Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 31 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3, 4  Sonraki
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 19.05.09, 20:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
“Cumhuriyet ilân edin...”

D.Mehmet Doğan


Vakit

2009-05-19


19 Mayıstan altı ay sonra, 27 Kasım 1919’da İngiliz Temsilcisi Yarbay Rawlinson Erzurum’da Kâzım Karabekir’e “cumhuriyet idaresine geçin, İstanbul’u başkent olmaktan çıkarın, ingilizler size yardım edecektir” diyordu. Osmanlı Devleti’nden vaz geçmek anlamına gelen bu sözün o zaman kabul edilebilir bir teklif olmadığını, Kâzım Karabekir’in ifadelerinden anlıyoruz. Altı asırlık köklü Osmanlı Devleti’nden ve onun Türkiye’yi aşan güçlü etkilerinden vazgeçmek, o zamanın asker-sivil aydınları tarafından yutulabilir bir hap değildi.
1918’in Ekim ayında Almanya, Avusturya ve Osmanlı Devleti İngilizlerle müttefiklerinden mütareke talebinde bulunmuştu. Osmanlı Devleti, 30 Ekim’de Mondros Mütarekesi’ni imzaladı. İttihatçı önde gelenleri İstanbul’u terk etmiş, yerine Mustafa Kemal Paşa’nın da teklifiyle Ahmet İzzet Paşa hükümet kurmuştu. Kabine’de Kemal Paşa’nın Padişah’a teklif ettiği bazı yakın isimler de yer almaktaydı. Bunlar arasında Rauf Bey de vardı. Mütareke’yi imzalayan Bahriye Nazırı Rauf Bey’dir. Mütareke’yi imzalayan heyeti Padişah kabul etmek istemedi. Kabul ettiğinde de onlarla konuşmadı!
Mondros’u imzalayan hükmet bir ayını doldurmadan istifa etti! Tarihin hızlı yazılma anlarıydı.
Dünyanın en muktedir gücü İngiltere 19. Yüzyılın sonundan itibaren, Osmanlı Devleti’ni yıkmak ve hilafeti yok etmek için gizli-açık faaliyetler yürütmekteydi. 1. Dünya savaşının İngiliz literatüründeki adlarından biri bu yüzden “Türk veraset savaşı”dır. Türk imparatorluğu, Osmanlı yıkılacak ve mirası İngiltere ve müttefikleri arasında paylaşılacaktı... Savaş sürerken bu paylaşımı etkileyen önemli bir hadise cereyan etmiştir: Mirastan yüklü bir hisse alacak olan Rus Çarlığı, Bolşevik ihtilaliyle yıkılmıştır. Batının kendi içinden bir alternatif çıkmıştır. Kapitalizm karşısında artık komünizm yeni bir çatışma ekseni meydana getirmektedir. Türkiye’nin kaderini etkileyen önemli hadiselerden biri budur.
İngilizler, Osmanlı devletini yıkmak ve hilafeti ortadan kaldırmak istemekte, fakat sömürgelerde, bilhassa Hindistan’da yükselen müslüman tepkileri dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin merkez topraklarında türklere de bir pay vermek mecburiyetini duymaktadır. Bu onların tabiriyle “küçük ve etkisiz bir ulusal devlet” olacaktır.
Osmanlı sonrası dünyanın oluşumu için bütün aktörler hareket halindedir. Osmanlı merkez yönetimi, padişah ve zaman zaman değişen kabineler, İstanbul işgal altında olduğu için, ingilizleri de dikkate alan bir gelecek için çalışmaktadır. İstanbul’un yapamadığını, Anadolu’da kalan vatandaşlar ve silahlı güçler yapabilir. Mustafa Kemal Paşa, hem Çanakkale’de kazandığı şöhret, hem de Almanya seyahatinde Vahidetdin’le kurduğu yakın ilişki yüzünden, İttihatçı öndegelenlerin İstanbul’u terk etmelerinden sonra etkili bir aktör adayı haline gelmiştir. Nitekim hem Mütareke’yi imzalayan İzzet Paşa kabinesinin kurulmasında rolü olmuştur, hem de kabine istifa ettikten sonra İzzet Paşa, Kemal Paşa’yı İstanbul’a davet etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın 13 kasımda İstanbul’a geldikten bir gün sonra, İngiliz istihbaratı ile ilişkileri bilinen gazeteci Ward Price ile görüşmesi Lord Kinros’un verdiği ilginç bir bilgidir. Ertesi gün cumadır, cuma selâmlığından sonra Sultan Vahidetdin, Paşa’yı kabul eder. Paşa’nın İstanbul’da bulunduğu müddetçe Padişah’la en sık görüşen kişiler arasında yer aldığı bilinmektedir.
Osmanlı Devleti’nin merkez topraklarının, Anadolu’nun konuşma zamanıdır... İşte böyle bir zamanda, hem Harbiye Nezareti, hem Sadrazam Damat Ferit, hem Padişah, Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilmesinde ittifak ederler. Bu uzlaşmanın altyapısını, İttihatçı önderlerin İstanbul’u terk etmeden önce kurdurdukları gizli Karakol Cemiyeti oluşturmuştur. İngilizlerin de Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesini onayladıkları bilinmektedir. (1978’de SBF Yayınları arasında çıkan bir doçentlik tezinde, bir İngiliz dışişleri görevlisinin Mustafa Kemal’i ingilizlerin Anadolu’ya gönderdiği iddiası yer almaktadır. Bkz. Ömer Kürkçüoğlu, Türk İngiliz İlişkileri, sf. 143)
Asıl mesele şudur: Yunanlılar Anadolu’da tutunamayacaktır. Peki, Osmanlı Devleti’nin merkez toprakları bundan sonra ne olacaktır? Osmanlı Devleti’nin, yüzyıllar boyunca bulunduğu coğrafî alanda söz sahibi olacak bir siyasî oluşuma fırsat verilecek midir?
Yazımızın başında zikrettiğimiz, acı ilaç, yani Osmanlı Devleti’inden ve onun tesir sahasından vazgeçmek, Millî Mücadele’nin başında sözkonusu değildir. Nitekim Ankara’da faaliyete geçen Meclis’in adı başlangıçta Türkiye Büyük Millet Meclisi değil, sadece Büyük Millet Meclisi’dir. İlk Meclis, etkili bir İslâm siyaseti takip eder. Osmanlı hinterlandı ile ilişkiler sürdürülür. Suriye’de, Filistin’de, Irak’ta güçlü Kuva-yı Milliye teşkilatları vardır. Şeyh Ahmed Senusî, Acemi Paşa gibi Türk olmayan güçlü aktörler Büyük Millet Meclisi’nin etki sahasını genişletmeye çalışırlar...
Netice olarak, yeni Türkiye’nin yönetici kadrosu Yunanlıları mağlub ettikten sonra acı ilacı içmeye razı olur!..


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 20.05.09, 09:48 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Ergenekonun kuyruk hamleleri

D.Mehmet Doğan - Vakit
2009-05-20



Her şey modernleşiyor, kablettarih Moğol (veya Türk) efsanesi Ergenekon da modernleşti ve 20. yüzyılın sonunda, her şeye rağmen darbeciliğin adı oldu. 28 Şubat nâkıs müdahalesiyle tatmin olmayan, tam iktidara erişemeyen bazı zevat, oligarşik seçkinler, ergenekonculuğa sarıldı. İddianamelere yansıyan bilgilere göre, alenen kod adlı darbe planları yapıldı. Darbeler, hadi diyelim ki içerideki en yüksek rütbeliden döndü...
Elbette İsrail, Yahudi lobileri ve ABD’nin ilgili birimlerine derin dalışlar yapıldı. Her halde hiçbiri açıkça “haydi çocuklar darbeye!” diyemedi.
Darbeciliği asil kanlarında taşıyanlar, ülkeyi kurtarmak ihtirasıyla emekli veya emeksizler, darbe yollarını kolaçan etmeye başladılar. Ülkede bombalar patlatıp, suikastler yapıp, cinayetler işletip, kargaşalık çıkarıp milleti bezdirmek, böylece darbe vasatı oluşturmak istediler.
Danıştay’ı bastırıp güpegündüz hâkimleri vurdurdular. Ertesi gün, sokakları, caddeleri “Türkiye laiktir laik kalacak”, “kahrolsun şeriat” höykürtüleri ile doldurdular. Maktul hâkimin cenazesine katılmak isteyen devlet erkânını yuhalattılar. Eğer iyi korunmasalardı linç ettireceklerdi.
Bu cinayet bir dönüm noktası oldu. Çünkü ilk defa bir kiralık kaatil yakalandı! Kaatilin verdiği şaşırtmacaları işlerine geldiği gibi yorumlayanlar, suçu dine, dindarlara yıkarak işin içinden çıktılar. Hatta, dediğim dedik hesabı, yeni bulunan kuvvetli delileri dikkate almak ihtiyacını bile hissetmediler.
Fakat iş ayyuka çıktı. Yargıtay kararı bozmak durumunda kaldı. Ve nihayet, fiilin Ergenekon dâvasıyla ilgili olduğu yönünde güçlü kanaat oluştu. Mahkeme, dâvanın birleştirilmesini kararlaştırdı. Buna rağmen, hâkimin katledilişinin yıldönümü dolayısıyla kurumundaki anmada yapılan konuşmalarda eski ağızın devam ettiği görüldü. Neden?
Ergenekon dâvası dolayısıyla bugüne kadar dokunulmazlara dokunuldu. Dokunulmazlar dokunulabilir olunca bütün fiyakaları söndü. Ergenekonun ikinci aşama dâvası yaz ortalarında başlayacak. Bu arada, işin dal budak saldığı alanlarla ilgili yeni tutuklamalara ihtiyaç olacak, yeni isimlere, makamlara dokunulacak ihtimal ki... Muhtemelen dokunulanların çoğu yüksek dereceli mason çıkacak!
Önümüzdeki ay yüksek askerî şura var. Emekliliği gelenler var. Emekliliğinin gelmesini istemeyenler var. Görevde çabuk yükselmek isteyenler var...
İsrail, Yahudi lobileri, Türkiye’nin Ortadoğu’da etkin bir güç olmasından hoşnut değil. Eskisi gibi burnuna hırızma taktıkları bir Türkiye’yi özlüyorlar. Bütün üst kademeyi dâvet edip, işaret koymaya alışmışlar. Yolu Ağlama Duvarı’na düşmeyenin yükselemediği dönem geride kalıyor...
İşte böyle bir zamanda, başı değilse bile gövdesi içeride olan Ergenekon’un kuyruk sistemi harekete geçiyor. Önce sağcı bir parti bir ayağı çukurda pir-i fâniler tarafından ele geçiriliyor.
Ardından, bir zamanlar millet üzerinde dehşet uyandırmak için kullanılan Cumhuriyet mitinglerine geri dönülüyor.
Cumhurbaşkanı’nın yargılanması gerektiği yönünde kararlar alınıyor ve adı ergenekoncularla anılan mütekait gugukçular böyle bir operasyon için gerekeni yapmak için kolları sıvıyor.
Kırbaca inkılab ettirilmiş kuyruk şakırtıları fon müziğine dönüştürülüp bazı yayın organlarında 24 saat dinletiliyor...
Fakat millet alışkın.
Bu halk böyle çok tantana gördü. Meydanların 17 Mayıstakinden üç beş kat daha fazla doldurulduğunu gördü. Darbecilere boyun eğen çok sağcı parti gördü. Çok yüksek mahkeme ve yargı kararı gördü.
Hiç biri onu yolundan döndüremedi! Halkın sağduyusu olmasa, Türkiye olmazdı!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 22.05.09, 20:03 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Ankara Belediye Sarayı’nın ihtişamı, Hacıbayram semtinin sefaleti...

D.Mehmet Doğan
Vakit
2009-05-22



Ankara yeni bir büyükşehir belediye binasına kavuştu. Ankaralıların yıllarca Ankara dışına çıkış veya Ankara’ya geliş kapısı olan eski şehirlerarası otobüs terminalinin yerine devasa bir bina inşa edildi. Bina “akıllı” denilen cinsten imiş. Tam mânasıyla bir “belediye sarayı”. Ankara belediyesi sarayına kavuştu... Gerçi eski Ankara’nın merkezindeki tarihî binayı çoktan terk etmişti belediye başkanımız. Şehrin merkezinde esnafla iç içe, şehrin timsali Hacı Bayram’ın ezan menzilinde, artık ufak tefek kalmış bir başkanlık binasından, modern, klimalı bu yüzden camlı ama penceresiz lüks bir yapıya taşınıldı. Artık “saraylı” olan belediye halkın uğrak yeri olabilecek konumdan çıktı. Halk uğramak istese bile, kapılarının pek kolay açılmayacağını, pencerelerinin ise zaten kapalı olduğunu söyleyebiliriz!

Ankara ile ilgili geçen hafta yayınlanan yazımız tahminimizden çok ilgi çekti. Akabinde Mustafa Özcan’ın yazısı yayınlandı. Mustafa ile görüşemedik, ne yazık ki. Kadim dostumuz Ankara’ya sık gelmiyor. Geldiğinde de görüşmek mümkün olmadı. Ankara yazımızla ilgili yorum gönderen okuyucumuz, “Ankara veya Hacı Bayram” başlığını görünce, Hacıbayram’ın perişan halinde bahsedeceğinizi sandım, diyor...

Gerçekte bir Ankaralı olarak en son ondan bahsetmek isterim! Elbette hicabımdan!

Geçenlerde artık fazla yolumuz düşmeyen Ulus taraflarına, basının eski merkezi Rüzgârlı sokağa ve nihayet Hacıbayram’a gittim. Vakit’in Ankara temsilciliği, Ankara’nın eski basın merkezi olan bölgede bulunuyor. Vakit geleneklere bağlılığını böylece sürdürüyor!

Hacıbayram, Ankaralının hayatında vazgeçilmez mekânlardın biri. Eskiden “Hacıbayram’a gitmeyen Ankaralı olmaz” denirdi. Bir Ankaralının dirisi gitmemişse bile ölüsü Hacıbayram’a giderdi!

Ankaralı kimliğinin merkez ismi Hacı Bayram.

Dördüncü defadır büyükşehir belediye başkanı seçtiğimiz Melih Gökçek Ankara’ya büyük hizmetler etti. Ankara’yı fizik olarak en çok değiştiren belediye başkanı o. Fakat Ankara kimliğini yapan unsurlar onun zamanında en azından ihmale uğradı. Eski Ankara’nın mamur yapıları, harabeye yüz tuttu. Hem Kale’deki, hem Hacıbayram civarındaki tarihî binalar son nefeslerini verdiler. Yıllarca önce yapılan Hacıbayram civarını sağlıklılaştırma projesi bir türlü devreye sokulamadı. Okuyucumuzun da işaret ettiği gibi, Hacıbayram civarı mezbelelik haline geldi. Yolsuzun uğursuzun uğrağı oldu. En müptezel meyhaneler buralarda yuvalandı. Sokaklar tinercilerin, esrarkeşlerin mekânı haline geldi.

Hacıbayram Camii bakımlı elbette. Türbesinin onarımını da Gökçek hanımefendi üstlenmiş. (Bu hizmetini türbenin girişine yaptırdığı demir kapıya isminin baş harflerini işleterek de tescil ettirmiş!)

Bugün Hacıbayram yaşanan bir semt değil. Eskiden insanların yaşadığı, ailelerin eski Ankara’nın en itibarlı semtlerinden birinde yaşamaktan hoşnut olduğu bir yer olan Hacıbayram’da, artık sabah ezanı okunduğunda camiye gelebilecek cemaat yok... Bereket, Ankaralılar sırf sabah vakti değil, her vakit camiyi lebaleb dolduruyorlar. Şehrin muhtalif yerlerinden arabalarla gelerek elbette.

Hacıbayram semt olarak yaşamalı. Evlerinde aileler oturmalı. Çocuklar sokaklarında cıvıldaşmalı. Etrafı bir kültür havzası olmalı. Kitapçıları, cenaze levazımatı, tesbih, takke satılan yerler olmaktan çıkarılmalı...

Başkan Melih Gökçek, Ankara’nın mayasının çalındığı bu bölgeyi daha fazla ihmal etmemeli.

Ankaralı Başkan’a güzel eserlerinden ötürü müteşekkir, bunu dördüncü defa seçerek gösterdi. Bu dönem, Başkan Ankara’nın kalbini dinlemeli. Hacıbayram ve civarını, Ankara’yı Ankara yapan tarihî alanı bu durumdan kurtarmalı... Bu fırsat bir daha ele geçmez. Melih Gökçek Ankara’ya borçlu gitmemeli...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 23.05.09, 19:49 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Bayramlık cehaletler!

D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-05-23


Bugünkü öğretim sisteminin belkemiği olan ideolojikleştirme, cahilleştirmeyi sistemli hâle getirmektedir. Türkiye'de ilk öğretimden yüksek öğretimin sonuna kadar okutulan inkılâp tarihi dersleri, kapsadığı dönemin gerçek anlamda bilinmesi yerine, hurafevî şekilde öğretilerek bilinmemesini sağlıyor. Bu yüzden, çok yüksek bürokratik ve hatta "ilmî" mevkilere yükselmiş kişiler dahi böylesine cahilane görüşler ortaya atılabiliyor.

Bu cehalet örnekleri, son defa 19 mayıs kutlamalarında görüldüğü gibi milli bayram addedilen günlerde çok yaygın şekilde sergilenmektedir.

Bugünkü Türkiye'nin oluşumu, en az 150 yıllık bir süreçtir. Bu süreç, belirli merhaleleri işaretlediği gibi, olağanüstü şartların belirlediği sonuçları da bize gösteriyor. Cumhuriyet hem olağan, hem olağanüstü bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti'ni tamamen yeni bir devlet olarak kabul ve ilân etmek şekil yönünden mümkünken, sosyoloji ve tarih bilgisi bizi bu konuda -en azından- ihtiyatlı davranmaya sevkediyor.

Cumhuriyet, bir imparatorluğun tasfiyesi sonucu kurulmuş bir rejim olmakla beraber, imparatorluğun merkez topraklarında kurulan devletin aynı zamanda bir sürekliliği ortaya koyduğunu kabullenmek gerekiyor. Devletin unsurları dikkate alınırsa, halk, vatan, dil ve aidiyet sembolleri (bayrak, millî marş) cumhuriyet öncesinin ihmal edilemeyecek bir ağırlık taşıdığı kolaylıkla kavranabilir. Hatta, Cumhuriyet'in yönetici elitinin Osmanlı kurumlarının yetiştirdiği, sınadığı, önemli görevler verdiği seçkinler arasından geldiğini görmemek mümkün değildir.
Son padişahla ilk cumhurbaşkanının ilişkileri bilhassa M. Kemal Paşa’nın Anadolu’da görevlendirildikten sonra yola çıkmadan önce padişahla görüşmesi, her şeye rağmen, bir devamın sembolik göstergesi sayılabilir. Yıldız Sarayı’nın onca büyük ve tantanalı salonları dururken küçücük bir odasında gerçekleştirilen bu görüşme sırasında son padişahın, elinin altındaki bir tarih kitabını işaret ederek söyledikleri bu sembolizmi daha da kuvvetlendirmektedir.

Cumhuriyet’in kurucusu olan Mustafa Kemal Paşa'nın son defa 2. Abdühamid tarafından şekillendirilen askerî rüşdiye (ortaokul) ve idadî (lise), Harbiye ve askerî akademide öğretim gördüğü, bu kurumlardan iyi derecelerle mezun olduğu bilinmektedir. 1902'de Harbiye'den 8. olarak mezun olduktan sonra 1905'te 5. olarak Erkân-ı Harb Mektebi (Harb Akademisi)nden mezun olan Mustafa Kemal, Cumhuriyet’ten sonraki hayatı kadar Osmanlı ordusunda hizmet etmiş, Çanakkale cephesine kaymakam (yarbay) olarak girmiş, önce miralay (albay) sonra da mirliva (tuğgeneral) olmuştur. Mustafa Kemal Paşa ile aynı yaşta olan Enver Paşa, hem ihtilalci bir cemiyetin (İttihat ve Terakki) önde gelen isimlerinden biri olması yüzünden hem de bu sıfatla saraya damat olması sebebiyle, çok süratle yükselmiş, buna karşılık aynı Cemiyet'te daha etkisiz bir konumda bulunan Mustafa Kemal terfi etmekte ona göre, geç almıştır. Kaymakam Mustafa Kemal'in yükselmesi için, Çanakakkale cephesinde kendini ısbat etmesi gerekmiştir. Millî Mücadele'ye kadar, Mustafa Kemal, bu cephede aldığı rütbelerle gelmiştir.

Mustafa Kemal Paşa’nın son padişah Vahidetdin'le ilişkileri de sanıldığı gibi, kötü değil; son kritik ana kadar iyi, hatta çok iyi seyretmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Vahidetdin'in veliahd iken Alman İmparatoru’nun dâvetlisi olarak Almanya'ya gitmesi gerektiğinde, resmî heyete dâhil olmayı bilhassa istemiş, bazı kaynaklara göre de bunu emrivaki ile gerçekleştirmiştir.

Mustafa Kemal Paşa, Mütareke'den sonra İstanbul'da bulunduğu süre içinde Vahidetdin'le en çok görüşen Osmanlı paşasıdır. 1918 yılı 13 kasımında İstanbul'a gelen Mustafa Kemal Paşa, bir gün sonra 14 kasımda, Cuma Selâmlığı'ndan sonra Padişah tarafından kabul edilmiştir. 19 kasımda M. Kemal Paşa Padişah'la görüşme talebinde bulunmuştur. 22 kasımda Cuma selâmlığından sonra tekrar görüşme vukubulmuştur. 29 kasımda yine Padişah Mustafa Kemâl'i kabul etmiştir. Bu durumda, İstanbul'da bulunduğu süre içinde Paşa'nın Padişah'la neredeyse her hafta görüştükleri anlaşılmaktadır.

Vahidetdin'le Almanya seyahati dolayısıyla veliahd iken kurulan ilişkilerin derecesi, Mustafa Kemal Paşa'nın, Karlsbad'da kaplıca tedavisi görürken Sultan Reşad'ın ölümünü duyduğunda yazdıklarından anlaşılmaktadır. Sultanın ölüm haberine çok üzülmüştür. Bu üzüntünün sebebini şöyle açıklar: "Ne ölen padişaha acıdığımdan ve ne de yeni padişahın ömrünün uzun veya kısa olacağından müteessir değildim. Teessüf ettiğim cihet İstanbul'da bulunmayışımdandı… Ben veliahd hazretlerini Almanya seyahati münasebetiyle pek iyi tanımıştım. Aramızda bir dereceye kadar hususiyet ve samimiyet hâsıl olmuştu… Kendisi ile başlamış olan münasebeti azami derecede ilerletmek fırsatı elimde iken, müstağni davrandım. Bir defadan maada (başka) ziyaretine gitmedim. Hatta bu defa istanbul'dan ayrılırken veda dahi etmedim. İşte teessürüm bundan ileri geliyordu… Doktor geldi, yatak odasına girdi. Ona Padişah'ın vefatını ve yeni padişahın bana muhabbetini söyledim."

Paşa acele olarak Karlsbad'dan Başmabeynci Lütfi Simavî vasıtasıyla Padişah'a tebrik mektubu gönderir (19 temmuz 1918), kaplıca tedavisini tamamlamadan İstanbul'a döner (2 ağustos). Vahidetdin'le görüşür, Padişah onu 7. Ordu kumandanlığına tayin eder. Bir ay sonra da “fahrî yaver”i yapar. Bu, bugünkü tabirle "onursal" bir görevdir. Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıktıktan sonra, bütün unvanlarının önünde bu unvanı kullanır: Fahrî Yaver-i Hazreti şehriyari… Yüce padişahın Fahri Yaveri!

Mustafa Kemal Paşa'nın Vahidetdin'le ilişkileri, askerlikten istifa edip "sine-i millet"e döndükten sonra da kesilmez. İstifasının ardından "Kulları Mustafa Kemal" imzası ile bağlılıklarını bildirir. "Yüksek saltanat ve hilafet makamıyla, asil milletlerinin hayatımın son noktasına kadar daima koruyucusu ve sadık bir ferdi gibi kalacağımı tam bir bağlılıkla arz eder, bu hususta teminat veririm." Daha sonraları da, Padişah'a aynı minval üzere yazıları, telgrafları vardır. Mesela, Ankara'dan gönderdiği 19 ocak 1920 tarihli mektup bunlardan biridir. Mektup şöyle bitmektedir: "Âcizleri de bizzat atebe-i felek-mertebe-i hilafet penahilerine yüz sürmek şerefinden mahrumiyetimin daha fazla imtidad etmeyeceğinden ümidvar ve her zaman teyid ettiğimiz hiss-i sadakat ve merbutiyetin lâyezal olduğunu huzur-ı humayunlarına bir defa daha tekrara muvaffakiyet fikriyle bahtiyar olarak tazimat ve tevkirat-ı müeyyedemi takdim..." (Âcizleri de yüce hilafet makamının yüksek eşiğine bizzat yüz sürmek şerefinden mahrumiyetimin daha fazla uzamayacağından ümitli ve her zaman teyid ettiğim sadakat hissi ve bağlılığın sonsuz olduğunu huzur-ı humayunlarına bir defa daha tekrara muvaffakiyet fikriyle bahtiyar olarak ululamalar ve pekiştirilmiş saygılarımı sunarım…)

Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş son padişah Vahidetdin'le M. Kemal Paşa ilişkileri dikkate alınmadan doğru anlaşılamaz ve anlatılamaz. Cumhuriyet'ten sonra, Vahidetdin ve Osmanlı padişahları aleyhine, yeni rejimi pekiştirmek için kampanyalar yapılmıştır. Bunu dönemle sınırlı (konjonktürel) saymak gerekir. Mustafa Kemal Paşa Vahidetdin'in ölümünden Adana seyahati sırasında haberdar edilir (17 mayıs 1926). Reisicumhur Mustafa Kemal, bulundukları sofrada aleyhinde konuşanlara karşı son padişah Vahidetdin için şunları söyler: "Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi Topkapı'nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki…"


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 25.05.09, 08:38 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Halil İbrahim Buluşmaları ve “Yardım Ahlâkı”

D.Mehmet Doğan
Vakit
2009-05-25


Şanlıurfa’da Halil İbrahim buluşmalarının üçüncüsü yapılıyor. Mayıs ayının son on gününe girilmiş ve Hz. İbrahim’in şehrinde bunaltıcı sıcaklar başlamış. Dünyanın ve Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelen misafirler ve katılımcılar bu kendine mahsus şehre çok renkli bir canlılık getiriyor.
Buluşmalar, yardımlaşma ve dayanışma kurumlarının Şanlıurfa’ya yönelmesine vesile oluyor. Türkiye içinde ve dışında etkili yardımlar organize eden kuruluşlar yanında mahalli yardım kuruluşları da bu sergide yerini alıyor. Mahalli kuruluşlarda bile, bütün insanlığı kuşatmak isteyen bir geniş kavrayış hissediliyor.
Sergiyi her bölümde farklı bir dünyaya geçer gibi geziyoruz. Çünkü her kuruluş farklı bir heyecanı temsil ediyor. Öksüzlere, yetimlere yardımcı olmak için oluşturulanlardan, engellilerle ilgili kuruluşlara kadar geniş bir yelpazede çok sayıda kuruluşun yaptıkları, yapmayı tasavvur ettikleri bu küçük bölmelerde büyük dünyaların yaşatıldığını gösteriyor. Ayırım yapmadan bütün ihtiyaç sahiplerine ulaşmak, onlara zor zamanlarında el uzatmak bu büyük çadırın altında en güçlü ortak arzu olarak görünüyor. Bu hava içinde gezerken, birden bir bölümün önünde duraklıyoruz. Diğer standlardaki kucaklayıcılık burada yok. Her noktadan bir tarafgirlik, ideolojiklik ve tahditci yaklaşım gözleniyor.
Burası, son günlerde çok reklamı yapılan ünlü bir derneğin standı. Bu çok meşhur derneğin standı önünde çok fazla kalamıyoruz. Zaten büyük çadırın altındaki cıvıltılar burada yerini sessizliğe bırakıyor. Sergiyi gezenler ayakları geri geri gitmeden bir sonraki bölüme atlıyorlar. Böylece kaldıkları yerden devam edebiliyorlar.
Buluşmaların üçüncü gününde “Yardım ahlakı” konferansı var. Bu konferansta bizim de sözümüz olacak. Basında yardım ahlâkı konusundaki görüşlerimizi şöyle özetliyoruz. Modern dönemde yoksulluk ve yardımlaşma da bir ürün gibi pazarlanmaya başlandı. Kitle haberleşme araçları fakirliği daha görünür hâle getirdi, böylece yardım duygusu uyandırmada rol oynadı. Fakat bunun tatmini hususunda aynı derecede güçlü bir tesir oluşturamadı.
Türkiye geçmişinde sosyal hayatı, yardımlaşmayı, fakirlikle mücadeleyi vakıf müessesesiyle düzenledi. Birçok şehrimizde vakıf mülkiyeti kamu ve özel mülklerden fazla idi. Modern dönemlerde, Kızılay yardımlaşmayı düzenleyen resmî görünümlü bir kurum olarak ortaya çıktı. Son olarak yaşanan büyük Adapazarı depreminde, bürokratik ataletin kurumu güçten düşürdüğü görüldü. Kızılay’ın boşluğu, çeşitli yardım dernekleri ile dolduruldu. Bu derneklerin ekseriya bir televizyonla ilintili olmaları ilgi çekici idi. Çünkü, yardımlaşma duygusunu güçlü bir etki ile canlandırmak, ancak kitle iletişim araçlarını kullanmaktan geçiyordu.
Ürün reklamı kampanyalarını andıran yardım kampanyaları yapıldı. Böylece modern dönemlerin yardımlaşma tarzı ortaya çıktı. Medya destekli yardım, geleneksel yardım hissiyatını geri plana itti. Habersiz, bir beklenti olmaksızın, Allah rızası için yardım esas olmaktan çıktı. Yardım kuruluşlarının gelirlerinin hatırı sayılır bir kısmını yayın kuruluşlarına aktarmak zorunda kaldıklarını, büyüdükçe güçlü bir bürokratik mekanizmaya ve altyapıya ihtiyaç duyduklarını tahmin edebiliriz.
Yardımlaşma kampanyaları, zamanla basın yayın araçlarının da maddî kazanç sağladığı unsurlar haline geldi. Basın yayın araçları kurumsal yardım kampanyaları dışında, münferit yardımlaşma haberlerine az da olsa yer veriyorlar. Her halükârda bu yardımlaşma haberlerinde de bir arkaplan bulmak mümkündür. Bu arkaplanda, ekseriya bir kuruluşun adını duyurmak, tanıtımını yapmak, bir kuruluşa destek sağlamak gibi pratik amaçlar hemen görülmektedir.
Son dönemlerde yardım ahlâkı kavramını gündeme getiren bazı olaylar basına sıklıkla yansımış ve böylece kamuoyuna mal olmuştur.
Ahlâk, her ne kadar yaradılıştan gelen huylar demekse de, esas olarak ve en geniş şekilde iyi ve kötü hareketlerinin tefrik edilmesi şeklinde tanımlanabilir. Ahlak, ilim gibi var olanı tanımakla iktifa etmez, gerekeni, ideali araştırır. İlimler realiteyi tanıtıcı, ahlâk ise kaide koyucudur. İlimde sebeplilik ilkesi hâkimdir, ahlâkta ise hürriyet esastır. Ahlâk insanı iyi olana yöneltir, faziletli kılmak ister. Âdil olmayı, vazifesini veya sorumluluğunu yerine getirmeyi telkin eder. Bu noktada vicdan kavramı devreye girer. Vicdan, tavır ve hareketlerimizin ahlâkça değerli olup olmadığını muhakeme etme şuurudur.
Yardımın ahlaki boyutu elbette önemlidir. Zulüm yapmış, insanları katletmiş bir kimsenin adaletin elinden kurtulmasını sağlamak doğru bir yardım sayılabilir mi? Buna ahlâken ve vicdanen vereceğimiz cevap “hayır”dır. İkinci mesele de, bir şey verip, yardımda bulunup bir sonuç alma şeklinde yapılan yardımdır. Misyonerlerin ekmek verip, dine sokma şeklindeki yardımları gerçek anlamda ahlâkî bulunabilir mi? Yardım yapan, yaptığı yardımın iyilik oluşturmasını ister. Yardım yaptığı insanın bunu doğru yolda kullanmasını bekler. Ama yardımı bir alışverişe dönüştürmek, karşılığında çok açık bir beklenti oluşturmak, ahlaki sayılamaz.
Son bir yıl içinde, iki dernekle ilgili basınımızda bir hayli haber çıkmış, haber konuları ile ilgili de bir hayli yorum ve tahlil yapılmıştır. Derneklerin isimlerini açık olarak vermeyeceğiz.
Son yıllarda ortaya çıkan bir yardım kuruluşuyla aynı adı taşıyan yurt dışındaki bir kuruluşun Almanya’daki mahkeme safahatı, tamamen iç siyasetin malzemesi haline getirilmiştir. Elbette, konunun siyaseti ilgilendiren vecheleri bulunabilir. Fakat konu sıklıkla bu yönleri aşacak şekilde ele alınmıştır. Aynı adlı Türkiye’deki kuruluşun hizmet alanında yaptıkları, sağladığı sosyal fayda göz ardı edilmiştir.
Muhtaç kitleye destek veren kuruluşun siyasi eleştirilerden etkilenerek, ulaşmakta bulunduğu ihtiyaç sahibi insanlara hizmet verememesinin boşluğunun nasıl doldurulabileceği de düşünülmemiştir. Bunun konumuz açısından kötü bir örnek olduğunu belirtmek istiyoruz. Siyasetin böyle alanlarla ilgili sert yaklaşımları, yardım ahlâkı kavramının günümüzde ne ölçüde önem taşıdığını ortaya koymaktadır.
Diğer bir mesele, başka bir yardım kuruluşu ile ilgilidir. Bu kuruluş, isminden başlayarak ideolojik bir yaklaşımı esas aldığı etkisi uyandırmaktadır. Yardım, hayır, isterse buna “destekleme” denilsin, hiçbir ayırım gözetmeden bütün muhtaç olanları hedeflemelidir. Sözkonusu kuruluş bir hayat tarzının desteklenmesi üzerine tesis edilmiştir. Bu haliyle objektif olarak gerçek anlamda bir yardım veya hayır kuruluşu addedilemez. Yardımlaşma kurumları, elbette farklı kategorilerde hizmet verebilirler. Kimisi belli bir yaş grubuna, kimi bir sağlık konusuna yönelebilir. Sırf engellilerle ilgili destek sağlayan kuruluşlar olabilir. Fakat bu halde dahi, cins, ırk, din, mezheb veya siyasi görüş vb. ayırımı yapılması sözkonusu olamaz. Sadece bir siyasi görüşe mensup olanların, sadece belli bir ideolojiyi veya hayat tarzını benimseyenlerin yardıma mazhar olabileceği bir yardımlaşma sistemi sözkonusu olamaz.
İsmini zikretmeyeceğimiz yardım kuruluşunun başında olan ve yakın zaman önce hayatını kaybeden yönetici hanım, çocuklara, gençlere ve bilhassa kız çocuklarına burs ve yardım konusunda yaygın bir hizmet vermek iddiasındadır. Fakat bu hizmeti verirken, ayrımcılık yapıldığı, sözü geçen yönetici tarafından açıkça beyan edilmiştir. Bu beyanın, basın yayın araçları tarafından, tasvip görmemesi gerekirdi. Yani, ne sebeple olursa olsun, ayrımcılık yapılmasının yanlış olduğunun açıkça ilan edilmesi icab ederdi. Ne yazık ki, en azından bazı basın kuruluşları, böyle ayrımcı beyanları tasvib eder, hatta över mahiyette yayın yapmışlar ve böylece yardım ahlâkının gerektirdiği hiçbir ayırım yapmadan muhtaç olanları destekleme ilkesini hiçe saymışlardır.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 26.05.09, 19:30 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Sentetik milliyetçilik ve yeni azınlıklar

D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-05-26


20. Asır Türkiye’sinin en fazla tükettiği kavramlardan biri de “milliyetçilik”ti. Bu kadar çok kullanılan, tüketilen bir kavramın derinlemesine bilinmesine ihtiyaç vardır elbette. “Milliyetçilik” her niyete göre yenilen bir meyve gibi. Anayasa’da “milliyetçilik” var. Bu nitelenmiş bir milliyetçilik: “Atatürk milliyetçiliği”. MHP’de milliyetçilik vurgusu güçlü, öte taraftan, “solcu”luk iddiasındaki CHP ve DSP de milliyetçi parti sayılıyor. Onların solundakiler de kendilerini “ulusalcı” olarak niteliyorlar. Herkes “milliyetçi” ve milliyetçilik, ikibine doğru, 1930’lardaki anlamlandırılışına çok uygun bir şekle dönüştü: Tepeden inmeci, baskıcı, devletçi.
Peki bu milliyetçilik nereden çıktı da 20. Yüzyılda Türkiye’nin en fazla tükettiği bir kavram haline geldi? Bu konu pek fazla derinlemesine incelenmiş değildir. Mehmet Karakaş’ın “Türk Ulusçuluğunun İnşası” adlı çalışmasında dikkate değer ipuçları var (Ankara, 2001). Karakaş başlangıçta, nasyonalizm / milliyetçilik’in tarihî macerasını özetliyor. Milliyetçilik esas itibarıyla totalitarizme yatkın, bilinç oluşturucu, yeniden toplum inşa edici bir ideoloji.
Batı kendi toplumunu inşa ettikten başka, 19. Yüzyılda doğu toplumlarını kendine göre oluşturmak için faaliyete girişti. Doğu halklarının bu arada Türklerin kimliklerinin yeniden biçimlenmesi için türkoloji çalışmalarına hız verildi.
Türkoloji, oryantalizm gibi, “sömürgeciliğin keşif kolu” olarak anlam kazanmıştır. Türkoloji çalışmalarıyla, “Türklerin kimliği, Batı’da oluşan yeni ilişkilere göre Batı ile uyumlu biçimde yeniden biçimlendirilmiştir. Sonuçta Batı’daki türkoloji çalışmaları, Orta Asya Türklüğü temelinde Türk kimliğini Osmanlılık dışında yeniden tanımlama çabası olarak karşımıza çakmaktadır.” (sf.100) Bu bağlamda öncelikle dil konusu ele alınmıştır. Türkçe’nin yenileştirilmesi, böylece gelenekle bağların koparılması oryantalizmin bir kolu olan “türkoloji”nin 20. Yüzyıldaki temel uygulamasıdır.
Türkçe vurgusu, tamamen İslâm öncesi döneme ağırlık verilerek yapılmaktadır. Böylece, mevcut organik milliyetçilik etkisizleştirilmekte, Osmanlı ve İslâmın dışında bir Türk kimliği inşa edilmek istenmektedir. “Osmanlının geleneksel konumu ve anlayışı dışında şekillenen bu çalışmalar; daha ziyade antropolojik bulgulara dayanan incelemeler olarak telakki edilebilir. Âdeta tarihsiz toplumları inceleme usulleri bu çalışmaların metodunu oluşturan unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır.”
Türklerin kimliği Batı’nın Türklerle ilgili geliştirdiği yeni siyasete uyumlu hale getirilmek için yeniden yorumlanmakta, böylece milliyetçilik kavram olarak tam bir “Truva atı” konumu kazanmaktadır.
Türkiye’de batı tipi milliyetçilik, toplumumuzun organik milliyetçiliğine bir alternatif olarak ortaya konulmuş, kuvveti ele geçiren komitacı unsurlar, yeni bir Türk kimliği, yeni bir ulus inşa etmek için baskıcı, tepeden inmeci metodlar uygulamışlar, şiddete başvurmuşlardır. Bu baskı ve şiddet, arzu edilen toplum bir türlü inşa edilemediği için, bugün de çeşitli şekillerde sürdürülmektedir.
Peki Türkiye’nin gerçek milliyetçiliği ne idi? Türk siyasî tarihi ile ilgili çalışmaları ile uluslararası bir şöhrete sahip olan Prof. Kemal Karpat geçen yüzyılın sonunda oluşan “milliyetçilik” konusunda çok etkileyici sonuçlara ulaşmıştır. Osmanlı-İslâm ve doğu toplumlarında 19. yüzyılın sonunda organik, kendiliğinden bir “milliyetçilik” akımı ortaya çıkmıştır. Hiçbir ideologun çerçevesini çizmediği, teorisini yapmadığı, hiçbir resmî propaganda ve zorlamanın olmadığı bir oluşum olarak tezahür etmiştir.
İslâmcılık (elbette, bir aydın hareketi olan teorik “islâmcılık”tan farklı bir şeyden söz edilmektedir) geçen yüzyılın sonunda Osmanlı toplumunun, Müslümanların, Türklerin milliyetçiliği olarak yükselmiştir. Bu milliyetçilikte bütün yapıcı unsurlar kendiliklerinden rollerini oynamışlardır. Tabiî bir toplum modeli, kendinden güç alan bir iktidar yapısı ortaya koymuşlardır. 2. Abdülhamid’in yürüttüğü politikalar, bu milliyetçilik anlayışıyla uyumlu olduğu için başarılı olmuştur.
İttihatçılar ve onların varisi olan cumhuriyetçiler, yeniden sentetik milliyetçiliğe, devlet tarafından inşa edilen millet fikrine dönmüşlerdir. Toplumsal uyumsuzluğu tırmandıran bu uygulamalar, bugüne çözümsüz problemler devretmiştir. Milliyetçi fakat milletine düşman, milletinin değerlerine karşı zümreler derin bir bölünük ülke tablosu meydana getirmişlerdir. Milliyetçilik bu mânada birleştirici değil, bölücü bir rol oynamış ve karşı milliyetçilikleri tahrik etmiştir.
Diğer taraftan, toplum inşa eden milliyetçilik, halkla çatışan, onu dışlayan bir totalitarizmin ve baskıcılılığın kaynağı olmuştur. Başbakan Erdoğan’ın Düzce konuşmasını bir de bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Modern Türkiye’nin en büyük başarılarından birisi olarak azınlıkların tasfiyesi gösterilir. Türkiye Lozan’dan sonra daha “mütecanis” bir ülke haline getirilmiştir. İttihatçılar tehcir/göçürme ile Ermeni nüfusu azaltmış, Cumhuriyetçiler de mübadele ile Rum nüfustan kurtulmuştur. Son hamle, İstanbul Rumlarından 5-7 Eylül olayları ile kurtulmaktır!
Bu Türkiye’nin iç dengelerini olumlu mu etkilemiştir, olumsuz mu? Müslüman olmayan azınlıkların tasfiyesi, sentetik milliyetçilik uygulamaları için gerekli idi. Farklılıkları bir arada yaşatırken aynı zamanda çoğunluğun değerlerine karşı savaş açmak mümkün değildi. İslâm karşıtı hareketleri azınlıkların belli oranda bulunduğu Türkiye’de resmî olarak yürütmek imkânsızdı. Yeni Türkiye’nin kurucuları azınlıkları tasfiye erken, geriye kalan mütecanis bütün içinden yeni azınlıklar çıkaracak uygulamalara giriştiler.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 27.05.09, 18:12 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Türkiye yasaklıyor!

D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-05-27


Cumhurbaşkanımızın muhterem eşleri, dünyanın en okuma özürlü ülkesini bu utanç verici halden kurtarmak için iki senedir “Türkiye okuyor” kampanyaları düzenlenmesine öncülük ediyor.
Türkiye’nin her tarafında bu kampanya dolayısıyla yüzbinlerce kitap okunuyor. Okullarda ciddi hareketlilik meydana geliyor. Öğrenciler, türkçenin güçlü edebî eserleri ile tanışıyor. Dillerini dilbilgisi dersi dışında gerçekten keşfediyor. Konuşmaları değişiyor, yazı yazarken kurdukları cümleler farklılaşıyor. Bir nevi bilgi ve iyilik yarışı yapılıyor...

Bu sizce sevindirici bir şey mi?

Bence sevindirici de, bizim mütekait mizahçımız, meşhur meçhul Halil Kaleli ülke gerçeklerine çok daha uygun fikirler öne sürüyor. Sizi onun memleket gerçekleriyle uyumlu fikirleri ile baş başa bırakıyorum:

Bu kampanyaları, sevindirici buluyorsanız aman hemen cevap vermeyin. Önce bir düşünün taşının. Düşünüp taşınmakla kalmayın, bazı işaretlere, yönergelere, andıçlara, andızlara, vantuzlara bakın...
Bu aslında iyi bir şey değildir; ey vatandaş! Ne o öyle, çocuklara sorgusuz sualsiz, kontrolsüz kitaplar okutuluyor? Okunacak kitap var, okunmayacak kitap var. Hatta yakılacak kitap var, yırtılacak kitap var!

Kutsal cumhuriyetimiz bu kitap okuma yüzünden ikide bir tehlikeye düşüyor. Biz boşuna mı Cumhuriyet mitingleri yapıyoruz. Her kitap okundukça cumhuriyetimizi korumanın bedeli yükseliyor. Mitingler yetmiyor, başka şeyler yapmak gerekiyor. Silah gibi görünen bazı boruların, halkın “el bombası” tabir ettiği küçük tenis toplarının devreye sokulmasına ihtiyaç duyuluyor. Boru mu bu? Elbette cumhuriyetten yana taraf olacağız ve kitap okunmasını engelleyeceğiz. Biz bu cumhuriyeti pazardan almadık.

Ne o öyle, tek parti döneminde bu kadar çok kitap mı vardı? Her yıl yüz-iki yüz kitap yayınlanırdı, bunların çoğu da devlet yayınıydı. Sansürümüz iyi işlerdi, dinden imandan bahseden kitap yayınlamak asla mümkün olmazdı. Şimdi öyle mi ya? Bir yılda otuz bin kitap! Lânet olsun! Ayıkla ayıkla bitmez! Yak yak tükenmez!

İrticaî kitaplar almış yürümüş. Bu kitapları okuyanlar camilere gidiyorlar, arapça sûreler okuyarak namaz kılıyorlar, Mevlit dinliyor ve tekbir getiriyorlar, Peygambere salat ve selâm okuyorlar. Bu mu Cumhuriyet Türkiyesi? Neden camilerde onuncu yıl marşı okunmuyor? Neden “Atatürk en büyük!” denmiyor? O olmasa cami mi kalırdı? Namaz mı kılınırdı? Sen sus Urumelili! Ne yani, Yunanistan’da, Makedonya’da, Kosova’da vesairede bile camiler açıksa, oralarda irtica var mı?

Türkiye’nin okuması demek, halkın ülkede ve dünyada olup biteni öğrenmesi demek. Kendi yolunu çizmek için daha fazla zihin enerjisi sarf etmesi demek. Onların da ötesinde daha fazla sorgulaması demek...

Bizde itaat esastır. Emir demiri keser! Muti vatandaşlarımızı asla kaybetmek istemeyiz. Vatandaş dediğin boyun eğecek, çağrılınca gelecek, gelince emirlere uyacak.

Bizim itiraz eden vatandaşlara değil, emirlerimizi dinleyecek mankurtlara ihtiyacımız var.

Üç-beş kelime bilsinler yeter: Yat, kalk, sürün!
-Merhaba mankurt!
-Sağol!
-Nasılsın
-Sağol!

Ben kampanyaya kampanya demem “Türkiye yasaklıyor! Türkiye yırtıyor! Türkiye yakıyor!” değilse...


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Tarihe Düşülen Notlar / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 28.05.09, 11:09 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Yeni bir hastalık: Ergenekonomani

D.Mehmet Doğan


Vakit

2009-05-28


Tıp son yüzyılda büyük gelişmeler kaydetti. Bundan kimsenin şüphesi yok. Türkiye büyük ekseriyetle bu gelişmelerin son zamanlara kadar sadece takipçisi oldu. Yani Türkiye merkezli buluşlar, ilaçlar o kadar şişinmemize rağmen, çok fazla yok. (Benim hatırımda kalan “Behcet” hastalığı hariç).
Son yıllarda, ülkemizde bilhassa askerî tebabetin büyük mesafeler kaydettiği inkâr edilemez. Mesela bir askerî tabibimiz paranoya ile ilgili çok önemli bir keşifte bulunmuş... Bunun gelecekte bu hastalığın tedavisinde çığır açıcı olacağı söyleniyor.
Bununla birlikte, asıl askerî tababetin asrımızı ilgilendiren en büyük buluşu “ergenekoni” denilen hastalık olmalıdır!
Tıp tarihi daha önce böyle bir hastalık yazmıyor. En fazla bir yıllık bir geçmişi var.
Bu hastalığı sivil hastahaneler ne kadar yetkin tabipleri olursa olsun, ne kadar gelişmiş cihazlara sahip olurlarsa olsunlar, teşhis edemiyorlar. Belirtilerini yanlış yorumluyorlar ve çok ciddi bir hastalığı aspirinle savuşturmaya çalışıyorlar! Hasta çarnâçar mahpushanesine dönüyor. Mahkeme huzuruna çıkmak zorunda kalıyor. Oysa, askerî tabiplerimiz “ergenekoni” sendromunu hastanın yüzünü görür görmez şıp diye anlıyorlar ve teşhisi koymakta gecikmiyorlar.
Son aylarda böyle hastalara çok rastlanıyor. Fakat bu hastalığın önemli özelliklerinden biri, belli bir rütbenin üstündeki emeklilere musallat olması. Bir iddiaye göre, emekli tuğgeneral rütbesinin üstündekiler bu hastalığa tutuluyormuş. Buna karşı çıkan tabipler de varmış. Onlar “ergenekoni belirtileri bütün savcılara muhatap olan emekli generallerde görülebilir” diyorlarmış... Rivayet muhtelif.
Hastalığın seyri hakkında verilen bilgiler de ilginç. Bu nevi hastalar, düşüp kafalarını yere çarpıyorlarmış. Tabiî olarak kafa betona çarpınca hastalığın seyri değişiyor ve hasta kafadan gayri müsellah hâle geldiği için, tahliye reçetesi yazılıyor!
Askerî tababetin uzmanlık alanlarından biri de, çürüklük mevzuunda imiş. Kim askerlik yapmaya müsait değil, elbette bunu en iyi askerî tabipler bilir. Son aylarda, kameraları görünce Metro Golden Mayer arslanı gibi kükreyen, Walt Disney leoparı gibi pençe atan bir hukuksal dernek başkanı da çürüğe çıkarılmış...
Elbette, karar rütbeli uzman tabiplerin.
Konuyla ilgili son bilgi: “Ergenekoni” şimdilik “ulusal” bir hastalıkmış. Henüz diğer ülkelerde görülmüyormuş. Dünya Sağlık Teşkilatı, bu hastalığın başka ülkelere sıçramaması için tedbir düşünüyormuş. Teşkilatın önde gelen yöneticilerinden birisi, “ergenekoni başka ülkelere bulaşmaz, çünkü Türkiye’dekine benzer askerî hastahanelere başka ülkelerde rastlanmıyor” diyesiymiş!
Hastalık Türkiye dışına çıkmamış ama, maalesef sivillere de bulaşmaya başlamış. ETÖ dâvası tutuklusu Başkent Üniversitesi Rektörü Mehmet Haberal, basit bir anjiyo yüzünden 40 gündür hastanede tutuluyormuş. Halbuki Haberal’ın Ankara’daki eski Başbakanlardan Bülent Ecevit’i de tedavi eden çok meşhur hastahanesinde anjiyo olanları bir gün bile yatırmıyorlarmış. Aynı gün taburcu! Demek ki bu farklı bir anjiyo: Ergenekonomani anjiyosu!
Neden böyle düşünüyoruz? Çünkü aynı ameliyeden geçen Ergenekon hâkimi Köksal Şengün 4 gün sonra görevinin başına dönmüş.
Üniversite veya tıp tahsili tarihimizi bilenlerin malumudur, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi, Askerî Tıbbiye’nin evrimi ile oluşmuştur. Yani modern tıp, önce askerî tıbbiyeler kurularak Türkiye’de öğretilmiştir. Sonra sivil tıbbiyeler de kurulmuştur ve bunun ilk örneği, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’dir. Bu menşe birliğinin, İstanbul Tıp Fakültesine özellik kattığını düşünebiliriz.
Yani, ergenekonomani hastalığını teşhiste bu fakültenin yetkin bir kuruluş olması şaşırtıcı değildir. Bu itibarla “İÜ Tıp Fakültesi Sivillerin GATA’sıdır” demek yanlış olmaz. Bakalım sivil ergenekonomani mütehassısları ile asker ergenekonomani mütehassısları ne zaman bir araya gelip, hastalığın seyri ile ilgili fikir alışverişinde bulunacaklar ve dünya tıp literatürüne bu katkıyı nasıl yansıtacaklar?


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Yeni bir hastalık: Ergenekonomani / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 29.05.09, 09:40 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
29 Mayıs: Gerçek gençlik bayramı...

D.Mehmet Doğan

Vakit

2009-05-29


Türkiye’de çok sayıda “millî” bayram kutlanıyor. Bu bayramların binlerce yıllık geçmişi olan bir millet için sadece son yüz yılın olaylarına ve şahsiyetlerine hasredilmesi bir köksüzlük belirtisidir. Millet 70-80 senelik “millî” bayramlarla meşgul edilirken, bazı teşkilâtlar başlangıçlarını yüzlerce, hatta binlerce yıl öncesine götürüyorlar ve böylece kuruluş yıldönümlerini kutluyarak ne kadar köklü kurum olduklarını iftiharla ilân ediyorlar.
19 Mayıs’ın “millî bayram”, bilhassa “gençlik bayramı” olması için ikna edici dayanaklar olmadığını daha önce yazmıştık. Çünkü bu gün, kutlanması gereken bir zaferin, büyük bir başarının yıldönümü değildir. Bir harekatın başlaması sözkonusuysa, neden başlangıç 19 Mayıs olsun? Mustafa Kemal Paşa kendi başına, hiç bir emir ve buyruk tanımadan Samsun’a çıkmış olsaydı, 19 Mayıs’ı bayram ilân etmek kendi mantığı içinde doğru bulunabilirdi.
Eğer Millî Mücadele’ye başlangıç için Mustafa Kemal Paşa eksenli bir tarih belirlemek gerekiyorsa, bu 30 Nisan olabilir. Çünkü o gün Sultan Vahidetdin’in Fahrî Yaveri Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu müfettişliğine tayin ettiğine dair iradesi çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin tabiî işleyişi ile işin içinde Harbiye Nezareti ve Sadrazamlık vardır ve nihayet Padişah iradesi ortaya çıkmıştır. Bugünkü tabirle, ortada bir “devlet kararı” vardır. Kemal Paşa, şahsî iradesi ile 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmamıştır!
12 Eylül darbesinden sonra adı “Atatürk’ü anma, gençlik ve spor bayramı”na dönüştürülen gün, ancak 1938’de, Atatürk’ün ölümünden yaklaşık altı ay önce, resmî tatil ve bayram günleri arasına alınmıştı! O zamana kadar, Mayıs ortalarında “jimnastik” veya “idman bayramı” yapılırdı. Bu gün 19 Mayıs’la birleştirilerek, Atatürk’ün ölümüne yakın “Atatürk kültü” oluşturulması yönünde bir adım atılmıştır.
Bu o sırada hasta olan Atatürk’ün iradesi ile olmamıştır. Mustafa Kemal Paşa istese idi, 19 Mayıs’ı çok önceden bayram ilân ederdi!
Gençlik için gerçek bir millî gün veya bayram düşünülüyorsa, bu zengin tarihimizden çıkarılabilir.
Böyle bir arayış sözkonusu olduğunda, elbette ilk aklımıza gelecek olan İstanbul’un fethi ve onun genç fatihi Sultan Mehmed Han’dır.
Tarihimizin çok önemli zaferlerinden biri 29 Mayıs günü kazanılmıştır. Hiç şüphe yok ki, İstanbul’un fethi bir şehrin alınmasından öte tarihimizin zirve noktalarından biridir. Bu büyük fethin yirmili yaşlardaki genç kahramanı Sultan Mehmet Han, günümüzde üniversite tahsili devresinde olan gençlere, içinde bulundukları çağın büyük işlerin başarılabileceği bir dönem olduğu heyecanını yaşatabilir.
Alnında deha nuru parlayan genç Fatih, günümüzdeki yaşıtlarına, gençlik çağında büyük başarı kazanmış olgun bir şahsiyet olarak müsbet bir model teşkil ettiği gibi, irade sahibi, geniş ufuklara bakabilen, ilim ve hakikat âşığı kişiliği ve güçlü seciyesiyle de sağlam örnek olacaktır.
İstanbul’un fethi, Hz. Peygamber’in müjdelediği günden itibaren, mutlaka gerçekleşecek bir idealin remzi olmuştur. Bu yüzden Kostantiniye muhtelif İslâm orduları tarafından defalarca kuşatılmıştır. Bu kuşatmalardan birinde Muazzez Peygamberimizin Hicret’ten sonra Medine’de misafiri olduğu Ebu Eyyub El Ensarî seksenli yaşlarda iken bulunmuş ve İstanbul surlarına yakın bir yerde vefat etmiştir.
Ahir ömründe Ebu Eyyub sırf Hz. Peygamber’den aldığı fetih mesajını İstanbul surlarının önüne kadar getirmek için bu sefere katılmış, vefat ettiği mahalle defniyle, bu sırrın oraya gömülmesini sağlamıştır. Osmanlılar başlangıçtan beri, İstanbul’un fethi idealini büyük bir heyecanla benimsemişlerdir. Osman Bey’e atfedilen şu dörtlük bu derin fakat saf heyecanı yansıtmaktadır:

Osman Ertuğrul oğlusun
Oğuz Karahan neslisin
Hakkın bir kemter kulusun
İslâmbolu aç gülzâr yap

Yıldırım Bayazıt, 2. Murat bu ata arzusunu gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Genç Sultan Mehmed, Hacı Bayram’ın halefi âlim şeyh Akşemseddin’le birlikte, Eyyub Sultan’dan beri İstanbul surlarının dibinde gömülü olan fetih sırrını keşfederek kat’i sonuca ulaşmıştır.
Fatih’in İstanbul’a büyük zafer kazanmış mağrur ve zalim bir cihangir edasıyla girmediğini biliyoruz. Şehrin muhafazası, yeniden imarı, şehirde yaşayan bütün topluluklara hürriyetlerinin tanınması, o devirlerde benzeri görülmemiş bir olgunluk belirtisidir. Gençliğin delilik çağında, Mehmed Han’ın atalarından tevarüs ettiği fetih idealini bütün insanlara hürmet şiarıyla birleştirmesi galip-mağlub çelişkisini ortadan kaldırmış ve Osmanlı Devleti’nin yeni başkentinde sükûnetle uzak hedeflere yönelmesine imkân sağlamıştır.
29 Mayıs Gençlik Bayramı kutlu olsun!


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Ayasofya: Bir hâkimiyet sembolü ... / D.Mehmet Doğan
MesajGönderilme zamanı: 30.05.09, 08:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 15.12.08, 02:19
Mesajlar: 275
Ayasofya: Bir hâkimiyet sembolü

D.Mehmet Doğan
Vakit
2009-05-30


İstanbul’un fethi kutlamaları bize Fatih’in mahzun emaneti Ayasofya camiini hatırlatıyor.
Fethin kahramanı Genç Fatih, 29 Mayıs salı günü öğleye doğru Topkapı’dan içeri girdikten sonra doğruca Ayasofya’ya gitmişti. Burada atından inen genç Sultan, binayı gezdikten sonra mihraba çıkıp dua etmiş ve şükran hissiyle secdeye kapanmıştı. Mabedi terk ederken avluda mermerleri sökmeye çalışan bir yeniçeriye şiddetle engel olmuş ve binanın camiye çevrilmesini emretmişti.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’un en büyük mabedini hükümranlık hakkı olarak camiye tahvil etmiş ve böylece zengin vakıflarla yaşatmak için ilk adımı atmıştı. Osmanlı Devleti hilafete de sahip olduktan sonra, Ayasofya çok önemli bir dinî merkez olarak kabul edilmişti.
Büyük şairimiz Yahya Kemal, Millî Mücadele sırasında yayınlanan "Ezan ve Kur'an" yazısında devletimizin manevî temellerini hiç kesilmeyen ezan ve Kur'an seslerinde arar:
"Bir gün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 (1453) senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal-i vaki'di (hâlâ devam ediyor). Bu ezanı dinlerken Fatih'i asıl mânasıyle ilk defa idrak ettim!"
"Yavuz Sultan Selim'in Hırka-i Saadet'i Mısır'dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur'an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur'an sesi kesilmemiştir."
"Gezintilerden bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki mânevî temeli vardır: Fatih'in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan; ki hâlâ okunuyor. Selim'in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur'an; ki hâlâ okunuyor."
"Eskişehir'in, Afyon Karahisar'ın, Kars'ın genç askerleri siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz." (30.3.1922 Tevhid-i Efkâr)
Yahya Kemal’in Millî Mücadele’nin heyecanlı günlerinde gönülden duyarak ifade ettiği, ezan ve Kur’an muhtevalı devlet ve toplum fikri, aslında bir yıl önce Büyük Millet Meclisi tarafından millî marş olarak kabul edilen İstiklâl Marşı’nda dile getiriliyordu.
Fatih, İstanbul’un fethinden hemen sonra bir hâkimiyet göstergesi olarak Ayasofya’ya camiye çevirmişti. Osmanlı hâkimiyetinin sona ermesi ile ilgili olarak saltanatın kaldırılması, hilafetin ilga edilmesi gibi uygulamalardan sonra, Ayasofya’nın camilikten çıkarılması da beklenmeliydi.
Lozan’ı çok övüyoruz, ölü doğduğu bütün taraflarca kabul edilen Sevr’i de lânetliyoruz. Fakat, Sevr öncesinde ve sırasında batılı büyük güçlerin aldığı kararların sonradan uygulama alanı bulduğunu unutuyoruz. Mesela, İstanbul’un başkent olarak kalmayacağı. Padişah’ın İstanbul’da bırakılmayacağı. İstanbul başkent olmaya devam ederse, Padişah İstanbul’da kalırsa, Türklerin hiç yenilmediği sanılacaktır! “Eğer İstanbul’daki Padişah, geçmişin anıları ve prestijiyle yaşayan milliyetçi bir grubun denetiminde olacaksa herkesi yeni sorunlar beklemektedir.”
Ayasofya’nın camilikten çıkarılmasının neden on yıl sonra uygulamaya konulduğunu şimdilik bilmiyoruz. Fakat Sevr’in ön görüşmelerinde Ayasofya konusunun gündeme getirildiğini, İngiliz Hariciye Nazırı Lord Curzon ile Fransız mevkidaşı Berthelot’un 12.22.1919’da Ayasofya için “eğer tefrik edici bir muamele gerekliyse... bütün mezhep ve itikatların eşit çıkarlara sahip bulunduğu tarihî bir anıt olarak muamele edilebilir ama hiçbir inanç tarafından ibadet amacıyla kullanılamaz” kararı aldıklarını biliyoruz. (bkz. Paul C. Helmerich: Sevr Entrikaları, sf. 152)
Ayasofya’yı kim ibadet maksatlı kullanıyordu?
24 Ekim 1934’ten itibaren Ayasofya ibadete kapatıldı! İçindeki cami olduğunu hatırlatan bütün malzeme boşaltıldı. Yalnız, Allah, Muhammed ve dört halife levhaları büyüklüklerinden ötürü kapıdan çıkarılamadı...1 Şubat 1935’ten itibaren de Fatih’in bu mübarek emaneti vakıf cami, müze olarak açıldı! Bu bir tesadüf mü?

Ayasofya’yı camilikten çıkarıldıktan 6 ay sonra İngiliz Kralı 8. Edward gönül rahatlığı ile ziyaret etti!
1970’den sonra sağcı iktidarlar, binayı Fatih’in vakıf şartlarına uygun şekilde camiye çevirmek için epeyce çaba sarf ettiler. Fakat nafile! Türkiye Cumhuriyeti’nin hâkimiyet sınırları, Ayasofya camiinin bahçesine kadardı!

Not: İstanbul’un fethi önemsiz miydi? Bizans’ın sıkıştığı haritaya bakarak bu soruya doğru cevap vermek mümkün değildir. Bir okuyucumuzun temas ettiği husus üzerinde pazartesi günkü yazımızda duracağız.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 31 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2, 3, 4  Sonraki

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye