Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Bu başlık kilitlenmiştir mesajlarınızı düzenleyemez veya cevap gönderemezsiniz.  [ 15 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Re: Muhsin Yazıcıoğlu
MesajGönderilme zamanı: 03.04.09, 09:00 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Milli Mutabakat Çağrısı

Yeni bir dünya kuruluyor. İnsanlık yeni bir çağa adım atıyor. Biz bu çağın neresindeyiz? Son iki asırda tarihimizin en düşkün dönemini yaşadık. Geri bırakılmışlığımıza “az gelişmiş” damgası vuruldu. Bütün dünyada Müslümanlar, kendilerine yabancı bir avuç diktatörün zulmü altında ezildiler.

İmanlarını kaybetmeleri için bin türlü iğfal ve zorlama ile karşılaştılar. Bütün bunlara rağmen dinimiz İslamiyet’in şerefi ile onurlarını ayakta tuttular. Her şey mümkün. Her şey bizlerin ferasetine ve basiretine bağlı.

Müslüman milletler, yeni çağda tıpkı eskisi gibi güç merkezlerinin çevresinde hayat alanı arayabilirler ve müsaade edildiği kadar yaşayabilirler. Ya da kendileri güç merkezi olabilirler; kendi tarihlerine hükmedebilirler. Bir yanda halkı Müslüman olan ama yönetimleri dışa bağımlı bir çok Ortadoğu ülkesi zillet içindeyken, öte yanda bu zilleti parçalayabilecek Müslüman Türk topluluklarının yeniden dirilişine sahne olabilecek bir ufuk önümüzdedir.

Dünya küçülüyor. Hızlı nüfus artışı ve tabii çevrenin süratle kirlenmesi, azalan iktisadi kaynaklar, milletler arası rekabeti şiddetlendiriyor. Adâletsiz, güçlünün zayıfı ezdiği bir dünyada gelecek huzur ve barış getirmeyecek. Milli kimliklerini yeni keşfeden etnik guruplar gecikmiş ve saldırgan bir kabilecilikle yaşadıkları bölgeyi ateşe boğuyorlar. Güçsüzlere yaşama hakkı tanımıyorlar.

İşte bu noktada Türk milliyetçiliği kendini yenileyerek tarihi fonksiyonunu ifa edebilir. Âleme ‘Nizam’ verme ülküsünü kanatlandırabilir. Milletimizin medeniyet meydana getirmiş olması ona, bu görevi kaçınılmaz olarak veriyor. Bizler sadece kendimiz için değil, uçuruma yuvarlanan insanlık için de yeni çağın tarihini yapmak zorundayız. Dünyaya adaleti, huzuru, insanlık şerefini getirmek zorundayız. Tıpkı eskiden olduğu gibi…

TÜRKİYE

Tarihimizin karardığı iki asır boyunca her çareye başvurarak ayakta kalmaya çalıştık, başardık. Koskoca bir imparatorluğun mağlup çıktığı savaştan kendi azim ve irâdemizle bağımsız bir devlet kurduk. Bu başarının bedelini, milletine yabancı iktidarların tahakkümü altında yaşayarak ödedik. 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine bina edildiği esaslar, yeni çağın eşiğinde yerle bir olmuştur.

Türkiye artık, güvenliğini güç dengeleri içinde arayamaz. Bu intihar demektir. Güç dengelerine şirin görünmek için halkına dayattığı, batıcı-laik politikaları sürdüremez. Türkiye bu yeni dünyadaki yerini, milletinin rızası ve gücüyle, şahsiyetiyle kazanacaktır. Milletimizi güçlü kılan bin yıldır olduğu gibi İslamiyet’tir. Rejimin tepeden inmeci -seçkinci- laik geleneği artık sona ermiştir. Pozitivist -laik politikalar ancak, şahsiyetsiz, köksüz, değil milletine kendine bile hayrı olmayan bunalımlı, yabancılaşmış bir azınlığa kaynak olmuştur. Laikliğin, gerçekte din ve devlet işlerini ayırma politikası değil, ekmek-su gibi dini için yaşayan Müslüman halkı yönetimden uzak tutma çabası olduğu, artık üstü örtülemeyen bir hakikat halini almıştır. Müslüman Türk milleti, yeni çağdaki onurlu mevkiini, bir avuç oligarşik azınlığın heba ve hevesiyle, milletinden uzak ve zayıf şahsiyetiyle değil, kendi iradesi ve gücüyle elde edecektir. Türkiye, iktidara gelen partilerin değiştiği ama yöneten azınlığın değişmediği dönemlerin sonuna gelmiştir. Bu asalak azınlığın, milletimizin sırtına yüklediği kambur artık iyice sırıtmaktadır. Milletimizin, kendi gücü ve iradesiyle layık olduğu mevkii alacağı yeni çağda, bu asalak azınlığın hayat alanı kalmayacaktır. Bu mevkiiye de, bin yıldır güç aldığımız kutlu kaynağımız İslamiyet’le varacağız.

GÖRÜŞÜMÜZ

Allah’ın birliği ve yüce Peygamberimizin risalesi dışında hiçbir mutlak hakikat tanımıyoruz. Aşağıda serdettiğimiz görüşler aklımızın, idrakimizin, hayatı ve dünyayı kavrayışımızın ürünüdür. Bütün samimiyetimizle bu doğruların yanında başka doğruların da yer alabileceğine, zamanın değişebileceğine ve tenkit edilebileceğimize inanıyoruz.

1- Hz. Adem atamıza ve Hz. Havva anamıza nisbetle bütün insanlar kardeştir. Bu inanç ve kabul, insanlık anlayışı bakımından sağlam bir ahlaki temel teşkil etmektedir. Kâlubelâdan beri Müslümanız. Doğduğumuzdan beri Türk milletinin bir ferdi olarak yaşıyoruz.

Birincisi mutlak hakikati, ikincisi hayatın hakikatini ifade etmektedir. Zaman ve mekan içindeki muhteşem manzarasıyla bir tayf halindeki insanlık, kemal nişânı olan kültürle ayakta durur. Bu zengin tayftan, “Çokluk İçinde Birlik” prensibine ulaşıyoruz. Anadolu coğrafyasında yeşeren ve bin yıldır bu coğrafyayı şekillendiren değerlerimizi, tarih ve kader birliği olarak kavrıyoruz. Türk, Anadolu’da bin yıldır hükümran olan ve İslamiyet’le bir araya, aynı hedefe yönelen büyük bir milletin adıdır. Fatih, Selahaddin-i Eyyûbi, Sokullu, Mimar Sinan, Mevlâ’na, Mehmet Âkif, bu coğrafyaya İslamiyet’i nakşetmiş Türk ulularıdır. Milletimizle, bin yıldır İslamiyet’in şerefiyle şereflendiği; İslam sancağını zirvelere diktiği için iftihar ediyoruz. Bu tarih ve kader birliğinin, Anadolu topraklarından yükselecek yeni bir hamleye sağlam bir başlangıç teşkil edeceğine inanıyoruz.

2- “Çokluk İçinde Birlik” prensibini, Allah’ın birliği ve risalesi dışında her türlü farklılığın; her türlü görüş ve kavrayış biçiminin meşru kabul edilmesi olarak anlıyoruz. Mutlak hakikatler dışında, çoğulcu ve sivil bir İslam anlayışına inanıyoruz. İslamiyet’i, bulunduğu yerde total bir ideoloji olarak görenlerin; kendi İslam anlayışlarının, tek ezeli ve ebedi hakikat olduğuna inananların yanıldıklarını, kendi idraklerini putlaştırdıklarını düşünüyoruz. Bu inanç etrafında, kendilerini değişik isimlerle niteleyen İslami cemaatlerin, Müslümanların birliğine engel teşkil ettiğini düşünmüyoruz.

Ancak gurup taassubunun; kendi dışında yer alan Müslümanları tekfire kadar giden sertlikleri, İslam’ın özüne aykırı buluyoruz. Günümüzde evrenselleşmiş, çoğulcu ve katılımcı yaklaşımların; cihanşümul değerlerin, bütün ülke, toplum ve zihniyetler tarafından karşı konulmaz olarak kabul edildiğini müşahede ediyoruz. Müslümanların aynı gayeler etrafında bir araya gelmeleri ve kendi tarihlerinin faili olabilmeleri için gerekli ortamın teşekkül ettiğine inanıyoruz.

3- Siyasetin, Müslümanların kendi aralarında ve dışlarında yer alan dünya içinde, Allah’ın emir ve yasaklarının hakim kılınması gayesi adına, başvurmaları gereken vasıtalardan biri olduğuna inanıyoruz. Siyaseti, hiçbir zaman gaye edinmeyeceğimizi, onu kutsal gayenin vasıtası; önemli ve gerekli bir vasıtası olarak gördüğümüzü söylüyoruz. Siyasetin sunduğu imkanların, “MEŞVERET” ve “ŞURA” prensipleri etrafında Müslümanlar tarafından alabildiğine kullanılması gerektiğini düşünüyoruz.

4- İnsanların yanılmazlığı esası üzerine inşa edilmiş lider karizmalarını ve lider sultalarını, İslam’a aykırı bulduğumuz için reddediyoruz. Bunun yerine, ilim sahibi olanların; gönülleri ve zihinleri aydınlatanların toplum içinde layık oldukları mevkie getirilmeleri gerektiğine inanıyoruz.

5- Türkiye’de mevcut hukuk sisteminin ve demokratik prensiplerin, siyasi mücadele için gerekli çerçeveyi verdiğini, sınırlamaların demokratik mücadele ile kaldırılabileceğini düşünüyoruz. Bu sebeple siyasi görüş ve teşekküllerin, gayeleri için şiddete başvurmalarını yanlış buluyoruz.

ÇAĞRIMIZ

Yukarıda serdettiğimiz görüşlerin de içinde yer aldığı ve tartışmaya açıldığı bir zeminde “Çokluk İçinde Birlik” ilkesi etrafında, Allah’ın birliği ve peygamberimizin risalesine inananlar arasında bir “Milli Mutabakat” arıyoruz. Bu mutabakatı sağlayacak esasların belirlenmesini, çerçevesinin çizilmesini istiyoruz. Bunun için herkes elinden geleni yapmalıdır. Hareketimiz ve Yeni Oluşum için ortaya çıkışımız bütün milli güçler tarafından bir ‘vesile‘ addedilmelidir. Bir ihtilal, bir işgal, bir dış baskı vs. olmadan da ülkemizdeki milli güçlerin, sivil toplum içinde kendi yollarını kendilerinin aydınlatabileceği; açabileceği bir oluşumu hazırlamaları mümkündür. Yarın artık bu gündür. İnsanlarımız umut dolu bir çağın eşiğinde, başkaları tarafından yapılan bir tarihin akışı içinde sürüklenerek birbirlerine küsme, birbirlerini mahkum etme lüksüne sahip değildirler. Küfrün, riyanın, ahlaksızlığın başını alıp gittiği; kendi çocuklarımıza bizimkinden daha kötü bir dünya bırakmamızın muhtemel göründüğü gezegenimizde Müslümanlar, birlik olup geleceklerini kurmak zorundadır. İhtilafı rahmet olarak niteleyip “Milli Mutabakat”ın oluşacağı zemini bütün samimiyetimiz ve dürüstlüğümüzle kurmaya azmettiğimizi beyan ediyoruz.

Çağrımız bütün insanlaradır.

1992

***

Allah'ına ısmarladık, güzel "insan"…

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Muhsin Yazıcıoğlu
MesajGönderilme zamanı: 06.04.09, 09:10 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
"Yazıcıoğlu'nun sağ eli göğsünün üstündeydi..."

Alp, kahraman, bahadır, yiğit, “eren”, ermiş, veli, irfan sahibi demektir. Alperen, zalime “alp”, mazluma “eren” olan Türk’tür. Sahabe ruhlu bir horasan dervişidir. Türkistan’da başlayan iman hareketini Anadolu’ya, Viyana’ya taşıyan gazidir. İlayı kelimetullah için Nizam- ı Alem’i ülkü edinmiş dava adamıdır. Mevlana misali hoşgörülü, Yunus misali merhametli, Yavuz misali bir yiğittir.

Vefalı bir arkadaş, sadık bir eş, iyi babadır. Kula kulluğu reddeden, kuvvet karşısında boyun eğmeyen insandır. Alperen, “namlusunu millete dönmüş tanklara selam durmam” diyen liderdir. Menfaatini değil, milletini düşünen, düz yaşayan, dik duran siyasetçidir.

Alperen, Muhsin Yazıcıoğlu’dur.


Hakkı Öznur ülkücü hareketin hafızasıdır. Yıllarca Yazıcıoğlu’nun yanında siyaset yaptı. Yazıcıoğlu’nun helikopteri düşünce yüzlerce ülkücü gibi o da kendisini dağlara vurdu. Yazıcıoğlu’nun hayatından kesitleri Öznur ile konuştuk.

Röportaj: Seda ŞİMŞEK

Yazar Hakkı Öznur’a göre Yazıcıoğlu’nun ölümü ile birlikte bir gelenek de noktalandı...

ÜLKÜCÜ HAREKETTE LiDERLiK DÖNEMi BiTTi

“Ükücü hareketin hafızası” olarak tanınan Hakkı Öznur, “45 yıllık ülkücü hareketin siyasal tarihinde iki büyük lider çıkmıştır. Türkeş ve Yazıcıoğlu... Her iki liderin yerine geçen kişiler ancak genel başkan olur, lider olamaz” diye konuştu...

Muhsin Yazıcıoğlu ile nasıl tanıştınız?

Rahmetli Genel Başkanımız ile 1987’de başına geçtiği SOGEV’de tanıştım. Ben o zaman MÇP de görev yapıyordum. SOGEV, şehit ailelerimiz, gazilerimiz ve cezaevlerinde yatan ülkücü arkadaşlarımız için kurulmuştu. Rahmetli Genel Başkanımız cezaevinden çıktıktan 3 ay sonra 15 Temmuz’da SOGEV Başkanı oldu. O, herkesin “Muhsin Başkanı”, ülkücülerin hamisiydi.

Şoke olduk, inanamadık

Helikopterin düştüğünü nasıl duydunuz?

Genel Başkan Yardımcısı arkadaşım Mehmet Karabacak ile birlikte Amasya mitingindeydim. O mitingden Yerköy Mitingi’ne giderken yolda duyduk. Sarsıldık, şoke olduk, inanamadık. Tam bir bilgi kirliliği vardı. Kayseri Valisi’nin açıklamalarının ardından, Genel Başkanımız’ın Kayseri’ye hastaneye getirildiği söylentileri üzerine Yozgat İl Başkanımız’la Kayseri’ye doğru yola çıktık. Ama Kayseri’ye vardığımızda burada olmadığını, enkaza ulaşılmadığını öğrendik.

Vali ile görüştünüz mü?

Derhal Kayseri Valisi ile görüşmeye gittim. Kendisine Anadolu Ajansı’nda ve televizyonlarda yer alan “Muhsin Yazıcıoğlu yaralı ve Kayseri de” açıklamasını neden yaptığını sordum. Böyle bir açıklama yapmadığını söyledi. Bunun üzerine Göksun’a gittik. Dağlara çıktık. Ama, ne yazık ki büyük bir organizasyon bozukluğuyla karşılaştık. Asılsız haberler çıkmamış olsaydı belki köylü vatandaşlarımız enkaza zamanında ulaşabilirlerdi.

Kar ve sis geçit vermedi

Enkazın bulunduğu bölgeye gittiniz mi?

Enkazın olduğu yere ulaşamadık, kar, sis ve fırtına geçit vermedi. Herkes büyük bir gayret ve çaba sarfetti. Genel Başkanımız’ın enkazdan çıkartılan naaşı Kızılca’daki kriz merkezine helikopterle getirildi. Liderimizin ağabeyi Yusuf Yazıcıoğlu ve kriz merkezinde görevli Kemal Yavuz teşhis etti.

Sağ eli göğsündeydi

Siz gördünüz mü?

Arkadaşlarımızla birlikte Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’ne gittik. Ahmet Şanverdi, Remzi Çayır, Mehmet Efe ve bazı yönetici arkadaşlarımızla Genel Başkanımız Muhsin Yazıcıoğlu’nun yüzünü son bir kez gördük. Duygularımı tarif etmem mümkün değil. Allah bir daha böyle bir acı yaşatmasın.

Yüzünde darbeden kaynaklanan bir yaralanma var mıydı?

Yüzünde o her zamanki mahzun ve nurani ifade vardı, herhangi bir darbe izi, yara yoktu. Sol kulağının arkasında bir kan pıhtısı vardı. Beyaz gömleği üzerindeydi. Sağ eli göğsünün üzerindeydi. Bizden sonra eşi, kızı ve yakınları gördü. Üzerindeki elbiseler ailesine teslim edildi. 20 yıldır parmağından çıkarmadığı alyansı eşine teslim edildi.

Suikast iddiaları var.

Kamuoyunda bu yönde şüpheler var. Parti olarak olayın takipçisiyiz. Çok yönlü araştırma yaptırıyoruz. Bütün varsayımları dikkate alarak değerlendiriyor ve takip ediyoruz. Söz konusu olan Muhsin Yazıoğlu’dur. 40 yıllık siyasi yaşamı boyunca emperyalizmle, iç ve dış karanlık odaklarla, ülkemizi kaosa sürüklemek isteyen oligarşik güçlerle, çetelerle mücadele etmiş bir siyaset ve devlet adamının her zaman hedef haline geleceği aşikârdır. Şu anda elimizde bilgi ve belge yok. Ama, karanlık nokta kalmayana kadar gerçeklerin peşinde olacağız.

Yaşadığı gibi öldü

Yazıcıoğlu’nun cenazesine büyük katılım oldu.

Yaşadığı gibi öldü. Cenaze töreni fikriyatı ile bütünleşti. Hayatı boyunca devlet- millet bütünleşmesini sağlamak için uğraştı. O da cenaze töreninde gerçekleşti. Her zaman milletin değer ve inançlarını savundu, mazlumların, ezilenlerin yanında oldu. Kamil bir Müslüman’dı. Bir Horasan ereniydi. Sahabe ruhluydu. Ahlak, karakter, dava ve gönül adamıydı. İnandığı gibi yaşadı. “Sonsuzluğun sahibine ulaşmak istiyorum” diyordu, istediği oldu, çok sevdiği Rabbi’ne kavuştu.

Bundan sonra BBP’de ne olacak?

Rahmetli genel başkanımızın vefatı ile ülkücü harekette liderlik dönemi sona ermiştir. 45 yıllık ülkücü hareketin siyasal tarihinde iki büyük lider çıkmıştır. Biri rahmetli Türkeş, diğeri de rahmetli Yazıcıoğlu’- dur. Her iki liderin yerine geçen kişiler ancak genel başkan olur, lider olamaz.

Türkeş ‘kaç’ dedi ama o reddetti

12 Eylül’den sonrar rahmetli Türkeş bile yurtdışına çıkmasını istedi. Ama “Arkadaşlarım idam sehpasındayken, işkence altındayken yurtdışına çıkmam” dedi ve teklifleri geri çevirdi...

Yazıcıoğlu 12 Eylül 1980 günü neredeydi?

12 Eylül günü Sivas’ta yakın arkadaşı MHP Gençlik Kolları üyesi Hasan Bölücek’in evindeydi. Darbe olduktan hemen sonra bir arkadaşının yardımıyla, teşkilatın arabasıyla Ankara’ya geldi. Sıkıyönetimin sokaklara astığı aranan isimler arasında en baştaydı.

Nasıl ve nerede yakalandı?

POL-DER’li polisler ve sıkıyönetimde görev yapan solcu askerlerin baş hedeflerinden birisiydi. 28 Ocak 1981’de Ankara’da Necatibey’de bir evde, Ankara dışına çıkmak üzereyken, bir ihbar neticesinde yakalandı. Ülkücü düşmanı Zeki Kaman ve Dürüst Oktay yönetimindeki solcu polis timi kapıyı kırmışlar. Başkanımız içeri giren onlarca polise tek başına direnmiş. Sıkıyönetim görevlileri ve emniyet güçleri Yazıcıoğlu’nu çok sıkı tedbirlerle önce emniyete, ardından Mamak’taki meşhur işkence merkezi C-5’e götürmüş.

Yurtdışına çıkmayı hiç düşünmemiş mi?

12 Eylül’den hemen sonra isteseydi yurtdışına çıkardı. Teklifler de geldi. Rahmetli Türkeş bile bazı aracılar göndererek yurtdışına çıkmasını istedi. Ama, reddetti. “Arkadaşlarım idam sehpasındayken, işkence altındayken ben yurtdışına çıkmam” dedi. Aranıyordu, hakkında “vur” emri vardı.

Devlete hiç küsmedi

Mamak’ta büyük işkenceler gördüğünü anlatmıştı.

C-5’de ülkücü düşmanı ve dönemin işkenceci, POL-DER’li emniyet mensupları tarafından sorgulandı. 26 gün askıda işkence gördü. Ser verdi, sır vermedi. Bütün olayları onun üzerine yıkmaya çalıştılar. Amaçları Yazıcıoğlu’nu bir suç makinesi gibi gösterip, darağacına göndermekti. 5.5 sene hücrede olmak üzere 7.5 sene cezaevinde yattı. 219 ülkücü ile birlikte hakkında idam istendi. İddianameyi, sol çevrelerin el üstünde tuttukları askeri savcı Nurettin Soyer hazırlamıştı. Hiç ceza almadan beraat etti. Bütün yaşadıklarına rağmen devletine hiç küsmedi.

İlk duruşmadaki olayların aktörlerinden olduğu ifade edilir.

MHP Ülkücü Kuruluşlar Davası 19 Ağustos 1981’de Mamak Cezaevi’nde bulunan bir mahkemede başladı. Duruşma öncesi Muhsin Başkan, 12 Eylül cuntasının bütün zulümlerine karşı ülkücülerin ayakta ve dimdik olduğunu göstermek için Türkeş mahkeme salonuna gelirken tutuklu bütün ülkücülerin “İstiklal Marşı’nı” okumaları mesajını göndermişti.

Türkeş salona girdikten hemen sonra bütün ülkücü tutuklular ayağa kalkıp, hep bir ağızdan İstiklal Marşı’nı söyledi. Ülkücüler İstiklal Marşı’nı söyledikleri için toplu olarak dayak yemişlerdi, ama seslerini her yere duyurmuşlardı. İstiklal Marşı’yla tarih yazdılar, 12 Eylülcülere meydan okudular.

Cezaevindeyken tahliye isteminde bulundu mu?

Aksine, “En son ben çıkayım” diyordu. Ülküdaşları oradayken mahkemeden bir tahliye isteminde bulunmasının doğru olmadığını düşünüyordu.

Genellikle Türkeş ile Yazıcıoğlu kıyaslaması yapılır.

Her ikisi de liderdiler. Onlar bütün yaşamları boyunca vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü savundular.

Refah-Yol’a bilinçli olarak destek verdi

ANAP’la ittifak yaparak Meclis’e girdi, hükümet arayışlarında fikri neydi?

1995’te ANAP’la ittifak yaparak Meclis’e girmiş, sonra da 7 milletvekili arkadaşıyla BBP’ye geri dönmüştü. RP ile ANAP arasında bir koalisyon hükümeti kurulması için çaba harcamıştı. Ama, askerler ve egemen güçler bu koalisyona karşı çıkıyordu. Yılmaz’ı baskıyla vazgeçirdiler. RP - ANAP Hükümeti bu yüzden kurulamadı. Muhsin Başkan bir sohbetinde ANAP liderinin kendisine “Askerlerin RP ile hükümet kurmaması için baskı yaptığını, bu baskılara dayanamadığını” söylediğini anlatmıştı.

Meclis’te koalisyonlar dönemi başladı ve 7 arkadaşıyla kilit parti oldu.

RP - ANAP koalisyonu olmayınca, ardından oligarşik güçler DYP - ANAP Hükümeti’ni kurdurdu. Bu da 3 ay sürdü. Muhsin Başkan bu hükümetin fazla uzun ömürlü olmayacağını en başta söylemişti. BBP Meclis’te kilit parti oldu. Demokrasi ve milli iradeye bağlılığın gereği olarak Temmuz 1996’da kurulan Refah- Yol Hükümeti’ne güvenoyu verdi. Bu yüzden büyük baskılarla da karşı karşıya kaldı.

Karanlık odaklar baskı yaptı

Ne tür baskılarla karşılaştı?

BBP’nin hükümete güvenoyu vermemesi için iç ve dış karanlık odaklar baskı yaptı. BBP üzerine karanlık oyunlar oynadılar, bir çok kirli yollara başvurdular. Milletvekillerimizin peşine düştüler. Bazı aracılar vasıtasıyla onlara para pul, makam, mevkiler vaat ettiler. Ama, Yazıcıoğlu ve arkadaşları bunlara, dünya nimetlerine itibar etmediler, baskılara, şantajlara boyun eğmediler. Oligarşik güçlerin Meclis’teki odasına gönderdiği 2 kişiyi, “Sizi gönderen patronlarınıza söyleyin, hiçbir güç odağı Muhsin Yazıcıoğlu’na milletin aleyhine bir iş yaptıramaz. Bir daha da karşıma çıkmayın. Defolun” diyerek kovmuştu.

28 Şubat sürecinde söylediği “Namlusunu millete dönmüş tanklara selam duramam” sözü hep hatırlanıyor.

28 Şubat sürecine tek direnen siyasal hareket BBP olmuştur. 1 Şubat 1997’de Sincan’da tanklar geçerken, Genel Başkanımız bu tarihi sözü sarfetmişti. Baasçı zihniyete sahip, sol, Kemalist çevreler ve bunlarla işbirliği yapan Maocu- Marksist bazı grupların, militarist bir darbe peşinde koştuğu süreçte, “Türkiye İran olmayacak, ama Suriye de olmayacak” diyerek, ordu içindeki birtakım derin sol cuntaların askeri darbe girişimlerini deşifre etmişti.

HAKKI ÖZNUR KİMDİR?

Ülkücü fikir adamı, Araştırmacı- Yazar Hakkı Öznur, 1985’ten bu yana ülkücü hareketin yayın organlarında inceleme-araştırma yazıları ve makaleler yazdı. Ülkü Ocakları’na genç yaşta girdi. Öznur, 1992’nin temmuz ayında Yazıcıoğlu ile birlikte MHP’den ayrıldı. BBP’de Genel Başkan Yardımcısı. Birlik Akademisi’nde fikri ve kültürel çalışmalarını sürdürüyor.

6 ciltlik “Türk Siyasi Hayatında Ülkücü Hareket” isimli eseri 1999’da, “Seyyid Ahmed Arvasi” ve “Osman Yüksel Serdengeçti” isimli eserleri 2002’de yayınlandı. Cahşların Savaşı isimli eseri ile 2003 Hamdullah Suphi Tanrıöver Kültür Ödülü’nü, 2 ciltlik “Derin Sol” isimli eseri ile de 2005 GAP Kitap Ödülü’nü aldı. TRT’de yayınlanan “Şahların Labirenti Belgeseli”nin Konsept Danışmanlığı’nı yaptı. “Darbeler-Muhtıralar-Cuntalar” ve 5 ciltlik “1980-2008 Ülkücü Hareket” isimli eserleri kısa bir süre sonra yayınlanacak.

http://www.bugun.com.tr/haber-detay/651 ... aberi.aspx

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Muhsin Yazıcıoğlu
MesajGönderilme zamanı: 13.04.09, 15:53 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Sivas Milletvekili Muhsin Yazıcıoğlu’nun, Kosova’nın bağımsızlık ilanına ilişkin gündem dışı konuşması

19 Şubat 2008, Salı

MUHSİN YAZICIOĞLU (Sivas) – Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; Kosova’yla ilgili söz almış bulunuyorum. Yüce Meclisi saygıyla selamlıyorum.

Kosova Millî Meclisi tarihî bir karar alarak bağımsızlığını ilan etti. Pazar günü alınan bu kararı Kosovalılar büyük bir coşku içerisinde kutladılar. Yüz yıllık bir mücadele sonucunda Kosova’nın ulaştığı bağımsızlık kararını büyük bir memnuniyetle karşılıyor, Kosova halkını tebrik ediyor, Kosova’nın hür ve bağımsız olarak sonsuza dek yaşamasını temenni ediyorum.
Burada büyük Türk milletine tercüman olduğuma inanarak ifade etmek istiyorum ki, pazar günü Kosova halkının yaşadığı coşku Türkiye’de her evde paylaşılmıştır. Geçmişte Kosova halkının yaşadığı acıları paylaşmıştık, direnişte maddi ve manevi olarak beraber olmuştuk. Şimdi de bağımsızlık kararında Kosovalılarla birlikteyiz, onlarla gönül birliğimiz var ve onların heyecanını paylaşıyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti dün Kosova’nın bağımsızlığını tanıdığını açıkladı. Kosova Millî Meclisinin bağımsızlık kararını Türkiye Büyük Millet Meclisi bir bildiriyle kutlamalı ve birlikte olduğumuzu somutlaştırmalıdır. Bu konuda tüm siyasi partilerin altını imzaladığı bir bildirinin yayımlanmasını çok yararlı görüyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisiyle Kosova Millî Meclisi arasında parlamentolar arası dostluk grubu derhal kurularak her alanda ilişkiler geliştirilmelidir.
Kosova Türkiye için sıradan ve herhangi bir ülke değildir, tarihî ve kültürel açıdan derin birlikteliğimiz var. Kosova’daki kadar Türkiye’de Boşnak ve Arnavut vatandaşlarımız yaşıyor. İstiklal Marşı’mızın yazarı millî şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un doğduğu evin Kosova’da olduğunu unutmamalıyız. Bir med anında kabaran sularımızla taşıdığımız ve bir cezir anında sularımız çekilirken kum taneleri gibi geride bıraktığımız soydaşlarımız var orada. Sultan Murad Hüdâvendigâr ve sancaktarı asırlardır o topraklarda mahzun bekliyorlar.

Ekim ayında yapılan seçimler öncesinde Kosova’ya gitmiş, seçimlerde Türk partisine destekte bulunmaya çalışmıştım. Bu vesileyle, Sayın Başbakan başta olmak üzere Kosova’daki bütün siyasi partilerle görüşmeler yaptım. Arnavut, Boşnak, Goralı bütün gruplarla parlamentoda görüşmeler yaptım. Birlik ve beraberlik içerisinde Kosova’nın inşası için çalıştıklarını gördüm.

Tüm temaslarımda büyük bir heyecanla bağımsızlığın ilanını bekleyen Kosovalıların Türkiye’ye olan derin güvenlerine şahit oldum. Bağımsızlığın ilanıyla birlikte ilk tanıyan ülkenin Türkiye olacağını ve sonrasında yaralarını sarma ve kalkınma mücadelesinde de en büyük güvencelerinin Türkiye olduğunu açıkça söylüyorlardı. Bunu büyük bir güvenle ifade ediyorlardı. Ben de kendilerine o güveni vermiş, demiştim ki: Eğer Kosova bir şekilde bağımsızlığını tek taraflı olarak ilan etme mecburiyetinde kalırsa Türkiye Büyük Millet Meclisi mutlaka sizinle beraber olacaktır ve sizin bağımsızlığınızı ilk tanıyan ülke olacaktır.

Türkiye, mirasçısı olduğu Osmanlının yüzyıllarca hizmet ettiği, hâlâ dimdik ayakta duran kültürel varlıklarımızın, dost, akraba ve soydaş toplulukların yaşadığı Balkanlarda istikrarın ve barışın en büyük teminatı olmalıdır. Sürdürmeye mecbur olduğu ve tarihin omuzlarımıza yüklediği misyonun gereğini yerine getirmelidir ve getireceğimize de inanıyorum.

Küresel aktörlerin bu coğrafyada tüm hesapları sömürü ve menfaat üzerinedir. Türkiye’nin Balkanlara ilgisi daha duygusaldır. Soydaş, akraba ve kültür birliği olan halklara ilgimiz, barış, güven ve mutluluğu paylaşmak içindir.

Bu duygularla, Kosova’nın kararının Türk, Arnavut, Boşnak, Goralı tüm Kosova halkına huzur ve mutluluk getirmesini, tüm Balkanlar için barış ve huzura vesile olmasını Allah’tan temenni ediyorum, Kosovalıları bir kere daha kutluyorum.

Yüce Meclisinizi saygıyla selamlarken Kosova’nın bağımsızlığını alkışlamaya davet ediyorum.

(AK Parti ve MHP sıralarından alkışlar)

BAŞKAN – Teşekkür ederim Sayın Yazıcıoğlu.

DÖNEM:23 CİLT:14 YASAMA YILI:2 66’ncı Birleşim

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Muhsin Yazıcıoğlu
MesajGönderilme zamanı: 14.04.09, 10:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Muhsin Yazıcıoğlu İle Röportaj - 2007


“HANİ BEŞ BİLİNMEYEN, GAİP OLAN ŞEY VARDIR YA:
KIYAMET VAKTİ,
YAĞMURUN NE ZAMAN YAĞACAĞI,
ANA RAHMİNDEKİ ÇOCUĞUN MAHİYETİ, SİMASI,
YARIN HAYR VE ŞER OLARAK NE KAZANILACAĞI,
İNSANIN NEREDE ÖLECEĞİ…

İŞTE BUNLARA EKLEDİĞİM BİR BİLİNMEYEN DAHA VAR Kİ; DERGÂH-I İZZETİNDE BİR BAŞBAKAN EDASINDA İNSANLARIN MERAMLARINI DİNLEYEN, SORUNLARINA ÇARE ARAYAN BÜYÜK BİRLİK PARTİSİ GENEL BAŞKANI MUHSİN YAZICIOĞLU`NUN NEDEN İKTİDAR MAKAMINA ÇIKAMADIĞI…

SONRA ANLADIM Kİ, BAŞINI TIRNAĞIYLA TARAYAN, MİLLETİNE NEFER OLAN BU LİDERİN, HALK TARAFINDAN SEÇİLMEK DIŞINDA SEVİLMEK GİBİ DE BİR AYRICALIĞI VAR.

BU MÜLAKATTAN SONRA BENİM GİBİ DÜŞÜNMEYENLER OLACAK MI GÖRECEĞİZ!….”


BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu 2007 yılında yapmış oldugu röportajda bakın neler söylüyordu:

HÜLYA OKUR- 1954 yılında Sivas’ın Sarkışla ilçesi Elmalı Köyü`nde bir çiftçi ailesinin oğlu olarak dünyaya geldiniz. Milli Mücadele ruhunu çocuk Muhsin’de ilk ne zaman fark ettiniz? Meyve olarak ne kadar övülürdünüz ki, ağacınız tanındı?

“YAZICIOĞLU’NDAN BAŞKA; SAKARYA, KIZILKAYA, TÜRKOĞLU SOYADLARIMIZ VAR”

MUHSİN YAZICIOĞLU- Teşekkür ederim. Benim doğduğum ev, medrese olarak hizmet etmiş bir ev. Dolayısıyla çok büyük dedelerimiz bütün o çevre köylerdeki gençleri eğitmiş, onları aydınlatmış ve kendi dönemlerinin şartlarına göre ilim irfan merkezi olarak hizmet etmişler. Bizim samanlıkta, külünün içerisinde, onlara ait el yazması ve yüzlerce kitaplar vardı. Dolayısıyla dedelerimizin ilmi çalışmalarını, onların eğitim ve terbiye çalışmalarını dinleyerek yetiştiğimiz için, ayrıca benim büyük annem yedi tane kaydım vardı, bir tanesi kaldı. Hepsi Yemen’de yada başka yerde şehit düştüler diye hatıralarını anlatırlardı. Yine büyük amcalarımızdan bir tanesi; Sakarya Muharebesinin kaderini değiştiren; Musa Kazım efendi. O çok yaşlı olmasına rağmen hafızası çok diri bir insandı. Bana İstiklâl harbini anlattı. Kendisinin Sakarya Harbindeki fonksiyonlarını ifade etti. O, Sakarya Harbinde Subay, bir makineli bölük komutanı. Savaşın önemli bir sürecinde, çevresinde bir takım oynamalar oluyor. Ama kendi bölüğüyle sonuna kadar direniyor. Çevresindeki askerler hep şehit oluyor. Sonunda o makineli tüfeğin kendisi başına geçiyor. En son şeridi taktığımı hatırlıyorum, ondan sonrasını hatırlamıyorum” diyor. Yalnızca yaylada giderken, faytonda, sallantıda, gözlerimi açtığımda bir kız başımı dizlerine koymuş, saçlarımı şefkatle okşayarak:”Ölmeyeceksin! Ölmeyeceksin! Yaşayacaksın!”diyor. Böyle uyandığını söylüyor. Meğer o, savaştaki hemşire hanımlardan bir tanesiymiş. Adı: Naciye. Savaşın belli bir safhasında geriye dönüp, yaralıları toplarken, Musa amcamızı, makineli tüfeğinin başında o şekilde yaralı buluyorlar, getiriyorlar. Rahmetlinin yanakları birbirine geçmişti, şarapnelden. Kolunun birisi çolaktı. Baldır kısımlarında, et yoktu. Sırtında birkaç tane, yumruk girer, çukurluklar vardı. Gazi Mustafa Kemal, Sivas’tan, Kayseri’ye doğru geçerken, Şarkışla’da duruyor, “Bana Musa Kazım’ı bulun!”diyor, buluyorlar, mağ lülen emekli olmuş zaten. Ona madalyasını kendisi takıyor, Sakarya soyadını da o veriyor. Dolayısıyla bizim ailemizde; Yazıcıoğlu’ndan başka, Sakarya, Kızılkaya, Türkoğlu diye soyadılar var. Ailemiz içindeki hatırlardan aldığımız, milli, manevi değerler vardı. Sonra Lise yıllarıma gittiğimde; lise birinci sınıftayken, bir arkadaşım, “genç ülkücüler teşkilatını kuralım” diye bana geldi. Bizim ailemizde ağabeylerimiz vardı, Ankara ve İstanbul’da okuyanlar. Onlarda ülkü ocaklarının kurucuları arasındaydı. Onların da etkileriyle, 1969 yılında genç ülkücüler teşkilatında görev aldım. Lisede lisenin duvar gazetesini çıkarıyordum. Ondan sonrada o doğrultuda ilerledim.


HÜLYA OKUR- Eşiniz Gülefer Hanım, 18 yaşındaki kızınız Firuze ile oğlunuz Furkan hayatınızda Milliyetimizi bir vücut olarak gören size, ruhu, İslâmiyyet; aklı, Kur`ân şeklinde olan anlayışınıza ne kadar katkıda bulundular?


“İSLÂM VE TÜRKLÜK BİRARAYA GELDİĞİ ZAMAN…”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Evlilik çok kutsal bir müessese. Türk Milletinin var oluş bekasında aile çekirdeğimizin büyük önemi var. Çünkü biz töreli bir milletiz. Törelerimiz ve geleneklerimiz, milli varlığımızı korumamız ve yaşatmamızda çok önemli bir etki oluşturuyor. Hem Türklük bilinci altında ailenin bir özelliği var, hem de Türk Milletinin kültürel değerlerinde en üst kültür olan İslamiyet’in önemli etkileri var. İslam ve Türklük de bir araya geldiği zaman, ahlaka, maneviyata, komşuluk ilişkilerine, insanı merkeze koyan bütün canlıları yaratandan ötürü sevmeyi esas alan bir düşünce sistemini yaşama ve yaşatmayı gündeme getiriyor. Tabi ki bunu, önce ailede uygulamak lazım. Eşimle tanıştığımız ve evlendiğimizden itibaren de bu değerlere hep bağlı kaldık. Kendisinin de bu alt yapısı vardı. Çocuklarımızda bütün herkeste olduğu gibi en büyük mutluluk kaynağımız. Onlarda günümüzün şartları içerisinde, zorlamadan, bir dayatmaya dönüştürmeden, kendi algılamalarıyla hayat felsefelerini oluşturmaya çalışıyorlar.


HÜLYA OKUR- 4 Eylül`deki kongresiyle, camileriyle, medreseleriyle tarihe ev sahibi, aşıkları ve onların Veysel’i ile Sivas’ın değerine değer katan biri olarak, Sivas için yapmak isteyip de yapamadığınız bir şeyden bahsedebilir misiniz?


“SİVAS’TA, GENÇLERİMİZE UMUT VE İDEAL KAYNAĞI OLMAYA ÇALIŞTIM”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Sivas, Selçukluya başkentlik yapmış, Osmanlının asker kaynağı olmuş, istiklal savaşımızın direnç noktalarından birisi ve Cumhuriyetin kuruşluna ev sahipliği yapmış bir şehir. Aslında Sivas’ın kaderi ve mukadderatı dediğimiz zaman, Anadolu’nun kaderi ve mukadderatı aklımıza geliyor. Sivaslı bir kişi olarak, şüphesiz Sivas’a karşı duygusallığım var, Sivas’a karşı borcum var. Ama bu Sivas’ın şahsında Anadolu, Türklük, tarihimiz, milliyetimiz hepsi birden omuzlarımıza bir külfet yüklüyor. Tabi ki hizmet daha fazla iktidar olarak yapılabiliyor. Devletin imkanlarını kullanabilmek, projeleri hayata geçirmek bakımından…Tabi ki böyle bir fırsat hiçbir zaman bulamadım. İktidar yada koalisyon ortağı olarak yer alamadım. Bunun getirmiş olduğu imkansızlıklar var tabi. Bir Muhalefet Partisinin Genel Başkanı olarak ama bir mücadele adamı olarak ben Sivas’ta, gençlerimize umut ve ideal kaynağı olmaya çalıştım. Belki onların moral değerlerini arttırdım. Sivas’ın gündeme gelmesine vesile oldum. Sivas üzerinde zaman zaman oluşturulan olumsuz imajların yıkılması için mücadele ettim. Ama arzu ettiğim şey; Sivas’ın göçünü durduracak, Sivas’taki gençlerimizin eğitimden, sağlıktan en iyi şekilde yararlanmasını sağlayarak, işsizliğine çözüm üretmektir.


HÜLYA OKUR- 1978`de faaliyete geçen Ülkücü Gençlik Derneği’nin kurucu Genel Başkanı oldunuz. 1980 yılına kadar MHP`de Genel Başkan Müşavirliği görevini yürüttünüz. Ülkücü bir genç, gözündeki ışığı cesaretinden mi alır?Siz bu Cür`et ve ikdam ile neler yapmıştınız bu dönem?


“İNSAN ÖNCELİKLE NEFSİNİ, RUHUNA, RUHUNU, ALLAH’INA TABİ KILACAK.”, “20-21 YAŞLARINDA DÜNYAYI OMUZLAYACAK KADAR GÜÇLÜ HİSSEDİYORDUM KENDİMİ”


MUHSİN YAZICIOĞLU- İdealist düşünebilen ve düşüncelerini bir fikir sistemi içerisinde ifade edebilen bir insan, bu değerlere inanıyorsa, önce kendisinden başlaması lazım. Yani kendisine nizam verememiş birisinin, alemlere nizam vermesi başarılması mümkün olmayan bir iş. Dolayısıyla insanın öncelikle nefsini, ruhuna, ruhunu, Allah’ına tabi kılacak. Ve inandıklarını yapabilmek içinde sağında, solunda kim var diye bakmadan, kendine güvenecek, kendine inanacak, önce kendisinden başlayacak. Onun içinde böyle düşünüyorsa, gözünde bu parıltılar varsa, o ışıltılar dışarıya yansır, o cesareti yüreğinde hisseder, sonra dünyayı omzuna alacak kadar kendinde güç hisseder. Biz 20-21 yaşlarında iken böyle düşünüyorduk. Sanki bütün dünyayı biz omuzlayabiliriz, biz değiştirebiliriz, sanki, biz bir dokunduğumuzda her şey değiştirecek gibi hayallerimiz vardı. Belki bunlar ütopyaydı ama insanların ütopyası yoksa, zaten bir şey yapmaları mümkün değil. İlla her şeyin gerçekleşmesi şart değil. Önce hayalleriniz olacak, hayalleriniz çok büyük olacak. Sonra da bu hayallerinizin peşinde koşabilecek iradeniz olacak. Sonra yorulmazsanız, çabalarsanız, ne kadarını değiştirebilirseniz, ne kadarına varabilirseniz, ne kadar yol, çığır açabilirseniz o kadar siz ulaşamasanız da, o çığırdan başkaları ilerler gider.


HÜLYA OKUR- Fikr-i milliyette alınan zevk-i nefsâni nedir? Yani ülke’den önce ailede, toplumda ve sosyal çevrede sağlanamayan birliktelik, ülke geneline yayılmaya çalışılınca adını neden direnişe bırakıyor?


“MECNUNU DAĞLARA DÜŞÜREN LEYLA’SIDIR.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Güzel bir soru. İnsanların, aşkın değerler adına fedakârlık yapması, fedakârlığına değer katar. Mecnunu dağlara düşüren Leyla’sıdır. Ama Leyla’yı gören birisi diyor ki: “Senin aşık olduğun bu muydu?” Siz benim gözümle baksaydınız ona diyor. Milliyet fikri, millet adına, idealleri adına fedakarlık yapma düşüncesi de böyledir. Bir Alman’ın, Türk Milliyetçiliği adına fedakarlık yapması düşünülemez. Bir Türk’ün Alman milliyetçiliği adına fedakarlık yapmak düşmez. Ondan kendi değerleri adına fedakarlık yapmasını istediğinizde, yerine getirir ve haz duyar. Fedakârlık arttıkça, haz da artıyor. Hatta taşıdığınız yük arttıkça daha çok haz duyuyorsunuz. Sen millet adına çok fedakârlık yaptın, şimdi yan gelip yatacaksın deseniz, o zaten yatamaz.


HÜLYA OKUR- Ülkedeki `sosyal barış` şu veya bu şekilde tehlikeye düştüğünde, makbul vatandaşın karşısına, iç düşman olarak `sözde vatandaş` getiriliyor diye düşünüyor musunuz?


MUHSİN YAZICIOĞLU- Evet. Ferhat’a dağları deldiren sevda var ya, o insanlar sevdası söz konusu olduğuna, dağları delmeyi göze alabiliyor. Yani fikir, sevda haline geliyor, bir inanç, bir dünya görüşü, sevdaya dönüştüğünde o büyük fedakarlıklar yapılabiliyor.


HÜLYA OKUR- MHP`den ayrılarak Aydınlık Türkiye Partisi`ni kuran Tuğrul Türkeş ve hatta Türkeş’in BBP’den Ankara 1.bölge için adaylığını koyan eşi Seval Türkeş sizin kadar eleştirilmemişti. Sizin sevdanız büyük olduğundan mı kefaretiniz de büyük oldu?


MUHSİN YAZICIOĞLU- Onların her birinin gerekçeleri vardır. Bir yerde insanlar bulunuşlarına ilişkin bir gerekçe ortaya koyarlar. Ona bakmak lazım.


HÜLYA OKUR- 12 Eylül 1980`de yapılan askeri darbenin ardından, MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası sanığı olarak cezaevine konuldunuz. 79’ da kollarınızdan tavana astılar, cereyan verdiler. Bu tutukluluk günlerinde, emniyet, asker ve yargı, simitçi çocuğa bile yalancı tanıklık ettirerek, işkence sürenizi uzatmış, sizde bir başka Muhsin yaratmayı başarabilmişler miydi?


“12 EYLÜL ÖNCESİNİN SAMİMİYETİ GELSİN, KAVGALARI GELMESİN.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Bu bir dönemin acıları, olumsuzlukları, dramı. Maalesef bunlar, hikaye kitaplarından okunan şeyler değil, bizim hayatımız, bizim yaşadıklarımız. Bir daha o dönemin gelmesini istemiyoruz. O dönemlerin samimiyeti gelsin, kavgaları gelmesin. O dönemin adaletsizlikleri, haksızlıkları, işkenceleri, kavgaları, acıları gelmesin. Bir defa iş çığrından çıkınca, kamu yönetiminde bulunanlar ideolojik saplantılar içine girince kendi fanatizminin esiri oluyor. Sonra insan hakları, adalet duygusu ve adaleti temin etme anlayışını sadece kendi ideolojisinin başarısına endeksliyor. Ben ne yapıyorsam, ideolojim için yapıyorum düşüncesine kapılabiliyor. 12 Eylül öncesinde böyle bir kör dövüşe Türkiye sürüklendi. Ve o kör dövüşün üzerinden ihtilal projesi hayata uygulandı. Ve darbede büyük bir transformasyon oluşturdu, bizim toplumcu değerlerimizi yıktı, bireyci değerleri öne çıkarttı. Batının yozlaşan, benlikçi, kişinin benini putlaştıran ve arkasından da benim menfaatim ne olacak çabasıyla hayatını tüketen insan tipleri yetiştirildi.12 Eylül sonrası ideal insan tipi; menfaatini kovalayan, kendisine emanet edilmiş olan masayı, kalemi kullanarak ne kadar çok kendisine ve yakın çevresine menfaat aktarabiliyor, onun hesaplarını yapabilen insan tipidir. İdealizm, enayilik oldu. Menfaatçilik akıllılık oldu. Başarının sırrı, daha çok menfaatini kollamak, hak-hukuk- adalet hiçbir şey tanımadan her şeyi çiğneyip, güçleneceksin anlayışı, 12 Eylül sonrasının ideal insan tipi haline getirildi.


HÜLYA OKUR- Milli reflekslerinizi, köyden yola çıkıp, üniversitelerde, sokaklarda kamplaşma noktasına getirmenin dışında bir mücadele biçimi tanıyor olmak ister miydiniz? Keşke bunlar yaşanmasaydı, toplum hiçbir şeye tepki göstermeseydi, devleti korumak bize mi düştü sanki! dediniz mi hiç?


“12 EYLÜL ÖNCESİ ÜLKÜ GENÇLİĞİNİN ÖNÜNDE SAYGIYLA AYAKTA DURUYORUM”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Hayır ben bunu hiç söylemedim. Çünkü 12 Eylül öncesindeki ülkücü gençliğin mücadelesinin önünde hep saygıyla ayakta duruyorum. Çünkü o büyük bir ideal ve mücadele. İnsanların hürriyetlerinden vazgeçecek, canlarını feda edecek kadar inandıkları bir değer vardı ortada. Ve böyle bir değer adına yapıyorlardı. Tabi ki o mücadelenin bir kavgaya dönüşmesini istemezdim. Keşke o tarafı olmasaydı! Biz sanatıyla, mimarıyla, edebiyatıyla estetik, diyalektik oluşturarak, Türk Milliyetçiliğini onun üzerine taşıyabilseydik, buna katkı sağlasaydık! Belki o hayatlarını kaybedecek çocuklar içinde bu alanlarda ne başarılar elde edecek çocuklar vardı. Bir nesil, çok büyük bir tahribat yaşadı. O neslin, o kuşağın içinden geliyorum. Bu söylediklerim bir pişmanlık duygusu değil, o dönemin mücadelesini küçümsemek değil, ama o dönemde can kaybına neden olan, özgürlükleri yok eden ve darbelerle Türkiye’yi karşı karşıya getirerek, olumsuz yanlarını bir öz eleştiriden geçirmektir. Bunu da biz isteyerek yapmış değiliz. O zamanın gençliği feryat etmiştir adeta. Kavgaya çekildik. Çekildiğimiz zamanda onun gereğini yaptık.


HÜLYA OKUR- 12 Eylül`ün karanlık günlerinde, sadece Diyarbakır Cezaevi`nde değil, Metris`te solculara, Mamak`ta Ülkücüler`e, Akıncılar`a işkence yapıldı... Bunların açığa çıkması için işkenceye maruz kalanların konuşması bu saatten sonra çelik kapıları kazıtan tırnaklardan kan akıtır mı? Bir işe yarar mı?


MUHSİN YAZICIOĞLU- Tabi ki, işkencenin insanlık suçu olduğunu, işkenceyle hiçbir şeyin çözülemediğini, adaleti sağlamak için işkence yönteminin bir faydası olmadığını, kendi hayatlarından yaşamış, görmüş olanların bunları ifade etmeleri, bundan sonra ülkeyi yönetenlere esin kaynağı olabiliyor.


HÜLYA OKUR- Size işkence yapan isimlerden , Zeki Kaman yaptığı işkencenin bedelini çocuklarıyla ödeyeceğinden korkmuş ve size onları okula gönderemediğiyle ilgili haber yollamış. Sonra da bir trafik kazasında hayatında kaybettiği öğrenildi. Sizde inkisar’ın intisar’a(öç alma) dönüşmesi hangi durumda mümkündür?


“BİR İNSANIN ÖÇ ALMA DUYGUSUNU TAMAMEN KAYBETMESİ DÜŞÜNÜLEMEZ.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- İnsanların öç alma duyguları vardır. Bir insanın öç alma duygusunu tamamen kaybetmesi düşünülemez. O çok sıradan bir insan olarak değerlendirilir. Halbuki siz öç almak istiyorsunuz ama karşınızdaki bir pişmanlık duygusu ortaya koyuyorsa, yaptıklarının yanlışlığını anlamış, ondan dolayı bir eziklik içinde ise, ona sadece acıma duygusuyla bakarsınız. Ama hiçbir zaman bir kişinin yaptıklarını, onun çocuklarından, onun soyundan, onun sülalesinden almaya çalışmazsınız. Bir kişinin yapmış olduğu suçun, işlediği kabahatin bedelini onun çocuğuna yüklemek, hesabını, kan bağı olan bir yakınından çıkartmak, ilkel toplulukların yapacağı işlerdir. Bunların İslam’da yeri yoktur.


HÜLYA OKUR- Bu duyguyu size taşıyacak sebeplerin başında belki de mahkemeye gelen doktor raporlarında kafanızdaki yarık, parmağınızda yanık izi, ayak tırnağınızın deformasyonu, kollarınızın ve omzunuzun altındaki çürümeler yazılı olduğu halde mahkeme, Bunların işkenceden dolayı bir iz olmadığına karar vermemesi geliyor olabilir mi?


“YA DEVLET BAŞA, YA KUZGUN LEŞE”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Eğer bir ülkede mahkemeler adil yargılama yapabiliyorlar, ve vicdanları rahatlatabilecek kararlar verebiliyorsa, o ülkede öç alma duyguları olmaz. Ama adalet yerine gelmiyor düşüncesi hakimse, insanların kendi adaletini kendileri sağlaması gibi bir psikoloji içerisine girmesine sebep olunabilir. Dolayısıyla bir ülkede kan davaları vs de bundan dolayı çıkar. Hep söylüyorum: “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe “derler. Devlet, devlet gibi davranırsa başkalarına ihtiyaç kalmaz. Devlette varlığını, hukukundan alır. Devlet, hukuk devleti ise ve hukuka dayanarak iş yapıyorsa o zaman vatandaş; “zaten hakkımı alıyor, hukukumu koruyor, intikamımı da alıyor, benim ayrıca birisini cezalandırmam gerekmez” diyebilir.


HÜLYA OKUR- ‘Devlet, sorumluluğunu yerine getirmezse millet kendi güvenliğini sağlar’ demiştiniz. Bu sözü içine sindirmeyenler için, 12 Eylül’den önce sözde ‘komünizm tehlikesi’ne karşı, millet adına güvenliği nasıl sağladığınız örneğinden yola çıkmalı mıyız?


Hatta bu sözlerinizi, Mehmet Ali Birand halkı kışkırtmak olarak yorumlamış ve “ Kürt liderlerin sorumsuz sözlerinden hiç farkı yok.”demişti.


“12 EYLÜL ÖNCESİNDE, KOMÜNİZME KARŞI SİLAHLI EYLEM YAPTIM DİYE KEL AYNAKLAR HAREKETE GEÇTİLER”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Bir sözün ve bir eylemin, hangi ortamda ve hangi gerekçelerle söylendiği ve yapıldığına bakmak gerekir. Bunları görmeden, o sözün o tarihteki alt yapısı nedir? Niye olmuştur, bunu dikkate almadan söylerse doğru olmaz. Türkiye’nin her tarafından, otobüsler kaldırılmış, sözde PKK bayrakları, eşkıya başının posterleriyle otobüsler süslenmiş, Anadolu’nun dört bir tarafından Mudanya’ya gidiliyor. Mudanya’dan terörist başına af talebinde bulunulacak ve terörist başının adaletsizliğe, haksızlığa uğradığı, cezaevinde sıkıntı çektiği iddialarıyla af talebinde bulunuluyor. Bu arada bazı esnaflar bayrak asılıyor, dükkanlarının önüne ve bu arabalardan iniliyor, o bayrak asılan dükkan tahrip ediliyor. Türk bayrağının asılı olduğu bir bina bunlar tarafında taşlanıyor. En sonunda Bozöyük’te inip halaylar çekiliyorlar, sonra halkta tahrik oluyor, halk otobüsleri çeviriyor ve olaylar çıkıyor. Bundan sonra bazı çevreler halkı suçluyorlar. Halk, niye bu otobüsleri çevirdi, niye taşladı falan diye. O ortamda ben de diyorum ki, siz yasaları uygulamazsanız, emniyet asayiş uygulamazsa, yargı görevini yapmazsa, bu tahrikler bu şekilde devam ederse, tecrübeyle de söylüyorum: “Bir gün millet kendi hukukunu, kendi hakkını kendisi korumak ihtiyacı duyabilir.” Böyle bir ihtiyacı hissettiği zaman, eğer vatandaş doğrudan harekete geçerse, bunun adına ikakak denir. Bu duruma milleti sokmayın, bu yanlışı yapmayın diyerek göreve çağırıyorum yetkilileri. Bunun üzerine bana böyle bir itamda bulunuyorlar. Şimdi ben onlara soruyorum: Londra sokaklarında, İngiltere’de El Kaide posterleriyle yada İRA militanlarının posterleriyle yürüyüş yapılsa buna müsaade ederler mi? Amerikan bayrağını taşlayarak yürüyüşler yapsalar, 11 Eylül’de kule yıkılırken altında kalmış ailelerin kapısının önünden bu sloganlarla geçmiş olsalar ne olur acaba? Bu Mehmet Ali Birand’ın falan davranışları, fantastik davranışlardır. Ve sürekli bölücü terör örgütlerine sempatik görünme davranışlarıdır. Bunların bu davranışları sayesinde Türkiye bu noktaya gelmiştir. Benim söylediğim gayet doğal. 12 Eylül öncesinde de, komünizme karşı silahlı eylem yapmıştı, onun için Muhsin Yazıcıoğlu böyle diyorsa, çok dikkatlı olmak lazım, kışkırtıyor, bu adam ne diyor gibi bana karşı bazı eski kel aynaklar harekete geçtiler. Yazdılar, çizdiler…Hiç umurumda bile değil. Ama sonuçta ben haklıyım. Çünkü bunu bu millet kaldıramaz. Şehit olmuş birisinin 1,5 yaşındaki çocuğu şimdi 25 yaşına gelmiş. Daha kundakta bebeğiyle dul kalmış bi hanım kızı düşünün, şehit kocası için gözyaşı dökmüş, yavrusunu büyütmüş, en değerli varlığı olan bir anneyi babayı düşünün, çocuğunu şehit ermiş. Onları düşünün, yasa, masa tanımayan birinin ellerinde posterlerle sloganlar atarak yürüyor. Bunun adı, insan hakları değildir. Bunun adı varsa, o zaman şehidin çocuğunun da intikam hakkı doğar. Dolayısıyla buna meydan vermeyin. O çocuğun: “Benim babam niye öldü, bir hiç uğruna mı öldü duygusuna kaptırmayın!”diyorum.


HÜLYA OKUR- Sizin tavrınızın yanlış anlaşıldığı bir diğer durum da…Hapishanede size copla İstiklal Marşı söyletmişler. Topluca, bağırarak. Bu size verilen cezaların içinde, en müşevveşi yani anlaşılmazı ve ceza gibi görünmeyeni miydi?


“İSTİKLÂL MARŞI’NI HANÇERİMİZ YIRTILIRCASINA SÖYLÜYORDUM”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Her gün saat 04:00’da çıkartılıyor. Yerinde say, komutuyla marşlar söylettiriliyor. En sonunda da İstiklâl Marşı söyletilerek, dağıtılıyor. Tabi biz İstiklâl Marşı’nı hançerimiz yırtılırcasına, zevkle, heyecanla, gururla söylüyoruz. Bir kısım ideoloji mensuplarıyla da aynı koğuşta kalıyoruz. İstiklâl Marşı’nı söylemiyorlar. Onlara İstiklâl Marşı’nı söyletebilmek için, bütün koğuşu sıra dayağından geçiriyorlar, daha yüksek sesle söylensin diye. Orada sanki cop korkusuyla İstiklâl Marşı söylüyormuşuz gibi bir pozisyona düşürülüyorduk. Buna tepki gösterdim. Onun üzerine de çıkarıldığımız mahkemedeki hakim şaşırdı. Sende mi? Diye. Durumu anlattık. 12 Eylül döneminin; Atatürk İlke ve inkılaplarını, İstiklâl Marşı’nı ve terbiye metodu olarak, bir cop gibi zulüm aracı kullanmalarıyla yaşanmış olan bir çelişki.


HÜLYA OKUR- Çatlı ile bağınızın Bahçelievler olayında adı geçince koptuğunu, onun yurtdışına gittiği günlerde sizin de cezaevindeki günlerinizin başladığını söylüyorsunuz. Peki bu bağın kurulduğu günlere gitsek…


“ABDULLAH ÇATLI; TEMİZ, MAHCUP, MİLLİ VE MANEVİ DEĞERLERE BAĞLI, İDEALİST BİR GENÇTİ”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Abdullah Çatlı; temiz, mahcup, bir şey konuşurken yüzü kızaran, milli ve manevi değerlere bağlı, idealist bir genç olarak geldi. Ben ilk o zaman böyle tanıdım. Ben Genel Başkan olduğum zamanlar, o Genel Başkan yardımcısıydı. Onun zaafına falan şahit olmadım. Sonra Bahçelievler ile ilgili iddia ve itamlar söz konusu olduğunda, 12 Eylül şartları çok ağırdı. İnsanlar, doğru ben emniyete gideyim, sorunum neymiş bakayım, bir savcının karşısına çıkıp, iddia neymiş sorayım, sonrada hakime derdimi anlatayım, varsa suçum cezasını çekeyim, yoksa nasılsa bırakılı diye bakılan bir dönem değildi. Bunun için insanların yargıdan kaçmasını herkes doğal görüyordu. Normal görüyordu. Çünkü yargı güven vermiyordu o zaman. Abdullah Çatlı da o şekilde yurtdışına gitti.


HÜLYA OKUR- 1992 yılı Temmuz ayında, “içinde MHP ile siyasi anlayışınızla uyuşmadığı için yollarınızı ayırdınız. Bu artık erkek kuş olarak bağımsızlığınızı ilan etmeniz mi demek ti? Doğduğu anda terk edilen bir kuş yumurtası gibi asi bir kararlık izlediğinizi düşündünüz mü?


“BU BİR DAVADAN KOPUŞ DEĞİLDİ”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Bu ne bir isyan duygusu. Ne bir mevki hırsı. Ne herhangi bir odağın arzu ve kontrolüne tabi olmaktır. Biz idealist insanlardık. Ve gelmişiz, o idealizme uygun bir politika takip edilmesini istemişiz. Bize göre doğru bildiklerimizi söylemişiz. Doğru bildiklerimizden taviz vermemişiz. O günün şartlarında belki tam anlatamamış, birbirimizi tam anlayamamış da olabileceğini ihtimaller arasında görüyorum. Ama bazen ailede de oluyor. Çok seversiniz, çok sevmenize rağmen, artık aile ortamı yaşanamaz hale gelmişse, ayrılıklar oluyor. Bu ayrılıklar çoğu zaman ihanete dayanmıyor. Affedilmeyecek yanlışlar da olmasa, o aile ortamı sizin daha sağlıklı düşünmeniz ve üretmeniz için bir engel haline dönüşmüşse, medeni insanlar gibi ayrılıyorsunuz. Bizde öyle ayrıldık. Neticede sonuçları çok medeni yürümedi tabi. Çok büyük maceralar yaşadık. Sonuçta iki kutuplu dünyanın değiştiği, milliyetçiliğin yeni NATO konseptiyle çakıştığı bir dönemde, sadece MHP’nin bir iç sorunu olduğu veya yaşandığını da düşünmüyorum tabi. Gelişen dünya şartlarının Türkiye’ye yansımasının da etkilerinin olduğunu kabul ediyorum. Bir takım tahrikler yapıldı. Bir kısım olayların tetiklemesinin sonucu olarak, bir kopuş noktasına geldik. Bu bir davadan kopuş değildi.


HÜLYA OKUR- Alparslan Türkeş’in, Türk siyasi hayatında milliyetçiliğin yegâne politik gücü olan Milliyetçi Hareket Partisi eserini bırakıp, üzerine titreği, büyük umutlar beslediği ve geleceği emanet ettiği Ülkücü Türk Gençliği eserine sahip çıkmanız mı size bunu söyletiyor?


“BAZI ŞEYLERİN OLAMAYACAĞINI DÜŞÜNEN EVLAT; BİZE MÜSAADE ET, YENİ AÇILIMLAR YAPALIM” DİYOR”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Ben tabi Alparslan Türkeş’i bugünde rahmetle anıyorum. Bizim hepimizin üzerinde emeği vardır. Baba ile oğul arasında da oluyor. Sonuçta bazı konularda anlaşamazlarsa, geleneksel anlayışla bazı şeylerin olamayacağını düşünen evlat;” Bize müsaade et, yeni açılımlar yapalım” diyor. Bizimkini de öyle görmek lazım.


HÜLYA OKUR- Devlet Bahçeli’nin; ‘‘Büyük Birlik Partisi`nden sizi ve diğer parti mensuplarını ‘baba ocağına dönün ’diyerek MHP’ye davet ettiğini biliyoruz. Bu gibi çağrıların seçim öncesinde kalmasını, ittifakla sağın gücünü arttırmak istemesi yada kırılması ihtimali olan eşyanın arasına yumuşak bez parçası koymaya çalışması gibi mi değerlendirirsiniz?


“BUNUN SOSLAMA ŞEKLİNDE OLMASI YANLIŞ.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Medya aracılığıyla yapılan çağrılar, meseleyi, baba ocağına indirgemeler, çok doğru bir yaklaşım değil. Çünkü fikrimizi liderimiz yapacak, fikrin liderliğinde bir araya gelecek her türlü çalışma ortamı içinde oluruz. Onun dışında bunun soslama şeklinde olması yanlış.


HÜLYA OKUR- Arkadaşınız Mustafa Çalık`ın cenaze törenine katılmak için gittiğiniz, Erzurum`un Aşkale ilçesinde `Başbuğ Yazıcıoğlu` sloganını atan topluluğu uyarmış; sert bir üslupla "Sakın Başbuğ cümlesini kullanmayın" demiştiniz. Başbuğ’a olan saygınızın, size yapılan hürmeti karşılayamayacağından mıydı bu tepki?


“GENÇLERİN SLOGANLARINI İSTEMİYORUM!”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Gençler zaman zaman galeyana gelerek bu tür sloganlar atıyorlar ama ben istemiyorum. Böyle bir şeyi doğru bulmuyorum.


HÜLYA OKUR- 29 Ocak 1993 tarihinde Büyük Birlik Partisi kuruldu ve bu partinin Genel Başkanlığına seçildiniz. Bu parti, daha önce yaptığınız işlerin ne kadar üstünde bir hizmetle halka yaklaştırdı sizi?


“BİR MİLLETVEKİLİ İLE DE MİLLETİN VİCDANI OLMAK, UMUTLARININ, BEKLENTİLERİNİ DİRİ TUTMAK ELİMİZDE!”


MUHSİN YAZICIOĞLU- BBP tabi ki çok zor şartlar altında kuruldu. Bir çok imkansızlılar vardı. Konjonktür bizim için müsait değildi. Hem bir iç çekişmenin, çatışmanın sonucunda ortaya çıkmış olmasının getirdiği zorluklar vardı. Daha sonra da konjonktür, BBP’nin seçimlere girerek oy almasına imkan vermedi. Bundan arzu ettiğimiz ve beklediğimiz noktaya geldiğimizi düşünmüyorum, siyasi anlamda. Başarı, iktidar olmaksa, iktidar olamadık. Başarı, kendi kitlesiyle birlikte meclise girmeyi başarmasıysa, onda da başarılı olamadık. Ama bir fikrin, taraftar bulması, bir çığır, bir yol açması da başarıysa, bu konuda en başarılı hareketlerden birisiyiz biz. Bugün kuruluştan itibaren söylediğim bir çok şey, başka siyasi partinin, siyasi aktörlerin hep dillerinde dolaşır olmuştur. Biz bugün TBMM’de bir milletvekili ile temsil ediliyoruz. Bunun çok büyük başarı olduğunu söylemiyorum ama bir milletvekili ile de milletin vicdanı olmak, umutlarının, beklentilerini diri tutmak, milletimizin geleceği için bir umut ışığı yakmakta mümkün. Bunu da yapmaya çalışıyorum.


HÜLYA OKUR- Başka partilerin sloganı olduk dediniz de…Antik çağlardan beri ‘yeniden doğuş-canlanma-dirilme’ sembolü olan,dünya edebiyatında saf aşkı ve ihtirası simgeleyen, İslâm’da Hz. Muhammed’i, Hıristiyanlıkta Hz İsa’yı temsil eden gülün; BBP’nin bayrağındaki hilal içindeki gülün, Demokratik Toplum Partisinin bayrağındaki amblemle aynı meali taşıması söz konusu muydu?


“DERLEME, YOLUNMUŞ, MİLENYUM GÜLLERİYLE BİZİMKİNİN İLGİSİ YOK.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Bir defa DTP’nin gül figürü ile bizimkinin benzerliği yoktur. Ama neticede bir çağrışım yaptığı için bizim Yüksek Seçim Kuruluna bir itirazımız oldu. Yüksek Seçim Kurulu, sizinkiyle benzerliği söz konusu değildir diye bu itirazımızı reddetti. Biz gülü; gönlümüz, idealimiz, millete sevdamız, değerlerine aşkımızın bir ifadesi olarak koyduk. Bizi biz yapan değerlere ve bu değerlerin en başında yer alan bizim tasavvuf kültürümüzdeki simgelere denk geldiği içinde, benimseyerek koyduk. Bir yarışmanın sonucu olarak kabul etmiştik. Öbür derleme, yolunmuş, milenyum gülleriyle bizimkinin ilgisi yok.


HÜLYA OKUR- Adı Abdi İpekçi cinayeti ve Papa suikast girişimine karışan Musa Serdar Çelebi, BBP’nde vazife almıştı. BBP’nin parti üyesi olabilmenin kriterleri nedir? Mesela ilk olarak aranan şey, sadakat midir, insicam mıdır? Ülkücülük değerlerini taşıması mıdır?


“BAĞIMSIZ MAHKEMELERCE YARGILANMIŞ VE BERAT ETMİŞ İNSANLARI, SUÇLU SAYAMAYIZ”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Bağımsız mahkemelerce yargılanmış ve berat etmiş insanları, suçlu sayamayız. O yargının işi. Biz, yüz kızartıcı suçlar ve bölücülük ve terörle ilgili suçlarda almayız. Sadece biz değil, siyasi partiler alamazlar. Biz partimizin ana ilkelerine, fikir çizgisine bağlı, sadakatli, bu konuda gönüllü olan herkesi partimizde görmek isteriz.


HÜLYA OKUR- Mehmet Nuri Şahin`in TRT Genel Müdürlüğü`ne adaylığını temin etmek amacıyla parti üyesi olmadığına dair gerçeğe aykırı belge düzenlemek suçundan yargılanmıştınız. Kişilerin ihtiyaç duyduklarında yanında olan bir Genel Başkan olarak, kendinize yada partinize zarar verdiğinizi düşündüğünüz anlar oldu mu?


“BEN HAKKIN YANINDA YER ALIRIM, BEDELİ AĞIR OLSA DA. “


MUHSİN YAZICIOĞLU- Yoo. Onda bir yanlışlık yok. Mehmet bey ile ilgili olarak verdiğim yazı doğru bir yazı. Orada, partimizin üyesi değil ama üst yönetiminde görev almış birisi diyorum. Partimizin tüzüğünde, üste yönetimde görev almak için üye olma şartı yoktur. Dolayısıyla bu gerçeği ifade ederek, yazı yazdım ve dedim ki: “Bu şahıs, partimizin üst kurullarında görev almış ancak partimizin üyesi değildir” Nitekim Milli İstihbarata, Yüksek Seçim Kuruluna, Anayasa Mahkemesine, her yere yazılan yazılarda, yapılmış başvurularda, partimizin üyesi olduğuna dair hiçbir yazı bulunmadı. Sonuçta haklı çıktım ben. Ben hakkın yanında yer alırım, bedeli ağır olsa da.


HÜLYA OKUR- Ki bu konu gündemdeyken, Oktay Ekşi: “Mehmet Ali Ağca ile Haluk Kırcı da hele bir serbest kalsınlar... Sıra onları omuzlara alıp siyasi hayata sokmaya gelecek.” Gibi bir yaklaşımda bulunmuştur. Mahkun(masum) mahkumlara siyasetin ilgisi var mıdır gerçekten?


MUHSİN YAZICIOĞLU- Neticede o mahkemelerin işi. Girmiş berat etmiş. Eğer berat etmişse, onu suçlu saymamız doğru olmaz.


HÜLYA OKUR- Kayın biladeriniz, AK Parti Kahramanmaraş Milletvekili Nevzat Pakdil ile akrabalık dışında, ihvani yada selefi yönden bir ortak paydanız var diyebilir miyiz?


“NEVZAT PAKDİL, AK PARTİ İLE OLDU, BU KONUDA BİR ZORLAMA İÇİNDE DE OLMADIK.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Nevzat Pakdil, çok değerli, kıymetli kardeşimiz. Bürokraside iyi yetişmiş. Kendi basamaklarını, kendi anlayışı içinde, bir bir tırmanarak çıkmış olan bir insan. Siyasi tercihleri o şekilde oldu. AK Parti ile oldu. Oradan yürüttü. Bu konuda bir zorlama içinde de olmadık. Onun ötesinde tabi ki kendi anlayışı içine yer almış olduğu siyasal harekette benimsenen, kabul gören bir kişilik olarak siyasi tercihine saygı duyuyorum.


HÜLYA OKUR- Siyasi tercihi Erdoğan’ın seçimlerdeki şansı sizde olsaydı, ilk işinizin; lider sultasını kırmak, parti içi demokrasiyi sürdürülebilir kılacak bir siyasi partiler yasası çıkarmak ve temsilde adaleti esas kabul eden, adaletin üzerinden istikrarı hedefleyen bir seçim kanunu yapmak olduğunu söylemiştiniz. “Milli Bakiye” sistemi ile parti enflasyonunun ülkeye katkısı neler olur?


“BÖYLE OLURSA; YARGI, YÜRÜTME, YARGI AYRILIR VE BİR SAÇ AYAĞI ÜZERİNE DEMOKRASİ OTURTULUR.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Benim söylediklerimin “Milli Bakiye” sistemi ile alakası yok. Biz parti içi demokrasinin hukuk güvencesi altına alınması ve seçimlerin temsil adaletini esas alan, istikrarı da adaletin üstünde yükseltmek isteyen bir seçim kanunun olması, vatandaşımızın milletvekilini seçerken, kendi tercihini kullanabilmesi, benim anlayışıma göre katılımcı demokrasinin olmazsa olmazıdır. Yada daraltılmış, iki turlu, ikinci turda seçim iş birliğine açık, tercih sisteminin olduğu bir seçim kanunu yapardım diyorum. Yapmamız lazım diyorum. Bu tabi parlamento seçimi için düşündüğümdür. Öbür taraftan, cumhurbaşkanını doğrudan halk tarafından seçilmesini savunuyorum. Ve icranın meclis dışından oluşturulmasını faydalı görüyorum. Böyle olursa; yargı, yürütme, yargı ayrılır ve bir saç ayağı üzerine demokrasi oturtulur. O zaman benim savunduğum bu. Parti enflasyonu bunu oluşturmaz.


HÜLYA OKUR- Meclis’in ilk toplandığı günlerde MHP ile DTP liderlerinin tokalaşmasını: Türkiye böyle tiyatroları çok izledi diye yorumlamıştınız. İki Almanya`nın birleşme yıldönümü nedeniyle, Alman Büyükelçiliği`nde verilen resepsiyonda, tokalaştığınız DEP’li Zana ve arkadaşlarına cezaevinden çıkmaları nedeniyle "Geçmiş olsun" dediğiniz ve biraz muhabbete girdiğiniz basına yansımıştı. Bu gibi zaruretlerin, Kürt halkı üzerinde, iyi etki bırakmakla ilgisi var mı?


“ORTA DOĞU GAZETESİNDE; “BİZİ KONUŞTURMA BELGE YAYINLARIZ” DİYE İKİDE BİR YAYIN YAPTILAR.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Şimdi bazı ortamlar doğar. Siz o ortamlarda o insanlarla yan yana gelirsiniz. Bu sizin tercihiniz değildir. Mesela Orta Doğu Gazetesinde; “Bizi konuşturma belge yayınlarız” diye ikide bir yayın yaptılar. Sonra çıka çıka, Leyla Zana ve arkadaşlarıyla benim karşı karşıya, aynı ortamda gözüken bir fotoğrafımızı yayınladılar. Fotoğrafın yayınlandığı yer, Alman Büyükelçiliği. Orada oluş sebebimiz, Almanya’nın bağımsızlığı konulu davet. Yanımızda gazeteciler var. Ben orada dururken, öbürleri de oraya geldi ve selamlaştılar. Ve birkaç dakikalık o ortamda beraber olduk. Bunun bir belge olması, kabahat kaçması ayıp kaçacak şeyler.


HÜLYA OKUR- Adınızın karıştığı diğer fotoğraf olayı; Hrant Dink suikasti’nde, Polis muhbiri `büyük abi` Erhan Tuncel`in sizinle aynı karede yer aldığı fotoğraf…


“DTP İLE TOKALAŞMADIM. BİR “HAYIRLI OLSUN”, TEBRİKLEŞME FASLINA GİRMEDİM.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Gizli saklıda değil. Tokalaşma meselesine gelince, TBMM çatısı altında bulunan herkes yeri geldiğinde kavga ederler, yeri geldiğinde birbirlerini eleştirirler, yeri geldiğinde tokalaşırlar. Çok normal bir şey diyorum. Bunun bu kadar abartılmış olmasını tiyatro olarak ifade ettim. Ben tokalaşmadım orada tabi. Bir “Hayırlı olsun”, tebrikleşme faslına girmedim. Belki de böyle bir ortam da oluşmadı, ihtiyaç da duymadım. Anayasaya sadakat yeminine ne kadar sadakat göstereceklerini bir göreyim istedim. Ama şimdi bu sadakati göstermedikleri kanaatim pekişti. Keşke yanılsaydım. Devletin ve milletin birliğine, bütünlüğüne sadakat arttıkça bizde ondan haz duyarız. İnsanlar bölücülüklerine devam etsinler, terör örgütüne yandaş olsunlar diye memnuniyet duymayız. Orada da daha bir ay önce çok aşırı şeyler söylerken, birden bire iki günde inanılmaz sempatik görüntüler verilmesi ve bir müddet sonra yeniden inanılmaz, aşırılıklar ortaya konması da Türkiye’de tribünlere yönelik bir sahne gösterisi olarak görüyorum. Kim düzenliyor onu da bilmiyorum.


HÜLYA OKUR- 3 Kasım seçimlerinden üç gün önce, rahmetli işadamı Üzeyir Garih size Amerikan Senatosu Başkanı’nın bir sözünü aktarmış. Başkan Garih’e, 3 Kasım seçimleri için ‘Bu seçimle Meclis’e sadece 2 parti girecek’ demiş. Bunun üzerine sizde şaşırıp, TBMM’ye en az 4 parti girer demişsiniz, fakat Garih ısrar etmiş, ‘Görün bakın, Meclis’e sadece iki parti girecek…’ Bu konuşma sizde ‘Amerika kimi istiyorsa onu seçtiriyor’ duygusu uyandırdı mı?


“ÜZEYİR GARİH’İN KENDİNDEN BU KADAR EMİN OLMASI BENİ ŞAŞIRTMIŞTIR.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Tabi bunu uyandırdı. Çok üzmüştür. Orada Üzeyir Garih’in kendinden bu kadar emin olması beni şaşırtmıştır. Madem senato başkanı 2 parti olacak demişse, 2 parti olacak şekilde bir inançla davranması beni hayrete düşürmüştü. Ama böyle bir sonucun çıkması da maalesef üzmüştür beni.


HÜLYA OKUR- AB konusunda bir söyleminiz vardı: “AB, bunların gözünde platonik aşk. AB, bunların milli ülküsü, kara sevdası. AB’ye öylesine kara sevdayla bağlamışlar ki ne isterlerse veriyorlar. AB, artık bir hayal tünelidir.” Şu an içinde hayal mi, korku tüneline döndü mü?


“BİZİM KIZIL ELMAMIZ; TÜRK BİRLİĞİDİR, TÜRK İSLAM BİRLİĞİDİR.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Evet yavaş yavaş korku tüneline çevriliyor. Çünkü gerçekleşmeyeceği gözüküyor. Hakikaten de Türk Milletinin bir kızıl elma olması söz konusu değil. Bizim kızıl elmamız; Türk birliğidir, Türk İslam birliğidir. İnanç ve soy haritamızın olduğu coğrafyada bize ait medeniyeti inşa etmektir. Bu medeniyetler arasında çatışmayı arzu etmek değil, tersine, biz kendimiz kalarak, kendimiz olarak diğer medeniyetlerle ilişkiler kurmamızdır.


HÜLYA OKUR- Asala örgütünün, 10 ağustos 1982 yılında gerçekleştirdiği Esenboğa katliamını protesto için, taksim meydanı`nda kendini yakan Ermeni asıllı, Türk Artin Penik gibi masum bir amacı olduğunu düşünüyor musunuz, Ermenilerin?


“ERMENİLER, KÖYLERİMİZİ BASMIŞ, ERKEKLERİ OLMAYAN KADINLARA TECAVÜZ EDİLMİŞTİR AMA BU ”SOYKIRIM” DEĞİLDİR.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Tabi ki bir Ermeni düşmanlığımız olamaz. Ermeni’yi, Ermeni diye düşman saymamız söz konusu olamaz. Biz milletlerin, milletlere düşmanlığından yana değiliz. Milletlerin içinde yanlışların, yanlış insanların olabileceğine inanıyoruz. Dolayısıyla tarihte en üst seviyede, en iyi noktalarda kamu görevi verdiğimiz Ermenilerle yıllarca dost olarak yaşamışızdır. Ama batı onları, kandırmış, suça teşvik etmiş, suça yönlendirmiş, çete kurdurmuş, yıllarca ekmeğini yediği ülkesine ihanet ettirmiştir. O ihanetin sonucu Osmanlı döneminde teşcir hareketi olmuştur. Karşılıklı çatışmalar olmuştur. Köylerimiz basılmış, erkekleri olmayan kadınlara tecavüz edilmiştir. İnsanlık dışı harekette bulunmuşlardır, ermeni çeteleri. O zamanki devlette asayiş tedbir almıştır. Ölenler olmuş, yerinden koparılanlar olmuştur. Bu tarihi gerçektir. Ama bunun adı ”Soykırım” değildir.


HÜLYA OKUR- Sözde “Ermeni soykırımı” tanınmasına ilişkin konuşurken; “Asıl ABD, Ortadoğu’da soykırım yapıyor” dediniz ve “Irak işgali bittiğinde savaş suçlarını soruşturacak uluslararası bir mahkeme kurulmalı. Bush ve Blair ise savaş suçlusu olarak yargılanmalı” önerisinde bulundunuz. Şimdi tezkere ile Türkiye bu mahkemeye çağrılan sanıklar arasına mı girdi?


“BİR DAMLA PETROLÜ, OLUK OLUK İNSAN KANINDAN DAHA DEĞERLİ BULAN ANLAYIŞIN…”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Türkiye kendi kararlığını ortaya koyabilir, aldığı kararları uygulayabilecek bir siyasi irade ortaya koyabilirse, tarihin seyrini değiştiririz. Yoksa tarih, bölgemize kan ve kavga getiren, bir damla petrolü, oluk oluk insan kanından daha değerli bulan anlayışın istediği şekilde oluşur, yazılır. Bunu değiştirmek, Türkiye’de kararlı bir siyasi iradeden geçer.


HÜLYA OKUR- ‘‘İşsizliğin kol gezdiği ve üretimin durduğu bir ortamda fabrikaların kapısına kilit vurulmakta, çete düzeni ile fabrikalara el konulmakta” diyor ve tefecileri işsizliğin büyük bir kısmından sorumlu tutuyorsunuz. Üretim, tüketim ve mübadeledeki(değişim)rolümüz tefecilerle mi sınırlanıyor?


“ÜLKEMİZİN EKONOMİ MODELİ, TEFECİ MODELİDİR”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Bugün Türkiye, tefecilerin eline kalmış, müflis bir tüccara dönüştürüldü. IMF, bir taraftan sosyal tedbirler almamızı engelliyor, yoksullaşmayı derinleştiriyor, gelir dağılımı adaletsizliğini arttırıyor, diğer taraftan borcu, borçla kapatmamızı sağlıyor. Her yeni aldığımız borç, yükümüzü arttırıyor. O borcu döndürebilmek için, yeni borç elde ediyoruz. Bir şirket, borcundan dolayı batmaz. Ancak borcunu çeviremez hale geldiği zaman batar. Bir şirketin borcu var, ne kadar olursa olsun, yeni kredi alabiliyorsa, kredi aldıkça borcunu çevirir, o arada külfeti yükselir ama yatırım durmaz, üretim durmaz, işçinin maaşını vermeye devam eder. O şekil batmıyor olur. Ama bir gün kaynak, sermaye bulamadığı anda durur, ondan sonra geriye sarmaya başlar. Türkiye, diyorlar ki, borcunu çeviriyor. Sıcak para giriyor. Bu olduğu sürece Türkiye’de sermaye açısından sıkıntı olmuyorsa, iş dönüyor demektir. Ama sıcak para, ülkedeki ekonomik düzeni çok kırılgan hale getiriyor. Her an krize açık hale getiriyor. Uluslar arası sermaye güçlerinin, Türkiye’de manipülasyon yapabilme imkanlarını arttırıyor. O bakımdan biz şu anda tefeci mantığıyla yönetiliyoruz. Bütün bankalarımız, borsanın %60’dan fazlası yabancı sermayenin eline geçmiş. 47 milyar dolar sıcak para dolaşıyor ülkede. Böyle bir ülkenin ekonomik modelini tefeci modeli olarak ifade edebilirim.


HÜLYA OKUR- Seremoni, 8 tutuklu asker, Başbakanın; “Dış güçler büyümeden operasyon olmalı” gibi sözlerini sizin büyütecinizin altından baktığınızda hangi irilikte olduğunu söyleyebilirsiniz?


“İKİNCİ BİR ÇUVAL GEÇMİŞTİR BAŞIMIZA.”,” ASİMETRİK SAVAŞTIR BU. ASİMETRİK SAVAŞ, NORMAL SAVAŞ KURALLARIYLA YÜRÜTÜLEMEZ.”


MUHSİN YAZICIOĞLU- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ordusuna baskın yapıldı. Karakollarımıza baskın yapıldı. Vatandaşlarımızın önü kesilerek katliam yapıldı. Bunun üzerine artık sözün bittiği yerdeyiz diyerek, hükümet, sınır ötesine asker göndermek için teskere getirdi. Ve meclis hükümete asker göndermesi için yetki verdi. Bu yetkiyle, sınır ötesine asker gönderme kararı alıyor TBMM ve ondan sonra ordumuza karşı yeniden baskın düzenleniyor. Siz dışarıya asker göndermek istiyorsunuz ama biz sizden evvel geliyoruz denmiş oluyor. Ve askerlerimizi sınır dışına götürüyorlar. Ondan sonra bu sınır ötesi operasyon bayılıyor, uzatılıyor, yayılıyor…Pehlivan tefrikaları gibi her gün onun üzerinde konuşuluyor. Ondan sonra koşarak, Amerika’ya gidiliyor. Onun arkasından bakıyorsunuz ki; terör örgütüyle birileri oturmuş, evraklar imzalatarak askerlerimizi getiriyor Türkiye’ye. Bu gidenler milletvekili. Kimin adına gittiler, hangi yetki ile gittiler, orada kimin adına imza attılar, ne sözler verdiler? Bunlar bilinmiyor. Dolayısıyla bunun çok aşağılık bir yaklaşım olarak görüyorum. Askerlerin ailelerine kavuşturulması sevindirici, memnuniyet vericidir ama yöntem kesinlikle kabul edilebilecek bir yöntem değildir. Yani ikinci bir çuval geçmiştir başımıza. Türkiye bu tarz bir yöntemle, bölgesinde caydırıcı olamaz ve terör örgütüne karşı da caydırıcı olamaz. Nitekim olamamıştır. Ondan sonra tekrar karakollarımız basılmış ve yine bir teğmenimiz, 3 askerimiz şehit olmuştur. Türkiye, terörle mücadele konseptini derhal değiştirmelidir. Düzenli ordularla terörle mücadele yapılmaz. Onun için mobil birlikler kurulmalıdır. Asimetrik savaştır bu. Asimetrik savaş, normal savaş kurallarıyla yürütülemez. Buna göre geri planda, sosyal, ekonomik ve hukuki tedbirler alırken, terörle mücadeleyi de usulüne uygun yapmak zorundayız. Terörle Mücadele yasasını derhal değiştirip, terörle suçlarda idam cezasını yeniden getirmeliyiz. Sınırlarımızı uydu aracılığıyla kontrol altına almalıyız. Bütün vatandaşlarımızı, gençlerimizi teröre karşı uyarmalı, terörün tahribatı konusunda eğitmeliyiz. Okullarımızda, terörün tahribatına yönelik köşeler açmalıyız. Milli kimliği, milli birliği güçlendirecek, sosyal tedbirler almalıyız. Ve mutlaka sınır içi yada dışı demeden, onların yuvalarını dağıtacak, onların üst düzey yönetim kadrolarını enterne edecek keskin kararlar almak ve uygulamak zorundayız. Bunun içinde iyi yetişmiş özel timlerimiz olmalı. Arkasında kararlı bir siyasi irade durmalı. Sınır ötesi yada okyanus ötesi demeden bizim canımızı yakan her kimse, canı yanmalıdır.


HaberX.com

http://www.netpano.com/haber/3262/Muhsin/Yazıcıoğlu/İle/Röportaj/

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Muhsin Yazıcıoğlu
MesajGönderilme zamanı: 21.04.09, 14:04 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 03.01.09, 22:40
Mesajlar: 926
Resim

_________________
" Hayrlar Feth Olsun ; Şerler Def Olsun !.."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Bu başlık kilitlenmiştir mesajlarınızı düzenleyemez veya cevap gönderemezsiniz.  [ 15 mesaj ]  Sayfaya git Önceki  1, 2

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye