’nin çizdiği dünya düzeninin kabulleri çerçevesinde yeniden oluşturuldu. Millî Mücadele’yi zafere götüren 1. Meclis Türkiye için çizilen bu dar kalıpları kabule yanaşmadı. Bunun üzerine Meclis feshedildi, alelacele seçimlere gidildi ve Reis’in listesi bir kişi hariç milletvekili oldu. Lozan’ı kabul eden işte bu tayinen gelen Meclis’tir. Türkiye için yenilir yutulur olmayan bu kabuller ideolojileştirilerek halka benimsetilmeye çalışıldı.

Batılı büyük devletler, Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonra büyük devlet statüsünden çıktığını, bu yüzden bu küçük devlete büyükelçi atamanın caiz olmadığına hükmettiler. Bu konu ancak 1930’larda normalleşti.

Mağlubiyeti galibiyet gibi sunan ideolojik hap öncelikle Millî Eğitim sonra da iletişim araçları kullanılarak millette yutturuldu ve biz 20. Yüzyıldaki dönüşümümüzü buna göre normal, hatta mükemmel sandık. Mağlubiyetlerimizi, galibiyet gibi görmeye başladık.

Osmanlı’nın en son Abdülhamid döneminde, bölgemizde ve dünyada oynadığı önemli rol yerine, tamamen pasif bir döneme girildi. Şimdi sebükmağz hemen itiraz edecek. Cumhuriyetin ilk döneminde bağımsız dış politika izlendiğini, bütün dünyanın Türkiyeyi takdir ettiğini, İngiltere Kıralının bile Atatürk’ü ziyarete geldiğini iddia edecek.

Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonra takip ettiği dış siyasetin mahiyetini bir milletlerarası siyaset hocasının değerlendirmesi olarak sunalım. Prof. Ömer Kürkçüoğlu, “Türk İngiliz İlişkileri 1919-1926” kitabında, Mustafa Kemal’in, gerek Millî Mücadele sırasında, gerekse sonrasında İngiliz menafaatleriyle çatışmadığını, Lozan’da Boğazlar konusunda dahi İngilizlerin tezine yakın görüş benimsediğini, Musul konusunda da 1926’da İngilizlerden yana bir çözümü kabul ettiğini belirtiyor. Daha sonra şöyle söylüyor: “Mustafa Kemal’in Tükiye’yi batılılaştırma çabaları, aynı zamanda bir dış güvenlik sorunu olarak da görülebilir. Batı kendisine benzeyen ve toprakça da küçülmüş sürekli bir tehdit unsuru olarak görmeyebileceği bir Türkiyeyle bir arada yaşamayı kabul edecektir.”

Bunun anlamı şudur, Türkiye mevcut ideolojisini büyük düşman korkusuyla oluşturmuştur...

20. Yüzyılın başındaki dünya ile bugünün dünyası aynı zeminde değildir. 2. Dünya Harbinden sonra dünya Soğuk Harbi yaşamış, Sovyet bloğunun çöktüğünü görmüştür. Şimdi ABD’nin tek merkezli hakimiyet dönemini yaşamaktadır. Bu dönemin sonu ne zaman gelecek? Bunu şu anda kestirmek mümkün değil. Türkiye bu dönemde önce mağlubiyet ideolojisi mantığı çerçevesinde bir siyaset takip etmiş, 28 Şubat girdabına düşmüştür. Şimdi ise, bugünün şartlarına uygun aktif bir politika takip etmektedir. Bu yeni siyasetin devamından başka çare yoktur, çünkü mağlubiyet ideolojisi ile varılacak bir yer yoktur. Bu yüzden Türkiye’deki yönetimin eski ideolojik gerekçelerle engellenmesi devrinin sonuna gelinmiştir.

Bunu elbette ârif olanlar anlar, echeller de bangır bangır banlar!

Echelce bir tahrik: “Bizim müslüman kardeşlerimizden hangisi KKTC’yi tanıdı.” Bu sorunun cevabını, “Batılı müttefiklerimizden hangisi tanıdı? Türkî Cumhuriyetlerin hangisi tanıdı?” sorularını cevapladıktan sonra verebiliriz.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 11.05.09, 08:54 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-05-11

Bir azizemiz olmayacak mı?


Manzara, evveliyatını ve zamirini araştırmayanlar için yürek yakıcı idi. Yaşlı ve hasta bir kadının evini polisler didik didik ediyordu. Gazeteler, hayatını eğitime ve bilhassa genç kızların eğitimine adamış hasta ve yaşlı bir kadının böyle bir muameleye tâbi tutulmasına sütunlarında geniş geniş yer verdiler. O an sandım ki, Vatikan, bu hasta ve yaşlı hanımı azize ilân etmemek için kendini zor tutuyor.

“Azize Türkan/Sent Turkan” kulağa âhenkli gelmiyor mu? Soyadını da eklerseniz daha da âhenkli oluyor sanki! Üsküp’te doğmuş Rahibe Teraza’dan sonra, İstanbul’da tevellüd etmiş Türkan kadın...
Vatikan’ın Türkan hanıma bu sıfatı verip vermeyeceğini bilmemiz mümkün değil elbette. Her ne kadar Kiliseler Birliğinden destek aldıklarını söyleseler de, yapıp ettikleri, insan ilişkileri, insanlara bakış tarzları onları da tatmin etmemiş olmalıdır. Elbette dinî kimliğinin ne olduğunu onlar bizden daha iyi biliyorlardır.

Yani anlayacağınız, onu “onurlandırmak” yine bizim basın yayıncılara kaldı. İşte iyi ve olumlu işler: Eğitime destek vermek. Özellikle genç kızların okumasını sağlamak için çalışmak. Bunun için güçlü kampanyalar yapmak...

Bunlar inkâr edilemeyecek önemde işler. Elbette bunu yapanlar fedakârdır, faziletlidir, her türlü övgüye lâyıktır. Objektif olarak böyle bakmak lâzım.

Türkiye’de eğitime destek veren sadece bu hanımın derneği mi peki? Neden diğer eğitim amaçlı yaygın faaliyet gösteren kuruluşlar bu mazhariyete sahip olamıyor? Hatta zaman zaman onlarla ilgili karalama kampanyalarına şahit oluyoruz?

Türkan hanımı azizeleştirme süreci devam ediyor. Konserler filan veriliyor, eli öpülüyor. O da konuşmalar yapıyor...

Meğer yazı da yazıyormuş. Bir kaç gün önce Radikal’de yazısını görünce, hemen okumak ihtiyacını hissettim. Belki nâdir bulunur bir hanım mütefekkir ile karşılaşacaktım. Hem de eğitim gibi hepimizi ilgilendiren bir sahada...

Yazıyı okuduktan sonra, Türkiye’de eğitim, onun tabiriyle “maarif” sahasında gerçekten düşünmüş ve yazmış büyük bir fikir adamı hatırıma geldi: Nureddin Topçu.

Şöyle diyor Topçu: “Öğrenmek zekânın, yapmak ahlâkın işi...”

Evet, öğrenmek, öğrendiğini derinleştirebilmek zekâyla ilgili ve insanlar zekâlarıyla çalışma azimlerini birleştirerek bir derya olabilirler. Fakat iş “yapma”ya gelince, işte orada bir seçim var. İyi var kötü var, doğru var yanlış var, güzel var çirkin var, faydalı var zararlı var, yaşatıcı var öldürücü var... Bilgini şeytanlık için de kullanabilirsin, iyilik için de. Soygun da yapabilirsin, can da kurtarabilirsin.

İnsanın maddesini bilgiyle güçlendirmek yetmez. İnsan sadece fizikî bir varlık değildir, onun bir de maneviyatı vardır. İşte terbiye o zaman gerekir. Terbiye mutlaka ahlâkı ihtiva etmelidir. O yüzden insanlar eğitimli oldukları hâlde terbiyeli olmayabilirler!

Neyi, neden ve nasıl yapacağız? Bu seçimli, iradî iş, ancak ahlâk kavramı ile birlikte düşünülebilir.
Ahlakilik, işin özü. Burada ahlâkın izafiliğini, değişkenliğini filan öne sürmenin anlamı yok. Bildiğini doğru olarak aktarmak, bir ahlâk konusu değil midir?

Türkan hanımın zayıf noktası yazıda bütün çıplaklığı ile ortaya çıkıyor. Kaba tertip ideolojik çarpıtmalardan ibaret bir yazı. Bu uğurda iptidai yalanlara başvurmaktan bile kendini alamıyor.
Mesela onun adını hiç unutmadığı bir Millî Eğitim Bakanı varmış: Tevfik İleri. Neden unutmadığının sebebini de anlatıyor. O okurken, liseler bir yıl uzamış ve bu yüzden geç mezun olmuş. Bu önemli değil, Tevfik İleri, sözcüklerin öztürkçeleri yerine arapça farsçalarının kullanılmasını buyurmuş.
“Örneğin Türkiye Büyük Millet Meclisi, artık ‘Meclisi Mebusan’ olmuştu. ‘Sözcük’ ‘kelime’ye, ‘ilerleme’ ‘terakki’ye dönüşmüştü, diğerlerini söylemek yazmak yasaktı. Birçok Osmanlıca sözcüğü bu dönemde öğrendik. En komik olanı da ‘olay’ yerine ‘fenomen’ diyebilirdik (!)”

Yazının sadece bu cümleleri bile, Türkan Hanım’ın tahrikçi, kindar kimliğini ortaya koyuyor. (Vatikan bile kindar bir kişiyi azize ilân edemez!)

Madde bir: Hiç bir değişiklik, özel isimleri değiştirmez. Dolayısıyla, özel bir isim olan Türkiye Büyük Millet Meclisi asla Meclisi Meclis-i Meb’usan olmaz; aynı şekilde Meclis-i Meb’usan’ı da Büyük Millet Meclisi yapamayız; hiç bir Bakan böyle bir emir veremez. Nasıl farsça olan Türkan ismi, öztürkçeciliğe dönünce Türkler’de çevrilmediyse, böyle bir değişiklik de sözkonusu olamaz.
Madde iki: 1950’lerde “sözcük” diye bir kelime yoktu. Nitekim, Dil Kurumu’nun 1955’te basılan sözlüğünde de “sözcük” mevcut değildir. O zamanlar kelime yerine “tilcik” uydurulmuştu, tutmadı. “Sözcük” ancak 1970’lerde kullanılmaya ve sözlüklere girmeye başlamıştır. Türkan hanımın komik bulduğu diğer örnekler için de ciddiyet testine ihtiyaç vardır. Peki bu bir hafıza yanılması olabilir mi? Olabilir. Fakat, konuşurken hata yapmak mümkündür, yazıya geçirilirken hafıza yanılmaları süzgeçten geçirilmeli ve hatadan dönülmelidir.

Peki Türkan hanım inandırıcılığını yitirdiğine göre, gerçekte neden Tevfik İleri’yi kötü bir isim olarak hatırlamakta ve bize sunmaktadır?

Cevap: Tevfik İleri Türkan hanımın nefret kutbu olmayı hak etmiş bir Millî Eğitim bakanıdır.

Neden? Bunu açıklamaya yerimiz kalmadı. Yarın devam edeceğiz.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Kindar “mağdure”!
MesajGönderilme zamanı: 12.05.09, 08:33 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Kindar “mağdure”!

D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-05-12


Dün yazımızı “Tevfik İleri Türkan hanımın nefret kutbu olmayı hak etmiş bir Millî Eğitim bakanıdır” cümlesiyle noktalamıştık.
Evet! Türkan hanım ve hempalarının gözünde Tevfik İleri, hatta idamı hak etmiş büyük bir mücrimdir! Nitekim meşhur Yassıada Mahkemesi tarafından idama mahkûm edilmiş, cezası müebbede çevrilmiş ve tutuklu iken hastalanmış ve 1961’de vefat etmiştir.
Nedir Tevfik İleri’nin idamı mucib suçu?
Büyük suçlarından bir tanesini hatırlatacağım, ikna olacağınızdan şüphe etmiyorum: Din derslerini ilk defa ilköğretim programına soktu.
Bazılarının gözünde bu asla ve kat’a affedilmez bir iştir!
Bununla da kalmadı. Köy enstitülerini öğretmen okullarıyla birleştirdi. Bu çok büyük suçundan başka, “Türk kültür eserleri” dizini yayına soktu. İnönü Ansiklopedisi’nin ismini Türk Ansiklopedisi’ne çevirdi.
Bütün bunların üstüne daha ne kadar büyük suçlar işledi biliyor musunuz? 1951 yılında ilk imam hatip okulunu açtı. 1959’da ise Yüksek İslâm Enstitüsü’nü...
Türkan hanım boşuna Tevfik İleri’yi yalan yanlış bilgilerle boşuna karalamıyor. Onun gibi düşünenler için gerçek bir nefret kutbu bu merhum bakanımız.
Hayatını eğitime vakfettiği iddia edilen Türkan hanımın büyük bir eğitim uzmanı tafrasıyla kaleme aldığı yazı, ilim yönünden olduğu kadar tutarlılık ve mantık açısından da tam bir felaket. Hanımefendi, mecburî öğretimin 12 yıla çıkarılması gerektiğini buyuruyor. Bunun için çok ciddi, ilmî, mantıkî deliller bekliyorsunuz.
Büyük uzmanın böyle şeylere ihtiyacı yok. Gerekçesi çok basit: Böylece evlenme yaşı 18 sonrasına çekilecek! Eğitimle evlenme yaşı arasında böyle ilişki kurmak hangi mantıkla bağdaşır? Hangi akıllı millet eğitim sistemini evlilik yaşını kıstas alarak düzenler?
Ancak eğitim-öğretimin esas amacına göre köklü düzenlemeler sözkonusu olabilir. Doğrudan eğitimi ilgilendirmeyen bir hususla ilgili, milyonlarca gencin zorunlu tutulması; bunlar arasında hiç okumaya yüzü olmayan çok sayıda çocuk da bulunacaktır, hangi akılla izah edilebilir? Bu mantığa göre, kızların evlenme yaşını için mecburî öğretimi 12 yıla çıkarmak yetmeyebilir, doğum yapamayacakları yaşa kadar zorunlu öğretimi sürdürmek kesin çözüm olur! Haydi kızlar ömür boyu mecburî eğitime! Türkiye’de böyle tutarsız, mantıktan yoksun saçmalamalar “fikir” addediliyor
Çağımızın öğretim modeli, “okulsuz toplum” olarak adlandırılıyor. Mecburi öğretim 19. yüzyıla has bir uygulama olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de eğitim ideolojikleştirmenin aracı. Eğitimimizin en büyük açmazı da bu.
İlk yazımızda, Rahibe Tereza’dan söz etmiştik. Buradan Bayan Türkan’ı sanki Tereza’ya nisbet ettiğimiz mânası çıkmasın. Asla böyle bir niyetimiz yok. Bu Tereza’ya haksızlık olur. Tereza’ya atfedilen şu cümleler onun muvahhidliğe hayli yaklaştığını gösteriyor: "Yalnızca bir Tanrı vardır ve O, herkesin Tanrı'sıdır. Bu yüzden, Tanrı'nın önünde herkes eşittir. Her zaman dediğim gibi, bir Hintliye daha iyi bir Hintli, bir Müslümana daha iyi bir Müslüman, bir Katoliğe daha iyi bir Katolik olması için yardım etmeliyiz.”
Bu ifade size yetmiş iki buçuk millete bir gözle baktığını söyleyen Yunus Emre’yi hatırlatmıyor mu? Çağdaş yaşamcı hatun yüz yetmiş iki buçuk millete bir gözle bakıyorsa bile, Müslümanlara böyle bir gözle bakmadığı kesin. Ne olursan olacaksın, fakat Müslüman olmayacaksın!
Başörtülü kızlara asla burs vermiyormuş.
Hiçbir gerekçe bu ilkel ayrımcılığı mazur gösteremez. Hangi geniş ufuklu, büyük düşünen kişi böyle bir söz edebilir? Merhamet damarları kurumuş birisi nasıl “yardımsever azize” rolüne soyunabilir?
Mevlâna, herkesi dergâhına çağırıyor; çünkü herkesi kendine çekecek engin bir öğretinin sahibi. Hanımefendinin, kıytırık ideolojisi tamamen kine, nefrete dayanıyor. Kendisi gibi düşünmediğine inandığı çocuklardan korkuyor. Onlar ihtiyaç içinde olsalar bile, yardımdan imtina ediyor.
Kim böyle apaçık ayrımcılık yapan birine azizelik pâyesi verebilir? Velev ki Vatikan olsa! Türkan hanım ve hempaları neden çocuklarla, gençlerle ilgileniyorlar peki? Gerçek bir iyilik hareketi oluşturmak ve insanlara ayrım yapmadan yardımcı olmak için mi? Onların burs verdikleri çocuklara, tahsisen kızlara vaad ettiği ne?
Çarpık modernleşme, dinsiz çağdaşlaşma... Modernlik, kadına neler verdi, nelerini aldı? Önce bunu tartışmamız lâzım.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 14.05.09, 07:42 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Türkçe ve olimpiyat

D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-05-14


“Olimpiyat”, eski yunanlılarda dört yıllık bir zaman ölçüsü idi. Şemseddin Sami olimpiyatı ayrıca, “esatir-i yunaniyeye göre, müz denilen ulûm ve fünun ve sanayi-i nefise müvekkelatı” şeklinde açıklıyor. Yani, Yunan mitolojisine göre müz denilen ilimler, fenler ve güzel sanat timsalleri. Spor oyunları ve yarışmaları şeklindeki olimpiyatı Şemseddin Sami, “olimpik” kelimesinde açıklıyor. Çünkü bu isim, oyunların yapıldığı Olimp denilen yere nisbetle ortaya çıkıyor.

Ünlü lügatçimiz, 19. Yüzyılın sonunda, eski Yunan’da dört yılda bir yapılan oyunların canlandırılarak, ilk defa Atina’da uygulanmasından haberdar görünmüyor, ki Kamus-ı Fransevî’nin yayın yılına göre bu normaldir.
İlki 1896’da yapılan modern olimpiyatlar, o tarihten beri 4 yılda bir dünyanın muhtelif ülkelerinde düzenleniyor ve sembolünde her kıt’a bir halka ile temsil ediliyor. Milletlerarası yarışmalara olimpiyat denilmesi, katılımcılarının çok sayıda ülkeden ve kıt’adan olması ile ilgili.
Geçen hafta sonu, Danimarka’da, “Türkçe Olimpiyatları”nın Kuzey Avrupa seçmelerinde idik. Danimarka, İsveç, Norveç, Finlandiya, Letonya, Estonya ve Belarus ülkelerinden seçilmiş çocukların ve gençlerin yarıştığı salon şevkle heyecanı bir arada yaşıyordu. Bir zamanlar haritada Türkiye’yi gösteremeyen ülkelerin çocukları, türkçe şiirler ve şarkılar okuyarak maharet gösteriyorlardı. Beş kıt’ada bu seçmelerin yapıldığı düşünülürse, türkçe’nin cihanşümul varlığı gözleri kamaştırmaktadır.
Türkçe, bize öğretilenlerin aksine, 19. Yüzyıldan itibaren yeni bir canlanma dönemine girdi. Batıyla yakın temasta bulunan Osmanlılar, batı ilim, teknik ve sanatını kendi dillerinde ifade etmek için ciddi emek sarfettiler.
Türkçe yeni kavramlarla zenginleşti. Bu kavramlar, nasıl batıda bütün terminoloji latince köklerden üretiliyorsa, öncelikle arapçadan üretildi. Arapçanın yetmediği yerde farsça ve türkçe devreye giriyordu. İslâm âleminin üç kültür dili böylece modern dönemleri anlamak için geniş bir terminoloji oluşturdu. Bu kelimeler çoğunlukla arapçadan yapılmış olmakla beraber, o güne kadar arapçada kullanılan kelimeler değildi. Türkçe yirminci yüzyıla arapça ve farsçanın önünde girdi. Çünkü batı bilim ve tekniğini tercüme yoluyla öğrenme faaliyetleri türkçeyi bütün Ortadoğuda en müessir dil haline getirdi. Üstüne üstlük, Sultan Abdülhamid döneminde, İslâm dünyasının seçkinleri İstanbul’da öğretim gördüler. Arap dünyasının aydınları, türkçeyi idare ve modern ilimlerin dili olarak öğrendiler.
Türkçenin bu kudretli dönemi, dil devrimi ile sona erdi. Dil devrimi yüzbinlerce kelimelik sözlüğümüzü çöp sepetine attı. Yarısı uydurma kelimelerden oluşan 15 bin kelimelik sözlük 1945’te yayınlandı. Sırtını yüzbinlerce kelimelik söz varlığına dayandıran Osmanlı münevverleri ile yarısı uydurma 15 bin kelimelik sözlükle idare etmek zorunda bırakılan cumhuriyet aydınlarının konumu nasıl kıyaslanabilir? Türkçede düşünce kısırlığının, ifade zaafının esas sebeplerinden biri de budur.
Türkçe en büyük şair ve yazarlarını 20. yüzyılın başında yetiştirdi. Mehmet Âkif, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Halit Ziya, onların ardından Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Nazım Hikmet gibi çok büyük şair ve yazarlar türkçenin bu kudretli devrinin temsilcileridir.
Türkçe dil devrimi ile medeniyet iddiasını terk etti. Batı medeniyetini tercüme yoluyla temessül eden türkçeden vazgeçildi, binlerce yıl öncesinin sınırlı sayıdaki kelimesi ve yeni uydurulmuş bir kısmı türkçe kaidelere aykırı kelimelerle ilim yapılamayacağı, daha baştan bilindiğinden, 1930’larda önce tıp öğretiminde latince terminolojiye geçildi. Oysa, yirminci yüzyılın başında Osmanlılar, nasıl İstanbul’da türkçe tıp öğretimi veren mektepler kurmuşlarsa, Şam’da da böyle bir tıbbiye açmışlardı. Tıp alanındaki latinceleşme, yan alanlara doğru zamanla yaygınlaştırıldı. Türkçenin öztürkçe ile güçlendirilmesi bir efsane (daha doğrusu modern zamana has propaganda) iken, latince terminolojinin yaygınlaştırılması, zamanla günlük dile kadar yansıması gerçekti.
Türk dünyası Sovyet kontrolünden çıktıktan sonra görüldü ki, diğer ülkelerdeki Türk dilli kardeşlerimizle bile öztürkçe ile değil, osmanlıca dediğimiz medeniyet dili ile anlaşabiliyorduk!
Türkçe Olimpiyatları, 20. yılda dar alana sıkıştırılmış türkçenin, tekrar dünya dili olma yolunda müessir bir hamlesi olarak değerlendirilmelidir.
Türkçe olimpiyatlarının Kuzey Avrupa finalinin türkçenin ilk yazılı metinlerini ihtiva eden Orhun Yazıtlarını 1893’te ilk defa okuyan Vilhelm Thomsen’in memleketi Danimarka’da yapılması da gerçek bir kadirşinaslık örneği.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 16.05.09, 06:53 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Yıl 2009 Mayısın 16’sı...

D.Mehmet Doğan - Vakit

2009-05-16


19 Mayıs 1919’un 90. yıldönümüne şunun şurasında ne kaldı? Bir hafta bile değil. Eğer 19 Mayıs 1919 önemliyse, 90. yıldönümü de önemlidir, ciddi olarak hatırlanmalıdır. Fakat ortalıkta öyle fazla gürültü patırtı havası hissedilmiyor. Umulurdu ki bu yıldönümü büyük şamatalarla kutlansın.
19 Mayıs’ın “millî bayram” olması için ikna edici dayanaklar bulamıyoruz. Çünkü bu gün kutlanması gereken bir zaferin, büyük bir başarının yıldönümü değildir. Bir harekatın başlaması sözkonusuysa, neden başlangıç 19 Mayıs olsun? Mustafa Kemal Paşa kendi başına, hiç bir emir ve buyruk tanımadan Samsun’a çıkmış olsaydı, 19 Mayıs’ı bayram ilan etmek kendi mantığı içinde doğru bulunabilirdi.

Eğer Millî Mücadele’ye başlangıcı için Mustafa Kemal Paşa eksenli bir tarih belirlemek gerekiyorsa, bize göre bu 30 Nisan olmalıdır. Çünkü o gün Sultan Vahidetdin’in Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu kıtaatı müfettişliğine tayin ettiğine dair iradesi (buyruğu) çıkmıştır. Bu itibarla, harekatın başlangıç tarihi, 30 Nisan 1919’dur.

Mustafa Kemal Paşa’nın Sultan Vahidetdin tarafından tayin edilmesini içine sindiremeyen “Çılgın Türk”çü yazar, kronolojisinde, 30 Nisan için “Atatürk’ün 9. Ordu müfettişliğine (komutanlığına) atanması” deyip geçmektedir. Bu tayini kim yapmıştır? Elbette ömrünün son dört yılını “Atatürk” olarak geçiren, Mustafa Kemal yapmamıştır! Osmanlı Devleti’nin tabiî işleyişi ile işin içinde Harbiye Nezareti ve Sadrazamlık vardır ve nihayet Padişah iradesi ortaya çıkmıştır. Bugünkü tabirle, ortada bir “devlet kararı” vardır.

Osmanlı Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’dan önce 20. Kolordu komutanı olarak Ali Fuat Paşa’yı (Cebesoy), daha sonra da 15. Kolordu komutanı Kâzım Karabekir Paşa’yı Anadolu’ya göndermiştir. Bunlar dönemin genç ve istikbal vaad eden paşalarıdır. Erzurum’daki 15. Kolordu komutanlığına tayin edilen Kâzım Karabekir, Millî Mücadele’de Şark (Doğu) Cephesi kumandanı olarak büyük başarılar kazanmıştır. Ali Fuat Paşa, Konya’da bulunan kolordu merkezini Ankara’ya taşımış, Garp (Batı) cephesinin kuruluşunda komutanlığını üstlenmiştir.

1919 yılı başından itibaren, Millî Mücadele’nin zeminini oluşturan bazı kurumlaşmalar, hareketler ortaya çıkmaya başlamıştır. 12 Şubat’ta Trabzon’da Trabzon Müdafaa Hukuk-ı Milliye Cemiyeti kurulmuş, 23 Şubat’ta Birinci Trabzon Kongresi toplanmıştır. Ondan bir hafta sonra Samsun’da Karadeniz Türkleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştur. 3 Mart’ta Vilayat-ı Şarkiya Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi açılmıştır. 17 Mart’ta İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti Büyük Redd-i İlhak Kongresi tertiplemiştir. Delegeler arasında 37 belediye reisi ve 37 müftü bulunuyordu. 19 Nisan’da Kâzım Karabekir Paşa Trabzon’a çıkmıştır!

Bu arada, geniş yetkilerle Anadolu’ya görevlendirilecek olan Mustafa Kemal Paşa ile ilgili süreçler işlemektedir. 28 Nisan’da Damat Ferit Paşa, İngiliz sefareti baştercümanı Ryan’a Mustafa Kemal Paşa’ya güvendiğini ve sadakatından emin olduğunu ifade eden yazıyı yazmıştır. 6 Mayıs’ta Mustafa Kemal Paşa’ya vazifesi hakkında talimat verilmiş ve acele hareket etmesi istenmiştir.
İzmir’in işgalinden bir gün önce, Mustafa Kemal Paşa Damat Ferit Paşa’nın evinde akşam yemeği yemiş, Ferit Paşa M. Kemal Paşa’ya “bir isteğiniz olursa, doğrudan bana bildirin. Hiç gecikmeden yerine getireceğimden emin olabilirsiniz” demiştir.

15 Mayıs’da İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu gün Mustafa Kemal Paşa’nın Padişah tarafından kabul edildiği gündür. Çılgın Türk’çü bu görüşmeyi, “Atatürk’ün Vahdettin’le uzun görüşmesi” olarak nitelemektedir, fakat neler konuşulduğunu yazmamaktadır! Padişah, Paşa’yı Yıldız Sarayı’nın çok küçük bir odasında kabul eder. Muhtemelen gözden uzak, gizli bir görüşme yapmak istemiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın anlatımıyla Padişah’la âdeta diz dizedirler.
Padişah Paşa’ya bir altın saat, altın bir kordon ve altın bir kalem hediye eder. Onu överek yüreklendirir ve “devleti düştüğü bu felaketten kurtarabilirsiniz” der. Padişah’ın, Paşa’ya bir nevi padişah vekili gibi hareket etmesini temin edecek bir ferman verdiği de iddia edilir. Böyle bir ferman verilmemişse bile, kendisine verilen yetkiler, son sadrazamlardan Ali İzzet Paşa’nın ifadesiyle “şimdiye kadar hiç bir faniye nasip olmamış genişlikte”dir.

Mustafa Kemal Paşa, 16 Mayıs cuma günü, cuma selâmlığından sonra Padişah’la son defa görüşür, Padişahın fahrî yaveri sıfatına da sahip olarak aynı gün yola çıkar. Kendisine ve kalabalık maiyetine bir vapur tahsis edilmiştir. Kalabalık maiyeti arasında 18 subay bulunmaktadır...
12 Eylül darbesinden sonra adı “Atatürk’ü anma, gençlik ve spor bayramı”na dönüştürülen gün, ancak 1938’de, Atatürk’ün ölümünden yaklaşık altı ay önce, resmî tatil ve bayram günleri arasına alınmıştır. O zamana kadar, mayıs ortalarında “jimnastik” veya “idman bayramı” yapılırdı. Bu bayram, 19 Mayısla birleştirilerek, Atatürk’ün ölümüne yakın “Atatürk kültü” oluşturulması yönünde bir adım atılmıştır.

Bu o sırada hasta olan Atatürk’ün iradesi ile olmamıştır. Mustafa Kemal Paşa istese idi, 19 Mayıs’ı çok önceden bayram ilan ederdi! Bize kalırsa, 19 Mayıs, Türkiye’nin sahte millî bayramlarından biridir!

Bu yazı, Mustafa Kemal Paşa’nın cuma selâmlığından sonra yola çıktığı günün 90. yıldönümünde yayınlanıyor: 16 Mayıs 2009

Peki, 19 Mayıs nasıl kutlanacak?

Tahminlerimizi sıralayalım: Stadyumlar yine müstehcenlik gösterilerine sahne olacak!
Milli Eğitim “Hadise” kopyalamada büyük başarı kaydedecek!
Model “Hadise” olduktan sonra, gençlik adına neyi kutlarsan kutla!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 18.05.09, 12:34 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Yarın 19 Mayıs...

D.Mehmet Doğan


Vakit

2009-05-18


Yarın Bayram! Bayramın gerekçesi, 19 Mayıs’ın, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkışının Millî Mücadele’nin başlangıcı addedilmesi! Bu keşif bir hayli geç yapılmıştır, ilgili kanun 1938 yılının haziranında çıkmıştır!

Cumartesi günü yayınlanan yazımızda, “eğer Millî Mücadele’nin başlangıcı için Mustafa Kemal Paşa eksenli bir tarih belirlemek gerekiyorsa, bize göre bu 30 Nisan olmalıdır. Çünkü o gün Sultan Vahidetdin’in Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu kıtaatı müfettişliğine tayin ettiğine dair iradesi (buyruğu) çıkmıştır. Bu itibarla, harekatın başlangıç tarihi, 30 Nisan 1919’dur.”

“Mustafa Kemal Paşa kendi başına, hiç bir emir ve buyruk tanımadan Samsun’a çıkmış olsaydı, 19 Mayıs’ı bayram ilân etmek kendi mantığı içinde doğru bulunabilirdi” demiştik.

Bizim zamanında “Cihan Harbi” veya “Seferberlik” dediğimiz 1. Dünya Savaşı’nın sona erişinin üzerinden 90 yıldan fazla zaman geçti. Bir asra yaklaşan olaylar üzerine doğru ve gerçekçi değerlendirmeler ne yazık ki bugüne kadar, istisnalar dışında, yapılmadı. Artık zamanıdır diyoruz...
Birinci Dünya Savaşı sonrası, İngiltere öncülüğündeki müttefikler, dünya haritasını yeniden çizmeye giriştiler. İngiltere, 19. Yüzyılın sonundan itibaren sömürgecilik siyasetinin önünde engel olarak gördüğü Osmanlı Devleti’ni ve hilafetini ortadan kaldırma yönünde açık-gizli politikalar takip ediyordu. Şimdi fırsat ele geçmişti. İsteseler İstanbul’u işgal ettikten sonra zor kullanarak Padişah-Halifeyi tahttan indirip, İstanbul’u ilhak edebilirlerdi. Bunu yapmak belki mümkündü, fakat, dünyaya kabul ettirmek ve dolayısıyla sürdürmek imkânsızdı. Bütün İslâm dünyası (ve Sovyetler) ayağa kalkardı. Zaten Hindistan’da Hilafet hareketi Gandi öncülüğündeki hinduları da arkasına almış olarak ayaktaydı. Aynı zamanda, imparatorluğun merkez arazisi halkı böyle bir sonucu asla kabul etmezdi. İşte o yüzden, meşhur “İngiliz siyaseti” ile bu işin yapılması gerekiyordu.

İngilizler İstanbul’u işgal ettiler ama, zora başvurarak Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmaya kalkışmadılar. Sadece iktidarı kontrol altına almaya çalıştılar. Bunun da sürgit olması mümkün değildi. Osmanlı Devleti’nin merkez topraklarında yeni bir iktidar alanı meydana getirmeden, saltanatı ve hilafeti yok etmek imkansızdı. O yüzden ingilizler, Türkiye’de yeni bir güç merkezinin oluşması için zemin hazırladılar.

Yunanlıların İzmir’e çıkarılması, böyle bir amaca hizmet etmektedir. Türkiye’nin bazı bölgeleri daha önce ingilizler, fransızlar ve italyanlar tarafından işgal edilmişti. Fakat çok ciddi tepki ortaya çıkmamıştı. Yunanlıların İzmir’e çıkması ve işgale başlaması müthiş bir tepkiye yol açtı.
İngilizler biliyorlardı ki, Anadolu’yu Yunan kuvvetlerinin elinde tutması, nihaî zafere ulaşması mümkün değildir. İngiliz hariciye nazırı, Lord Kürzon, daha Selânik’in iki adım dışarısında düzeni sağlayamayan yunanlıların Anadolu’nun böyle önemli bir kesiminde netice alamayacağını, müslüman bağnazlığının çılgın bir öfke halinde patlayacağını söylüyordu. Meşhur Çörçil’in görüşü de Yunanlıların Anadolu’yu kontrol etmesinin mümkün olmadığı yönündeydi. İstanbul’daki İngiliz işgal kuvvetleri kumandanı Harrington da, Yunan kuvvetlerinin geçici başarılar elde edebileceğini, ama sonuçta savaşı kazanamayacağını söylüyordu. Bu görüş İngiliz Erkânıharbiyesi tarafından da paylaşılıyordu. Zaten Anadolu’nun kontrol altında tutulabilmesi için 27 tümen askere ihtiyaç olduğu hesaplanmıştı. Bütün Yunan ordusu ise 14 tümen ediyordu!

Mustafa Kemal Paşa tam zamanında sahneye çıkarılıyordu. Harbiye Nezareti, Anadolu’daki silahlı güçlerin aktif hale getirilerek düşmana mukavemet edilebilmesi için böyle bir isme ihtiyaç duymuştu. Hükümet ingilizlere karşı elini güçlendirmek isterken, muhtemelen Padişah da Paşa’nın zafer kazandıktan sonra Osmanlı Devleti’nin güçlü bir yöneticisi olarak yanında yer alacağı düşüncesiyle böyle bir irade ortaya koymuştu. İngilizlerin hesapları ise bambaşkaydı. Onlar baştan itibaren aşağı yukarı bugünkü Türkiye topraklarında yeni bir devletin kurulmasından yanaydılar. İngiliz Hariciye Nazırı Lord Kürzon 18 ocak 1919’da İngiliz hükümetine Anadolu yarımadasının sınırları içinde başkenti İstanbul olmamak kaydıyla bir Türk devleti kurulması çözümünü teklif etti. Bu devletin başkenti Bursa veya Ankara olabilirdi!

Bu şartlar altında M. Kemal Paşa Anadolu’ya geçer. Onu görevlendiren irade eline çok geniş yetkiler vermektedir. Kalabalık maiyet erkânına bir vapur tahsis edilmiştir. 16 Mayıs akşamı yola çıkan Bandırma gemisi, 19 mayıs sabahı İngiliz işgali altında olan Samsun iskelesine yanaşır.
Cahit Külebi, sonradan “Atatürk Oratoryosu” olarak anılan “Atatürk kurtuluş savaşında” şiirinde Paşa’nın Samsun’da karşılanışını şöyle efsaneleştirir:

Bir gemi yanaştı Samsun’a sabaha karşı
Selâm durdu kayığı, çaparı, takası
Selâm durdu tayfası

Elbette bu bir şiirdir!

Mutasarrıf (vali) hastadır, evinden çıkamamaktadır. Belediye reisi yoktur, reis vekili arazinin bulunduğu köydedir. Belediye meclisinden Hacı Molla, Mustafa Kemal Paşa’ya şehir adına “hoş geldiniz” der...

İşte yıl 1919, mayısın ondokuzu...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 31 mesaj ]  Sayfaya git 1, 2, 3, 4  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye