İKÖPAB Genel Sekreteri Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç: Mısır Düdüklü Tencere Gibi Patladı
Röportaj: YUSUF ACAR
İKÖPAB Genel Sekreteri Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, Mübarek rejiminin uyguladığı nefes aldırmayan baskı sonucunda halkın patladığını ve yaşananların ‘halk devrimi’ olduğunu söylüyor.
Tunus’ta başlayıp Mısır’la devam eden devrim rüzgârı bölgeyi sarsmaya devam ediyor. Yemen, Cezayir ve Ürdün’deki gösterilerin dozu artarken geçen hafta Bahreyn ve Libya’da hükümet aleyhtarı kanlı eylemler meydana geldi. Dinamikleri farklı olsa da İran’da rejim muhalifleri sokağa indi. Göstericilere tepki sert olurken, parlamentoda muhalif liderler için “Mir Hüseyin Musavi ve Mehdi Kerrubi’ye ölüm!” sesleri yankılandı. Yıkılmaz sanılan Zeynel Abidin bin Ali ve Hüsnü Mübarek’in koltuğu bırakmalarının ardından şimdi herkes ‘Sırada kim var?’ sorusunu soruyor. Bölgenin başat aktörü Mısır’da yaşananları ve İhvan-ı Müslimin hareketini İslam Konferansı Örgütü Parlamentolar Birliği (İKÖPAB) Genel Sekreteri Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç ile konuştuk. Uzmanlık alanı tasavvuf olan Kılıç, 80’lerde akademik çalışmalar için Mısır’da bulunmuş, diktaya yerinde şahit olmuştu.
-Mısır’daki halk devrimiyle beraber İhvan-ı Müslimin tartışılmaya başladı. Hüsnü Mübarek düştü, İhvan yükseliyor. Hareketin Mübarek öncesi ve sonrası serüvenini nasıl görüyorsunuz?
Enver Sedat döneminde Mısırlı Müslüman gençler, bir sonraki Mübarek ve bir önceki Nasır dönemlerine göre toplanma, ifade özgürlüğü alanlarında nispi olarak daha özgürdü. Mutlak değil ama göreceli bir özgürlük anlayışı vardı. İhvan, Sedat döneminde üniversitelerde ve başka alanlarda örgütlenebildi. Ama o dönemin Müslüman gençlerinde hareketi sağlayan lokomotif din anlayışı genellikle Selefi İslam anlayışından etkilendi. Bu anlayışın donuk, Aristocu mantığı izleyen daha kategorik öğretileri gençleri radikalleştirdi. Oysaki kökeninde bir Şazeli tarikatından istifade eden, evradı ve zikri bulunan Hasan el-Benna’nın hareketi tamamen tasavvufi şemaya dayalı bir harekettir. Dikkat edin Hasan el-Benna’nın ve hareketin baş liderinin adı mürşid-i azamdır. Bu yönüyle ‘İhvan tarikattır’ diyemem ama kurulduğu dönem itibarıyla tarikattan istifade eden, tarikatvari bir örgütlenmeye sahiptir. Ancak daha sonraki dönemde İhvan’ın kendini gelişmelere adapte edememesi ve yaşlı kuşağın kendini yenileyememesi, tabiri caizse klasik medrese âlimi veya köy imamı kategorisinin dışına çıkamaması, genç kuşak ile yaşlı kuşak arasında bir kırılmaya, kopmaya sebep oldu.
-Ne zaman başladı kırılma?
80’lerin başında diyebiliriz. Daha sonra Kutubcular denen, daha radikal bir hareket hâline geldi. Yani Seyyid Kutub’un fikirlerini o kadar ileri götürdüler ki ‘Bu toplum cahiliye toplumudur, artık adam olmaz; ama biz adam etmek için de çalışmayacağız. Bizim yapacağımız şey itizaldir. Toplumdan ayrılıyoruz, kendimizi kurtaralım’ diyerek Sina Yarımadası’nda çölde bir köye çekildiler. Daha sonra o köy tank ateşiyle yerle bir edildi. Orada sistem kendi hâline bırakmadı onları. Rivayete göre, çoluk çocuk bin 500 insan öldürüldü. Zaten kerpiçten yapılan o köy haritadan silindi.
-Ne zaman oldu bu hadise?
Mübarek döneminin ilk yıllarında. Aslında Enver Sedat döneminin sonlarına doğru dinî özgürlüklerde kısıtlamalar başlayınca, ordu içerisinde ve başka yerlerdeki dinî hassasiyete sahip gençler arasında, Seyyid Kutubculardan ve İhvan’dan farklı yeni bir Selefi akım ortaya çıktı. Doğrudan tam Selefi diyemem ama Selefilikten çok etkilenmişlerdi. Mesela Halid İslambuli adlı bir ordu mensubu, ağabeyine yapılan ağır işkencelere daha fazla dayanamıyor, örgütte bağlı bulunduğu imam Abbud-u Zümer’den Sedat suikastı için izin istiyor.
-Hangi örgütten bahsediyorsunuz?
Bunlara El-Tekfir ve’l Hicret deniyor. Toplumu dışlama ve toplumdan uzaklaşma anlamında kendilerine verilen isim bu; ama onlar kendilerini böyle adlandırmıyor. Abbud-u Zümer, Sedat’ın İsrail’le barış anlaşması imzalamasına ve zulümlerine rağmen öldürülmesinin doğru olmadığını söylüyor ve sonucun kendileri için daha kötü olacağı gerekçesiyle suikasta izin vermiyor. Ancak o yine de yapacağını söylüyor ve Sedat’ı öldürüp hedefine ulaşıyor. “Evet, Sedat bir zalim ve haindi ama şimdilik ona ihtiyacımız vardı.” diyen İhvan, tüm zulümlerine rağmen Sedat’ın öldürülmesini tenkit etti. Gerçekten Sedat öldürüldükten sonraki döneme baktığımızda, Mübarek’in çok sert tedbirler uyguladığını görüyoruz. Kamyonlarla gençlerin hapishanelere taşındığını, bazılarının ortadan kaybolduğuna şahit olduk. Ben de 1984-85’te Mısır’da bulunuyordum. Nefes aldırmayan bu yapı ister istemez Mısır dışına kaçan Müslüman gençler üretmeye başladı. Dışarı kaçmak zorunda kalan bu gençler diyebilirim ki El-Kaide’nin çekirdeğini oluşturdu. Burada sorun şu: Dindarları radikalleştirmede rejimlerin zulümleri de çok etkili olmuştur. Uluslararası El-Kaide’nin oluşumunda Mısır’daki Müslümanlara baskının rolü çok işlenmedi, görülmedi. O kadar ki, Mısır bir müddet sonra El-Kaide üyesi ihraç eden bir ülke hâline geldi.
-Bunların İhvan hareketiyle ilgisi nedir peki?
Bunlar İhvan’dan kopmalardır. Ana çekirdek İhvan’dır ama bunlar İhvan’ı yetersiz ve pasif bulup hareketin çok uzağına düşmüş insanlardır. İhvan hiçbir zaman herhangi bir şiddet olayına karışmamıştır ve bu yönüyle temizdir.
-O zaman El-Kaide içinde Mısırlıların rolü Suudi Arabistanlılara göre daha fazla diyebilir miyiz?
Bugün Pakistan’da yerleşmiş olan El-Kaide’nin lider kadrosunun diyebilirim ki yüzde 90’ı Mısır kökenlidir. Arabistan kaynaklı bazı kişiler örgüte finans desteği ve Selefilik anlamında teorik destek sağladı. Oysaki askerî ve operasyonel kanatta ağırlık daha çok Mısırlı gençlerdeydi. Buradan çıkaracağımız ders şudur: Dünya Müslüman gençliği, teneffüs edecekleri alanlar daraltılarak, askerî tedbirler ve demir yumruklar altında ezilerek yok edilememiş, sıfırlanamamıştır. Bilakis, bu tür uygulamalar onları daha da radikalleştirdi. Dolayısıyla bugün dünyada bazılarını rahatsız eden -tırnak içerisinde söylüyorum- ‘İslami terör’ diye bir şey varsa bunu da kendileri oluşturdu. Oysa bu gençler bu noktaya gelecek kişiler değildi.
-Tunus ve Mısır’daki olaylara dönecek olursak, her türlü muhalif hareketi yakından izleyen istihbaratın çok güçlü olduğu bu polis devletleri nasıl oldu da halk devrimlerine engel olamadı?
Burada medya çok önemli bir rol oynadı. Lübnan Meclis Başkanı Nebih Berri’nin söylediği gibi ‘Bu bir El-Cezire devrimi’ aslında. Gerçekten de medya Tahrir Meydanı’ndan 24 saat canlı yayın yapmasaydı, bazı şeyler dünyanın gözleri önünde gerçekleşmeseydi, 50 ve 60’larda olsaydık orada binlerce insanı doğrarlardı. Bununla birlikte bu olayları anlamak için düdüklü tencere teorisinden bahsedebiliriz. Bu teoride, toplumdaki buharlaşma ve sıkışma oranı o kadar artar ki bir yerden sonra kapaktaki supaptan ses gelmeye ve hava çıkmaya başlar. Ama bu da kapatılırsa, tencere patlar. Mısır gibi toplumlarda o havanın dahi çıkacağı alanın bırakılmadığını gözlemlemekteydim son beş yılda. Mısır’daki devrim sadece ve sadece dinî temalarla yapılan bir devrimdir denilemez. İşsizlik ve fakirlik gibi ekonomik temalar da bir araya gelerek kaynama noktasını oluşturdu. Bunlar kaybedecek bir şeyi olmayan insanlardı. Bugün birçok insan diyor ki “Bu insanlar meydanda toplanıyor, sonra evlerine gidiyor.” Evleri yok ki gitsinler. Bugün Kahire’de 2 milyon civarında insan mezarlıklarda yaşıyor. Kahire mezarlığına gidiniz, görünüz. Ailelerin ekonomik gücüne göre her kabristanın yanında orayı ziyarete geldiklerinde sıcaktan korunmak için yaptırdıkları evler vardır. Binlerce insan buraları mesken tutmuştur. Mısır varoşlarını hesaplayamadılar, bu insanların kaybedecek hiçbir şeyi yoktu zaten. Bu anlamda tam bir halk devrimidir diyebiliriz.
(21.02.2011 - AKSİYON)
|