Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Prof. Dr. Ayhan Songar (rh.a): "Hocaların hocası"
MesajGönderilme zamanı: 22.05.11, 13:52 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 22.01.10, 04:41
Mesajlar: 345
Bir Ayhan Songar vardı

Türkiye 2 Temmuz 2001

İSTANBUL - Hocaların hocası Prof. Dr. Ayhan Songarı vefatının 5. yıldönümünde rahmetle anıyoruz. Gazetemizde uzun yıllar yazdığı günlük köşe yazılarıyla hala hafızalarımızda olan, dünyaca tanınmış tıp otoritesi Prof. Dr. Ayhan Songar, ruhu için okutulacak Kuran-ı Kerim ve Mevlid-i Şerifle yadedilecek. Yarım asrı bulan fiili doktorluğunun yanı sıra tasavvuf, tıp, musiki, sibernetik ve fotoğraf alanında da uzman olan Prof. Dr. Ayhan Songar, geçtiğimiz yüzyılın hezarfenleri arasında yer alıyordu. Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde Psikiyatri Ana Bilim Dalını kuran ve aralıksız 34 yıl kürsü başkanlığını yapan Prof. Dr. Ayhan Songar, çağdaş psikiyatrinin de kurucuları arasında yer alıyordu. Kırk yılı aşkın süre aynı yastığa baş koydukları ve aynı yızahaneyi paylaştıkları eşi Dr. Reyhan Songar rahmetlinin tüm milli hareketlerin yanında ve gönüllü kuruluşların içinde olduğunu belirterek, "Aradan dört yıl geçmesine rağmen Türk milleti onun hizmetlerini unutmadı. Kadirşinaslığını gösterdi ve birçok şehrimizde caddelere, sokaklara, parklara, kültür ve tıp merkezlerine onun ismini verdi. Hala ruhuna Fatihalar okunuyor. Bu konuda duyarlılığı olan herkese teşekkür ediyorum" dedi. Rahmetli Prof. Dr. Ayhan Songar, 1997 yılı başında prostat kanserine yakalanmış, Nisan ayı başında geçirdiği ameliyat da netice vermeyince kalp huzuru ile Rahmet-i Rahmana teslim olmuş, dünyadan ayrılık vaktinin geldiğini belirterek, son bir köşe yazısı ile okuyucularından helallik dilemiş ve 2 Temmuz 1997 günü Hakka yürümüştü.

Çağdaş psikiyatrinin kurucusuydu
Babası İstiklal Harbi gazisi olan Prof. Dr. Ayhan Songar köklü bir aileden geliyordu. Aydınlar Ocağı, Türkiye Milli Kültür Vakfı ve Türk Edebiyatı Vakfının kurucuları arasında yer aldı; ilk ikisinin başkanlığını da yaptı. Hayatı boyunca alkol ve uyuşturucu ile mücadele veren Prof. Dr. Ayhan Songar, Yeşilay Cemiyetinin de başkanlığını yaptı. Şiire merakı ile de bilinen Songar, Fuzuliden Necip Fazıla Türk şairlerini ve şiirlerini çok iyi bilirdi. Dilde uydurmacılığa şiddetle karşı çıkardı. Türk dili ve düşüncesi üzerine nefis yazıları vardı. Uzun meslek hayatı boyunca önemli ödüller alan Prof. Songar, New York Bilimler Akademisi üyesiydi. Türkiye Tıp Akademisi ve Türk Nöro-Psikiyatri Derneğine büyük hizmetleri geçmişti. Müziğin hastaların tedavisinde etkili olduğunu bilen Songar, Viyanada "Musiki Psikolojisi" dersleri de vermişti. Adli Tıp Kurumunda da uzun yıllar görev yapan Prof. Songar, bir dönem TRT yönetim kurulu üyeliği de yaptı. Gazetemizde 1989da haftalık, 1991den 1997ye kadar da günlük yazılarını "Sohbet" köşesinde aralıksız sürdüren Prof. Dr. Ayhan Songarın 26 kitabı neşredildi. Yerli ve yabancı dergilerde yüzlerce ilmi makalesi yayınlanan Prof. Dr. Songarın kızı Neslihan, Tükiyenin Bakü Büyükelçisi Ecvet Tezcan ile evli.



Ayhan Songar
Sefa Saygılı
Türdav Yayınları

“Böyle güzel insanları unutulmaya terk edemeyiz. Doç. Dr. Sefa Saygılının hazırladığı bu kitabın ilk bölümünde sevenler ve dostları Ayhan Hocayı anlatıyorlar. İkinci bölüm yazı ve röportajlarından yapılan seçmelerden oluşmuş. "Ölüm Döşeğindeki Yazıları" başlıklı son bölümde ise, hiçbir kaynağa bakmadan sadece zihninin hazineleriyle yazdığı makalelerden bir demet bulunmakta. Hele son zamanlarda yalnız elini kıpırdatabildiği günlerde bile aksatmadığı bu yazılar, kitabı daha ilgi çekici kılmakta.”

*******************

Prof.Dr.Ayhan Songar, 1927'de Gönen'de doğdu.

Çağdaş psikiyatrinin de kurucuları arasında yer alan Ayhan Songar,Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı'nın kurucusu olup, otuz dört yıl kürsünün başkanlığını yaptı.Hayatı boyunca alkol ve uyuşturucu ile mücadele veren Prof. Dr. Ayhan Songar,Yeşilay Cemiyeti'nin Genel başkanlığını da yaptı. Görevleri arasında New York Bilimler Akademisi üyeliği de bulunan Songar, Aydınlar Ocağı, Türkiye Milli Kültür Vakfı ve Türk Edebiyatı Vakfı'nın kurucuları arasında da yer aldı; Aydınlar Ocağı ile Türkiye Milli Kültür Vakfı Genel Başkanlıklarında da bulundu.

Yarım asrı bulan fiili doktorluğunun yanı sıra tasavvuf, tıp, musiki, sibernetik ve fotoğraf alanında da uzman olan Prof. Dr. Ayhan Songar, geçtiğimiz yüzyılın hezarfenleri arasında yer alıyordu. Prof. Dr. Ayhan Songar, 1997 yılı başında prostat kanserine yakalandı. Nisan ayı başında geçirdiği ameliyat da netice vermeyince kalp huzuru ile Rahmet-i Rahman'a teslim oldu, dünyadan ayrılık vaktinin geldiğini belirterek, son bir köşe yazısı ile okuyucularından helallik diledi ve 2 Temmuz 1997 günü Hakk'a yürüdü.

Babası İstiklal Harbi gazisi olan Prof. Dr. Ayhan Songar köklü bir aileden geliyordu.Şiire merakı ile de bilinen Songar, Fuzuli'den Necip Fazıl'a Türk şairlerini ve şiirlerini çok iyi bilirdi. Dilde uydurmacılığa şiddetle karşı çıkardı. Türk dili ve düşüncesi üzerine nefis yazıları vardı. Uzun meslek hayatı boyunca önemli ödüller alan Prof. Songar'ın Türkiye Tıp Akademisi ve Türk Nöro-Psikiyatri Derneği'ne büyük hizmetleri geçti. Müziğin hastaların tedavisinde etkili olduğunu bilen Songar, Viyana'da "Musiki Psikolojisi" dersleri de verdi. Adli Tıp Kurumu'nda da uzun yıllar görev yapan Prof. Songar, bir dönem TRT yönetim kurulu üyeliği de yaptı.

Türkiye Gazetesi'nde 1989'da haftalık, 1991'den 1997'ye kadar da günlük yazılarını "Sohbet" köşesinde aralıksız sürdüren Prof. Dr. Ayhan Songar'ın 26 kitabı neşredildi. Yerli ve yabancı dergilerde yüzlerce ilmi makalesi yayınlandı.Ayhan Songar'ın "Die Menschen und die Psychologie" adlı uzun bir bildirisi Almanya'daki psikiyatr dergilerinde bir çok kez ana kaynak olarak gösterilmiştir.

Bir ruh doktoru olan Ayhan Songar, " ibadetin ruhunu",oruç üzerinden bir makalesinde şöyle anlatır:

Oruç ve Ruh Sağlığı

Orucu basit bir perhiz gibi almak, gafletlerin en büyüğüdür. Aslına bakarsanız, gündüz yediğimiz iki öğün yemeği gece yemekle herhangi bir perhiz, midemizle ilgili bir şey yapmış olmuyoruz. Oruç, Allah`ın Kur`ân-ı Kerim`de "Ey imân edenler! Sizden öncekilere farz olunduğu gibi sîze de oruç tutmak farz olundu, tâ ki korunasınız." âyet-i kerimesi ile emrettiği gibi bir ibadettir. İbâdetler, Allah rızası için, Allah`a karşı bir borç, ödenmesi yerine getirilmesi gereken bir vecibe olduğu için yapılır. Bu sebepledir ki, ibadetlerin temelinde herhangi bir karşılık, bir fayda kaygısı yatmamalıdır.

Birçok felsefî doktrinde, biyolojik ve psikolojik teori ve ekollerde, İslâmın nefs-i emmâre dediği şey ve insanın onunla mücadelesi anlatılır. İster psikanalizcilerin "şuur altı" deyimini kabul edelim, ister enstenktlerden söz edelim, dilerseniz refleksçilerle beraber şartlı ve şartsız refleksleri inceleyelim, hepsinde İslâmın nefs-i emmâresini görerek, onun çeşitli deyimlerle tekrar ve teyidini buluruz. İslâm inancına göre "nefis" insanların yaşaması, üremesi, dünyevî çalışmaları için yaratılmıştır. Fakat aynı zamanda insanlara nefislerine uymamaları, onu frenleye bilmeleri, ona hâkim olup zararlarından korunmaları için emir ve yasaklar da gönderilmiştir.

Nasıl kontrolsuz bir buhar basıncı kazanını patlatır, kontrol altına alındığı, zapt edildiği takdirde ise bir tren katarını sürükler götürürse, nefs-i emmâremiz şuuraltımız, bir takım baskı, kontrol ve düzenleme mekanizmalarına muhtaçtır. İşte bunların başında ORUÇ gelir... Allah, "Oruç tutunuz tâ ki korunasınız" buyuruyor...

Bana, gerek oruç ve gerekse diğer ibadetlerin "faydası" birçok kimseler tarafından sorulmuştur. Hiç unutmam, geçen Ramazan arifesinde, ilk gece teravih namazına giderken bir genç hanım kızımız, "Peki, bugün oruç yoktu; ne yediniz de onu eritmek için teravih namazı kılacaksınız?" diye sormuştu. Bu hanım kızımız dinine bağlı bir ailenin Müslüman evlâdı idi; ama ne yazık ki, meselenin ruhuna vâkıf değildi, İslâmi kültürü taşımıyordu. Ona göre, 20 rekât teravih namazı, iftarda bol bol yenen yiyeceklerin hazmedilmesi için bir nevi beden egzersizi idi... Allah tarafından emredilmişti ama, bu maksat için!.. Maksad-ı İlâhi`yi tefsir —hâşâ— haddimiz değil, ama tahmin etmek, sezmek elbette mümkün. İbâdetleri, bu derece nebatî seviyede mütalâa etmek ise pek iptidai bir düşünce olur.

Prof. Dr. Ayhan SONGAR ( Zafer Dergisi, Ocak 1977, sayı: 253, s. 36.)


*******************

Tanıdığım en zeki insanlardan biriydi; en tabii, en samimi hallerinde bile bunu hissederdiniz. Zekası bakışlarındaki parıltılarda kendini hemen ele verirdi; kendine müthiş bir
güveni ifade eden, hafifçe müstehzi ve delice bakışlar.. Onunla ilk karşılaştığınızda, eğer ruh hekimi olduğunu da biliyorsanız, bir an iç dünyanızı tarassut ettiği, mahremiyetinize girdiği endişesiyle tedirgin olurdunuz. İtiraf ederim, Songar Hoca'nın bakışları bana önceleri bir hayli itici gelmiştir; fakat münasebetlerinizi devam ettirir de kendisini yakından tanırsanız, sizi rahatsız eden ilk izlenim çarçabucak silinir, onun aslında son derece alçakgönüllü, dost canlısı, hatırşinas ve kıymet bilir bir insan olduğunu anlar, çok severdiniz.

Çok şükür Ayhan Songar hocaya hasta olarak hiç işim düşmedi, ama aynı gazetelerde yazdık, dostlarımız aynı çevrelerden olduğu için sık sık aynı mekânlarda (mesela Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun konserleri, Türk Edebiyatı Vakfı'nın toplantıları) bulunduk, aynı iftarlara katıldık, aynı masaları paylaşıp sohbet ettik. Gerçi nesil ve yaş farkı dolayısıyla münasebetlerimiz belli bir sınırın ötesine pek geçemedi; ama beni sevdiğini ve okuduğunu bilirdim, çünkü yazılarıma zaman zaman atıflarda bulunurdu.

Hocanın sohbetlerinden her zaman büyük zevk almışımdır; uzun konuşmaları dinlemekten hiç hazzetmediğim halde, onun bilgi, tecrübe, ironi ve esprilerle yüklü konuşmalarını, ne kadar uzatırsa uzatsın –ki uzatmazdı– dinleyebilirdim. Gerçekten güzel konuşurdu; seçtiği konuyu kekelemeden, eveleyip gevelemeden, Türkçe hatası yapmadan sımsıkı sarar ve en anlaşılır biçimde anlatırdı. Konuştuğu İstanbul Türkçesiydi; kültürü, nezaketi, hâli tavrı hep İstanbullu.. Çünkü annesi Fevziye Hanım İstanbulludur; üstelik II. Sultan Abdülhamid devrinde, Valide Sultan'ın yeğeni olarak dünyaya gelmiş, Sultan Reşad devrinde kendisi için çıkarılan bir irade–i seniyye ile Fransız mektebine devam ederken bir yandan da Tanburî Cemil Bey'den musiki dersleri almış saraylı bir hanım...

Gönen'de doğan Ayhan Bey'in İstanbulluğu annesinden gelir. Mütareke yıllarında Ömer Canbulat Bey, yani Ayhan Songar'ın dedesi, ailesini alıp Gönen'e götürmüş, Karalar Çiftliği'ne yerleşerek Milli Mücadele boyunca Kuva–yı Milliye için çalışmıştır. Savaş sona erdikten sonra birgün Gönen'e genç bir yüzbaşı çıkagelir ve tam karşılarındaki eve yerleşir. Gelir gelmez muhtelif cephelerdeki kahramanlıkları dilden dile dolaşmaya başlayan Yüzbaşı Nazmi Bey, çok geçmeden Ömer Bey'in küçük kızı Fevziye'ye talip olur ve istemesi için dayısı (ve Mehmed Âkif'in en yakın arkadaşı) Eşref Edip Bey'i gönderir. Ömer Canbulat Bey, bütün soydaşları gibi yiğitlik ve kahramanlık sevdalısı bir Kafkasyalıdır; "Yüzbaşının atıyla kamçısı yeter!" diyerek hiç tereddüt etmeden evet deyiverir.

Bu evlilikten 10 Temmuz 1927'de dünyaya gelen ve Ayhan adı verilen çocuk, liseyi bitirinceye kadar, asker babası ve bütün meşakkatlere gönül rızasıyla katlanan saraylı annesiyle birlikte dört bir yanını dolaştığı Türkiye'yi çok yakından tanıyacak ve yaşadığı bu büyük tecrübe sayesinde ayakları hep bu topraklara basan bir hekim, bir fikir ve kültür adamı olarak temayüz edecektir.

İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden 1950 yılında mezun olan ve Bakırköy Akıl Hastahanesi'ndeki Üniversite Psikiyatri Kliniği'nde asistanlık görevine başlayan Ayhan Songar, böylece Eşref Peygamber'lerin Mösyö Dögol'lerin farklı dünyasına adım atar. O tarihte bu deliler ülkesinin iki sultanı vardır: Mazhar Osman Uzman ve Fahri Celal Göktulga. İkisi de eskilerin tabiriyle "sahib–i seyf ü kalem"dir ve bu iki değerli hoca sayesinde Psikiyatri Kliniği Ayhan Songar için sadece ruh hekimliği tahsil ettiği bir mektep değil, aynı zamanda bir tarih, medeniyet ve edebiyat ortamıdır. Zekası, dikkati, bilgisi ve çalışkanlığıyla çok geçmeden Mazhar Osman'ın dikkatini çeken ve en yakın dostu, en değerli yardımcısı haline gelen genç doktor, daha sonra tabir–i caizse, onun tahtına oturmuş ve adı tıpkı onun adı gibi efsaneleşmiştir. Ben kendisini tanımadan önce, "Ayhan Songar'lık" tabirini çok işitmişimdir.

Ayhan Songar, sadece bir hekim olsaydı şüphesiz böyle bir efsane haline gelemezdi. Mesleğinde dünya çapında bir isim olduğu tartışılamaz; ancak o kendini dar ihtisas sahasına hapsedenlerden değil, eski tabibler neslinden bir mütebahhirdi; edebiyattan, müzikten, mimariden anlar ve eline kalemi aldı mı, fikrini en kestirme yoldan ve en anlaşılır biçimde, çok az yazarın sahip olduğu bir üslupla yazabilirdi. Kısacası, Ayhan Songar hoca, sadece bir hekim değil, aynı zamanda bir fikir, kültür ve sanat adamı ve güçlü bir yazardı. Hayatı hep sanat ve edebiyat adamlarıyla birlikte geçti, onlarla hem bir dost, hem de hekim olarak ilgilendi. Peyami Safa'dan Necip Fazıl'a, Nihal Atsız'dan Rıfat Ilgaz'a kadar, çok sayıda edebiyat adamıyla yakın dostluk ilişkileri vardı.

Ve yanından hiç eksik etmediği fotoğraf makinesi, kamerası ve teybiyle sürekli bir belgeleme, belgelenmediği takdirde uçup gidecek anlık görüntüleri ve güzellikleri zamanın elinden çekip kurtarma telaşı içindeydi. Tanıdığı bütün ilim, edebiyat ve sanat adamlarının fotoğraflarını çeker ve —sanırım— düzenli bir biçimde arşivlerdi. Mesela Peyami Safa'nın belli bir dönemden sonraki bütün fotoğrafları Ayhan Songar tarafından çekilmiştir. Necip Fazıl'ın çok kullanılan bellibaşlı portreleri de onun imzasını taşır. Bu bakımdan, son derece zengin bir fotoğraf, görüntü ve ses arşivine sahip olduğunu sanıyorum.

Ayhan Songar, kültürü nasıl bütün tarihîliğiyle tadıyor ve yaşıyorsa, modern teknolojiyi de o kadar yakından takip ediyordu. Mesela gelişen teknolojiye paralel olarak fotoğraf makinesini sürekli yenilemiş, fakat eskilerini atmayarak zengin bir koleksiyon vücuda getirmişti. Bu, aslında onun zihniyeti ve dünya görüşü hakkında da ipuçları veren son derece dikkate değer bir hususiyettir. Yenileşirken geçmişi de yekun halinde muhafaza eden, esasen geçmişi yok farzetmenin mümkün olmadığını çok iyi bilen hakiki bir aydın davranışı.

Dizüstü bilgisayarında son anlarına kadar yazmaya devam eden Ayhan Songar hoca, bilgisayar teknolojisini de çok yakından takip ediyordu; esasen Türkiye'de birkaç sibernetik uzmanı varsa biri o idi. Daha da şaşırtıcısı, karmaşık elektronik aletleri tamir edecek kadar geniş bilgi ve becerilere sahip olmasıdır. Bu hususiyetini dostlarının vefatı dolayısıyla yazdıklarından öğrendim. Dr. Kriton Dinçmen'in yazdığına göre, çalıştığı her klinikte bozulan elektronik tıp âletlerini onarır, hatta bazı âletleri bizzat imal ederek arkadaşlarına hediye edermiş.

Dostları bir de hocanın inanılmaz çalışkanlığından ve dayanılmaz çalışma temposundan söz ederler. Peki tatil, peki uyku? Öğrencilerinden Zekeriya Kökrek, kongre seyahatlerini bir çeşit tatil olarak gören hocası için "Hayatımda onun kadar rahat uyuyan birini tanımadım, başını yastığa koyar ve ânında uyur" demişti. Daha mı? Yine Kriton Dinçmen'in ifadeleriyle, birinci sınıf bir klinisyen, biyolojik psikiyatrinin ülkemizdeki temel taşlarından biri, psikodinamik öğretiyi çok iyi değerlendirerek kullanan ve yerine oturtan bir psikiyatr, psikofizik verileri çok iyi bilen bir hoca, adlî psikiyatriye yıllarını vermiş bir adlî psikiyatr, ilmî mânâsında müzikle tedavinin gerçek kurucusu ve müzisyen...

Onun amatör bir müzisyen ve çok iyi bir müzik dinleyicisi olduğunu dostları çok iyi bilirler. Müzik teorisiyle ilgilenir, ud çalar ve beste yapardı. Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nun konserlerini onsuz düşünemezdiniz. Konserden beş on dakika önce en ön sıradaki yerini alır, bir yandan ön sıranın diğer sahipleriyle hoşbeş ederken, bir yandan da fotoğraf makinesini (yahut kamerasını) ve teybini hazırlardı.

Hasılı, Ayhan Songar hoca, içimizde yabancı olarak dolaşanlardan değil, bizden biriydi, değerlerimizi paylaşır ve yaşardı. Fildişi kulesinde yaşayan bir aydın yahut dar akademik cemaatin dışına çıkamayan bir bilim adamı değil, birçok vakıfta görev alarak insanlara faydalı olmak için çırpınan ve içinde yaşadığı toplumun nabzını tutabilmek için özel bir gayret sarfeden bir cemiyet adamı ve namazlarını hiç aksatmayan samimi bir dindardı. Cenaze namazında toplanan o muhşetem cemaati başka türlü açıklamak mümkün değildir.

Bana sorarsanız, merhum Ayhan Songar'ın ruh hekimi olarak başarısının temelinde, sadece sahasında en yeni gelişmeleri takip etmesi değil, aynı zamanda bu özellikleri yatmaktadır.

Onu çok özleyeceğiz. Ruhu şad olsun.


12.07.1997

Beşir Ayvazoğlu


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: prof.dr.Ayhan Songar hoca (rh.a)
MesajGönderilme zamanı: 22.05.11, 13:57 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 22.01.10, 04:41
Mesajlar: 345
http://www.ozetkitap.com/Enerji_Hayat.pdf

*********************

Türkçe'den Rahatsız Olanlar - Prof. Dr. Ayhan Songar Makale

Prof Dr Ayhan Songar


Bir milletin ana diline yapılacak en büyük fenalık o memlekette yabancı dilden eğitim ve öğretim yapmaktır Sakın bu sözümden kollejlerden, yabancı okullardan ve yabancı dille öğretim yapan fakültelerden yetişenlerimiz alınmasınlar Sözüm kimseye değil, fakat dünyanın en zengin dillerinden biri olan Türkçe ile "İlim yapılamaz" diyenlere, "Türkçe’ye dönüş üzüntü yarattı" diye başlık atanlara


Dünyanın En Zengin İki Dili

Size bir müddet evvel verdiğim bir örneği isterseniz tekrar hatırlatayım, belki o zaman öz dilimize nasıl kıydığımız açıkça ortaya çıkar Meşhur Redhouse İngilizce-Türkçe Lügatinin 1890 yılında yapılan baskısının ön sözünde o zamanki konuşulan Türkçe'de ortalama 100000 kelime bulunduğu kayıtlıdır Gene aynı tarihte İngilizce'nin de 100000 kelimesi vardır Bu sebeple lügatin nâşiri İngilizce ve Türkçe'nin dünyanın en zengin ve güzel iki dili olduğunu bu dillerin lügatini basmaktan şeref duyduğunu

1890'dan 1977'ye kadar şöyle bir yüzyıl geçti ve bugün için elimizde konuşulan Türkçe'nin ancak 10000 kelimesi kalmıştır İngilizce'nin kelime hazinesi ise 1000000'a yükselmiştir bu zaman zarfında Biz onda bire düşüyoruz, İngiliz dili, on defa katlanıyor Bunun tek sebebi kendi öz vatanımızda misyoner okullarının açılması ve yabancı dille tedrisattır Başka sebep arayanlar ya gerçeği görmemekte ya da kasten görmezden gelmektedirler

Yabancı Dille Eğitim

İngilizce ders okutan tıp fakülteleri açıldı O zaman sormuştum, buradan mezun olacak genç doktorlar İngiltere'de, Amerika'da mı çalışacaklar, yoksa oralardan hasta mı ithal edeceğiz? Böyle bir gencin "safra kesesi"nin adını unutup, "sizde nasıl derler, karaciğer kesesi" diye gevelediğini hiç unutmam ''Sizde nasıl derler?"… Zira onlar için artık benimsedikleri, hazmettikleri yabancı kültür karşısında Türk Kültürü bir "siz ve biz meselesidir"…

YÖK birkaç şene evvel yabancı dilden yükseköğretim yapan fakültelerin yavaş yavaş kapatılarak Türkçe'ye dönülmesi için bir karar almıştı Ama, birçok benzerleri gibi bu karar da bir türlü tatbik mevkiine konamadı ve eridi gitti Sonra da Yükseköğretim'in başı "Türkçe ile ilim yapılamaz", diye fetvayı bastırdı ve meselenin altına bir çizgi çekti Şimdi aynı kavga orta öğretim seviyesinde sürdürülüyor

Bir kolej sahibi Türkçe öğretime dönülmesi kararı için ''Bu bir rezalettir'' demiş "Bu işin peşini bırakmayız” buyurmuş Elbette, bir memlekette millet kendi diline sahip olmazsa, halk kendi öz varlığını koruma davasının peşine düşmezse, o varlığı üç beş kuruşluk menfaati için değişmeye hazır olanlar "bu işin peşini bırakmazlar" Bunda anlaşılmayacak bir taraf yok, aziz okuyucularım…

Ne Kurtarırsak Kâr

Aslında dil davası çoktan kaybedilmiştir de ne kurtarırsak kârdır diye bunları yazıyor, söylüyoruz Bugün devlet adamlarımız bile tamamen Türkçe'ye mâlolmuş "meselâ" yerine takur tukur Ermenice "örneğin''i Türkçe zannedip kullanmaktadırlar Hâlâ, Türkçe bilmediğimizden olacak, Asya'daki Türk Cumhuriyetlerine "Türkümtırak, Türk-gibi" manâsına "Türkî devletler" diyebilmeyi içimize sindiriyoruz Hem "şerefli" ve hem de "kibirli" karşılığında “onurlu” kelimesini kullanarak şizofren hastalar gibi “çanta kelime” imâl ediyoruz

Türkçe'nin dibine kibrit suyu ekildi, şimdi sıra geldi uydurmacaların yanında dilimize bir sürü İngilizce kelimeler doldurmaya ve hem gramerimizi, hem de Türkçe'nin âhenk kaidesini alt üst etmeye Şöyle bir çarşı pazarları dolaşın bakalım İngilizce'den Rusça'ya ve Arapça'ya kadar cins cins dükkân isimleri var da aralarında bir Türkçe yok Burası neresi Allah aşkına? Türkiye mi yoksa bir İngiliz müstemlekesi mi?

İyi yabancı dil öğrenmek başka şeydir Yabancı dilden tedrisat başka şey 0 kolejler kültür ve fen dillerinde Türkçe öğretim yapsalar ve bunun yânında çok kuvvetli lisân kursları ile öğrencilere güzel birer de yabancı dil öğretseler ne iyi olur değil mi?

Rahmetli Prof Faruk Kadri Timurtaş, "Dil meselesi bir millî müdafaa meselesidir Dilimizi korumak vatanımızı korumakla birdir Çünkü dil vatan kadar; tarih kadar, gelenek ve töre kadar azizdir Dil de bayrak gibi, aile gibi mukaddesattandır Belki hepsinin ifadesi, aksi onda olduğu için hepsinden öndedir Dil olmayınca millet olmaz, milliyet olmaz Millî kültürün baş unsuru dildir" demişti

Aradan on onbeş sene geçti ve bugün "Türkçeye dönüş üzüntü yarattı" diyebiliyor, "Türkçe ile ilim yapılmaz" fetvaları verebiliyoruz Güleriz ağlanacak hâlimize… yazıyor

********************

Büyük Bir Milli Kültür Unsurumuz : Türk Musikisi
Ayhan Songar

Milletlerin kültür unsurlarının başında sesli ve sözlü ifade vasıtaları olan musiki ve konuşma gelir. Nasıl muhtelif milletlerin farklı dilleri varsa, aynı şekilde farklı musiki sistemleri de vardır. Bu bakımdan san'at ve zevk evrensel, cihanşümul, âlemşümul olabilir ama bütün insanlığa has bir "evrensel musiki'den bahsetmek mümkün değildir. Tabii, insanın fıtratında "mücerred semboller"le İfade edilen mesajları anlayıp değerlendirme kabiliyeti mevcut olduğu için bir insanın başka bir kültürün musikisini anlamasını, hatta o musikiden eserler meydana getirmesini engelliyecek bir durum yoktur. Fakat bu, o kültürün bizim olduğunun delili sayılamaz. Bugün batı musikisi sistemi ile besteler yapan bir Türk bestekârı, bu şekilde "Türk musikisi" yapıyor denemez. Onun yaptığı iş, "bir Türk bestekârının meydana getirdiği batı müziği"dir.
Bizim musikimizin Türklük kadar eski bir tarihi vardır. Orta Asya'da "pentatonik" dediğimiz, bir oktav'lık aralığı beş sese bölen ses sistemi ile besteler yapan atalarımızın hayatları bu musiki içinde geçmiştir. Böylece Asya steplerinden getirdiğimiz sesler "Büyük Göç" ile dünyanın dörtbir yanına yayılmış, Türk san'atı ve zevki bugünkü yüksek seviyesine asırlar içinde erişmiş bulunmaktadır. Bu tarihi tekâmül içinde musikimiz "beş seslilikten", "yirmidört sesliliğe" yükselmiştir. Bugünkü Avrupa musikisinde 8 ana ses bir "oktav"ı teşkil eder. 18'inci yüzyılın başlarında Werkmeister'in teklifi ve Johann Sebastian Bach'ın da kabulü ile bu sekiz seslik oktav dizisi on iki eşit parçaya bölünmüş ve böylece "tamperemanlı sistem" dediğimiz musiki sistemi meydana gelmiştir. Tamperemanlı sistemde bir oktav aralığı, tabi'i olan 53 koma yerine 54 koma'ya çıkarılmakta, 9 komalık aralıklar da tam ortadan bölünerek 1,5 koma'lık mesafelere "diyez" veya "bemol" denen yarım sesler, ârıza'lar elde edilmektedir. Netice olarak, "Do"dan "Do"ya kadar sekiz tam ses ve beş yarım sesle batı musikisinin alfabesi meydana gelir.

Görüldüğü gibi, bu alfabenin pentatonik dediğimiz beş sesli alfabeden pek farkı yoktur. Batı musikisinde ötedenberi mevcut işaret ve ses eksikliği Werkmeister ve Bach'dan sonra insan gırtlağının tabi'i karakterine de aykırı düşen bir mekanik ve matematik düzen içine sokulmuştur. Bir batı musikisi san'âtkârının, meselâ bir opera sanatçısının şarkı söylerken nasıl ıkınıp zorlandığını görmek, ne demek istediğimizi anlatmaya yeter sanırım. Bu işaret noksanı batı musikisinin içinde bulunduğu ifade kudreti eksikliğini de açıklar. İşte batı, kendi müziğinin ifade gücünü arttırabilmek için çâreyi çok—seslilik dediğimiz şeyde bulmuştur. Böylece, bir enstrümanla icra edilen melodiyi destekliyen ve ona refakat eden başka enstrümanların mevcudiyeti ile "orkestra" denen müzik topluluğu meydana gelir.

Modal (veya makami) dediğimiz sistem üzerine kurulmuş olan Türk musikisinde mesele başka yoldan halledilmiştir. Türk musikisinde sekizli oktav aralığı eşit olmayan yirmidört parçaya bölünmektedir. Böylece, ana dizi'ye eklenen küçük aralıklarla elde edilen yeni sesler musikimizin alfabesinin zenginliğini sağlamıştır. Çeşitli icra özelliklerine göre ortaya çıkan hafif ton farkları bu 24 sesi çok daha da artırabilmektedir. Batı musikisinde seslerin,işaretlerin azlığı yüzünden sadece "majör" ve "minör" tonlar elde edilebilirken Türk musikisindeki işaret zenginliği 500 den fazla makamın teşkiline imkân vermiştir. Ayrıca, batı'nın 2/4, 3/4 ve 4/4'lük usulleri yanında bizim musikimizin 2 zamanlı'dan 120 zamanlı'ya kadar yükselen usullere sahip bulunması bizdeki ritm zenginliğini de göstermektedir.

İşte, yukarda anlatılan sebeplerden "çok—seslendirme" batı musikisi için bir zaruret, bizim musikimiz için ise müziğimizin rengini ve özelliğini kaybettiren bir "yozlaşma" alâmetidir. Tabi'i burada "çok-seslendirme'den bir gereksiz batı taklitçiliğini anladığımı ilâveye gerek yok. Yoksa çok kıymetli müzisyen arkadaşımız Dr. Teoman Önaldı'nın yaptığı ve Türk musikisinin hususiyetlerinden hiçbir fedâkârlık vermeyen, san'atkârâne çok—seslendirme denemelerini bunlardan istisna etmek isterim. Orada müziğimizin zenginliğine zenginlikler katma gayreti sözkonusudur ki, bunu, tarih boyunca birçok icracıların yaptıkları "süsleme"lerde de esasen görmekteyiz.

Musikimizdeki saz eserleri mücerred, söze bağlı olmayan musikinin şaheserlerindendir. Sözlü Türk musikisi, şarkı ve beste formları da, güfte ile bestenin kaynaşması bakımından ayrı bir özellik taşımaktadır. Türk dili kendi içinde bir musikiye sahiptir. Uzun heceleri, ince sesleri ve vurguları ile Türkçe, hiç anlamıyanın bile zevkle dinleyeceği bir musiki meydana getirmektedir. Türk musikisi bestekârlarının hemen hepsinin ayni zamanda şâir oldukları ve böylece güfte İle bestenin ayni kafadan, ayni san'at zevkinden beraberce ve bir anda çıktıkları gerçeği de unutulmamalıdır. Ses sistemi bakımından Türk musikisi insan sesinin tabi'i seyrini takibettiği için dinleyende birtakım duyguları kolaylıkla uyandırabilmektedir. Bu özelliği sebebiyle Türk musikisi tarih boyunca ruh hastalıklarında bir tedâvi vasıtası olarak da kullanılmıştır.

Türk musikisi Türk ırkının 2500 yıl içinde yayıldığı geniş sahaya dağılmış ve birçok kavimleri tesiri altına almıştır. Komşu ülkelerde musikimizin derin tesirleri bugün de bütün gücü ile kendisini göstermektedir. Musikimiz Orta Asya'dan Türklerin yayılış istikametini takibederek gelmiştir. Türk musikisi böylece asırların getirdiği bir kültür hamulesini taşımaktadır. Klâsik Türk Musikisi Farâbi'den, Abdülkadir Meraği'den günümüze kadar 600 senelik bir zaman dilimine yayılmış zengin bir bestekârlar dizisi ile İntikal eden ve 24 sesli sistemle. 500'ü aşkın makam üzerine taht kurmuş bir hazinedir. Musikimiz Türk toplumunu, zamanında koskoca bir imparatorluk ahalisinin her kesimini, her ferdini içine alan bir müşterek duygu ve düşünce sistemidir. Tarihin en eski medeniyetlerinden birini kuran, ilk defa demiri işleyip atı ehlileştiren, böylece kudretle sür'atı ve san'atı meczeden Türkler, gündelik hayatı daima musiki ile birlikte götürmüşlerdir. Milâttan 3 asır önce yaşamış olan Hun—Türk Devletinde savaşa giden süvariler davula benzer enstrümanlarla icra edilen bir musiki ile teşci edilirlerdi. Milâttan sonraki ilk yüzyılda hükümran olan Göktürkler devrinde baksı şâman-ozan adı verilen din adamı - hekim - müzisyenler kopuz gibi âletlerle icra ettikleri musiki ile dini törenleri yönetir, ruh hastalıklarını tedâvi ederlerdi. Eski Türk hakanlarının ordugâhlarında "Gök" adı verilen besteler hergün bir tören düzeni içinde çalınırdı. Göktürklerin ilk askeri musiki takımını, tabir caizse askeri bando'yu kurduğunu söyleyebiliriz. O zamandan kalma askeri musiki geleneği, Osmanlı döneminde Mehter takımları ile bütün fetihlerde ordunun yanında ve önünde olmuştur.

Annemizden doğduğumuz zaman kulağımıza ismimiz "hicaz" makamından ezan ile okunur. Derdimizi, neş'emizi o musiki ile ifade eder, ibadetlerimizde de onun nağmelerini kullanırız. Duygularımız sonunda meydana gelen bu musiki, duygularımızı da var eden unsurdur. Sonunda, bu dünyadan ayrılırken okunan salamız da gene o musikinin nağmelerinden kurulur.

İşte böyle bir kültür hazinesi, uzun bir durgunluk döneminden sonra bugün konservatuarlarımız ve çok kıymetli musiki bilginlerimiz, icracılarımız sayesinde büyük bir ilerleme, gelişme içindedir. Bunu görerek memnun, müsterih oluyorum. Bir millet ancak kültür unsurlarının canlı tutulması ile yaşar ve payidar olur.


******************

TÜRK MÜZİĞİ İLE BATI MÜZİĞİNİN SES SİSTEMLERİNİN “İNFORMATİF DEĞER” BAKIMINDAN KARŞILAŞTIRILMASI

Prof.Dr. Ayhan SONGAR
Efendim, benim takdim edeceğim bildiri, daha ziyâde meselenin bir psikolojik yönden değerlendirilmesi ve araştırmadır.

Mûsıkî, her devirde toplumda mevcut olan insânî bir hâdisedir. Nitekim, mûsıkînin sâdece insanlar tarafından keşfedilmesine değil, insanların mûsıkîyle münâsebetlerini keşfetmelerine de bunun bağlı olduğu yapılan araştırmalarla gösterilmiştir.

İnsanı diğer canlılardan ayıran beyin yapısı, ona konuşma, haberleşme ve soyut düşünce imkânını verdiği gibi, mûsıkî tarzında, sözle alâkalı olmayan ifâde yolunu da açmış bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olarak artistik, yaratıcılık ve değerlendirme insanlar için mümkündür. Araştırmalar göstermiştir ki, gündelik hayâtın alelâde sesleriyle “mûsıkî” dediğimiz düzenli seslere insanoğlunun verdiği cevaplar çocukluktan, hayâtın ilk çağlarından îtibâren farklılıklar göstermektedir. Bir bebeğin ritmik bir sesle ve ninniyle uyuması gibi her ne kadar müzikle kültür birbirine çok bağlı şeylerse de, sesi ne kadar yabancı olursa olsun, bir insanın yabancı kültürlerin müziğini de tanıyıp, beğendiğini görüyoruz. Bu da, müziğin insanî bir hâdise olduğu ve kültürleri aştığını gösteren en büyük delillerden biridir. İnsan beyni, belli ton ve frekanstaki seslerin bir zaman bölümü içinde düzenli bir şekilde tekrarlanması hâlinde, bunları rasgele yükselip alçalan diğer seslerden, diğer bir deyimle, gürültüden daha kolaylıkla ayırt edebilmektedir.

Müziğin nasıl keşfedildiği, nasıl bulunduğu hakkında çeşitli teoriler var. Yazımda tek tek sıralıyorum; fakat burada huzûrunuzu işgâl etmek istemem. Yalnız psikiyatri ve psikoloji açısından en geçerli görüşün haberleşme, komünikasyon teorisi olduğunu belirtmek isterim.

Bu teori, insanların haberleşebilmek, birbirlerine duygu ve düşüncelerini aktarabilmek için bir takım melodik sesleri kullanma zarûretini bulmalarına dayanır. İnsanların tabiat üstü güçlerle haberleşebilmek için mûsıkîyi kullandıkları; yâni ilk defâ dînî mûsıkînin keşfedildiği de bu açıdan ileri sürülmüştür.

Uzun bir gelişme devresi içinde kültür dili, sesli ve sessiz harfleri daha spesifik ve belirli bir düzen içinde kullanılır hâle gelir. Bu düzenin daha belirgin durum alması ve konuşmanın melodik vasıf kazanması mûsıkîyi meydana getirir. Haberleşme hâdisesindeki bu farklılaşma “Netir” isimli bir araştırmacıya göre üç safhadan meydana gelmektedir. Özetle söylüyorum: Birisi farklılaşmamış haberleşme, gürültüyle haberleşme. İkincisi, mûsıkî ve konuşma arasındaki farklılaşmanın görülmesi. Üçüncüsü, çeşitli müzik türleri arasındaki farkların keşfedilmesi hâdisesi.

Orijini ne olursa olsun mûsıkî – demin de söylediğim gibi insana has, insânî bir davranıştır ve kültürel bir temele istinat eder. Kültürleşme, akültrasyon, çeşitli toplumlarda o toplumun devâmını sağlayan birtakım temel müesseseleri oluşturmuştur. Müzik, bunların arasında – yine üzerinde son derece ehemmiyetle durmak lâzım – kültürleri aşabilen nâdir örneklerden biridir. O bakımdan, ben bu arada bir cümleyle söyleyeyim.

Türk Mûsıkîsi – Batı Mûsıkîsi, çok sesli – tek sesli kavgasına her zaman karşı olmuşumdur. Müzik, kültürleri aşabilen insanlığın malıdır. Bu bakımdan, bir milletin, başka bir milletin müziğini öğrenmesi, taklit etmesi, icrâ etmesi ve ondan birtakım şeyler yaratmasına mâni hiçbir şey yoktur. Müzik türleri toplumdan topluma değiştiği hâlde, temel olarak müzik, insanlığın ortak malı olarak varlığını koruyabilmiştir.

Şurasını da ayrıca üzerinde önemle durmaya değer bir husus olarak belirtmek isterim: Konuşma ve müzik, beyinde özel merkezlerde temsil edilen birer biyolojik ve psikolojik melekedir. Dolayısiyle insan doğarken melekesiyle berâber gelir. Nitekim, benim çok değerli bir arkadaşım vardı, merhum büyük bir edebiyatçıydı. Bir gün bana kulağıma fısıldadı: “Ben, araba gürültüsüyle müziği birbirinden ayıramam.” Bir hastalık, doğuştan beynindeki bir noksanlıktır. Bâzı insanın daha müziğe yatkın olması, “kulağı var” dediğimiz insanlarda bu melekelerinin, beyninin o bölgesinin daha iyi gelişmesine bağlı bir yaratılışa sâhiptirler. Nitekim, klinikte gördüğümüz “Amüzi” dediğimiz hastalıkda, beyindeki müzikle ilgili merkezin tahribi sonunda müzik melekesinin ortadan kalktığını görüyoruz. Bu sûretle de, ritmik ve melodik sesleri ayıramaz hâle geliyor hasta; nasıl afazide sesi duyup, konuşmayı, kelimeleri tefrik edemediği; agrafide sesi duyup, konuşmayı, kelimeleri tefrik edemediği; agrafide şekilleri görüp, yazıyı okuyamaması gibi.

Türk Mûsıkîsi – Batı Mûsıkîsi karşılaştırması veya bir mukâyese yapmak istemiyorum, yalnız şunu söylemek istiyorum. Mûsıkî, bir haberleşme vâsıtası, bir enformasyon aracıdır. Enformasyon, onu teşkil eden cümlelerden ve o cümlelerin tertip edildiği harflerden, işâretlerden meydana gelir. Bu harfler, işâretler daha genel bir deyimle alfabe, yazılı, sesli, ışıklı veya başka türden olabilir. Meselâ, bir zilin düğmesine basıp, çalmamız bir mesajdır. Kapının çalınmasını bekleyen kişi için, bu mesaj bir psikolojik enformasyon değeri kazanır. Meselâ, kapının çalınmasında, sevgilisinin içeri girmesini bekleyen âşıkla, kendisini alıp götürecek polisi bekleyen âşık için, aynı zil sesinin meydana getirdiği psikolojik reaksiyon birbirinden son derece farklı durumlardır.

Mesajın alfabesi, çok değişik işâretlerden kurulabilir; Çin yazısındaki ideogramlardan, bizim kullandığımız Latin Alfabesinin harflerine, dilsizin parmak işâretlerine veya mûsıkîdeki notaya gibi. O hâlde mesaj, ölçülebilir bir matematik büyüklüktür. Demek ki, mûsıkî mesajı da, ölçülebilir bir matematik büyüklüktür. Bir alfabe içinde meselâ, “A” kadar bir işâret bulunsa ve biz bunlardan “L” tânesini tekrarlamak sûretiyle bir mesaj teşkil etsek, o hâlde meydana getireceğimiz, bu işâretlerle meydana getireceğimiz mesajın sayısı “A” üzeri “EL” yâni işâret sayısının, bunların tekrarlanması kadar katı nispetinde olur. Böylece elde iki işâretli bir alfabemiz olsa, bunlardan sâdece birisini kullansak, iki üzeri bir; yâni birbirinden iki ayrı mesaj getirebiliriz, bir ışığın yanıp sönmesi gibi. Buna mukâbil iki işâret kullansak, iki defâ kullanabilsek dört, üç defa kullanabilsek dokuz şeklinde geometrik dizi hâlinde artacaktır. İşâret sayısı veya işâretin mesajda kullanılması tekrârı adetiyle.

Yukarıdaki açıklamadan anlaşılacağı gibi, bir eformasyonun mesaj sayısını informatik değerini artırabilmek için iki yol vardır, ya işâretleri artırmak, ya o işâretlerin tekrârını artırmaktır.

İşte Türk Mûsıkîsi, birbirine eşit olmayan 24 aralık üzerine dizilmiş skalasıyla teksesli müziği bu şekilde meydana getirmiştir; yâni bir mûsıkî cümlesi içerisindeki birbirinden farklı işâretleri artırmıştır. Buna mukâbil Batı Mûsıkîsi, bir mûsıkî içerindeki işâretlerin tekrârını artırmıştır; yâni o işâretleri çeşitli enstrümanlarla tekrarlamak sûretiyle bir melodik zenginliği ve bir ifâde gücünü elde etmiştir. İkisinin arasındaki temel fark budur. Bu temel farkı, birinin güzelliği, öbürünün kötülüğü şeklinde getirip, bir kavgaya dönüştürmenin son derece zararlı ve kötü olduğu kanaatindeyim.

Meseleyi uzatmamak için kısaca bir misâlle hâdiseyi vermek istiyorum. Batı Mûsıkîsi, Çok Sesli Batı Mûsıkîsi bir heykele benzer, dar bir taban üzerine üst üste seslerin yüklenmesiyle meydana getirilmiş üç boyutlu bir heykele benzer. Buna karşılık Türk Mûsıkîsi, tek satıh üzerine, çeşitli renkli mozaiklerle yayılmış bir mozaiğe benzer. Mozaik de, resim de güzeldir, heykel de güzeldir. İkisi de kendi içinde güzeldir. Ama bu ikisini birbiriyle bu şekilde bir mukâyeseye sokmanın ben, - elmayla armudu toplamaya uğraşmak gibi – bir abesle iştigâl olduğu kanaatindeyim.

Daha ayrıntılı metni Dîvâna takdim edeceğim. Okuyup, ilginize mazhar olursa çok müteşekkir olacağım.

Şimdi müsaadenizle bildirimi sunacağım;

Mûsıkî, her devirde ve her toplumda mevcut olan insânî bir hâdisedir. Gaskon isimli müellif bunun, mûsıkînin sâdece insanlar tarafından keşfedilmesine bağlı değil, insanların mûsıkî ile münâsebetlerini keşfetmelerinin de bir netîcesi olduğunu ileri sürmüştür. İnsanı diğer canlılardan ayıran beyin yapısı, ona, konuşma, haberleşme ve mücerred düşünce imkânını verdiği gibi, mûsıkî tarzında, sözle alâkalı olmayan ifâde yolunu da açmış bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olan “artistik yaratıcılık ve değerlendirme” de ancak insanlar için mümkündür. Araştırmalar göstermiştir ki, gündelik hayâtın alelâde sesleri ile mûsıkî dediğimiz, düzenli seslere insanoğlunun verdiği cevaplar, çocukluktan, hayâtın ilk çağlarından îtibâren farklılıklar göstermektedir. Her ne kadar, müzik ile kültür birbirine çok bağlı şeyler ise de, sesi ne kadar yabancı olursa olsun, bir insanın yabancı kültürlerin müziğini de tanıyıp beğendiğini görüyoruz. İnsan beyni, belli ton ve frekanstaki seslerin bir zaman bölümü içinde düzenli bir şekilde tekrarlanması hâlinde onları rastgele yükselip alçalan diğer seslerden daha kolaylıkla ayırdedebilmektedir.

Mûsıkî, bir çeşit “insan davranışı” olduğuna göre, insanın sesleri müzik şeklinde kullanmaya nasıl başladığı, yâni mûsıkîyi nasl keşfettiği suâline de cevap aramak gerekir. Darwinciler, tekâmül teorisinin metodolojisi ile meseleyi ele alıp, mûsıkîyi hayvanlardaki cinsî kaynaklı seslerle irtibatlandırmaktadırlar. Bu görüş, derhâl reddedilmesini sağlıyacak kuvvetli aleyhte delilleri de berâberinde getirmektedir. Meselâ kuşlar çiftleşme zamânı dışında da ötmektedirler. Buna karşılık maymunlar, çiftleşme devresinde dahi mûsıkî ile alâkası olmayan sesler çıkarırlar. Bir başka görüş, dansın, ritmik hareketlerin mûsıkîden daha önce mevcut olduğunu ve ritim duygusunun seslere intikâli ile, mûsıkînin meydana geldiğini ileri sürer. Bu görüşe göre, insan, zamanla hareket ve sesler arasındaki bağlantıyı bulmuş ve mûsıkîyi keşfetmiştir.

İptidâî kavimlerde çeşitli gündelik faaliyetlere mûsıkînin eşlik etmesi ve bu faaliyetlerin müzikle taklidi, bâzı araştırıcılara “çalışma teorisi” fikrini ilham etmiştir. Taklit teorisi, insanın, kuşların ötüşünü taklit ile müziği bulduğunu kabûl eder. Bu da, iptidâî kavimlerde kuş seslerinin taklit edilmesine karşılık müziğin bulunmaması ile reddedilmektedir. İfâde teorisi, müziğin heyecanlı bir konuşma olduğu, heyecanların ifâdesi mâhiyetini taşıdığı noktasından hareket eder. Melodik konuşma teorisi, insanın konuşmasındaki ton farklarının, entonasyonun mubalağa edilmesiyle mûsıkînin meydana geldiğini söyler.

Psikiatri ve psikoloji açısından en geçerli görüş, “Haberleşme komünikasyon teorisi”dir. Bu teori, insanların haberleşebilmek, birbirlerine duygu ve düşüncelerini anlatabilmek için bir takım melodik sesleri kullanma zarûretini bulmalarına dayanır. İnsanların tabiat üstü güçlerle haberleşebilmek için, mûsıkîyi kullandıkları, yâni ilk defâ dînî mûsıkînin bulunduğu da bu teoriden kaynaklanan bir görüştür. Uzun bir gelişme devresi içinde kültür dili, sesli ve sessiz harfleri daha spesifik ve belirli bir düzen içinde kullanır hâle gelir. Bu düzenin daha da belirgin durum alması ve konuşmanın melodik vasıf kazanması mûsıkîyi meydana getirir. Haberleşme hâdisesindeki bu farklılaşma, Nettle isimli araştırıcıya göre, üst safhada meydana gelmektedir:

1- Farklılaşmamış haberleşme,

2- Mûsıkî ve konuşma arasındaki farklılaşmanın görülmesi,

3- Çeşitli mûsıkî türleri arasındaki farklılaşmanın ortaya çıkması.

Menşei ne olursa olsun mûsıkî, insana has, insânî bir davranıştır ve kültürel bir temele istinâd eder. Kültürleşme, çeşitli toplumlarda o toplumun devâmını sağlıyan bir takım temel müesseseleri oluşturmuştur. Mûsıkî, bunların arasında kültürleri aşabilen nâdir örneklerden biridir. Müzik türleri toplumdan topluma değiştiği hâlde, temel olarak mûsıkî, insanlığın ortak malı olarak varlığını koruyabilmiştir. Şurası da ayrıca üzerinde önemle durulmaya değer bir husustur; konuşma ve mûsıkî, beyinde özel merkezlerde temsil edilen birer “biyolojik ve psikolojik meleke”dir. Bu merkezlerden birinin tahribi ile konuşmanın kaybolması (afazi) ve diğerlerinin tahribi ile de mûsıkî kâbiliyetinin kaybolması, sesleri ayırdedebilme yeteneğinin ortadan kalkması, yâni “amüzi” denen hastalık meydana gelir. Demek oluyor ki, mûsıkî, konuşma gibi, yaratılıştan mevcut olan, biyolojik bir vetîre’dir.

Mûsıkî, dil kadar, belki ondan da fazla olmak üzere millî kültürün temel müesseselerinden biridir. Nasıl muhtelif milletlerin, muhtelif kavimlerin farklı dilleri varsa, aynı şekilde farklı mûsıkî sistemleri de vardır. Bu bakımdan san’at ve zevk “evrensel” olabilir ama bir “evrensel mûsıkî”den bahsetmek mümkün değildir.

Türk mûsıkîsinin dünya müzik türleri arasında önemli bir yeri vardır. Türk’ün yazılı, mevsuk târihî 2500 yıl öncesine kadar uzanır. Bu engin târih içinde hiçbir zaman devletsiz kalmamış olan Türk insanı bütün gündelik faaliyetlerinde mûsıkî ile berâber olmuştur. Hun Türkleri’nde askerleri teşci etmek için bir takım vuruşlu enstürmanların mevcûdiyeti bilinmektedir. Böylece mûsıkîmizin târihî Milat’tan önceki çağlara kadar uzanır. Göktürkler’de düzenli askerî bandoya benzer mûsıkî takımları vardı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Osman Gâzi’ye Selçuklu Sultânı’nın gönderdiği davul, tuğ, ve âlem ile tebliğ edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed devrine kadar her gün belli saatte mehter takımı hükümdârın huzûrunda nevbet vurur ve hükümdâr bunu ayakta dinlerdi. Dînî mûsıkîmiz Orta Asya Türkleri’nin Baksı âyinlerinin izlerini taşır. Şaman denen hekim-râhiplerin mûsıkî ile bir çeşit trans hâli temin ederek hasta tedâvi ettikleri, böylece belki insanlık târihinde ilk defa mûsıkî ile tedâvi uygulamasının gerçekleştirildiği bilinmektedir. İşte “kopuz”un sapında perdelenerek Anadolu’ya intikâl eden ve ifâde tarzları bakımından “Klâsik Türk Mûsıkîsi” ve “Türk Halk Mûsıkîsi” şeklinde iki kol hâlinde gelişen mûsıkîmiz, Batı’nın, Avrupa’nın mûsıkîsinden gerek teknik ve gerekse öz bakımından önemli farklar gösterir. Mûsıkî, bir haberleşme vâsıtası, bir informasyon aracıdır. İnformasyon ise, onu teşkil eden cümlelerden ve o cümlelerin tertik edildiği harflerden, işâretlerden meydana gelir. Bu harfler, işâretler ve daha genel bir deyimle alfabe, sesli, yazılı, ışıklı veya başka bir türden olabilir. Meselâ, bir zilin düğmesine basıp çalmamız bir mesajdır. Kapının kapının çalınmasını bekleyen kişi için bu mesaj, psikolojik bir informasyon değeri taşır. Kapının çalınmasını bekliyen kişi için ise bu mesaj, psikolojik bir informasyon değeri taşır. Kapının çalınması hâlinde sevgilisinin içeri girmesini bekliyen âşık ile kendisini yakalıyacak polisleri bekliyen suçlu arasında, aynı mesajın psikolojik değerleri ne kadar farklıdır.

Mesajın alfabesi çok değişik işâretlerden kurulu olabilir: Çin yazısındaki şekilleri, bizim kullandığımız Latin alfabesinin harfleri, dilsizlerin parmak işâreti veya mûsıkî notaları gibi. İnformasyon ve onu meydana getiren ‘mesaj’, ‘ölçülebilir bir matematik büyüklük’tür. Meselâ, bir alfabe içinde (a) kadar işâret bulunsa ve biz bunlardan (L) tânesini tekrarlamak sûretiyle mesaj teşkil etsek N=aL kadar birbirinden farklı mesaj teşkil edebiliriz. Elde iki işâretli bir alfabemiz olsa ve biz bunun sâdece bir tânesini mesajımızda kullansak, N=21, yâni sâdece iki mesaj teşkil edebiliriz. Hâlbuki mesajımızda iki işâretin ikisini de kullansak 22, yani dört, 3 işâret kullansak bu sefer de 23 yâni dört mesaj vermemiz mümkün olur.

Yukarıdaki açıklamamızdan anlaşılacağı gibi, bir informasyonun mesaj sayısını, informatif değerini arttırabilmek için iki yol, iki imkân vardır:

1- Mesajı teşkil eden alfabenin işâretlerini arttırmak.

2- Bir işâretin mesaj içindeki tekerrürünü çoğaltmak.

Şimdi bu sibernetik metodoloji ile Batı mûsıkîsi ve Türk mûsıkîsini, temel yapı bakımından karşılaştırırsak şöyle bir sonuç elde ediyoruz: Batı mûsıkîsi veya daha doğru bir deyimle Avrupa mûsıkîsi, eşit aralıklı, tamperamanlı denen sisteme göre kurulmuştur. Burada bir oktav, oniki eşit aralığa bölünür. Sekiz temel ses, oktavı teşkil ederken, diyez ve bemol tarzında ifâde ettiğimiz yarım sesler de ârızları meydana getirir. Temel sesler arasında 9 komalık aralık bulunduğu için yarım sesler veya ârızalar da 4 ½ komalık aralıklarla yerleşir. Ancak Mi-Fa ve Si-Do aralıklarında sâdece 4 ½ koma bulunduğundan burada yarım ses, yâni ârıza söz konusu değildir. Görülüyor ki, bir oktavlık bir dizi böylece birbirinden farklı 12 ses, yâni 12 işâret ihtivâ etmektedir. informasyon teorisi dili ile söylemek istersek, Batı mûsıkîsinin alfabesi 12 harflidir diyebiliriz.

Türk mûsıkîsinin işâret sistemi tamâmen farklı esaslara göre kurulmuştur. Ana oktav dizinin Batı mûsıkîsi gibi 54 koma’lık değil 53 koma’lık bir skala üzerine dağılmıştır. Bu 53 komalık mesâfe ise eşit olmayan 24 parçaya bölünmüş olup bu küçük aralıklar birer ârıza değil, birer müstakil perde hüviyetini kazanmıştır. Kaldı ki, aslında ses adedi 24’den çok daha da fazladır. En basit bir örnek olarak Rast makâmındaki Segâh sesi ile Uşşak makâmındaki Segâh sesinin farkına işâret etmek isterim.

Yukarıda sözünü ettiğimiz sibernetik formül içinde meseleyi ele alırsak, bir informasyonun değerinin onu teşkil eden işâretler bakımından geometrik dizi hâlinde arttığını görürüz. Bu sûretle, bir mûsıkî cümlesi içinde ya işâretlerin çeşidini arttırmak veya onların tekrârını çoğaltmak sûretiyle informasyon değerini de arttırılmasına imkân bulunmaktadır.

Türk mûsıkîsinde temel işâretlerin, yâni perdelerin ve seslerin esâsen fazla olması, tek seslilik içinde “çok renklilik” sağlanmasını mümkün kılmış ve böylece “tek sesli ama çok makamlı Türk mûsıkîsi” (modal müzik) ortaya çıkmıştır. Batı veya Avrupa mûsıkîsinde ise mesele, az sayıdaki işâretin bir mûsıkî cümlesi içinde çeşitli enstrümanlarla tekrârı yolu ile halledilmiş bulunmaktadır. Böylece “çok seslilik” Batı mûsıkîsi için bir zarûret, Türk mûsıkîsi için ise aralıkların eset olmaması da dikkate alınırsa bir kargaşalık ifâdesidir.

Her iki mûsıkî farklı kültürlerin mahsûlüdür. Birinden zevk alan insanın diğerini de beğenmemesi, hatta öğrenip icrâ etmemesi için sebep yoktur. Tebliğimizin başında da belirttiğimiz gibi müzik türleri toplumdan topluma değiştiği hâlde, temel olarak mûsıkî, insanlığın ortak malı olarak değer kazanmaktadır.

Aslında Türk ve Avrupa mûsıkîsini bu şekilde bir mukâyese içine sokmanın da yersiz olduğu kanaatindeyim. Bugün bütün müzikologların ittifak ettikleri bir husus vardır ki, dünyâda günümüzde sâdece iki büyük klâsik mûsıkî sistemi mevcuttur: Klâsik Batı Mûsıkîsi veya Avrupa Mûsıkîsi ve Klâsik Türk Mûsıkîsi. Diğer mûsıkî tipleri ancak folklor mûsıkîsi olmaktan ileri gidememektedirler. Çok sesli Batı mûsıkîsini bir heykele benzetirsek, tek sesli-çok makamlı Türk mûsıkîsini de rengârenk ve bir satıh üzerine yayılmış bir mozaiğe teşbih etmemiz mümkündür. Heykel de mozaik de kendi estetikleri içinde “güzel”dirler ama onları bu çeşit bir karşılaştırma içine sokmak ve birinin sistemi ile diğerini bir mukâyeseye sokmanın abesle iştigâl olduğu kanaatindeyim.

Saygılar sunarım efendim.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: prof.dr.Ayhan Songar hoca (rh.a)
MesajGönderilme zamanı: 22.05.11, 14:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 22.01.10, 04:41
Mesajlar: 345
Osmanlıda Musiki ve Tedavi

Darüşşifa’nın(Şifa evi)en ilgi çekici bölümü olan musiki ile tedavi odası, müziğin psikolojik hastalıklara deva olmasının yanı sıra beden hastalıklarına da çözüm olduğunu sergiliyor.

Evliya Çelebi, Sultan II.Bayezit Dârüşşifası’nda hastaların musiki ile tedavi edildiğine ilişkin olarak görgülerine dayanan bilgi vermektedir.Psişik ve organik hastalıkların musiki ile tedavisi

Büyük Türk ve İslâm bilgin ve hekimleri Ebubekir Râzi (584-932), Fârâbi (870-950) ve İbn-i Sîna (980-1037), müzikle tedavinin, özellikle musikinin psişik hastalıkların tedavisindeki etkinliğinin bilimsel temellerini kuranlardandır. Fârâbi’nin “Kitab-al Mûsiki” adlı bir eseri de vardır. İbn-i Sina’nın da “Necat ve Şifa” gibi eserlerinde musiki bilimine ayrılmış bölümler bulunmaktadır.

Selçuklu ve Osmanlı Türkleri’nde müzikle tedavi bu üç büyük bilginin kurdukları temel ilkeler üzerinde geliştirilmiştir.
1154 yılında Şam’da Türk asıllı Selçuklu Atabeği Nureddin Zengî’nin kurduğu ve yapı olarak günümüze kadar ulaşan en eski Türk Tıbbiyesi “Nureddin Hastanesi”nin ilk başhekimi Muhammed bin Abdullah al-Bahili, aynı zamanda müzisyen olup, musikinin, hastalıkların tedavisindeki etkisini incelemiştir.

İlk dönem Osmanlı hastane ve tıbbiyelerinden 1399 yılında Bursa’da kurulan Yıldırım Bayezit Dârüşşifası, 1470′de İstanbul’da kurulan Fatih Dârüşşifası ve 1488 yılında hizmete açılan Sultan II.Bayezit Edirne Dârüşşifası, akıl ve ruh hastalarının ve diğer hastaların tedavilerinde musikiden yararlandıkları bilinen merkezlerimizdir.

Fatih Dönemi’nde 1478 yılında kurulan Topkapı Sarayı’nın Enderûn(Saray Üniversitesi) hastanesinde çocuk yaştaki öğrencilerin musiki ile tedavi edildiği, İstanbul’u ziyaret eden Baron J.B. Tavernier’nin Paris’te yayınlanan Topkapı Sarayı’na ait eserinde belirtilmektedir.

Osmanlı şair hekimlerinden 1693 yılında öldüğü bilinen ŞUURİ Hasan Efendi, “T’adil-ül Emzice” adlı eserinde musikinin tıpla olan ilgisini şöyle anlatıyor:

“Musiki ilminin, diğer ilimlerde olduğu gibi tıp ilmiyle de ilişkisi olduğu aşikârdır. Nabzın vuruşları makamların usullerine göredir. Nabız hareketlerinin her biri bir makama ve nağmeye uymaktadır. Nabzın hareketi makamlar usulüne (ritmine) aykırı olsa, bu, hayırlı bir belirli değildir. Nabız hareketi usulden haberi yoksa hekimlikte yetkin ve sanatında becerikli olmayıp hastalıkları tanımada güçsüzdür.”

Aynı eserde hangi makamın hangi hastalıklara iyi geldiğine ilişkin bir de liste vardır ki buna “Müzikal akrobadin” de diyebiliriz. Her makamın etkisi de manzum olarak birer beyitle tanımlanmıştır.
Rast MakamıFelç hastalığına devadır.
“Sûziş-i derd-ü gamı olsa acep mi dil-fırib,Rast eyler nâlesin gülşende her dem andelib”
Irak Makamı, hâr(Ters, kötü) mizaçlılara, sersâm(sersemlik veren hastalık) ve hafakana(çarpıntı ve sıkıntıya) faydalıdır.
“Teessür sûzi ehl-i dili hoş mezâk ider.Mutrip ki bezm-i bâde-de fasl-ı Irak eyler”
Diğer makamların da hastalıklarla ilişkisi şöylece sıralanmaktadır:
İsfahan Makamı, zihni açar, zekâyı arttırır, anıları tazeler,
Zîrefgent Makamı, sırt ve eklem ağrılarının ve kuluncun tedavisinde faydalıdır.
Rehavî Makamı, baş ağrısına ve hafakana devadır.
Büzürk Makamı, ateşli hastalıklara iyi gelir, zihni temizler, vesvese ve korkuyu uzaklaştırır, fikre yön verir.
Zengûle Makamı, kalp hastalıklarının devasıdır.
Hicaz Makamı, idrar zorluğuna iyi gelir, cinsel gücü arttırır.
Buselik Makamı, kuluç ve bel ağrılarının ilacıdır.
Uşşak Makamı, kalp, karaciğer, sıtma ve mide hastalıklarına faydalıdır.
Evliya Çelebi ve musiki ile tedavi
“Merhum ve mağfur Bayezid Veli (Allah rahmet eylesin) Hazretleri vakıfnamesinde hastalara deva, dertlilere şifâ, divanelerin ruhuna gıda ve defi seva olmak üzere on adet hanende (şarkı okuyan) ve sazende (saz çalan) gulan (genç erkek) tâyin etmişki, üçü hanende, biri nâyzen, biri kemancı, biri mûsikarcı, biri santurcu, biri çengi, biri çeng santurcu, biri udcu olup haftada üç kere gelerek hastalara ve delilere mûsiki faslı ederler. Allah’ın emriyle, nicesi saz sesinden hoşlanır ve rahat ederler.
Doğrusu mûsiki ilminde neva, rast, dügâh, segah çargâh, suzinak makamları onlara mahsustur.
Ama, zengûle makamı ile buselik makamında rast karar kılsa insana hayat verir. Bütün saz ve makamlarda ruha gıda vardır.”
Evliya Çelebinin kendisi de bir müzisyendir. Döneminin müzik üstadı Muhasip Derviş Ömer Gülşenî’den musiki dersleri almıştır. Bu nedenle de musiki ile hastalıkların tedavisinde ileri sürdüğü görüşler değer taşır.
Evliya Çelebi, Edirne Dârüşşifası’nı anlatırken, güzel kokuların da hasta ruhlar üzerindeki olumlu etkisinden şöyle söz ediyor.:
“Bahar mevsiminde çiçek kısmından sim ve zerrin, deveboynu, müşk-i Rûmî, yasemin, gülnesrin, şebboy, karanfil, reyhan, lâle, sünbül gibi çiçekleri hastalara verip güzel kokularıyla hastalan iyi ederler.”
Evliya’nın anlattıklarından da, insan ruhunun hoşlandığı musiki ve güzel kokunun hastalar üzerindeki olumlu etkisi açıkça belirmektedir, makamlar nasıl ki güzel sesin ayrı tonlardaki armonisi ise, değişik kokular da güzel kokunun ayrı ayrı tonlarda oluşturdukları armonilerdir.
İbn-i Sina’nın «Kanun» adlı tıp eserini Türkçe’ye çeviren Tokatlı Mustafa Efendinin talebesi, I.Abdülhamit ve II.Selim Dönemi’nde hekimbaşı olan Gevrekzade Hasan Efendi, çocuk psikolojisi konusunda yazmış olduğu “Neticetül-fikriye ve Tedbir-i veladet-ül bikriye” adlı eserinde hangi musiki makamlarının hangi çocuk hastalıklarına iyi geleceğini açıklamaktadır.
“Musiki nağmelerinin insani nazlarla ileri derecede ilgisi olduğu için güzel seslerden çocukların da fazlaca haz duymalarından nefsine ferahlık ve huzur, neşe ve sevinç duyup ruhen sükûna kavuşur ve üzüntüden uzaklaşıp uykuya dalar ve her yönden gelişmesine sebep olur” demekte ve aynı eserde hangi makamın hangi çocuk hastalıklarına nasıl etki yaptığını da belirtmektedir. Gevrekzade, Şuurî’den bir yüzyıl sonra yaşamış olduğundan, herhalde onun eserinden de yararlanmış olmalı. Şimdi Gevrekzade’nin musiki kodeksini bakarsak.
Rast Makamı, nağme ve teranesi ile dimağî(beyin) hastalıklardan ileri gelen havale (epilepsi) ve felç hastalıkları önlenir ve tedavi edilir.
Irak Makamının, çocuktaki menenjit ve hafakan hastalıklarının tedavisinde çok yararlı olduğu hakkında hekimler birleşmişlerdir.
Isfahan Makamı nağmeleri zihni açar, zekâyı arttırır, gönül tazeleyici, düzen verici olup üşüten ve ateş yükselten hastalıklardan vücudu korur.
Zîrefgen Makamının etkisi çocukların damağından kaynaklanan ağız çarpılması (yüz felç), felç ve sırt ağrısı, eklem ağrıları, özellikle kulunç hastalığına büyük faydası ve sözü edilen hastalıklara da kuvvetli etkisi vardır.
Rahâvî Makamı, çocukların tüm baş ağrılarına faydalı olup burun kanamasına, ağız çarpıklığına, felç ve balgamdan ileri gelen hastalıklara her yönden kaldırıcı ve defedicidir.
Büzürk Makamı nağmelerinin de beyin ve kulunç ve çocuklarda ortaya çıkan şiddetli hastalıklara büyük yararı olup güçsüzlüğü gidermek ve düşünceyi yönlendirmekte genel etkisi ve sevdayı defedici ve tehlikeden korkma hususunda faydası vardır.
Zengûle Makamı Bu makam çocuğun kalp hastalıklarına, menenjite ve beyni ilgilendiren diğer organların hastalıklarından dolayı meydana gelen kalp ferahlatıcı olup hastalıklardan kurtulmasını sağlar ve mide karaciğer yanmalarını yok eder.
Hicaz Makamı nağmelerinin çocuklarda görülen idrar zorluğuna büyük yararı vardır.
Buselik Makamının bedene etkileri, çocuklara olan beyin boşaltıcılığı nedeniyle bir süre sonra meydana gelecek arızalardan kulunç ve kalça ağrısına, soğuk baş ağrısına ve çeşitli göz hastalıklarına açık faydası vardır.
Uşşak Makamı gönül yakan nağmeleri küçük çocuklarda kulağına güzel sesle okunursa gündüz ise bütün organlarında dolaşan kuru ve sıcak yellere, yetişkin erkeklerde meydana gelen ayak ağrılarına faydalı olup, söylenmesi çocukların uykusunu getirme ve naz uykusunda dinlenmeye etkisini kesinlikle meydana çıkar.
Hüseynî Makamı ferahlık verir, çocukların karaciğer, kalp ve ruhlarının iltihabını söndürme ve harareti (beden ısısını) düşürme ve mide hararetine ve ergin erkeklerde gizli humma, dört günde bir gelen humma nöbetine ve vücut ısısının düşmesine gayet faydalıdır.
Neva Makamı gönül okşayıcı bu makamın da ergenlik çağına gelmiş çocuklarda meydana gelen urk-un nisa hastalığı ve kalça ağrısına tam faydası olup kötü düşünceler adı geçen nağmelerin sürekli olarak söylenmesiyle ortadan kalkıp gönül sevincine pek çok yararı vardır.
Bu konuda literatür oldukça zengin olmakla beraber bu listeleri daha da çoğaltmak mümkündür. Hatta hangi milletlerin, hangi ırkların (renklerine göre) hangi makamlardan zevk aldıkları, hangi makamların, günün hangi saatinde okunmasıyla daha çok haz ve huzur vereceği bile saptanmıştır.
Seher vakti doğa uyanış mahmurluğu içindeyken seba makamında okunan bir ezanın insan ruhunu nasıl okşadığı birçoğumuzca bilinmekledir. Kahramanlık güfteleri aynı, cenaze marşları ise ayrı makamlarda bestelenir. Bunların usulleri, yani ritimleri de ayrı olup anlatılmak istenilen düşünceye göre değişir.
Edirne Dârüşşifası için düzenlenen vakfiyelerde ve incelenen masraf defterlerinde bu konuda bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak Çelebi, bu konuyu o kadar canlı ve renkli olarak anlatmaktadır ki inanmamak mümkün değil.
Ayrıca hastanede musiki fasıllarının icra edildiği hakkında yaygın bir kanı vardır ki bu da sözlü kültür yoluyla günümüze ulaşmış bir belge olarak kabul edilebilir.
Bir dönem sonra bu uygulama da ciddiyetini yitirip yozlaşmış ve ehliyetsiz kişilerin içkili olarak musiki icrasına kalkışmaları üzerine de bu güzel geleneğe son verilmiştir. Dârüşşifa’nın büyük kubbe ile örtülü orta salonundan iki basamak merdivenle çıkılan sahne de burada musiki faslı icra edildiğinin yapısal bir tanığıdır.

Kaynakça: Yrd. Doç Dr. Ratip Kazancıgil, Edirne Sultan II. Bayezid KülliyesiTürk Kütüphaneciler Derneği Edirne Şubesi- 1994


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 3 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 1 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye