İslam’ı doğru anlamada Müellefe-i Kulûb ve Bedeviler örneği
Yunus Vehbi Yavuz 2009-02-02 Anlama kavramını kavramak günümüzde önem taşımaktadır. Herkes bazı şeyleri anladığına inanır ve ona göre bir yol izler. Anlamak bir bakıma anlamayı anlamaya da bağlıdır. Anlamak mücerret bir kavram olduğu için, herkes belli şeyleri anladığını sanır. Fakat aslında o şeyleri anlamamış da olabilir. O halde, önce bir şeyi doğru anlamak gerekir. Doğru anlaşılmayan şey anlaşılmamış demektir. Buna bağlı olarak yürütülen hayat felsefesi de sakat temele oturtulmuş olur. Anlamak, her şeyden önce bir şeyin gerçeğini kavramak ve bir tür, fotoğrafını olduğu gibi çekmektir. Eğer bir şeyi değiştirip fotoğrafını çekerseniz bu şeyi tahrif etmiş olursunuz. Yahut değiştirilmiş bir şeyin fotoğrafının çekerseniz yanlış fotoğraf çekmiş olursunuz. Tahrif etmek anlamayı engelleyen en önemli engeldir.
Bir şeyi doğru anlamak kendi kafası ile düşünüp karar vermek demektir. Başkasının anladığına göre karar vermek o şeyi anlamak değildir; belki başkasının nasıl anladığını anlamaktır. Bir şeyin gerçeğini anlayabilmek için, işte bu başkasının kafası ile düşünmeyi ve anlamayı terk etmek gerekir. İslam’ı anlamak bunların başında gelir. İslam’ı, direkt ana kaynakları olan Kitap ve sünnetten anlamak var, bu iki kaynaktan daha önce başkasının anladıklarını anladıklarından anlamak var. Ülkemizde yaygın olan anlama şekli işte bu ikinci anlama şeklidir.
Bu sebeple İslam’ı ana kaynaklarından anlamaya çalışanların verdikleri bilgiler, tali kaynaklardan anlayanların bildikleri ile çelişince, büyük bir sorun oluşmaktadır. Haklı olarak, yaygın olan tali bilgiyi kullananlar, ilk kaynaklardan alınan bilgilere dayananları reddetmekte, biraz mürekkep yalamış olanları da tabiri caiz ise, birincileri bir tür aforoz etmektedirler.
Bunlar ellerinde bulunan karalama yaftasından sulanırlar, fikirlerini beğenmedikleri kişilere bu yaftayı yapıştırarak işin içinden çıkmaya çalışırlar. Böyle yapmakla İslam’ı doğru anladıklarını sanırlar ve ona büyük hizmet ettiklerine inanırlar. Oysa bunlar bu tutumlarından ötürü Allah katında sorumludurlar. Allah herkesi kendi anladıklarından hesaba çekecektir. Başkasının anladıklarını tekrarlamak ise anlamak değildir. Yüce Allah Kur’an’da sözü anlayıp en güzeline uyanları övmektedir.
Anlamada bir yol vardır ki o da oldukça zordur. İlk kaynaklara uzanmak, buradaki bilgileri anlamak ve bunları zamanımızdaki toplum ile bağdaştırmak… Bu yolu tercih edenler rahatını sevmeyen ve gününü gün etmeyen çilekeş insanlardır.
Tarihte ortaya atılan bir düşünceyi anlamak, tarihe gitmek ve o toplumun sosyal yapısını kavramak ve buna göre değerlendirmekle olur. Bir fikir, bir karar tarihte cereyan etmiş bir vaka için doğru olabilir, fakat aynısı bugün ki vaka için yanlış olur. Bunun tam tersi de olabilir.
Tarihte cereyan etmiş bir olay için, yanlış olarak verilmiş bir hüküm günümüzde ki başka bir olay için doğru olabilir. Çünkü sosyal, ekonomik, psikolojik ve siyasî şartlar değişmiştir. İslam fıkıh kültüründe yer alan meseleler için de aynı şeyler söz konusudur. Çeşitli mezhep imamlarının kendi toplumlarının şartlarına göre verdikleri hükümler ve ileri sürdükleri görüşler mutlak anlamda doğru olmayabilir; belki tarih, zaman ve mekân farkı sebebiyle eskiden yanlış ve isabetsiz olarak değerlendirilenler bugün doğru; bunun tam tersine o gün doğru olarak değerlendirilenler bugün yanlış olarak değerlendirilebilir.
Kur’an’ın, dünya hayatı ile ilgili hükümlerinde de benzer durumlar söz konusudur. Kur’an, indiği şartlarda bir hüküm getirir yahut bir karar verir; sonra toplumsal yapıdaki değişim sebebiyle bu hükmün uygulanmasına ihtiyaç kalmayabilir. Bunun yapmak Kur’an’ın ilkelerine uygundur; hatta Kur’an hükümlerinin ebediyetini devam ettirebilmek için zorunludur da diyebiliriz. Bunun bir örneğini bedevilerin şiddetli münafık ve kâfir kimseler olduğunu ifade eden âyette görmek mümkündür. “Bedevîlerin küfür ve nifakı en şiddetlidir; Allah’ın koyduğu sınırları bilmemeye daha yatkındır.” (Tevbe sûresi, 9/97) Bu âyet indiği zaman, bedevilerde şiddetli nifak ve küfür vardı, bilgisizlik vardı. Kur’an bunu Hz. Peygamber’e, dolayısıyla Müslümanlara haber vererek tedbir almalarını sağladı. Âyetin devamında bedevîlerden Allah’a ve ahiret gününe inananlar olduğuna da işaret edilmiştir.
Fakat bugün biz bu âyeti okuyup hükmü ile aynen amel edemeyiz; edersek sorumlu oluruz. Çünkü söz konusu olanlar o gün ki bedevilerdir. Bugün ki bedevilerin hali değişmiştir; belki onların tamamı yahut büyük çoğunluğu kuvvetli bir imana kavuşmuşlardır.
Demek ki İslam’ı zaman ve mekân bağlamında doğru anlamayanlar, bu âyeti aynen uygulamaya kalkışırsa, halen münafık olmayan insanları münafık kabul ederek onlara karşı cephe alması gerekir ki, bu da yanlış olur.
Bir başka örnek de meşhur müellefe-i kulûbtur. Tevbe sûresinin 60. âyetinde ulu Allah zekâtın verileceği yerlerin dördüncü sırasında, müellefe-i kulûb’u zikretmiştir. İnananları müşriklerin baskısından kurtarmak yahut zayıf imanlı kişileri korumak ve onları güçlü kılmak; böylece İslam toplumunu güçlendirmek amacına yönelik bir harcama kalemi olarak, zekât âyetinde müellefe-i kulub yer almıştır. Hz. Peygamber (SAV), indirilen bu âyetin hükmünü eksiksiz olarak uygulamıştır. İslam’ın güçlenmesinde ve Müslümanların müşriklerle diğer düşman unsurların mahalle baskısından kurtarılmasında önemli bir rol oynamıştır.
Ancak, Hz. Peygamber (SAV)’in beka âlemine irtihal buyurmasından sonra, İslam hızlı bir şekilde yayılmış ve İslam hâkimiyeti güçlenmiştir. Böyle bir zamanda Hz. Ömer, eskiden beri müellefe-i kulûb fonundan yardım alan bazı kimselerin bir müracaatı üzerine kendilerine bir arazi parçasının verilmesi talebine şiddetle karşı çıkmış ve onlara zekât fonundan yardım yapılmasını durdurmuştur. Oysa bu talepte bulunan kimselere Hz. Peygamber bu fondan yardım vermiş ve onları âyetin hükmü gereği müellefe-i kulûb seçmiştir. Yani bunlar Hz. Peygamber’in müellefe-i kulûb listesinde yer alan kimselerdendi.
Hz. Ömer bu tutumu ile dışarıdan bakınca, Hz. Peygamber’e muhalif davranmış gibi görünmektedir. Fakat durum aslında böyle değildir. Çünkü bu iş malî bir mesele idi, bir yönü ile siyaseti de ilgilendiriyordu. Ancak, Hz. Ömer’in yaptığı iş âyetin ruhuna tamamen uygundu. Çünkü Hz. Ömer müellefe-i kulûba zekât vermenin gerekçesini bulmuş ve bu gerekçeye göre maksadî bir yorum yaparak siyasette gelecek kuşaklara örnek bir davranış sergilemiştir.
İslam’ı hayat ile beraber çağlar boyunca yaşatmak isteyenlere yüklenen görev, kanaatimizce, Hz. Ömer’in yolundan yürümektir. Böyle bir derdi olmayıp rahat yaşamak isteyenler için söyleyecek sözümüz yoktur. Fakat bunlar İslam’ı hayat ile beraber götürmek isteyenlerin önüne taş koymamalıdırlar. Yoksa Allah katındaki sorumlulukları kat kat büyük olur.
_________________ " Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."
|