Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Hadis Tartışmaları / Yüksel Yılmaz
MesajGönderilme zamanı: 28.06.10, 16:49 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 30.04.09, 09:08
Mesajlar: 148
Hadis Tartışmaları-I

HADİS'E İMAN EDİLMEZ !..

Yüksel Yılmaz

23 Haziran 2010

Hadisin muhatabı olmakla Resulullah'ın (a.s.) muhatabı olmuş olmuyoruz. Hadis kavram manasıyla ‘rivayet edilen söz’dür. Çünkü hadis denildi mi herkes rivayet edileni anlar; sözlük anlamı pek akla gelmez. Rivayet edilen sözün şahidi rivayet edilen kişi değil, eden kişidir. Hadisle muhatap olan rivayet edenle muhatap olmuştur.

Mesela bazı ateistler dine aykırı bir hadisi ele alarak Nebiullah'ı (a.s) eleştirirler. Mesela şu hadisteki ifadeyle Resulullah'ı (a.s.) suçlarlar:

"Ureyne ve Ukeyle kabilelerinden bir grup Medine'ye giderek müslüman oldular. Medine'nin havası onlara dokununca Peygamber onlara deve sidiği içmelerini öğütledi. Adamlar develeri dağıttılar ve çobanı da öldürdüler. Peygamber onları yakalattı. Ellerini ve ayaklarını kesti. Gözlerini oydu. Çölde susuz ölüme terk etti. Biz onlara su vermek isteyince Peygamber bizi engelledi."
(Buhari 56/152, Tıb 5/1; Hanbel 3. 107.163).

Şimdi siz bu hadise inanacak mısınız?.. Rahmet Peygamberi göz oyar mı ve susuz bırakır mı? Hayır! O halde burada sorun rivayet edilende değil, edendedir. Bu hadis olduğundan biz Resulullah’ın (a.s.) değil, ravinin muhatabıyız. Şahsen bu hadisin sağlamlığına inanmıyorum. Siz de inanmıyorsunuz değil mi? Düşünceniz buraya kadar belki benden yanaydı; fakat kaynağını verince bakalım hala benden yana olacak mısınız? Kaynak şu:(Buhari 56/152, Tıb 5/1; Hanbel 3. 107.163).

Şimdi buradan ne ders alıyorsunuz?

Kaynaktan da anlaşıldığı üzere "gözleri oyma" meselesi ve benzeri meseleler birkaç yerde daha geçiyor. Üstelik gelenekçilerin en beğendiği ve güvendiği kaynaklardan ikisi: İmam Buhari ve İmam Hanbel hazeratı...

Mesele şurada: Bunlar söylenmiş ve bize intikal etmiş. Fakat sözün sahibi Nebiullah (a.s.) değil, hadis araştıranların yaşlanmış büyüklerdir. Onlar da kendi yaşlanmış büyüklerinden duymuşlardır. Takriben aradan 200–250 yıl geçmiş olup, gerçekçi bir araştırma ne kadar titiz olunsa da zordur. Bu çağın insanı olarak siz duyum yoluyla (rivayetle) 200–250 yıl öncesini ne kadar sağlıklı araştırabilir ve neyi delil olarak getirebilirsiniz?

Rivayetlerin intikali kitapların ve evrakların intikali kadar sıhhatli olmaz. Bu durum o dönem için de bu dönem için de geçerlidir... Fakat elbette onca yanlışın içine doğrular da karışır...

Nelerin doğru olabileceğini Kur'an'ı hakem yaparak ve ölçü alarak anlayabiliriz.

Neden insanlar hadise iman ediyorlar? Birincisi Buhari'ye hayran bırakılıyorlar -ki Buhari hakkındaki övgüler de rivayet olmaktan öteye gitmez-; ikincisi Kur'an'la anlayamadıkları boşluğu hadisin doldurabileceğini düşünüyorlar.

Mesela diyorlar ki, "Ayet namaz kıl diyor, hadisler olmazsa nasıl kılacağız?"

Burada sorgulanması gerekenler şunlardır:

1. Sorun bakalım, çevrenizde kaç kişi namazı nasıl kılacağını hadislerden öğrenmiştir?

2. Namazın mezheplerce çeşitliliği hadis araştırmalarından önce olduğuna göre ve İmam Ebu Hanife'ler Buhari'lerden önce yaşadığına göre niye namazın kılınışını Resulullah'tan 200 yıl sonrasına göre biçimlendirmiyor ve hadislere bırakmıyorsunuz? Ne yani Buhari'nin dedesi, hocası, babası nasıl namaz kılacağını bilmek için Buhari'nin araştırmalarını mı bekleyecekti?..

O halde Resulullah'tan beri gelen mütevatir bir gelenek söz konusudur. Belirli kriterlerde birbirinden çok önemli farklılıkla ayrılmayan ve çoğunluğun benzer olarak kılageldiği namaz biçimi malumdur. Kur'an'da secde, rükû, kıyam belirtilmiştir... Zira bu zaten bilinmektedir ve bilinerek intikal etmektedir. Secdeden ve rükûdan malum şekiller anlaşılmaktadır ve Allah'ın önemsediği ne yapacağındır. Namaz kılacaksın... Nasıl mı? Malum olduğu üzere kıl da nasıl kılarsan kıl; intikal ede ede gelmiş işte... Zaten meçhul olsaydı Allah mutlaka açıklar ve biçimsel detaya da girerdi.

Zira Kur'an-ı Kerim 12:111.ayete göre, "...her şeyin detaylı açıklaması..." dır. Kur'an'ın girmediği bir konu önemli, girdiği bir konu önemsiz olamaz. (Ayrıca bak: 6: 114, 7: 145, 11: 1, 41: 3, 30: 28, 6: 38, 16: 89).

Demek ki namaz konusunda mütevatir geleneğe uyulmaktadır, hadise değil. Demek ki hadis olmadan kılıyoruz. Bazı hadisçilerin ve fıkıhçıların detayları Kur'an-ı Kerim'i bağlayıcı değildir. Kuran dinin tamamlandığını söylüyor.

Şunu da sormak lazım, Buhari öncesi döneme ait kaç hadis kitabına rastlayabilirsiniz?
Bu durum günümüz İncil'ini hatırlatıyor. O da İsa Peygamber'in (a.s.) değil, Ondan duyduklarını iddia eden ravilerin sözleridir...

Şu halde siz namazı babanız, dedeniz ya da cami cemaatinden olanlara katılarak öğrendiniz... Sizden öncekiler gibi...

O halde biz Kur'an'a ya da akla yahut da vicdana aykırı gördüğümüz bir hadisi reddederken bazılarının sandığı ve bir türlü anlayamadığı gibi (hâşâ!) Resulullah'ın ‘sözlerini’ değil, Onun söylediğini ‘rivayet eden ravinin rivayetini’ reddetmiş oluyoruz. Bilsem ki bir söz kesin ona aittir başımın üstünde yeri var... Onun zamanında bile bu şaşılacak derecede iftira kokan lafları duysaydım, sorgulamadan körü körüne teslim olmaz, O'ndan açıklama isterdim. O açıkladıktan sonra O canlı delili ölçü alır ve Ona teslim olurdum. Ama sorma ruhsatını o zaman da kullanırdım... Şimdi mi kullanmayacağım?..

Bize Buhari'ler övülürken, o övgüler de rivayet olarak gelmektedirler. En fazla hüsn-ü zan yaparak inanır, ama körü körüne teslim olmayız. Biz Kur'an'dan eminiz. Zaten Allah'ın ayetlerine inandığı kadar filancanın da rivayetlerine inananlar kendilerine şunu sormalıdırlar: "Ben nasıl olur da iman ettiğim kitaba iman ettiğim ve teslim olduğum kadar rivayetlere de teslim oluyor ve iman ediyorum? Buhari'ler bu araştırmayı yapmasaydılar ya da hiç yaşamasaydılar, (hâşâ!) din noksan mı olacaktı? Onlara varıncaya kadar din noksan mıydı? Kur'an Maide süresinde dinin tamamlandığını söylüyor ve düşünün ki Resul (a.s.) kendisi sağ idi. Tamamlanan dine ne katıyorsunuz? Hakka 44' e bakın hele. Resulullah (a.s.) bile katamazken sen kimsin? Üstelik bu ayet Resulullah'ın en şiddetli olarak uyarıldığı bir ayettir... Buhari'nin rivayetlerini de katamazsınız...

Elbette ki hadislere temkinli yaklaşmak iman etmemek bakımından olup, tamamen reddediyor da değiliz. Çünkü Kur'an'a ve akla uygun hadisler de vardır ve bunları Resulullah (s.a.v.) gerçekten söylemiş de olabilir.

Şu halde biz tümden sahih adı altında bile olsa hadislere iman etmiyor, fakat tümünü zayıf adı altında bile olsa reddetmiyoruz!

Resulullah'a yakınlığı bakımından Hz. Aişe'den (r.a.) rivayet edildiğine dair rivayet edilen hadisleri, Ebu Hureyre'den rivayet edilenlere tercih ediyoruz. Örneğin Sahih-i Buhari'de 1.cild, bab: 60 ile 64 bu iki insanın birbirine çelişkili rivayetleridir ve biz burada Hz.Aişe'ninkini tercih ediyor, kutsal gecelerin varlığına inanmıyoruz. Örneğin kadir gecesi Kur’an’ı mübarek etmemiştir, aksine Kur’an o geceyi mübarek kılmıştır ve artık her gece Kur’an’la bereketlenebilir.

Bundan başka Tirmizi'nin hadislerinin metodolojik olması, kaynaklandırması ve incelenmesi bakımından tercihe daha şayandır. Tirmizi'yi bu bakımdan herkes okuyabilir. Fakat Buhari'yi ilk cildinin başında da yazılı olduğu üzere yalnızca allame okumalıdır; çünkü onlar tezatları yakalamaya daha hazırdırlar.

Şu halde avamdakiler Resul'ün sözü diye ravinin sözüne yapışıyorlar. Çünkü "Peygamberimiz şöyle buyurdu" diyorlar. Oysaki şöylesi daha isabetlidir: "Peygamberimizin şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir". Zira o rivayet çirkin de olabilir. Böylece topu hak edene yani raviye atmış oluruz.

Siz ve büyükleriniz çocukluktan bu yana önce ne öğrendiyseniz onu doğru kabul etmeye meyyal olursunuz. Bu nedenle hataya düşmemek ya da uyanmak için bazı usulleri bilmek zorundayız. Bu usuller bizim icadımız değildir. Bu konuda doğrular yanlışlardan daha eskidir.

***

“Asrın İdrakine Göre Hadis Usulü 1”, Tarih: 02.03.2006 / YÜKSEL YILMAZ

http://www.prangasizfikirler.com/icerik ... dlmez.html

***


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: KORSAN HADIS RIVAYETI
MesajGönderilme zamanı: 28.06.10, 16:51 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 30.04.09, 09:08
Mesajlar: 148
CIMBIZLA SEÇİLEN HADİSLERLE YÖNLENDİRİLDİNİZ!

Yüksel Yılmaz

25 Haziran 2010

Bir yerlere hadis-i şerif yazılırken hep iyisi seçilir. Böylece tüm hadislerin iyi olduğu zannedilir. Çünkü nerede bir hadis okunsa seçilerek oraya konmuştur. Hiçbir takvim yaprağında ya da geleneksel dini bir kitapta şu hadise rastlayamazsınız:

“Peygamber, savaşta kadınların ve çocukların öldürülmesinin bir sakıncası olmadığını söyledi”.
(Buhari, Cihad/146; Ebu Davud:113)

Neden? Çünkü okuyunca hoş bir etki bırakmıyor. Fakat bu hadise Buhari, Cihad/146; Ebu Davud:113 gibi itibar edilen kaynaklarda rastlayabilirsiniz.

Benzer kaynaklarda kadınlara ve çocuklara dokunulmamasıyla ilgili tam tersine ifadelere de rastlıyoruz. Bunlardan bir tanesinde yahudilerin çocuklarına zarar verenler uyarılıyor ve onların ileride müslüman olabilecekleri vurgulanıyor.

Burada çelişen nedir? Hadislere ‘Peygamber sözü’ diyenlere göre Peygamber mi çelişiyor? Biz ‘raviler çelişiyor’ diyoruz. Resulullah’ın (A.S) çocuklara ve savaşın dışındakilere zarar vermeyeceğine hüsn-ü zan ediyor, inanıyoruz. Çünkü Kur’an, Resul’ün karakterinin inanmayanlara da merhametli olduğunu ve (muallaki konularda, fitnede) hüsn-ü zan etmeyi öğütlüyor.

Bir hadis çok takdir edilen iki ayrı kitapta çelişebileceği gibi, aynı kaynakta da çelişebiliyor. Örneğin Hanbel’de şöyle bir hadis geçiyor:

“Peygamber hiçbir vakit ayaküstünde işemedi”. (Hanbel 4/196;6/136, 192, 213).

Fakat yine aynı Hanbel’de şöyle de geçiyor:

“Peygamberin ayaküstünde işediğini gördüm”. (Hanbel 4/246;5/382, 394).
Aynı hadis Buhari’de de var:(4/60, 62).

Buradan birçok ders çıkıyor:

1. Bir hadis sağlam olduğu düşünülen iki ayrı kaynakta çelişebilir.

2. Bir hadis sağlam olduğu düşünülen aynı kaynakta da çelişebilir.

3. Tut ki insan aşırı derecede sıkışmıştır; ayakta idrar dökmeye mecbur kalmıştır; bunda ne beis vardır? Gayet doğaldır. Bir kimse tarafından böyle görülmesi onun bunu adet edindiği anlamına gelmez.

4. Değil bir Peygamber herhangi bir erdem sahibinin bile idrar dökerken başkasının görebileceği bir yeri tercih etmeyeceğini düşünmek daha akıllıcadır.

5. Temizlik konusuna bu denli önem veren bir insan ayakta idrar dökmemiş olmalıdır. Çünkü bu temizlenmede sorun doğurabilir.

6. Raviler ne duyduysalar onu duyurdular; belki de bu konuda en ufak bir bilgi yoktur. Duyum başka, gerçek başkadır.

7. Onun ayaküstünde idrar dökmediğini söyleyen bunu cidden, gerçekten ve edeben söyleyebilir. Peki, ayakta idrar döktüğünü söyleyenin eline ne geçecektir? Ona ne faydası vardır? İyi bir müslümandan bunu rivayet edileceğini umar mısınız?

Varyasyonlar artırılabilir; fakat asıl sorulması gerekene gelelim…

Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman daima faydalı konulara rastlıyoruz. Müslümanlar Peygamberin idrar dökme konusunu bilmekten bir şey elde etmezler. İdrar dökmenin otururken daha edepli, daha temiz ve daha rahat olabildiği ortadadır. İnsan bunu deneyimleyebiliyor ve hadis olsun olmasın anlayabiliyor. O halde ne diye böyle bir konuya Peygamberin adını karıştırıyorlar? Peygamberi neden böyle bir konuyla anıyorlar? Onunla ilgili rivayetlerden bizim yararlanacağımız, müslümanların dertlerine derman olacak onca konu varken bu mesele hangi derdimizi halledecektir? Kime lazımdır?

Bir insan anasının, babasının, avradının, evladının su dökmesini edep olarak konuşturmaz iken, nasıl olur da onlardan da çok sevdiği Peygamberinin konuşturur? Onun ahlakını Kur’an-ı Kerim’de bulabiliyoruz. Rivayetler onun ahlakını her zaman sağlıklı yansıtamazlar.

Kur’an-ı Kerim’de de sabit olduğu üzere Allah, sevgili Peygamberimizi düşmandan korumuştur. Kur’an-ı Kerim’i ise tahrif edilmemek üzere sonsuza kadar koruyacak ve korumaktadır. Fakat hadisi koruyacak diye bir kaide yoktur.

Şu halde Kur’an’dan emin olduğumuz gibi, hadislerden emin olamayız. Bu bütün hadisleri bir taraf atmak değil, itikatta Kur’an’ı tek ölçü kabul etmek ve amelde en üste oturtmak, baş üstünde tutmaktır. Zira hadislere iman etmek gibi, tamamen dışlamak da yanlıştır. Hadise iman eden şirke girerse, dışlayan da ola ki Resul’ün (A.S) söylediği bir sözü belki dışlamış olur -bu durumda içimiz rahat edemez-. Zaten kasten dışlayan kâfir olur. Burada niyetler elbette önemlidir.

Mesela ben şu hadisin uydurulmuş olduğuna inanıyor Peygamberin demiş olamayacağını düşünerek, iyi niyetle dışlıyorum. Bu hadisi Buhari’nin, Müslim’in ya da Ebu Davud’un rivayet etmesi beni ilgilendirmiyor. Hadis şöyle:

“Keçinin yemesi sonucu Kur’an’dan çıkan taşlama (recm) ayetini Ömer Kur’an’a tekrar sokmak istedi; ancak halkın dedikodusundan korktuğu için cesaret edemedi”.(Buhari 53/5; 54/9; 83/3; 93/21; Müslim, Hudud 8/1431; Ebu Davud 41/1; Itkan 2/34).

Benzer bir hadis de şöyledir:

“Zina yapan evlilerin taşlanarak öldürülmesini emreden ayet, Aişe’nin döşeğinin altındaki sahifede yazılı bulunuyordu. Peygamber ölünce Aişe onun defin işlemleri ile meşgulken, evin açık kapısından içeri giren bir keçi o sahifeyi yedi ve böylece taşlama cezası Kur’an’dan çıktı; ama hükmü devam ediyor”. (İbni Mace 36/1944; Hanbel 3/61; 5/131; 132; 183; 6/269).

Şimdi siz korunduğunu söyleyen Kur’an’a mı inanacaksınız, bu kaynaklara mı? Bakınız Yüce Allah buyurmuştur:

“Hiç kuşkusuz o zikri (Kur’anı) biz indirdik; her hal ve şartta onu muhakkak koruyacak olan da biziz”. (15.9)

Buradan şu sonuç da çıkıyor: Biz Kur’an kadar Buhari’lerden emin olamayız. Bilginler abartılarak hayran bırakılabilirler. Nitekim takım tutar gibi cemaat ya da âlim tutanlar vardır. O halde bazı rivayetlere göre hani Buhari binlerce hadisi atmış geriye en güvenilir olanları bırakmıştı ve bunların hepsini ezbere biliyordu? Zikrettiğimiz bu sapık hadisleri ezberlemesi ya da bu günlere taşıması makul müdür?
Ben bunların Peygamber tarafından söylendiğine inanmıyorum ve Kur’an’ın ruhuna aykırı bu gibi hadisleri dışlıyorum.

Dinde reformculuk Kur’an’a ters düşen hadisleri sevmektir, dışlamak değil. O kadar reformist olmuşlar ki, artık tartışılamaz hiçbir şeyi geriye bırakmamışlar… Gelenekçi reformistler… İyi kötü harmanlanan her şeyin muhafazakârları… Emevi, Abbasilerin ve Hinduistik Yeseviliğin Türklere intikal ettirdiği ne var ne yok hepsini yutmuşlar, yutturmuşlar…/b] Saltanatçı devletlerden aldıklarıyla saltanat devletleri kurmuşlar… Osmanlı bile dinin doğrularından kısmen nasibini almıştır ve bu nedenle kısmen iyidir.

Fakat reformist kafa asla Resulullah (A.S) ve sahabesinde göremeyeceğimiz şekilde bidatlere ve hurafelere maruzdur. Padişahlar kardeş ve evlat katili olmuşlar, ecnebi hanımlarına bile daha çok değer vermişlerdir. Genelde anası ecnebi olanlar padişah olabilmiştir. Sonra buna da makul bir gerekçe bulunmuş ”devletin bekası için” denilmiştir. Devletin bekası için öldürülen çocukların hesabı sorulmamış, çünkü içtihad edilmiştir. Oysaki adam öldürmek İslam’ın en şiddetle karşı çıktığı günahlardandır. Diyeceksiniz ki “ya çocukları öldürmek”?.. Allah 2 yaşındaki suçsuz günahsız kardeşini öldüren Sultan Fatih’e "o sultandır mübah" diye benzer soruyu sormayacak mı?

[b]“Ve 'diri olarak toprağa gömülen kızcağıza' sorulduğu zaman: «Hangi suçtan dolayı öldürüldü?»
(81: 8-9).

Kur’an’da bunu bulamaz ve vicdanınıza rağmen kabul edemezsiniz. O halde rivayetler ve içtihadlarla Allah belamızı vermiş, ta Hz. Ali’lerden (R.A) beri sosyal olarak İslamiyet hakkıyla yaşanmamıştır. Ta o dönemlerde başlayan hastalıklar bugün kroniktir. Biz Kur’an’ı yalanlayan hadislere -Buhari de dese- karşı çıkarken eğer adımız hadis karşıtı oluyorsa, -Buhari de dese- böyle hadislere iman edenin adı ne oluyor dersiniz?..

Bu gaflet hadisin ayeti neshedebileceği ifratına kadar varmıştır; hatta içtihadın bile ayeti neshedeceğini söyleyenler vardır. Bunlar Kur’anı dışlayan gafiller, Kur’an’ın dışladığı şerefsizlerdir. Kur’an bizim şerefimizdir. Şu halde biz Kur’anı dışlayanı dışlıyoruz. Onu dışlayan ister hadis, ister fıkıh, ister kelam olsun fark etmez. Rest çekeriz!

Bizim gibi düşünenler oldukça Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinin önüne hiçbir rehber koyamazlar…

***
Asrın İdrakine Göre Hadis Usulü 2, Tarih: 12.03.2006 / YÜKSEL YILMAZ

http://www.prangasizfikirler.com/icerik ... rldnz.html

***


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hadis Tartışmaları / Yüksel Yılmaz
MesajGönderilme zamanı: 29.06.10, 11:25 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 30.04.09, 09:08
Mesajlar: 148
HADİS YOLUYLA ATILAN İFTİRALARA ORTAK OLMA!

Yüksel Yılmaz

27 Haziran 2010

Bazı hadis karşıtları toleranslı iken, bazıları ise hadislere şiddetle karşıdırlar. Hadisler doğru ya da yanlış pek çok rivayeti taşırlar. Bana kalırsa her ne olursa olsun, ister akla isterse nassa karşı olsun hadislere önyargıyla iman etmek kadar olmasa bile, önyargıyla tamamen hadis karşıtı olmak da aşırı bir tutumdur. Fakat yanlışa iman etmeye müsaade yok, zannı reddetmeye müsaade vardır.

Öyle hadisçiler vardır ki teslimiyetle kişiyi şirke götürerek, hadisle nassı bile neshe vardırırlar. Ayetin nesholduğu yalanı nedeniyle -alışmıştır- hadisle de, fıkıhla da, kelamla da neshetmeye kalkışır. Nesh konusuna giren o kadar ilmi (!) alan vardır ki bir araya geldiler mi neredeyse tüm ayetlerin neshedilmesinin bir bahanesini bulurlar. Vahye ters düştüğü umulan bir hadis vahyi anlamamaktan dolayı size öyle gelmiş de olabilir. Çünkü meallerde de yer yer hatalar vardır. Meal demek Kur’an demek değildir…

Kur'an-ı Kerim'de nesh konusu önceki kitaplarla (Tevrat, Zebur, İncil’le) alakalıdır. Kur'an'ın gelişiyle o kitaplardakiler nesh olmuştur. Çünkü o kitaplarda tahrifat söz konusudur; Allah şartlara göre vahyeder ve Kur'an ‘benzer olarak ya da şimdiki şartlara daha uygun olarak’ öncekileri ihtiva eder. Tevil yoluyla bozulan ilahi kitabeleri öncekiler gibi ilahi olarak gelmiş bir kitab olan Kur'an nesheder. Zaten ayet "...benzerini ya da daha makulünü ..." getirmekten bahseder. Neshedici olarak kastedilen Kur'an ayetleridir; içtihadlar ve rivayetler değil. Sen kimsin Allah'ın sözünü neshedeceksin ey taharete ihtiyacı olan aciz?..

Elbette ki hadislere iman edilmez. İyi niyet kurtarır mı bilmiyorum -Allah bilir-. Ama böyle şansgele-rastgele ya da “ya tutarsa” deyip de ahiret yoluna çıkılmaz. Cennet piyango usulüyle kazanılmaz. Adeta yazı-tura atmak gibidir; hatta kaybetme ihtimali çok daha yüksek olmakla birlikte...

Tamamen hadis karşıtı olmaktan imtina nedenim, -ola ki Resulullah (a.s.) söylemiştir ve rivayet doğrudur- reddetmiş olmak istemem. Muallâk olmak en isabetli yoldur. Sonuç olarak Allah hadisleri koruyacağını vaat etmemiştir. Fakat Kur'an'a uygunsa amel edilmesinde ne beis olabilir?.. Bu konuda çok çok az da olsa esnek olunabilir.

Akla ve nakle (vahye) aykırı gelen pek çok hadisin rivayeti Ebu Hureyre'ye varmaktadır. Ebu Hureyre'nin bunu rivayet ettiği ne kadar doğrudur? Ettiyse doğru söylediği ne kadar doğrudur? Hz. Ömer’in Ebu Hureyre'ye hadis nakletmemesi konusunda şiddetle uyarıda bulunduğu ne kadar doğrudur? Zira bunlar da hadistirler. Ebu Hureyre'nin naklettikleri de onun hakkındaki olumlu-olumsuz nakiller de hadistirler. Mesela Mervan bin Hakem'in orijinal olan Kur'an'lardan birini yaktığı da hadistir; o kişinin Buhari'de ravi olması da hadistir... Nasıl olur da Buhari gibi biri onun gibi birinden hadis alır da Ebu Hanife gibi birinin tek bir hadisine bile yer vermez?.. Hadis dünyası oldukça karışık ve karmaşıktır. Mesela Peygamberin Miraç'ta bindiği iddia dilen Burak'ın rengi rivayetlerdeki onca renkten hangisidir ve hatta Burak uydurma bir şey midir?.. Peygamber ‘Allah’ın yanına yükselmiş’ değil de ‘Allah’ın indinde yücelmiş’ olmasın sakın?..

Mümbit bir toprağa sahip olan hadis dünyasına ne eksen biter. Bu nedenle sorgulanmaya gayet müsaittir. Dolayısıyla biz hadisleri ancak -ki o da Kur'an'a uymak kaydıyla ya da Kur’an’a uygunsuz olmaması kaydıyla- amel olarak değerlendirebiliriz. Mesela namazda bazı hareketler konusunda yararlanılabilir. Bazı hadislere göre Peygamber namazda kalkarken bir eliyle yerden güç alır yani yere dayanır, öyle kalkarmış. Bunu okuduğumdan beri süratle kalkmıyor, böyle yapıyorum. Bana faydasının olup olmayacağı tartışılır; ama dizlerime daha az yük biniyor ve daha rahat kalkıyorum- bu kesin. Bu bir detay da olsa zihnimin bir köşesinde kalabalık etmez -belki de Peygamberimiz (a.s) ilk namazlarında nispeten genç iken yere yaslanmadan kalkıyordur. Detay olduğunu da kabul ediyorum; çok önemli de olmayabilir. Zira bir şey çok önemli olsaydı Kur'an mutlaka söz ederdi. Kur'an-ı Kerim'de bir yerde, "...Biz Kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık..." (6.38) ve başka bir yerde de "...Rabbin unutkan değildir..." (19.64) buyrulmaktadır.

Radikal şekilde hadis karşıtı olanların en çok sorduğu ve sorguladığı sorulardan ikisi şudur: "Neden Buhari, Hanefi mezhebinin imamı Ebu Hanife gibi hem takva hem şehid bir allameden bir tek hadis bile rivayet etmiyor?” ve “Mervan b. Hakem gibi orijinal Kur’an’lardan birini yaktığı kaydolmuş bir zalimden ve Ebu Hureyre gibi sabıkalı bir yalancıdan hadis rivayet ediyor?" Çok çarpıcı olan bu soruyu tahlil edecek olursak sorunlara da ulaşırız. Mesela maddeler halinde şunlar söylenebilir:

-Buhari, Şafii idi ve o zamanlar Şafiilerle Hanefiler birbirini eh-i sünnet dahi kabul etmiyorlardı...

-Ebu Hanife'den hadis almaması Buhari’nin büyük noksanı ve gafı olabilir...

-Mervan b. Hakem'in orijinal bir Kur'an yaktığından nasıl emin olunabilir?.. Nihayet bu da bir rivayettir. İşimize gelen rivayeti kabul, işimize geleni reddedemeyiz. Bu konuda icma ya da tevatür var mıdır?... Mervan b. Hakem bunu niçin yapmış?.. Kafir mi, münafık mıymış?.. Yoksa kitaba bir şeyler mi bulaşmışmış?.. Niyeti nedir?..

-Ebu Hureyre gerçekten çok aşırı hadislere imza atmıştır. Fakat gerçekten hepsi de ona mı aittir?.. Ebu Hureyre imzalı hadisler ona ait olsun olmasın sonuç olarak elbette o hadislere temkinli yaklaşılması gerekir. Ebu Hureyre hakkında söylenen olumlu-olumsuz rivayetler ne kadar doğrudurlar ve doğrulukları ya da yanlışlıkları ne kadar ispatlanabilirler?.. Araştırınız...

-Usulcüler Hz. Aişe kaynaklı hadisleri Ebu Hureyre kaynaklı olanlara tercih ederler. Araştırınız...

O halde hadislerle kafa karıştırmaya gerek yok. Karmaşıklığın çok yoğun olduğu alanda Kur’an’da bulamadığımızı ‘araştıran akılla’ telafi etmeliyiz. Zaten İsra süresinde ayet apaçık buyurur ki: "Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve gönül hepsi bundan sorumlu tutulacaktır" (17.36).

Kur'an-ı Kerim tastamam, mükemmel ve detaylı mıdır? Kur'an anlaşılması kolay bir kitap mıdır? Bu her iki sorunun da cevabı kocaman bir 'EVET' tir.

Fakat hadislerin anlaşılmasının zor olduğuna ve detayda gereksizliğe delil teşkil edecek birkaç hadis misal verebiliriz:

Mesela namaz kılan biri kendini Allah'a verdikten sonra önünden bir şey geçince niçin namazı bozulsun? Kan akınca abdest bozuluyor ise namaz esnasında ameliyat olan Hz. Ali'yle ilgili o meşhur hadis ve/veya hadise nasıl gerçekleşebilmiş? Bunlar hep kapalılıktır. Hadiste denilir ki:

"Namaz kılan bir adamın önünden eşek, kara köpek ve kadın geçerse namazı bozulur" (Buhari 8/102; Hanbel 4/86).

Şimdi gel de sorgulama... Yahu namaz kılan karşıya bakmıyorsa ve o anda kendini Allah'a bırakmış ise ve de kendi iradesinin dışında olarak o masum bir şekilde namazını kılıyorsa önünden geçen eşekten ona ne?.. Cahil halk tabakasında eşek hep kötüyü temsil eder... At geçse idi sorun olmayacaktı. Ya da o esnada önünden kara fakat ille de kara bir köpek geçti... Eyvah, namaz gitti... Böyle şey mi olur? Şayet köpek beyaz olsaydı mesele kalmayacaktı. Ne yani yarısı kara yarısı beyaz olsaydı fetva kurulu mu oluşturulacaktı?.. Cahil halk tabakasında kara köpek de hep kötüyü temsil eder. Ya da o esnada önünden kadın geçse-ki kadın deniyor kim olursa olsun fark etmez demektir- namaz güme gidiyor... Hz. Aişe geçse bozuluyor, Ebu Cehil geçse bozulmuyor. Neden? Adamın aklı kadına takılır diye mi yoksa kadın hakir bir varlık olduğu için mi? Herhalde hakir olduğundandır; zira eşek ve kara köpekle birlikte zikrediliyor... Böylece cahil halk tabakasında kadın da hep kötüyü temsil ediyor... Emin olun ki cahilin eşşekliğine eşekler bile yetişemezler…

Bunun senin namazınla ne alakası var?
Kur'an'a bak bakalım böyle şeyler var mı? Namazda huşu istiyor... Gösteriş için kılmamanı istiyor... Namaz konusunda bizim müslümanların aslında iyi bildiği yaygın bir bilgi vardır: Namazı bedenen kılacak durumda değilsen bile gözlerinle -ima ile- kıl. O halde asıl olan ruhsallıktır. Aklın başka yerde iken eğilsen ne olur? Aklın Allah rızasında olunca önünden fil geçse ne olur, şeytan geçse ne olur? Bedenen müsaitsen kıyam, rükû, secde nasıl farz ise samimiyet de o kadar farzdır. Daha ne olsun?.. Kulun miracının secde anı olması gibi… Yahu kendini Allah’a verdiğin an kıyam anı olur da secde anında tatile nasıl gideceğini düşünürsen bu durumda Allah’a yakın olmanın ruhsalı mı olur, bedenseli mi olur?..

Başka bir hadiste denilir ki:"Bir grup maymun zina eden bir maymunu yakalamış ve taşlama cezasını uyguluyorlardı. Onları bu haklı işte desteklemek için ben de taş atarak yardım ettim"
(Buhari 63/27).

Bu hadis Buhari'den diye şimdi sen gel de bunu "Peygamberimiz buyurdular ki.." diye takdim et... Olacak iş midir?

Bu ifadeyle Peygambere (a.s.) kimler iftira attı bilmiyorum ama Allah elbette biliyor! Lakin bunlar bir müslümanın ağzından çıkacak sözlere benzemiyorlar. Buhari binlerce hadisi terk etmiş, geriye sahih olanları bırakmış ve çok titiz olmuş imiş -gerçi bu iddia da hadistir- o halde bu hadisler onun gözünden mi kaçmıştır? Yoksa Buhari'nin titiz olduğuna dair olan hadis mi sahih değildir? Sahi sahih denilen hadisler bir yana, her şeyden önce onlara sahih diyen hadisler sahih midirler?.. Zira sahih diyen sahih değilse, sahih denilenler otomatikman sahih olmayacaklardır!

Bu hadisle ilgili olarak sormak lazım: Maymun bir hayvan değil midir? Hayvandır. O halde maymunlar zina ederler mi? Hayır. O halde bunu koskoca Resulullah (a.s) bilmez mi? Bilir. O halde bu hadisi Buhari niçin aktarmıştır? Allah bilir. O halde hadisleri rivayet edenin adı ne olursa olsun temkinli yaklaşılması gerekmiyor mu? Evet. Bu hadisi uyduran dalgasını da geçerek Peygamberin maymunlardan öğrenmesinden söz ediyor...

Darwin’in ilham aldığı bir kafa mı bunu uydurmuştur? Bir gurup maymun zina cezasını nasıl verebilir? Maymunun dini mi var? Onu yakalamış recmediyorlarmış... Sonra da Peygamberi buna alet ederek o da taşlamış ve bunu buyurmuş...

Allah herkesin defterini düreceği günde bunları uyduranlara da uydurulanlara uyanlara da hesabını soracaktır... Sen Peygamberine böyle bir yalanı ve ilkelliği yakıştırıyor musun? Elbette yakıştırmıyor olmalısın...

***
ASRIN İDRAKİNE GÖRE HADİS USULÜ (3)Tarih: 16.03.2006 / YÜKSEL YILMAZ

http://www.prangasizfikirler.com/icerik ... -olma.html

***

İstincanın Adabı

Resulullah (sav), elinde kalkan gibi bir şey olduğu halde bize doğru geldi ve onu yere bıraktı. Sonra onun gerisine çömelip ona doğru küçük abdest bozdu. Yanımızdakilerden biri: "(Resululah'a) bakın tıpkı kadınlar gibi abdest bozuyor" dedi. Aleyhissalatu vesselam bu sözü işitmişti: "Benİ İsrail'in arkadaşının başına geleni işitmedin mi" dedi ve devam etti: "Onlara idrar bulaşınca, bıçakla idrarın değdiği yeri kazıyorlardı. Arkadaşları onları bu tatbikattan yasakladı. Bu adam, yasaklaması sebebiyle kabrinde azaba uğradı."

Ebu Davud, Teharet 11, (22); Nesai, Taharet 26, (1,26-28)

***
İstincanın Adabı
(Ebu Vail)

Ebu Musa (ra) küçük abdest hususunda çok titiz davranır (üzerine sıçrantı değmemesi için azami gayreti gösterirdi. O kadar ki) küçük abdestini bir şişe içerisine bozar ve: "Beni İsrail'den birinin bedenine sidik değecek olsa, adam kirlenen derisini bıçakla kazırdı" derdi. (Bunu işiten) Huzeyfe (ra) dedi ki: "Arkadaşınızın titizliği bu kadar ileri götürmemesini tercih ederim. Ben, Resulullah (sav)'la bir beraberliğimizi hatırlıyorum. Beraber yürüyorduk. Derken bir kavmin bir duvar gerisindeki küllüğüne rastladık. Resulullah (sav), tıpkı sizden birinin ayakta bevletmesi gibi durup ayakta bevletti. Ben bu esnada kendilerinden uzaklaşmak istedim. Bana yakın durmamı işaret buyurdu. Geri gelip, hemen arkasmda dikilip abdestini bozuncaya kadar bekledim."

Buhari, Vudu 62, 60, 61, Mezalim 27; Müslim, Taharet 73, 74, (273); Ebu Davud, Taharet 12, (23); Tirmizi, Taharet 9, (13); Nesai, Taharet 24, (3,. 25)

***
Cenabetten Gusül

Namaz elli vakitli, cenabetten gusül de yedi defa idi. Elbiseden sidiğin yıkanması da yedi defa idi. Resulullah (sav) (azaltılmasını Cenab-ı Hakk'tan) taleb ede ede namaz beş'e, cenabetten gusül bire, elbiseden sidiğin temizlemesi bir kereye indirildi.

Ebu Davud, Taharet 98, (247)

***

Namazın Sekiz Şartı - Kıble

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Kişi, önüne semer kaşı kadar bir şey bırakmadan namaz kılarsa; (önünden geçtiği takdirde) siyah köpek, kadın, eşek namazını bozar..." Ebu Zerr'e dendi ki: "Siyahın kırmızıdan, beyazdan farkı nedir?" Şu cevabı verdi: "Ey kardeşimin oğlu! Sen bana, benim Resulullah (sav)'a sorduğum şeyi sordun. Efendimiz: "Siyah köpek şeytandır" buyurmuştu."

Müslim, Salat 265, (510); Ebu Davud, Salat 110, (702); Tirmizi, Salat 253, (338); Nesai, Kıble 7, (2, 63); İbnu Mace, İkametu's-Salat 38, (952)

***

Namazın Sekiz Şartı - Kıble
(Aişe)

Sahiheyn'in diğer bir rivayetinde şöyle gelmiştir: "Hz. Aişe (ra)'nin yanında namazı bozan şeylerden söz açılmıştı. Bu meyanda köpek, eşek ve kadının da zikri geçti. Aişe (ra): "Bizi yine eşeklere ve köpeklere benzettiniz. Vallahi, ben Resulullah (sav)'ı kıblesiyle arasında yatakta yatar olduğum halde namaz kılarken gördüm. Benim için ihtiyaç hasıl olunca oturup onu rahatsız etmek istemezdim, (yatağın) ayak tarafından sıyrılıp çıkardım."

Buhari, Salat 22, 99, 102, 103, 104, 105, 108, Amel fi's-Salat 10, Vitr 3, İsti'zan 37; Müslim, Salat 267, (512)

***

Namazın Sekiz Şartı - Kıble

Diğer bir rivayette şöyle gelmiştir: "Resulullah (sav) buyurdular ki: "Biriniz sütresiz olarak namaz kılarsa (önünden geçtiği takdirde) şunlar namazını bozar: Eşek, domuz, yahudi, mecusi, kadın... Namazın bozulmaması için onun önünden, bunların bir taş atımlık uzaktan geçmesi kifayet eder." (Bir diğer rivayette şöyle denmişti: "Namazı, (önden geçen) hayızlı kadın ve köpek bozar.")

Buhari, Salat 90, İlm 18, Ezan 161, Cezau's-Sayd 25; Müslim, Salat 254, (504); Muvatta, Kasru's-Salat 38, (1, 155); Ebu Davud, Salat 110, 113 (703, 704, 715, 716, 717); Tirmizi, Salat 252, (337); Nesai, Kıble 7, (2, 64, 65)

Namazın Sekiz Şartı - Kıble

Resulullah (sav) bizi köyümüzde ziyaret etti. O sırada bizim iki küçük köpekle bir dişi eşeğimiz vardı. Bu ikisi önünde bulundukları halde ikindi namazı kıldı. Hayvanları ne azarladı ne de geriye kovaladı. Ebu Davud, Salat 114, (718); Nesai, Kıble 7, (2, 65)

***

Hayvanlardan Mübah Ve Mekruh Olanlar (At eti, Eşek eti)
(Cabir)

Hayber(in fethi) zamanında at ve vahşi eşek eti yedik. Resulullah (sav) ehli eşek (etin)i yasakladı ve ata müsaade etti.

Ebu Davud, Et'ime 26, (3788); Nesai, Sayd 32, (7, 205); Tirmizi, Et'ime 5, (1794)

***

Nikah Akdi
(Muhammed İbnu'l-Hanefiyye)

Hz. Ali, İbnu Abbas (ra)'a dedi ki: "Resulullah (sav) Hayber Gazvesi günü, kadınlarla mut'ayı, ehli eşek etlerinin yenmesini haram kıldı."

Buhari, Megazi 38, Nikah 31, Zebaih 28, Hiyel 3; Müslim, Nikah 29, (1407); Muvatta, Nikah 41, (2, 542); Tirmizi, Nikah 28, (1121); Nesai, Nikah 71, (6, 125, 126)

***
Ressamların Zemmi; Resim Ve Örtülerin Keraheti

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Melekler, içerisinde köpek ve timsaller bulunan eve girmezler."

Buhari, Libas 92, 88, Bed'ül-Halk 6,14, Megazi 11; Müslim, Libas 102, (2606); Ebu Davud, Libas 48, (4155); Tirmizi, Edeb 44, (2805); Nesai, Zinet 112, (8, 212, 213); İbnu Mace, Libas 44, (3649)

***
Ressamların Zemmi; Resim Ve Örtülerin Keraheti

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Bana Cibril (as) geldi ve: "Dün sana gelmiştim (ama yanına girmedim)." Girmeyişimin sebebi de üzerinde timsaller bulunan perde bezi idi. Orada bir de köpek vardı, kapının üzerinde de insan resimleri bulunuyordu. Timsallerin başlarının koparılmasını emret ki ağaç şekline dönsun. Örtüden ayak altına atılacak iki minder yapılmasını, köpeğin de dışarı çıkarılmasını söyle!" Bu söylenenler yapıldı." (Bu rivayet Ebu Davud ve Tirmizi'nin metnine mutabıktır) Müslim, Libas 102 (2112); Ebu Davud, Libas 48, (4158); Tirmizi, Edeb 44, (2807); Nesai, Zinet 113, (8, 216)

***
Ressamların Zemmi; Resim Ve Örtülerin Keraheti
Resulullah (sav) buyurdular ki: "İçerisinde resim, cünüb ve köpek bulunan eve (rahmet) melekleri girmez." Ebu Davud, Taharet 90, (227), Libas 48, (4152); Nesai, Taharet 168, (1, 141), Sayd 11, (7,185)

***

Yolcunun Yanında Bulunması Mekruh Olan Şeyler

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Melekler, içinde köpek ve çan bulunan kafileye arkadaşlık etmezler." (Bir diğer rivayette şöyle denmiştir: "Çan şeytanın mizmarları (çalgılarıdır)." Ebu Davud'un bir diğer rivayetinde: "Melekler, içerisinde kaplan derisi bulunan kafileye refakat etmez" buyurmuştur.) Müslim, Libas 103, (2113, 2114); Ebu Davud, Cihad (2555, 2556); Tirmizi, Cihad 25, (1703)

***

Suların Ahkamı

Resulullah (sav)'a: "Ey Allah'ın Resulü! Biz senin için Buda'a kuyusundan su alıyoruz. Halbuki onun içerisine (ölmüş) köpeklerin leşleri, kadınların hayız bezleri, insan pislikleri atılıyor, (ne yapalım, su almaya devam edelim mi?)" diye sordular. Şu cevabı verdi: "Su temizdir, onu hiçbir şey kirletmez." Ebu Davud, Taharet 34, (66); Tirmizi, Taharet 49, (66); Nesai, Miyah 2, (1, 174)

***

Köpek Ve Diğer Hayvanlar Hakkında

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Bir kaba, köpek banmışsa onun temizlenmesi yedi kere su ile yıkanmasına bağlıdır, hatta bunların ilki toprakla olmalıdır."

Buhari, Vudu 33; Müslim, Taharet 97, (279); Muvatta, Taharet 35, (1, 34); Ebu Davud, Taharet 37, (71, 72, 73); Tirmizi, Taharet 68, (91); Nesai, Miyah 7, (1, 176, 177)

***
Köpek Ve Diğer Hayvanlar Hakkında

Köpekler Resulullah (sav) devrinde mescidin içinde gidip gelirlerdi. Bu sebeple mescidi yıkamak için içine su serpmezlerdi.
Buhari, Vudu 33; Ebu Davud, Taharet 139, (382)

***


Maden Ve Definelerin Zekatı
(Zuba'a Bintu'z-Zübeyr)

Zuba'a Bintu'z-Zübeyr İbnu Abdi'l-Muttalib -ki bu kadın el-Mikdad İbnu Amr (ra)'ın nikahı altında idi- anlatıyor: Mikdad, hacetini kaza etmek üzere Bakiu'l-Habhabe'ye gitti. Orada bir fare, bir delikten bir dinar çıkarıyordu. Sonra birer birer dinarlar çıkarmaya devam etti. Tam on yedi dinar çıkardı. Sonra da kırmızı bir bez çıkardı. Bu, dinarların içine konmuş olduğu bez olmalıydı. Bezin içinden bir dinar daha çıktı. Tamamı onsekiz dinardı. Mikdad bunları Resulullah (sav)'a götürüp durumu haber verdi ve: "Bunun sadakasını alın!" dedi. Resulullah (sav) ona sordu: "Sen deliğe eğildin mi?" "Hayır." "Öyleyse Allah bunu sana mübarek kılsın!" dedi.

Ebu Davud, İmaret 40, (3087); İbnu Mace, Lukata 3, (2508)

***

Muhtelif Nev'de Hadisler
(Ümmü Seleme)

Resulullah (sa) fareye fuveysika der ve şunu ilave ederdi: "Ben bunu meshe uğramışlardan biliyorum. Çünkü o, kendisine (içmesi için) deve sütü konulsa onu içmez. Ama koyun sütü verilse onu içer."
[Rezin tahriç etmiştir. Buhari'de kaydedilmiştir (Bed'ü'l-Halk 15; Müslim, Zühd 62, (2997)]

Buhari, Bed'ü'l-Halk 15; Müslim, Zühd 62, (2997)

***

Yeme Adabı

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur."

Ebu Davud, Et'ime 49, (3844); Buhari, Tıbb 58, Bed'ül-Halk 14; İbnu Mace, Tıb 31, (3504, 3505); Nesai, Fera' 11 (7, 178)

***

Kıssalar
(Ebu Hureyre)

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Üç kişi dışında hiç kimse beşikte iken konuşmamıştır. Bunlar: Hz. İsa İbnu Meryem aleyhima's-selam, Cüreyc'in arkadaşı. Cüreyc, kendini ibadete vermiş abid bir kuldu. Bir manastıra çekilmiş orada ibadetle meşguldu. Derken bir gün annesi yanına geldi, o namaz kılıyordu. "Ey Cüreyc! [Yanıma gel, seninle konuşacağım! Ben annenim]" diye seslendi. Cüreyc: "Allahım! Annem ve namazım (hangisini tercih edeyim?)" diye düşündü). Namazına devama karar verdi. Annesi çağırmasını [her defasında üç kere olmak üzere] üç gün tekrarladı. (Cevap alamayınca) üçüncü çağırmanın sonunda: "Allahım, kötü kadınların yüzünü göstermedikçe canını alma!" diye bedduada bulundu. Benİ israil, aralarında Cüreyc ve onun ibadetini konuşuyorlardı. O diyarda güzelliğiyle herkesin dilinde olan zaniye bir kadın vardı. "Dilerseniz ben onu fitneye atarım" dedi. Gidip Cüreyc'e sataştı. Ancak Cüreyc ona iltifat etmedi. Kadın bir çobana gitti. Bu çoban Cüreyc'in manastırı(ın dibi)nde barınak bulmuş birisiydi. Kadın onunla zina yaptı ve hamile kaldı. Çocuğu doğurunca: "Bu çocuk Cüreyc'ten" dedi. Halk (öfkeyle) gelip Cüreyc'i manastırından çıkarıp manastırı yıktılar, [hakaretler ettiler], kendisini de dövmeye başladılar, (linç edeceklerdi). Cüreyc onlara: "Derdiniz ne?" diye sordu. "Şu fahişe ile zina yaptın ve senden bir çocuk doğurdu!" dediler. Cüreyc: "Çocuk nerede, (getirin bana?)"dedi. Halk çocuğu ona getirdi. Cüreyc: "Bırakın beni namazımı kılayım!" dedi. Bıraktılar ve namazını kıldı. Namazı bitince çocuğun yanına gitti, karnına dürttü ve: "Ey çocuk! Baban kim?" diye sordu. Çocuk: "Falanca çoban!" dedi. Bunun üzerine halk Cüreyc'e gelip onu öpüp okşadı ve: "Senin manastırını altından yapacağız!" dedi. Cüreyc ise: "Hayır! Eskiden olduğu gibi kerpiçten yapın!" dedi. Onlar da yaptılar. (Üçüncüsü): Bir zamanlar bir çocuk annesini emiyordu. Oradan şahlanmış bir at üzerinde kılık kıyafeti güzel bir adam geçti. Onu gören kadın: "Allah'ım şu oğlumu bunun gibi yap!" diye dua etti. Çocuk memeyi bırakarak adama doğru yönelip baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yapma!" diye dua etti. Sonra tekrar memesine dönüp emmeye başladı." Ebu Hureyre der ki: "Ben Resulullah (sav)'ı, şehadet parmağını ağzına koyup emmeye başlayarak, çocuğun emişini taklid ederken görür gibiyim." (Resulullah anlatmaya devam etti): "(Sonra annenin yanından) bir kalabalık geçti. Ellerinde bir cariye vardı. Onu dövüyorlar ve: "(Seni zani seni!) Zina yaparsın, hırsızlık yaparsın ha!" diyorlardı. Cariye ise: "Allah bana yeter, o ne iyi vekildir!" diyordu. Çocuğun annesi: "Allahım çocuğumu bunun gibi yapma!" dedi. Çocuk yine emmeyi bıraktı, cariyeye baktı ve: "Allahım beni bunun gibi yap!" dedi. İşte burada anne,evlat karşılıklı konuşmaya başladılar: [Anne dedi ki: "Boğazı tıkanasıca! Kıyafeti güzel bir adam geçti. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap" dedim. Sen: "Allahım! Beni bunun gibi yapma!" dedin. Yanımızdan cariyeyi döverek, zina ve hırsızlık yaptığını söyleyerek geçenler oldu. Ben: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma" dedim. Sen ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedin."] Oğlu şu cevabı verdi: "Güzel kıyafetli bir adam geçti. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yap!" dedin, ben ise: "Allahım beni bunun gibi yapma!" dedim. Yanınızdan bu cariyeyi geçirdiler. Onu hem dövüp hem de: "Zina ettin, hırsızlık ettin!" diyorlardı. Sen: "Allahım, oğlumu bunun gibi yapma! "dedin. Ben ise: "Allahım, beni bunun gibi yap!" dedim. (Sebebini açıklayayım): O atlı adam cebbar zalimin biriydi. Ben de: "Allahım beni böyle yapma!" dedim. "Zina ettin, hırsızlık yaptın!" dedikleri şu zavallı cariye ise ne zina yapmıştı, ne de çalmıştı! Ben de "Allahım beni bunun gibi yap!" dedim." [Metin Müslim'den alınmalıdır.]

Buhari, Enbiya 50, Amel fı's-Salat 7; Müslim, Birr 7, 8, (2550)

**

Nikah Akdi
(Urve)

Hz. Aişe (ra) bana anlattı ki: Cahiliye devrinde dört çeşit nikah mevcuttu: Bunlardan biri, bugün (dinimizin meşru kıldığı ve) herkesçe tatbik edilen nikahtır: Kişi kişiden kızını veya velisi bulunduğu kızı ister, mehrini verir, sonra onunla evlenir.
Diğer bir nikah çeşidi şöyleydi: Kişi, hanımı hayızdan temizlenince; "Falancaya git, ondan hamilelik talep et" der ve hanımını ona gönderirdi. Kadının o yabancı erkekten hamile kaldığı anlaşılıncaya kadar, kocası ondan uzak durur, temasta bulunmazdı. O adamdan hamileliği açıklık kazanınca, zevcesi dilerse onunla zevciyat muamelelerine başlardı. Bu nikah çeşidine asaletli bir evlat elde etmek için başvurulurdu. İşte bu nikaha nikahu'l-istihza denirdi.
Diğer bir nikah çeşidi şöyleydi: On kişiden az bir grup toplanır, bir kadının yanına girerler ve hepsi de ona temasta bulunurdu. Kadın hamile kalıp doğum yaparsa, doğumdan birkaç gün sonra, kadın onlara haber salar, hepsini çağırırdı. Hiçbiri bu davete icabet etmekten kaçınamaz, kadının yanına gelirdi. Kadın onlara: "Hadisenizi hatırlamış olmalısınız. İşte şimdi doğum yaptım. Ey falan çocuk senindir" der, çocuğu bunlardan dilediğine nisbet ederdi. Adamın buna itiraz etmeye hakkı yoktu.
Diğer dördüncü nikah çeşidi şöyleydi: Çok sayıda insan toplanıp bir kadının yanına girerlerdi. Kadın gelenlerden hiçbirine itiraz edemezdi. Bu kadınlar fahişe idi. Kapılarının üzerine bayraklar dikerlerdi. Bu kadınlarla temas arzu eden herkes bunların yanına girebilirdi. Bunlardan biri hamile kaldığı takdirde, çocuğunu doğurduğu zaman, o adamlar kadının yanında toplanırlar ve kaifler çağırırlardı. Kaifler bu çocuğun, onlardan hangisine ait olduğunu söylerse nesebini ona dahil ederlerdi. Çocuk da ona nisbet edilir, onun çocuğu diye çağrılırdı. O kimse bunu reddedemezdi.
Muhammed (sav) hak ile gönderilince, bütün cahiliye nikahlarını yasakladı, sadece insanların bugün tatbik etmekte olduğu nikahı bıraktı.

Buhari, Nikah 36; Ebu Davud, Talak 33, (3272)

***

Hacc-ı Temettu Ve Haccın Feshi
()

Müslim'in bir rivayetinde şu ibareye de yer verilmiştir: "Bize ihramdan çıkmamız, hacc için yaptığımız niyyetin umreye çevrilmesi emredilmişti. Bu, bize çok imkansız bir emir geldi ve hepimizin canını sıktı. Memnuniyetsizliğimiz Resulullah (sav)'a ulaştırıldı. Ona semavi bir şey (haber) mi ulaştı, insanlardan mı bir şey ulaştı bilemiyoruz, her ne ise, bize şu hitabda bulundu: "Ey nas, ihramdan çıkın. Eğer beraberimde kurbanlığım olmasaydı, ben de sizin gibi yapardım!" (Resulullah'ın bu kesin emri üzerine) ihramdan çıktık. Hatta hanımlarımızla münasebet-i cinsiyede bile bulunduk, ihrama girmemiş olan bir kimsenin yaptığı her şeyi yaptık. Bu hal terviye gününe (Zilhicce'nin 8. günü) kadar devam etti. O gün gelip, Mekke'yi arkada bıraktığımız vakit, hacca niyet ederek ihrama girdik."

Müslim, Hacc (1213-1216 arasındaki rivayetler)

***

Hayızlı Ve Hayızlı İle İlgili Hükümler

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Kişi, hayızlı karısıyla cinsi münasebette bulunursa (hatasına kefaret olarak) yarım dinar tasadduk etsin"

Tirmizi, Taharet 103, (136, 137); Ebu Davud, Taharet 106, (264, 265, 266); Nesai, Taharet 182, (1, 153); İbnu Mace, Taharet 123, (640)

***

Af Ve Mağfiret Hakkında

Resulullah (sav) buyurdular ki: "Beni İsrail'de birbirine zıd maksad güden iki kişi vardı: Biri günahkardı diğeri de ibadette gayret gösteriyordu. Abid olan diğerine günah işlerken rastlardı da: "Vazgeç!" derdi. Bir gün, yine onu günah üzerinde yakaladı. Yine, "vazgeç" dedi. Öbürü: "Beni Allah'la başbaşa bırak. Sen benim başıma müfettiş misin?" dedi. Öbürü: "Vallahi Allah seni mağfiret etmez. Veya: "Allah seni cennetine koymaz!" dedi. Bunun üzerine Allah ikisininde ruhlarını kabzetti. Bunlar Rabbülaleminin huzurunda bir araya geldiler. Allah Teala Hazretleri ibadette gayret edene: "Sen benim elimdekine kadir misin?" dedi. Günahkara da dönerek: "Git, rahmetimle cennete gir!" buyurdu. Diğeri için de: "Bunu ateşe götürün" emretti. Ebu Hüreyre (ra) der ki: "(Adamcağız Allah'ın gadabına dokunan münasebetsiz) bir kelime konuştu, bu kelime dünyasını da, ahiretini de heba etti."

Ebu Davud, Edeb 51, (4901)

***
Nisa Suresi

Resulullah (sav)'a bir vahiy geldiği zaman, vahiy sebebiyle onu bir gam ve keder alır, yüzünün rengi uçardı. Bir gün Cenab-ı Hakk yine vahiy indirmişti ki aynı hal onu sardı. Keder hali açılınca: "(Zina haddiyle ilgili hükmü) benden alın. Allah onlar hakkında yol kıldı (yani çok açık şekilde had beyan etti): Bekar bekarla zina yapmışsa cezası yüz sopa ve bir yıl sürgündür. Dul dulla zina yaparsa yüz sopa ve recm'dir."

Müslim, Hudud 13, 1690; Ebu Davud, Hudud 23, 4415; Tirmizi, Hudud 8,1434

***

Maide Suresi

Hz. Peygamber (sav)'in yanına yürür kömürle karartılmış ve dayak atılmış bir Yahudi getirdiler. Bunun üzerine Resulullah (sav) Yahudileri çağırarak: "Kitabınızda zina haddini (cezasını) böyle mi buluyorsunuz? diye sordu. "Evet" dediler. Sonra Hz. Peygamber (sav) onların alimlerinden birini çağırdı ve "Musa'ya, Tevrat'ı indiren Allah aşkına soruyorum, zina edenin haddini kitabınızda böyle mi buluyorsunuz?" dedi. Alim: "Hayır! Eğer bana böyle yemin vererek sormasa idin sana haber vermezdim. Kitapta recm buluyoruz. Fakat, zina vakıaları eşrafımız arasında çoğaldı. Artık şerefli birini bu suçla yakalarsak onu bırakır olduk. Ancak biçare birisini yakalarsak ona haddi tatbik ediyoruz. Kendi aramızda şöyle dedik: "Gelin aramızda öyle bir ceza şeklinde anlaşalım ki o, eşraftan olsun, halktan olsun herkese tatbik edilsin. Sonunda recm yerine suratın kömürle boyanıp dayak atılmasında ittifak ettik." Bunun üzerine Resulullah (sav), "Allahım, onların öldürdüğü emr-i şerifini ilk ihya edip dirilten ben olayım" dedi ve had cezasının tatbikini emretti, zani hemen recmedildi. Bunun üzerine şu ayet indi: "Ey Peygamber! Kalbleri inanmışken ağızlarıyla "inandık" diyenler, Yahudilerden yalana kulak verenler ve başka bir topluluk hesabına casusluk edenlerden inkara koşanlar seni üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de "Böyle bir (fetva) size verilirse alın, verilmezse kaçının" derler..." (Maide 41). Az sonra Allah Teala şu ayeti indirdi: "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir..." "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler işte onlar zalimlerdir..." "..Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasıklardır!" (Maide 44, 45, 47).
Bu ayetlerin hepsi kafirler hakkında nazil olmuştur.

Müslim, Hudud 28, (1700); Ebu Davud, Hudud, 26 (4448)

***

Nur Suresi

Hilal İbnu Ümeyye (ra) Resulullah (sav)'ın yanında, hanımının Şerik İbnu Şahma ile zina yaptığını söyledi. Resulullah (sav): "Ya delil getirirsin veya sırtına hadd tatbik edilir" dedi. Hilal: "Ey Allah'ın Resulü! Birimiz, hanımı üzerinde bir adam görse, koşup delil mi arayacak?" dedi. Resulullah (sav) önceki sözünü tekrar ediyordu: Ya delil getirirsin ya da sırtına had uygulanır." Bunun üzerine Hilal: "Seni hak üzerine gönderen Zat'a kasem olsun doğruyu söylüyorum. Mutlaka Allah sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy gönderecektir" dedi. Cibril (a.s.) indi ve şu vahyi indirdi: "Karılarına zina isnad edip de kendilerinden başka şahidleri olmayanların şahidliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah'ı dört defa şahid tutmasıyla olur. Beşincisinde eğer yalancılardan ise Allah'ın lanetinin kendisine olmasını diler" (Nur 6-7). Resulullah (sav) oradan ayrıldı. Onlara adam gönderdi. Hilal geldi (lanet okuyarak) şehadette bulundu. Resulullah (sav): "Allah biliyor ki, ikinizden biriniz yalancısınız, tevbekar olanınız var mı?" dedi. Sonra kadın kalktı, o da şehadetde bulundu. Kadın beşinci şehadette iken kadını durdurdular ve: "Beşince şehadet, (yalancı olduğun takdirde) şiddetli azab gerektirir" dediler. İbnu Abbas der ki: Bunun üzerine kadın durakladı ve sükut etti. Öyle ki, yeminden rücü edeceğini sandık. Sonra: "Hayır, vallahi kavmimi bundan böyle mahcup hale düşürmeyeceğim" dedi ve yeminini tamamladı. Resulullah (sav): "İyi bakın, eğer bu kadın gözleri sürmeli, kabaları iri, bacakları kalın bir çocuk doğurursa bilin ki bu çocuk Şerik İbnu Sahma'dandır" buyurdu. Gerçekten de bu evsafta bir çocuk doğurdu. Bunun üzerine Resulullah (sav) şöyle söylediler: "Eğer, Allah'ın Kitabı'nda kadının yemini ile haddin düşeceği hususunda hüküm gelmemiş olsaydı, (çocuktaki bu benzerlikten hareketle kadının zaniliğine hükmederdim ve) onun benden göreceği vardı."

Buhari, Tefsir, Nur 3, Şehadat 21, Talak 28; Ebu Davud, Talak 27, (2254); Tirmizi, Tefsir, Nur, (3178)

***
Mumtahine Suresi
(Aişe)

Resulullah (sav) kadınlarla biati (elle musafaha etmeden) sözle yapıyor ve şu ayette belirtilen şartları koşuyordu: "Allah'a hiçbir şeyi eş tutmamaları, hırsızlık yapmamaları, zina etmemeleri, evlatlarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmemeleri, (emredilecek) herhangi bir iyilik hususunda sana asi olmamaları.." (Mümtahine, 12). Hz.Peygamber (sav) eli, malik olmadığı hiçbir kadının eline asla değmedi. Kadınlar, bu şartları kendi sözleri ile ikrar edince, Hz. Peygamber (sav), "Artık gidin, sizinle biat ettik" derdi (ve musafahada bulunmadan onlarla biatını tamamlardı). Hayır, Allah'a yemin olsun, asla onun eli hiçbir kadının eline değmedi. Fakat kadınlarla sözle biat akdi yaptı.

Buhari, Tefsir, Mümtahine 2, Talak 20, Ahkam 49; Müslim, İmarat 88 (1866); Tirmizi, Tefsir, Mümtahine, (3303)

***

Tabir Edilmiş Rüyalar

Resulullah (sav) sık sık: "Sizden bir rüya gören yok mu?" diye sorardı. Görenler de, O'na Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine sordu: "Sizden bir rüya gören yok mu?" Kendisine: "Bizden kimse bir şey görmedi!" dediler. Bunun üzerine: "Ama ben gördüm" dedi ve anlattı:
"Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp haydi yürü! dediler. Yürüdüm. Yatan bir adamın yanma geldik. Yanında biri, elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazan bu kayayı başına indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama, başı eskisi gibi iyileşinceye kadar vurmuyordu, iyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen yeniliyordu. Beni getirenlere: "Sübhanallah! nedir bu? dedim. Dinlemeyip: "Yürü! Yürü!" dediler. Yürüdük, sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir kancalar bulunan biri duruyordu. Adamın bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu. Ben burada da: "Sübhanallah, nedir bu?" dedim. Cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik, içinden birtakım gürültüler, sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var. Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca çığlık koparıyorlardı. Ben yine dayanamayıp: "Bunlar kimdir?" diye sordum. Bana cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında bir çok taş bulunan bir adam duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca yanında taşlar bulunan kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine yaklaşıyordu. Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu. Ben yine dayanamayıp: "Bu nedir?" diye sordum. Cevap vermeyip yine: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi çirkin kimseyi gormemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi tutuşturup etrafında dönüyordu. Ben yine: "Bu nedir?" diye sordum. Cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük, iri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semaya yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı. Ben yine: "Bunlar kimdir?" dedim. Cevap vermeyip: "Yürü! Yürü!" dediler. Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Ne bundan daha büyük, ne de daha güzel bir ağaç hiç görmedim. Arkadaşlarım: "Ağaca çık!" dediler. Beraberce çıkmaya başladık. Altun ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik, Kapıyı çalıp açmalarını istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir. Arkadaşlarım onlara: "Gidin şu nehire banın!" dediler. Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki safi süttü, bembeyaz.,. Gidip içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olarak geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı. Beni dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar: "Bu gördüğün Adn cennetidir. Şu da metin makamındır. Gözümü çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi. "Beni gezdirin, içine bir gireyim!" dedim. "Şimdilik hayır! Amma mutlaka gireceksin," dediler. Ben: "Geceden beri acaip şeyler gördüm, neydi bunlar?" diye sordum. "Sana anlatacağız," dediler ve anlattılar: "Taşla başı yarılan, o ilk gördüğün adam, Kur'an'ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan kimsedir. Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saçan kimsedir. Fırın gibi bir binanın içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina yapan erkek ve kadınlardır. Kan nehrinde yüzüp ağzına taş atılan adam faiz yiyen adamdır. Ateşin yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin, ateşin bekçisidir. Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim (a.s)'di. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere (buluğa ermeden) ölen çocuklardır."
Cemaatten biri hemen atılarak: "Ey Allah'ın Resulü! Müşrik çocukları da mı?" diye sordu. Resulullah (sav) "Evet," dedi, "müşrik çocukları da." ve anlatmaya devam etti: "Yarısı güzel yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir. Allah onları affetmiştir."

Buhari, Ta'bir 48, Ezan (Sıfatu's-Salfit) 166, Teheccüt 12, Cenaiz 93, Büyu 2, Cihad 4, Bed'ül-Halk 6, Enbiya 8, Tefsir, Beraet 15, Edeb 69; Müslim, 23, (2275); Tirmizi, Rü'ya 10, (2295)

***


Zina Haddi
(İbnu Abbas)

Hz. Ömer (ra)'i hutbe verirken dinledim. Şöyle demişti: "Allah Teala hazretleri Muhammed (sav)'a hak (din ile) gönderdi ve O'na Kitaba indirdi. Bu indirilenler arasında recm ayeti de vardı! Biz bu ayeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Resulullah (sav) zina yapana recm cezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: "Biz Kitabullah'da recm cezasını görmüyoruz (deyip inkara sapabilecek ve) Allah'ın kitabında indirdiği bir farzı terkederek dalalete düşebilecektir. Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinaları, -delil veya hamilelik veya itiraf yoluyla- sübüt bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah'da mevcut bir haktır. Allah'a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: "Ömer Allah Teala' nın kitabına ilavede bulundu" demeyecek olsalar, recm ayetini (Kitabullah'a) yazardım."

Buhari, Hudud 31, 30, Mezalim 19, Menakibu'l-Ensar 46, Megazi 21, İ'tisam, 16; Müslim, Hudud 15. (1691); Muvatta, Hudud 8. 10, (823, 824); Tirmizi, Hudud 7, (1431); Ebu Davud, Hudud 23, (4418)

***

Zina Haddi
(İbnu Abbas)

Allahu Teala Kur'an-ı Kerim'inde: "Kadınlarınızdan fuhşu irtikab edenlere karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer şehadet ederlerse -onları ölüm alıp götürünceye, yahud Allah onlara bir yol açıncaya kadar- kendilerini evlerde alıkoyun (insanlarla ihtilattan menedin)" buyurdu. (Nisa 15). Cenab-ı Hakk, bu ayette (zina meselesinde) önce kadını zikrettikten sonra, erkeği kadınla birlikte ele alarak şöyle demiştir: "Sizlerden fuhşu irtikab edenlerin her ikisini de (kınayarak) eziyete koşun. Eğer tevbe edip (nefislerini) ıslah ederlerse artık onlara (eziyetten) vazgeçin. Çünkü Allah tövbeleri çok kabul eden, en çok esirgeyendir" (Nisa 16).
Cenab-ı Hakk bu ayeti, celde ayetiyle neshederek şöyle buyurdu: "Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer deynek vurun. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız bunlara, Allah'ın dinini tatbik hususunda, acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir zümre de bunların azabına (bu cezalarına) şahid olsun" (Nur 2).
Sonra Nur süresinde recm ayeti nazil oldu. Önceki (celdeyi emreden) vahiy, bekar (zani) içindi.
Sonra recm ayeti tilavetten kaldırıldı, ancak hükmü baki kaldı." (Bu rivayetin "...yüzer deynek vurun" ibaresine kadar olan kısımı Ebu Davud'a aittir, mütebakisini Rezin ilave etmiştir.)

Ebu Davud, Hudud 23, (4413)

***

Zina Haddi
(Ebu Hüreyre)

Sa'd İbnu Ubade (ra): "Ey Allah'ın Resulü, ne buyurursunuz, zevcemi bir erkekle yakalarsam dört şahid getirmek için bekleyecek miyim?" diye sordu. Resulullah (sav): "Evet bekleyeceksin!" dedi. (Müslim ve Ebu Davud'un bir diğer rivayetinde: "Bir adam, karısının yanında bir yabancı yakalasa onu öldürebilir mi ne dersiniz?" diye sorar, Resulullah (sav): "Hayır!" deyince, Sa'd: "Bilakis evet! Seni hak dinle şereflendiren Allah'a yemin ederim, fırsatı yakalarsam ondan önce kılıncımı işletirim" der. Resulullah (sav): "Efendinizin ne söylediğine bakın!" buyurur.)

Müslim, Lian 14, (1498); Muvatta, Hudud 7, (2, 823); Ebu Davud, Diyat 12, (4532, 4533)

***

Zina Haddi (Ebu Hüreyre ve Zeyd İbnu Halid) Resulullah (sav)'a, muhsan olmayan cariye zina yaparsa ne gerekir? diye sorulmuştu, şöyle cevap verdi: "Cariye zina yaparsa ona celde uygulayın, yine zina yaparsa yine celde uygulayın, yine zina yaparsa yine celde uygulayın ve sonra onu (kıldan mamul adi) bir ipe mukabil de olsa satın gitsin." (Bir rivayette: "(Efendisi) ona celde tatbik etsin, bir de ayıplamasın" denmiştir.) Buhari, Büyu 66, 110,17; Müslim, Hudud 30, (1703); Muvatta, Hudud 14, (826); Tirmizi, Hudud 13, (1440); Ebu Davud, Hudud 33, (4469, 4470, 4471)

***

Zina Haddi (Ebu Abdirrahman es-Sülemi) Hz.Ali (ra) hutbede şöyle buyurdu: "Ey insanlar, kölelerinize -ister muhsan olsunlar, ister olmasınlar- haddleri tatbik edin. Zira, Hz. Peygamber (sav)'ın bir cariyesi zina yapmıştı, ona celde tatbik etmemi emretti. (Dövmek üzere) yanına geldim. Yeni nifas olmuştu. Döversem öldürürüm diye korktum. Durumu Resulullah'a arzettim. Bana: "İyi yapmışsın, iyileşinceye kadar ona dokunma" dedi." Müslim, Hudud 34, (1075); Tirmizi, Hudud 13, (1441); Ebu Davud, Hudud 34, (4473)

***


Zina Haddi
(Vail İbnu Hucr İbni Rebia)

Resulullah (sav)'ın sağlığında, namaz kılmak maksadıyla bir kadın evinden çıkmıştı. Yolda ona bir erkek rastladı. Kadına çullanıp ihtiyacını giderdi. Kadın bağırdı, adam ise sıvıştı gitti. (Çığlığı üzerine) kadına bir erkek uğramıştı. Ona başından geçeni anlatıp, bir adam bana böyle böyle yaptı dedi. Sonra, bir grup muhacire rastladı, başından geçeni onlara da anlatıp: "Bir adam bana böyle yaptı!" dedi. Hep beraber yürüyüp, kadının kendisine tecavüz ettiği kimseyi yakalayıp kadına getirdiler. Kadın: "Evet bu odur?" dedi. Sonra adamı Hz. Peygamber (sav)'in yanına götürdüler. Resulullah adamın recmedilmesini emrettiği sırada, kadına tecavüz etmiş olan kimse kalkıp: "Ey Allah'ın Resulü, suçlu benim!" diye itirafta bulundu. Resulullah (sav) kadına: "Git. Allah günahlarını affetti" dedi. Zan altında kalmış olan kimseye de güzel sözler söyleyip (gönlünü aldı). Mütecavizin recmedilmesini emretti ve recmedildi. Sonra Resulullah şunu söyledi: "Bu adam öyle bir tevbe ile tevbe etti ki, böyle bir tövbeyi Medine ahalisi yapsaydı kabul edilirdi." (Tirmizi şu ziyadede bulunmuştur: Vail (ra) Hz. Peygamber (sav)in kadına mehir takdir edip etmediğini zikretmedi.")

Tirmizi, Hudud 22, (1452); Ebu Davud, Hudud 7, (4379)

***

Nefisle İlgili Edebe Giren Hadisler

Bir kavimde gulül (denen devlet malından hırsızlık) zuhur ederse, Allah o kavmin kalplerine korku atar.
Bir kavim içinde zina yayılırsa orada ölümler artar.
Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan yaygınlaşır.
Bir kavm ahdinden dönüp gadre yer verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder."

Muvatta, Cihad 26, (2, 460)


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: Hadis Tartışmaları / Yüksel Yılmaz
MesajGönderilme zamanı: 29.06.10, 13:35 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 30.04.09, 09:08
Mesajlar: 148
Analiz:

SÜNNET VE HADİSLER HAKKINDA ŞÜPHE VE KUŞKU MEYDANA GETİRME

1921′de ölen Avusturyalı Yahudi Müsteşrik Agnas Geldizher “İslâmi Araştırmalar” kitabında şunu yazdı: “Kültür tarihi açısından Muhammed’i kendi halkı nazarında bir Peygamber olarak yapan öğretilerinde icad ediciliğin ve dahililiğin var olması bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren husus; Muhammed’in kendi öğretilerinin tümünü Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan almasıdır.” Müsteşrik Maksim Rodenson şöyle yazdı: “Bir grup insanların Rasûl’deki durumu vahy olarak saymaları idraksizlikten ileri gelir.” Volteir’ de Hz. Muhammed (s.a.v)’e çattı ve birçok müsteşrik Hz. Muhammed’e taarruz ettiler. Peygamber olmadığını veya vahy olmadığını veyahut kendisine vahy edilmediğini göstermeye çalıştılar. Peygamberliği veya vahy olması hakkında şüphe ve kuşku meydana getirmek için çok uğraştılar.

Bu müsteşrikler böyle konuyla uğraşırken ilmi araştırma yaptıklarını ve objektif şekilde meseleye baktıklarını iddia ediyorlar. Halbuki, ilmi araştırmalardan ve objektiflikten çok uzaktırlar. İslâm’a karşı besledikleri kin ve nefret kendilerini bu işe sevk ediyor: Çünkü, İslâm’ı yıkmaya çalışıyorlar. Bu nedenle, İslâm’ın Rasûl’ü olan Hz. Muhammed’e taarruz ediyorlar. İddia ettikleri ilmi araştırma ve objektiflik, İslam konusu olunca ortadan kalkıyor. Kendisine Muhammed Esed adı veren Leopolde Weiss, “Yolların Ayrılış Noktasında İslâm” adlı kitabında şöyle yazıyor: “Müsteşriklerin İslam aleyhine haksızca yazmaları ırsi bir iç güdü olduğu gibi haçlı seferlerin meydana getirdiği etkiler üzerine kurulu doğal bir özelliktir.” Aynı kitapta müsteşriklerin birer misyoner olduklarını gösteriyor. Şöyle yazıyor: “Gerçek olan, çağdaş asırlardaki müsteşrikler Hıristiyanlık için birer misyonerlerdir.” ve şöyle devam ediyor: “İslâm Dünyası, kendisinden Avrupa’nın istifade ettiği kadar ondan (Avrupa’dan) istifade etmedi. Fakat, Avrupa bu iyiliği tanımadığı gibi nankörlük yaptı. Şöyle ki; İslâm’a karşı besledikleri kin ve nefreti azaltmadılar, tersini yaptılar. Kinlerini, nefretlerini ve buğzlarını artırdılar. Ve bu, bir huy oldu. Avrupa’da müslüman kelimesinden söz edilince kin ve nefret Avrupa halklarının duygularına hakim olur.” Müsteşrikler, birer Hıristiyan misyoner olmakla beraber birer resmi misyonerler olup sömürgeci Batı’nın birer askerleridir. Birbirlerine derince düşman olan Hıristiyanlar, İslâm’a ve müslümanlara karşı ittifak ettikleri gibi hiç bir şeye karşı ittifak etmediler. Halbuki; onlar, inançla ilgili hususta birbirlerine düşmandırlar. Birbirlerine buğz ediyorlar. Rumlar’ın hakimiyeti altında bulunan Lefkoşe’de (27.01.1990 da) Orta Doğudaki bütün kiliselerin temsilcilerinin on yedi günlük toplantıları sona erdi, ortak bildirilerinde yazdıklarına göre İslâm Dünyası’ndaki yaşayan insanların çoğu müslüman olmasına rağmen burada misyonerlik için işbirlik yapacaklarını anlaştılar. Bu toplantıyla ilgili haber de şöyle geçti: “On beş yüzyıldan beri bu toplantıya benzer bir toplantı yapılmadı. Diğer kiliseleri tanımayan Katolik Kilisesi onlarla buluştu.” Bu olay, gerçeği sömürgeci olan Hıristiyan Dünyası’nın İslâm’a ve müslümanlara karşı ne kadar kin ve buğz besledikleri ve ne kadar düşman olduğunu gösteriyor. Gösteriyor ki onlar, İslâm’a ve müslümanlara karşı savaşlarını sürdürmede ısrarlıdırlar.

Sömürgeci Batı, İslâmla savaşında kendi çocuklarıyla yetinmedi, söylediğini papağan gibi tekrarlayacak ve Batı iddialarını yayacak yolunu şaşırmış müslümanların bazı çocuklarını kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bunların bir kısmını iktidara ulaştırdı. Libya Albayı Kaddafi gibi. Bu Albay, on senedir Sünnete karşı düzenli kampanya yaparak saldırıyor. Kendi cezaevlerinde yatan İslâmi bir gruba mensub olan on üç kişiyi idam etti. Çünkü bunlar, Kaddafi sünneti inkâr edince onunla tartışmak için bir heyet gönderdi. Bu heyet, sünnetin doğru bir kaynak olduğunu ispatladığı gibi tefekkür, siyaset ve teşri (yasama) etmek için bir kaynak olduğunu ispatladı.

Sünnetle savaşmanın ve onun hakkında şüphe ve kuşkunun meydana getirebilmesinin sebebi ve sırrı nedir? İslâm’ın Râsul’ü Muhammed (s.a.v)’in vahy olması ve kendisine vahy edilmesi hususu hakkında şüpheleri ortaya atmanın sebebi nedir? Öyle saldırılar ve öyle kampanyalar niçin? Bazıları; sünneti niye bir içtihad olarak göstermeye çalışıyor? Kaddafi’nin iddia ettiği gibi Kur’an’ı korumak için sünneti red ettiğine dair bahaneler niçin? Halbuki, kendisi Kur’an’ı yıkmak için sünneti inkar ettiğini biliyor.

Batı ve müsteşrikler, müslümanların Kur’an’a güvenlerini sarsamadılar. Eskiden; münafıklar da sarsamamışlardı. Kur’an’a bir şey sokamadılar, böyle işlerde başarılı olamadılar. Herhangi bir ayetle oynayamadılar. Çünkü; Allahû Teâlâ, Aziz Kitabında dediği gibi Kur’an’ı koruyacaktır.

Şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik ve onun koruyucularıda gerçekten Biziz.” (Hicr:9) ve gerçekten de onu korudu. Bunun için, Batı ve askerleri saldırılarını sünnete yöneltmeye ve yoğunlaştırmaya başladılar. Şüphe ve kuşkuyu meydana getirmeye çalıştılar. Bundan sonra Kur’an’ı yıkmaya çalışacaklar. Misal olarak, kendisini Râsul olarak tanıtıp iddia eden Raşid Halife önce sünnete dokunup onun hakkında şüpheleri meydana getirmeye çalıştı. Başta şöyle iddia etti; “sahih hadisler azdır, sayıları yüz taneyi geçmez” kampanyasını bunun üzerine yoğunlaştırdı. Bazı cahiller kendi tarafına çekilince sünneti tamamen reddetti ve ondan sonra Kur’an’a dokunmaya başladı. 19 sayısını ayetlerin doğruluğunu ispatlamak için kullanmaya başladı. Zira, bu sayıyı Kur’an’ın mucizesi olarak sayıp bu sayıya uymayan ayeti red ediyor, onları Kur’an’dan saymıyor. Kaddafi ise, sünnet hakkında şüphe ve kuşkuyu meydana getirmeye çalıştıktan sonra onu inkâr etti. Kur’an’a dokunmaya başladı; Arap milliyetçiliğini bir ölçü olarak kullanıp Kur’an’dan bazı kelimeleri kaldırmak istedi, bazı ayetleri te’vil etmeye (yanlış yorumlamaya) başladı. Batı, Muhammed (s.a.v)’in Peygamberliği ve kendisine vahy edilme olayı hakkında şüpheleri meydana getirmek için Salman Rüşdü’yü ortaya çıkarttı. Daha önce, 1923′te İngiliz Kilisesi, şeytanların Muhammed’e vahy ettiğini batıl iddia ve iftirasını ortaya attı. Bunu tutturamadı. 1959′da İngiliz Müsteşriki Montgamry Watt, bir kitapta bu batıl iddia ve iftirayı tekrar yayınladı. Geçen sene İngilizler bu sefer müslümanların sapık çocuklarından birisi olan Rüşdü’ye böyle iftiraları yazdırdılar.

Böylece o sapık, “Şeytan Ayetleri” kitabını çıkarttı. İngilizler, bu şekilde iftiralarını ve yalan iddialarını tekrarlamak üzere ısrarlı görünüyorlar. Bunun manası, İslâm’a ve müslümanlara düşmanlıkları üzerine ısrarlıdırlar. Zaten, İngilizler’den böyle şeyin çıkması garip değildir. Şöyle ki: Haçlı seferlerinden beri İngilizler İslâm’a ve müslümanlara hile ve tuzak kurmaya başladılar. O seferlerde Haçlılara liderlik ettiler. Osmanlı Devleti’ni ve Hilâfet’i yıkmak için çok uğraştılar ve yıkabildiler. Yahudileri Filistin’e yerleştirdiler. Ve hâlâ İslâm’a karşı çalışmaktadırlar.

1979′da Amerikan İstihbarat Teşkilatı (CIA)’nın (Kahire’de) sorumlusu Mısır’daki hükümete, İslâmi Cemaatler ile savaşmak için bir rapor sunuyor ve tavsiye şeklinde yayınlıyor. Bu tavsiyelerin üçüncü kısmının birinci bendinde; “Muhammed’in Sünnetine ve diğer İslâmi kaynaklara karşı saldırmayı ve bunlar hakkında şüphe ve kuşku çıkartma kampanyaları düzenlemeyi” öneriyorlar. Yine tavsiyelerde; “İslâm Hilâfeti’nin bütün asırlar boyunca kötülüklerini bariz şekilde göstermeyi” öneriyor. Özellikle Osmanlıların Halifeliklerine…

Bunların amaçları, müslümanlar teşri etme (yasama) kaynağından mahrum olsunlar, böylece fıkıhsız, tarihsiz ve fikirsiz olsunlar. Sünneti yıktıktan sonra Kur’an’ı kolayca yıkabileceklerini zannediyorlar. Çünkü, Kur’an’ı tefsir eden ve açıklayan sünnet yok olacak diye düşünüyorlar. Böylece Kur’an, müphem (belirsiz) anlaşılmaz hale gelir ki herkes istediği gibi onu te’vil etsin, şartlara ve adetlere uydursunlar, sadece onun ismi kalsın. Bu olunca; Batılılar, müslümanlara dinlerinden uzaklaştırıp kolayca sömürecekler ve onlara hakim olacaklar.

Sünnete saldırı, yeni bir şey değildir. Kafirler, müslümanların dinlerine bağlı kaldıkça, bu dini doğru ve derin şekilde kavradıkça ve kuvvetli şekilde ona sarılıp onu yüklendikçe onları (müslümanları) yenemeyecekleri gibi onlarla savaşmanın kendilerine bir fayda getirmeyeceğini idrak ettiler. Bu nedenle, Hicri birinci asrın sonlarından beri münafıklar ve zındıklar, müslümanların İslâm’a güvenlerini sarsmak ve fikirlerini karıştırmak, teşri ve tefekkür kaynakları hakkında şüphe ve şek (güvensizlik)’i meydana getirmek için çeşitli vesile ve üslup bulmaya çalıştılar. Çünkü, bunda başarılı olurlarsa müslümanların İslâmi anlayışları zaafa uğrayacak, bilahare İslâmi uygulamaları zaafa uğrayacak ve kötü olacaktır. Bu gerçekleşince, İslâmi uygulamaları terk etmeye başlayacaklar. İşte tasarladıkları şey gerçekleşti. Onların kullandıkları vesile, Rasûlullah (s.a.v)’in söylemediği yalan hadisleri yaymaktır. Bu hadisler doğru görünsün diye onlara (bu yalan hadislere) İslâmi manayı kazandırdılar. Fakat müslümanlar, münafık ve zındıkların hilesini fark edip suya düşürdüler ve yaydıkları bu yalan hadisleri ortaya çıkartıp yok ettiler. Doğru hadisleri tespit edip kaydettiler. Güvenilir rivayetleri açıkladılar. Ancak, Sahabeler, ondan sonra gelen Tabiin ve ondan sonra gelen Tabettabiin’in yoluyla Rasûlullah’tan gelen hadisleri kabul ettiler. Buna büyük itina ve itham gösterdiler.

Müslümanların kaynaklarını ve Batılıların kaynaklarını incelediğimiz zaman şunu görürüz; müslümanlar, Peygamberin siyeri, hayat ve sünnetini doğru yolla rivayet ettiler. Şöyle ki; güvenilir rivayetleri kabul ettiler. Rivayetle ve rivayet edenle ilgili bir şüphe gördükleri zaman o rivayetleri red ediyorlardı. Ondan sonra sahih rivayetleri kaydediyorlardı. Fakat Batılılar; yazılmış tarihi kitaplara dayanıyorlar. Yazarın yazdıkları her halükârda doğru olamaz, incelenmelidir. Çünkü kendi hevesine ve siyasi görüşüne göre yazar. Ayrıca siyasi durumlardan ve o zamanki otoritelerden etkilenir. Onlardan korkarak veya onlara yağ çekerek yazarlar. Belli bir menfaat etmek veya belli bir makama ulaşmak için yazar. Bunu bu günlerde görüyoruz. Onun için Milâdi dördüncü asırda Kral Kostantin zamanında inciller yazıldı ve bu Kral’ın isteğine göre yazıldı. Bazıları ona muhalefet ettiler. Fakat o bu muhalefetlerle savaştı. Kilise de onlarla savaştı. M.492′de Papa Glasiyos; Barnaba İncili’ni okumayı veya kütüphanede bulundurmayı yasakladı. Ayrıca yüzlerce İncil vardır. Yine de, Paul’un saçma rüyalarına inanıyorlar, halbuki bu rüyalar birer hurafelerdir. Bu güne kadar kilise hurafeleri çıkartıyor, Hıristiyanlar da ona inanıyorlar. Onun için kilise, zaman zaman şu iddiayı çıkartıyor: Hz. Meryem’i kilise üzerinde veya bahçesinde gördüklerini söylüyorlar. Hıristiyanlar da buna inanıyorlar.
Bu hurafelere ve batıl inançlara inanan Batı’ya aldanan kişiler, buna rağmen Batıyı örnek edinirler ve yalancı müsteşriklere inanırlar. Bu müsteşriklerin İslâm hakkında söylediklerine güvenirler. Fakat bir kısım müslümanlar, İslâm’ı savunmaya kalkışırken düşünmeden İslâm’ın töhmet altında (kabahatli) olduğunu kabul ederek savunmaya başlarlar. Onun için, Batılıları memnun edecek şekilde İslâm’ı te’vil etmeye (saptırmaya) başlarlar; ayetlere ve hadislere taşımadıkları manaları vererek İslâm’ı pratik hayattan uzaklaştırırlar. Bir kısım müslümanlar, bazı hadisleri hayat ve vakıalarına uymuyor diye rafa kaldırırlar. Onun için; İslâm’ın, insanların adet ve geleneklerine göre uygulanmasına davet etmeye başlarlar.

İslâm’ı idrak edip kaynaklarını inceleyen ve bu kaynakların bize ulaşmasının yolunu araştıran kişi, İslâm’ın kaynaklarının doğruluğundan ve ulaşmanın yolunun sağlamlığından emin olur. O zaman, silahını alıp düşmanların örümcek yuvasına benzer kalelerine saldırır. Çünkü onların kaleleri, değiştirilmiş sahte İncillerden örülmüştür. Buna Yunan felsefesi karıştırılmıştır. İşte, Batılıların kaynakları bunlardır. Onların hadaret ve kültürleri, hayat tarzları, hayat sistemleri ve devletleri buna dayanıyor. Bunlar, bozuk ve batıl olmasına rağmen gerçekleştirdikleri ilmi ve teknolojik ilerlemeyi, fikirleri ve sistemleri için propaganda olarak kullanırlar. Sanki, bu fikirler ve sistemler güzeldir, sanki bunun sayesinde bu ilerleme gerçekleşti! Onun için, çok insan bunda aldandı ve Batıya hayran oldu. Böylece Batı’nın yazarlarına ve müsteşriklerine güvendi ve onların dediklerine ve batıl iddialarına kandı. Halbuki, Batı ilmin ve teknolojinin temelini müslümanlardan aldı. Fakat, müslümanlar içtihadı durdurduktan sonra onlarda tefekkür, araştırma ve inceleme de durdu. Bundan dolayı, ilmi ilerlemeyi durdurmuş oldular. Ondan sonra Batılılar gelip müslümanların ilmi icad ve keşiflerini öğrendiler, buna binaen ilmi araştırma yapıp “Sanayi Devrimi” gerçekleştirdiler. Leopolde Weiss; “Yolların Ayrılış Noktasında İslâm” adlı kitabında şöyle yazıyor: “Kalkınma ya da Batılı teknik ve ilmin dirilmesi; İslâm ve özellikle Arap kaynaklarına geniş şekilde dayanıyor. Bu da, Batı ile Doğu arasında kurulmuş maddi temasla gerçekleşmiştir.”

Şu var ki, Batılılar dinlerinin esaslarını akıl yoluyla ispatlayamazlar. Çünkü onların inançları akla dayanmıyor. Ayrıca, İncillerinin kendilerine ulaşma yolu doğru değil. Onu sahih rivayetlerle ispatlayamazlar. Sadece, belli kişiler tarafından yazılmış birer kitaplar yoluyla kendilerine ulaştı. Halbuki, İslâm Akidesi, akla dayanıyor ve akıl yoluyla ispatlandı. Tek bir yaratıcının var olmasının gerekliliği akıl yoluyla ispatlandı ve Kur’an’ın Allah’ın Kelamı olduğu akıl yoluyla ispatlandı, buna binaen Muhammed (s.a.v)’in Peygamberliği akıl yoluyla ispatlandı. Böylece Allah’ın varlığı, Kur’an’ın O’nun Kelamı, Muhammed’in O’nun Peygamberi ve Rasûl’ü oluşu akıl yoluyla sabittir. Hz. Muhammed, Rasûl ve Peygamber olunca mâsun (masum) olur. Akıl bunu gerektirir. Çünkü, risaleti insanlara olduğu gibi ulaştıracak ve onlara onu açıklayacaktır. Onun için, Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Sana Kitabı indirdik ki insanlara indirileni açıklayasın.” (Nahl:44)

SÜNNET VAHİYDİR

Evet Rasûlullah (s.a.v)’in sözleri, amelleri ve susması olan sünnet vahiydir. Ondan dolayı, Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“İnmekte olan yıldıza and olsun ki arkadaşınız (Muhammed) hiç sapmadı ve azmadı, o hevesinden konuşmaz. O ancak vahydir ve kendisine vahy edilir, onu müthiş kuvvetli olan biri öğretti.” (Necm:1-5)
Bu ayette “vahy” kelimesi geneldir, sadece Kur’an’la tahsis edilmedi. Her konuştuğu vahy olur. Rasûl’ün konuştuğu ise sadece Kur’an değil, Hadis-i Şerif’i de vardır. Onun için, “arkadaşınız Muhammed hiç sapmadı” dedi. Bu bir pekiştirmedir, Muhammed’in hiç sapmadığını gösterir. Ondan dolayı başka ayette şöyle buyurdu:
“De ki; ancak benim Rabbımdan bana vahy edilene uymaktayım.” (A’raf:203)
O zaman Rasûl’ün ameli vahydir. Çünkü vahy’den başka şeye uymaz. Başka ayette:
“De ki; sizi ancak vahy ile uyarırım.” (Enbiya:45)

Rasûl’ün uyarması vahy ile olur. Bütün uyarıları vahydendir. Kendisinden değildir. Uyarıları sadece ayetler değildir, hadisler de var. Orada çok uyarılar geçiyor. Böylece, Rasûl’ün sözü ve ameli vahy olur. Nitekim Rasûl’ün, vahye muhalif olana karşı susması düşünülemez. Bu halde susması da vahyden olur. Şu var ki; Allahû Teâlâ Rasûl’ün bütün getirdiğine uymamızı istedi ve bütün nehylerden vazgeçmemizi de istedi. Şöyle buyurdu:
“Rasûl size ne getirdiyse onu alın, size ne nehyettiyse onu bırakın.” (Haşr:7)
Burada ifade geneldir. Sadece Kur’an’la tahsis edilmedi (özelleştirilmedi). O zaman sünneti de kapsıyor. Çünkü, Rasûl Kur’an’la beraber sünneti getirdi. Onun için Rasûl’e itaat olur. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Kim Rasûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisa:80)

Rasûl’e itaat, Allah’a itaat sayılırsa, Rasûl’ün sözü ve ameli Allah’tan bir vahy olur. Yoksa, Rasûl kendi hevesinden konuşursa veya hevesine ve aklına göre amel edecekse, ona itaat Allah’a itaat olarak sayılmayacaktır. Bunu pekiştiren başka ayet var:
“De ki; Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin.” (Ali İmran:31)
Ayette geçen (Bana uyun), Rasûl’ün söz olsun, amel olsun bütün emirlerine uyun demektir. Burada yalnız Kur’an’ı kasdetmiyor, Rasûl’ün sünnetini daha fazla kastediyor. Allah’ı sevmek, O’nun sevgisini kazanmak ve O’nun affını da kazanmak, Rasûl’e uymakla gerçekleşir. Bunun manası; Rasûl, Allah’ın vahy ettiğine göre konuşur ve amel eder. Rasûl, buna bir sözle veya bir amelle muhalefet edecekse, Allahû Teâlâ, mutlak şekilde ona uyun demeyecektir. Öyleyse, Rasûl’ün sünneti vahyden başka bir şey değildir. Bu ayetlerden başka bir şey anlaşılmaz…

Bu ayetler ve diğer ayetler de, Rasûl (s.a.v)’in müçtehid olduğuna dair iddiayı çürütüyor ve o iddiayı ortadan kaldırıyor. Çünkü, müçtehidin sözü vahy olmadığı gibi bize söylediği şey yanlış da olabilecektir. Çünkü, müçtehid yanlış içtihad yapabilir. Aynı anda, müçtehidin görüşüne uyabilir, onun görüşü terk de edilebilir ve başka müçtehidin görüşüne gidilebilir. Bu konu da, delilin kuvvetliliğine, bunun sağlam ve derin şekilde anlaşılmasına göre hareket edilir. Böylece içtihad, şerî deliller için bir insanın anlayışıdır. Çünkü, içtihadın manası, şerî hükümleri anlamak için zannına galibi gerçekleştirmek üzere son zihni çaba sarfetmektir. Müçtehidin şerî delillerden çıkarttığı hüküm kesin olmaz, zanni olur. Müçtehid, bir şeyin haram veya helâl olup olmadığını anlamaya çalışır. Bir şeyi helâl kılamaz veya haram da kılamaz. Böylece, kendisi teşri edici (kanun koyucu) değildir. Fakat, Rasûl (s.a.v) bir şeyi haram kıldığı gibi helâl de kılıyor. Yani; teşri edicidir. Çünkü, Kur’an onu öyle niteledi. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Allah’a ve Kıyamet Günü’ne inanmayanlarla, Allah’ın Rasûlü’nün haram kıldığını haram olarak kabul etmeyenlerle savaşın.” (Tevbe:29)

Bu ayet Rasûl’ün sözleri, amelleri ve bir şeye karşı susması olan sünnetin, bir teşri kaynağı olduğunu kesin şekilde gösteriyor. Teşri ancak vahydir. Böylece, bu ayet sünnetin Allahû Teâlâ’dan bir vahyle geldiğini gösterir. Bundan başka bir şey anlaşılmaz. Çünkü, teşri kaynak, sadece Kur’an olsaydı, “Allah’ın ve Rasûlü’nün haram kıldığını…” denilmeyecekti. Sadece, “Allah’ın haram kıldığını…” denilecekti. Bu delâlet ediyor ki, Rasûl’ün haram kıldığını haram olarak kabul etmeyenlerle savaşmak gerekir. Zira Allahû Teâlâ, Rasûl’ün hükmünü yani verdiği emir veya söylediği şeyi kabul etmeyen kişinin mü’min olmayacağını gösterdi. Şöyle buyurdu:
“Hayır, Rabbına and olsun ki aralarında çıkan ihtilaf ve sorunlarda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hüküm hakkında nefislerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (ona) tam manasıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisa:65)

İşte Rasûl, müçtehid veya düşünür veyahut dahi olsaydı; O’na muhakeme olunmak ve onun verdiği hükme herhangi bir şüphe ve sıkıntıyı nefiste meydana getirmeden tam teslimiyetin gösterilmesi istenmeyecekti. Çünkü, müslüman müçtehidin içtihadına uyarken tam teslimiyet göstermez. Sadece, galib-i zanna uyar. Diğer müçtehidlerin içtihadlarının yanlış olduğunu kabul ederken doğru olabileceği ihtimalini de düşünür. Onun için, başka müçtehidin içtihadına da uyabilir. Fakat, Rasûl’ün hükmünden vazgeçip diğer müçtehidin içtihadına uymak caiz değildir. Bu nedenle, bir adam, Rasûl’ün hükmünü reddedip Ömer’in yanına gidip Ömer’in içtihadıyla muhakeme olmak isteyince Ömer, onun kafasını vurdu. Bunun akabinde yukarıdaki ayet nazil oldu. Rasûl, Ömer’in yaptığını onayladı. Çünkü bu adam, Allah’ın vahyi olan sünneti reddetti. Kur’an, Rasûl’ün hükmünü reddedenleri zalim olup mü’min olmadıklarını bildirdi. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Aralarında hükmetmek için onlar Allah’a ve Rasûl’e çağırıldıkları zaman görürsün ki onlardan bir kısmı yüz çevirirler.” (Nur:48)

Ve şöyle ekledi:
“Hak, kendilerine ait olunca buna boyun eğerek gelirler. Bunlara ne oluyor ki, kalplerinde hastalık mı var, yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah ve Rasûlü’nün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır doğrusu onlar zalim olanlardır.” (Nur:49-50)
Allah’ın hükmüyle beraber Rasûl’ün hükmünü kabul etmeyenler yani Kur’an’la beraber sünneti kabul etmeyenler, ya kalplerinde hastalık olan ya da imanlarında şüphe bulunan yahut Allah ve Rasûlü’nün kendilerine zulmedeceklerinden korkan kişilerdir. Bu üç sınıf mü’min değildir. Zira Allah ve Rasûlü’nün hükümlerini kabul edenler yani Kur’an ve sünnetle muhakeme olanların mü’min oldukları gösterildi. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Mü’minler aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlü’ne çağırıldıkları zaman ancak; İşittik ve itaat ettik, derler. İşte felaha kavuşanlar bunlardır.” (Nur:51)
Böylece Allahû Teâlâ, kendisine itaatı daima Rasûlü’ne itaatla beraber gösterir. Allahû Teâlâ bir çok ayette Rasûl’e itaat ve ona uymak üzerine dururken, Rasûl’e itaat ve muhakeme olunmayı kendisine itaat ve muhakeme olunmaya bağlarken yaptığı böyle te’kit (takviye etme) ve pekiştirme ile, Rasûl’den meydana gelecek her hususun vahy’den başka bir şey olmadığı anlaşılır. Müçtehid olsaydı veya yalnız itaati vacib olan idareci olsaydı, böylece kendi hükmüyle beraber onun hükmüne uymayı gerektirmeyecekti. Ayrıca, Rasûl’e itaat veya çekişme olursa Rasûl’e bu konu götürülmeyecekti, sadece Allah’a götürülecekti. Çünkü, idarecilerle ihtilaf ettiğimiz ve çekiştiğimiz zaman Allah ve Rasûlü’ne bunu götürüyoruz. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Rasûlü’ne ve sizden olan ulûlemir’e (idarecilere) itaat edin, eğer bir şey hakkında çekişirseniz ve gerçekten Allah’a ve Kıyamet Günü’ne inanmışsanız onu (çekişme sebebi olan konuyu) Allah’a ve Rasûlü’ne götürün.” (Nisa:59)
Allah (c.c); Allah’a Rasûl’e ve bizden olan idarecilere itaatı emrederken, “çekişme olunca idarecilere götürün” demedi. “Allah’a ve Rasûlü’ne götürün” dedi. Bunun manası; idareciler; teşri edici değil, sırf işleri yürütenlerdir. Ayrıca Allah’ın ve Rasûlü’nün hükümlerine göre işlerini yürütürler. Çünkü, çekişmeler olunca Allah’a ve Rasûlü’ne gideriz. Yani Kur’an ve Sünnet’e çekişme konusunu götürürüz. Bu götürme işi, Allah’a ve Kıyamet Günü’ne inanmaya dayandırıldı. Yani Allah’a ve Rasûlü’ne çekişme konusunu götürmek imandandır. Ayrıca Allahû Teâlâ, Rasûl’e uymanın hidayete ermek olduğunu gösterdi:
“De ki, Allah’a itaat edin, Rasûl’e itaat edin, eğer yüz çevirirseniz Rasûl’e ancak kendisine yükletilen husus düşer, size de yükletilen husus (iman ve Allah’a ve Rasûlü’ne itaat) düşer. Eğer Rasûl’e itaat ederseniz hidayete erersiniz ve Rasûl’ün üzerine düşen husus ancak açık şekilde tebliğdir.” (Nur:54)

İşte (Eğer Rasûl’e itaat ederseniz hidayete erersiniz) buyurdu. Öyleyse, ona itaat etmezsek delalete (sapıklığa) düşeriz. Rasullullah bu ayeti tasdik ederek şöyle buyurdu: “Size öyle iki şey bıraktım ki, bunlara bağlanırsanız hiç sapmazsınız, bunlar ise; Allah’ın Kitabı ve benim Sünnetimdir.”
Şu var ki, Allah ve Rasûlü bir hüküm verirlerse mü’minler buna muhalefet etmeyecekleri gibi başka seçeneklerinin bulunmadığını gösterdi. Halbuki Rasûl’ün hükmü bir içtihad olsaydı mü’minler başka müçtehidlerin içtihadına uyabileceklerdi. Yani başka seçenekleri olacaktı. Çünkü, müçtehidin içtihadı bir seçenektir. O zaman Allahû Teâlâ Rasûl’e o kadar itaat ve uymayı niye gerektiriyor, bunu pekiştiriyor ve kendisine itaata bağlıyor?! Halbuki, müçtehid olsaydı ona isyan delalet (sapıklık) sayılmayacaktı. Belli bir müçtehidin görüşüne uymamanın sapıklık olduğunu hiç bir kimse iddia edemez. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Allah ve Rasûlü bir husus için hüküm verirlerse, artık mü’min erkek ve kadına o hususu kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne isyan ederse apaçık bir delalete (sapıklığa) düşmüş olur.” (Ahzab:36)

Cehş’in kızı Zeynep, Harise oğlu Zeyd’le evlenmeye dair Rasûl’ün emrini reddetti. Kardeşi olan Cehş’in oğlu Abdullah da bu evliliğin yapılmasını reddetti. Fakat bu ayet nazil olunca hemen Zeynep ve Abdullah, isteyerek Rasûl’ün emrine uydular. Çünkü Rasûl’ün emrinin Allah’tan bir vahy olduğunu anladılar. Ayrıca bu emir, kesindi. Zira bu emir, Zeyd’i kendilerine sevdirmek veya seçtirmek için değildi. Başka ayette, Allah (c.c), Rasûl’ün emrinden yüz çevirenlerin münâfık olduklarını bildirdi. Şöyle buyurdu:
“Onlara; Allah’ın indirdiği ve Rasûl’e gelin denilince münafıkların senden tam şekilde yüz çevirdiklerini görürsün.” (Nisa:61)

Allah’ın indirdiği Kur’an’dır. Fakat bununla yetinmedi, onunla beraber Rasûl’e çağırdı. Rasûl’ü temsil eden ise Sünnet’tir. Sadece Kur’an’a uymanın gerekli olduğu anlaşılmasın diye Sünnet’e uymanın da gerekli olduğunu bildirdi. Uymayan veya bunlardan (Kur’an ve Sünnet’ten) yüz çevirenlerin münafık olduklarını bildirdi. Böylece, İslâm’ın iki kaynağının var olduğu belirtti. Fakat, Kur’an Cebrail (a.s) yoluyla direkt Rasûl’e indirildi. Sünnet ise, bazen Cebrail yoluyla vahy ediliyordu, bazen Rasûl rüya görüyordu, bazen de Allah, Rasûlü’ne bir şey söylemeyi veya amel etmeyi ilham ediyordu. Şu var ki; Kur’an hem söz olarak hem mana olarak Allah’tandır. Hadis-i Şerif; mana Allah’tan, fakat söz Rasûlullah’tandır. Ondan dolayı, indirdiği Kur’an’la beraber Rasûl’e uymayı gerektirdi. Rasûl’ün emrine muhalefet etmekten sakındırdı. Muhalefet edenleri elemli bir azabla tehdit etti, şöyle buyurdu:
“Rasûl’ün emrine muhalefet edenler sakınsınlar ki başlarına bir belâ gelebilir veya elemli bir azaba uğrayabilirler.” (Nur:63)

Rasûl, müçtehid olsaydı emrine muhalefet edilebilirdi. Çünkü, başka müçtehidin görüşüne uyulabilir.

SÜNNET, KUR’AN GİBİ ŞERİ KAYNAKTIR

İşte; bu deliller, Sünnet’in Kur’an gibi kesin şekilde bir teşri (şeriatın bir kaynağı) olduğunu gösterir. Buna muhalefet etmenin elemli bir azabı gerektirdiğini de gösterir. O halde, kanunlarımızı Kur’an’dan çıkarttığımız gibi Sünnet’ten de çıkartırız. Fikirlerimizi ve görüşlerimizi de Kur’an’dan aldığımız gibi Sünnet’ten de alırız. Çünkü, Kur’an ve Sünnet, teşri (kanunlar) için birer kaynak olduğu gibi fikir için de birer kaynaktır.

Şu var ki, Sünnet’i sahih rivayetler yoluyla almalıyız. Rivayet, sağlam olmayınca veya Kur’an’a ters düşerse onu reddederiz. Bu hususa büyük itina ve özen göstermeliyiz. Zayıf veya yalan rivayeti kabul etmeyiz. Çünkü değindiğimiz gibi Sünnet bizim için bir kaynaktır. İstediğimiz menfaatı elde etmek amacıyla bir görüş uydurup onu desteklemek için Rasûl’ün söylemediği hadisi uyduramayız. Çünkü bu iş, Rasûl’e bir iftira olur ki onu söyleyen cehennemlik olur. Zira, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Kim benim hakkımda yalan söylerse kendi yerini cehennemde bulsun.” Böylece, sahih hadisten başkasını kabul edemeyiz.

SÜNNET’İN KUR’AN’LA ALAKASI VE ROLÜ
Şu konu da var: Sünnet’in Kur’an’la alâkası ve rolü. Bunu şöyle açıklarız: Sünnet, Kur’an’ın mücmel manasını açıklar. Yani, detaylarını gösterir ve açıklar. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Sana bu Kur’an’ı indirdik ki insanlara kendilerine indirileni açıklayasın.” Misal olarak; Kur’an’da namazla ilgili ahkâm mücmel olarak geçti. Sünnet ise namazın keyfiyetini, rekat sayılarını, vakitlerini, şartlarını ve onu bozan hususlarını açıkladı. Onun için, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Beni nasıl namaz kılıyor gördüyseniz öyle namaz kılınız.” Hacc da mücmel olarak geçti, detayları Rasûlullah (s.a.v) gösterdi. Şöyle buyurdu: “Haccla ilgili menasık (hususları) benden alın.” Buna benzer çok konu Kur’an’da mücmel olarak geçti, sünnet onun detaylarını açıkladı.

İşte bu, Sünnet’in birinci kısmıdır. Sünnetin ikinci kısmı ise, umumi (genel) lafzı tahsis etmek (özelleştirmek)’tir. Misal olarak, Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Allah size çocuklarınızın alacağı miras hakkında erkeğe kadının payının iki mislini tavsiye eder.” (Nisa:11)

Bu ayeti kerimede, her babanın miras bıraktığı ve her çocuğun varis olduğu belirtiliyor. Fakat bu, genel lafızdır. Sünnet ise, bunu bazı durumlarda tahsis etti. Yani bunun özel durumlarını gösterdi. Şöyle ki; Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Biz Peygamber olarak miras bırakmayız.” Bu özel durumdur. Onun için Rasûl’ün bıraktığı mirastan kızları bir şey alamadılar. Bu ayeti tahsis eden başka durumda var. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Katil mirasçı olmaz.” Bir kişi babasını öldürürse babasına varis olmaz. İşte, bu hadis ayeti bir durum için tahsis etti. Buna benzer genel ifadeli ayetler ve bu ayetleri tahsis eden hadisler var. Rasûlullah (s.a.v) müçtehid olsaydı, öyle tahsisler getirmezdi. Çünkü müçtehid tahsisler ve özelleştirmeler getirmez. Sadece Ku’an’ın genel ifadelerini ve bunları tahsis eden hadisleri bulmaya ve anlamaya çalışır. Nitekim, bu hadisler Rasûl’e Allah’tan vahy edildi. Mücmel ifadeli ayetlerin detaylarını açıklayan ayetler gibi. Bunlar da Rasûl’e vahy edildi. Bir içtihadın ürünü olamaz. Müçtehidin böyle yapmaya hakkı da yoktur. Ondan kabul edilmez. Bu detaylar ve o tahsisler içtihad ürünü olsaydı başka müçtehit tarafından değiştirilebilecekti. Böyle olsaydı Kur’an insanların elinde oyuncak olacaktı. Halbuki, insanların rolü sırf Kur’an’ı anlamak ve uygulamaktır. Ayrıca Rasûl, böyle tahsisler ve detayları nereden bilecekti? O hevesine göre bunları söylemez. Zira o zaman Kur’an’ın nassına ters düşer. Çünkü, Kur’an Rasûl’ün hevesine göre konuşmadığını gösterdi. Arapların adetlerinden de değildir. Araplar böyle şeyleri bilmezler. Ayrıca Arapların ve diğer insanların adetlerine uyulmaz. Çünkü Allahû Teâlâ bunu nehy (yasak) etti; şöyle buyurdu:
“Eğer, onlara Allah’ın indirdiğine (Kur’an’a) ve Rasûl’e (Sünnet’e) gelin denilirse şöyle derler; atalarımızın üzerine bulundukları şey bizim için kafidir. Peki, ya ataları hiç bir şey bilmeyen ve yolu şaşırmış olsalarda mı?” (Maide:104)

Ayrıca, böyle detaylar ve tahsisler başka dinlere bakarak da olmaz. Nitekim, diğer dinlere uymamız caiz değildir. Diğer din sahiplerinin dinimize uymaları gerekir. Çünkü dinimiz, o dinleri kaldırdı. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Sana bu Kitabı hakla indirdik, bu Kitap eski Kitapları tasdik ettiği gibi nesh ediyor (kaldırıyor). Öyleyse, Allah’ın sana indirdikleriyle aralarında hükmet, Hakkı bırakıp heveslerine uyma, her ümmet için ayrı ayrı şeriat ve yol gösterdik.” (Maide:48)
Sünnet’in üçüncü kısmına gelince; Kur’an’da mutlak ifadeli ayetler geçti. Rasûlullah (s.a.v), bu mutlak ayetler için kayıtlar (sınırlandırmalar) gösterdi. Misal olarak;
“Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin.” (Maide:38)

Bu ayet lafzı (ifadesi) mutlaktır. Rasûlullah (s.a.v), el kesmek için sınırlandırmaları gösterdi; bunlardan, “Çeyrek dinardan fazla çalınırsa el kesilir.” diye hadis söyledi. Bu sözün manası Allah’tan geldi. Fakat, ayet olarak gelmedi. Rasûl’ün gösterdiği kayıtlar (sınırlandırmalar) vahydir. Aynen, Rasûl’ün gösterdiği detaylar ve tahsisler gibidir.
Bunun dışında Sünnet’in başka bir kısmı var ki o, bir fer’i aslına ilhak etmek’tir. Şöyle ki; Rasûlullah (s.a.v) yeni bir şey söyler, fakat bunun aslı (temeli) Kur’an’da mevcuttur. Misal olarak; “Rasûlullah Hayber Günü’nde evcil eşeklerin etini, katırların etini, dişi kesici olan vahşi hayvanların etini ve tırnağı kesici olan kuşların etini haram kıldı.” diye hadis geçiyor. Bu haram kılınmış şeyler Kur’an’da geçmedi. Yeni teşri’lerdir. Fakat, Kur’an’da bunların temeli var. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“O (Peygamber), onlara temiz olanı helal ve pis olanı haram kılar.” (A’raf:157)
Bu ayet; Rasûlullah’ın (s.a.v), teşri edici olduğuna yani Sünnet’in şeriatın bir kaynağı olduğuna kesin bir delildir. Allahû Teâlâ, Rasûl’ü temiz olanı açıklayıp helâl kılar ve pis olanı da açıklayıp haram kılar diye niteledi. Böylece Rasûlullah (s.a.v) evcil eşeklerin ve katırların eti, dişi kesici olan vahşi hayvanların ve tırnağı kesici olan kuşların etlerinin pis olduğunu açıklayıp onları haram kıldı. Tıpkı, Kur’an’da Allahû Teâlâ’nın, leşin, domuzun etini ve kanın pis olduğunu açıkladığı ve haram kıldığı gibidir. Müçtehid veya düşünür bir şeyi haram veya helâl kılar mı? Elbette hayır. Bu şekilde, bu ayetle Rasûlullah (s.a.v)’in teşri edici olduğu yani Sünnet’in şeriatın bir kaynağı olduğu kesin şekilde anlaşılır. Bununla herhangi bir şüphe kalmaz. Ayetin tamamı şöyledir:
“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olarak buldukları o Rasûl’e ve o Ümmi Peygamber’e uyarlar. O Rasûl ki, kendilerine marufu emreder ve münkeri nehy eder. Onlara temiz olan şeyleri helâl ve pis olan şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyen, ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla beraber indirilen Nur’a (Kur’an’a) uyanlar, işte felaha erenler onlardır.” (A’raf:157)

Rasûl’ün, bir şeyi helâl ve haram kıldığı bu ayetle bildirildi. Bu Kur’an dışında olacak. Çünkü ayetin sonunda, “ve onunla beraber indirilen Nur’a (Kur’an’a) uyanlar” diye ayrıca Kur’an’dan söz etti. Bundan dolayı, Rasûl’ün getirdiği Sünnet’e inanmak gereklidir.
Rasûl, Kur’an’da hükmü geçmeyen kertenkele hakkında sorulunca şöyle cevap verdi: “Onu yemem ve onu haram kılmam.” Böyelece, Rasûl (s.a.v) kertenkeleyi temiz olan şeylere dahil etti. Halbuki, Rasûl kendisi onu sevmiyordu ve ondan hiç hoşlanmıyordu. Keza, Rasûlullah (s.a.v) tavşanı yemedi, fakat onun yenmesini sahabelere müsaade etti. Rasûl (s.a.v) vahy olmasaydı kertenkele etini ve tavşan etini haram kılardı. Çünkü, bunları hiç sevmiyordu ve onlardan hoşlanmıyordu.

Ayrıca, hükmü Kur’an’da geçmeyen başka konular hakkında hüküm verdi. Bunlardan; Rasûlullah (s.a.v), bir erkek, eşinin halasıyla veya eşinin teyzesiyle veya eşinin erkek kardeşinin veya kız kardeşinin kızlarıyla evlenemez diye bir yasaklık getirdi. Böyle evlilikleri haram kıldı. Bunların hükmü Kur’an’da geçmemesine rağmen Kur’an’da bunun aslı vardır. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“…ve iki kız kardeşle birlikte nikahlanmanız da size haram kılındı. Ancak daha önce yaptığınız evlilik müstesna.” (Nisa:23)

Rasûlullah (s.a.v)’in getirdiği yasaklık Kur’an’da geçmiyordu. Araplar da böyle bir yasaklılığı bilmiyordu. Rasûlullah (s.a.v) hevesine göre böyle yasaklık getiremez. Ancak, vahyin emrine göre bunu yapabilir. Bu Sünnet’in beşinci kısmıdır.
Sünnet’in altıncı kısmı ise; Kur’an’da hiç aslı geçmeyen yepyeni teşrileri getirmesidir. Misal olarak; “Üç senedir işletmeden toprağı elde tutmakta, hiç bir kimsenin hakkı yoktur.”, “İnsanlar şu üç hususta ortaktırlar. Su, mera (otlak yerleri) ve ateş’tir.” “Gümrük alan cennete giremez.” Bu ve buna benzer birçok hadisler var, Kur’an’da hiç aslı ve benzeri de yoktur. Araplar da böyle şey bilmiyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından da icad edilmeleri mümkün olamaz. İcad edilince şeriat olmaz. Çünkü, şeriatımızı Allah’tan alırız ve bu vahy yoluyla olur. Bu, lafız ve mana olarak Allah’tan gelen Kur’an yoludur. Sadece mana olarak Allah’tan gelen ise Sünnet yoludur. Sünnet, yol manası taşımasına rağmen Rasûlullah’ın sözü, ameli ve susması olarak tanınmıştır. Bir terim olarak kullanılmıştır. Onu kullanmak sakıncalı değildir. Rasûlullah (s.a.v) bunu kullandı, sahabeler de kullandılar. Ayrıca nafile namaza da Sünnet denildi. Aynı kelimeyi, bir kaç manada kullanmak sakıncalı değildir. Arapça’da bunun benzeri çoktur. Ruh kelimesi bir kaç manada kullanılır; hayat sırrı, Cebrail ve şeriat manalarıyla Kur’an’da kullanıldı. Ayrıca, Allahû Teâlâ ile alâkayı idrak etmeye de ruh denildi.

Böylece; Sünnet’in Allah’tan bir vahy olduğu anlaşılır. Fakat, Sünnet’le ilgili rivayet mütevatir olunca kesin şekilde vahy olur. Rivayet, mütevatir olmayıp haber-i ahad’la olunca zann-ı galip vahy olur. Haber-i ahad bir imam veya bir müçtehid tarafından sabit olmazsa kendisine göre zann-ı galip’le vahy olmuyor.

Şu var ki; Sünnet konusu yalnız şerî hükümlerle sınırlı değildi. Akaid’le ilgili fikirler meydana getirdi. Fakat, rivayet mütevatir olmayınca inanç olmuyor, sırf tasdik olur. Mütevatir olunca inanç olur, mücerret tasdik yetmez. Kur’an’da geçmeyip mütevatir hadislerde geçen akaid var. Bazı mü’minlerin Rasûlullah’la Cennet’te havd (havuz) diye adlandırılan yerde buluşmasıyla ilgili rivayetler mütevatirdir. Bu, bizim için inançtır. Bu hadisin Kur’an’da aslı yoktur. Mehdi, Mesih-i Deccal ve Kabir azabıyla ilgili rivayetler haber-i ahad olduğu için bu konular inanç hale getirilmez. Sadece tasdik edilir.

Yine Kur’an’da aslı olmayıp da gaib’le (gelecekle) ilgili hadisler var; bunlardan, “Kostantiniye’nin (İstanbul’un) fethiyle ilgili hadis gerçekleşti. Roma fethiyle ilgili hadis henüz gerçekleşmedi. Yine şu hadis de var; “Peygamberlik dönemi olup Allah’ın istediği zamana kadar sürecek ve sonra eriyecektir. Bundan sonra Peygamberlik yolu üzerine Raşid-i Hilâfet olup da Allah’ın istediği zamana kadar sürecek ve sonra eriyecektir. Ondan sonra ısırıcı Krallık olup da Allah’ın istediği zamana kadar sürecek ve sonra eriyecektir. Ondan sonra, Cebriyeci (diktatörlük) olup da Allah’ın istediği zamana kadar sürecek ve eriyecek. Bundan sonra Peygamberlik yolu üzerine Raşid-i Hilâfet olacaktır.” Bu hadis, gelecekle ilgilidir. Dört dönem gerçekleşti, şu anda dördüncü dönem olan diktatörlük hükmü altındayız. Beşinci dönem olan Peygamber’in yolu üzerine yürüyecek Raşid-i Hilâfet’in kurulmasını beklemekteyiz. İşte, bu ve buna benzer gaible ilgili hadisler hiç maharetli bir müçtehid veya aydın bir düşünür veyahut dahi bir siyasetçi tarafından tahmin edilemez. Nitekim bunlar tahmin değil, kahin olmayan ve ilmini vahyden alan değerli bir Rasûl’ün sözüdür. Zaten, Allahû Teâlâ Rasûlü’ne bazen gaible ilgili haberler bildireceğini açıkladı. Şöyle buyurdu:
“Allah gaib’in (geleceğin) alimidir, gaib’i kimseye göstermez, ancak razı olduğu Rasûl’e gösterir. Çünkü Allah onun önüne ve arkasına gözleyici dizer.” (Cinn:26-27)
Bu da Rasûl’e bir şeyi bildirmesi için ilham edileceğine dair bir delildir.

Yine, vahy rüya yoluyla gerçekleşebilir. Rasûl (s.a.v) Allah’ın kendisine gösterdiği rüya yoluyla Mekke’ye gireceğini müslümanlara müjdelemişti. Allah, bunu gerçekleştirdi. Bunun için şu ayeti indirdi:
“Mescid-i Haram’a gireceğinize dair Rasûl’ün rüyasını Allah gerçekleştirdi.” (Fetih:27)
Eski Peygamberlere de rüya ile vahy ediliyordu. Kur’an, Hz. İbrahim’in rüyasını şöyle anlatıyor:
“Ey oğlum, seni keseceğime dair rüya görüyorum. (İsmail); ey babacığım, emredildiğini yerine getir.” (Saffat:102)

Cebrail, bedevi suretiyle de ayet getirmeden Rasûlullah (s.a.v)’in yanına geliyordu. Nitekim bir seferinde Rasûl’e sahabeler arasındayken iman ve ihsan hakkında sordu. Cebrail gittikten sonra sahabeler Rasûlullah’a bu adam hep seni tasdik ediyor, kim di? diye sorunca, Rasûlullah (s.a.v) O, Cebrail idi. Size, sizin dininizi öğretmeye geldi. Ayrıca Kıyamet Günü hakkında Cebrail Rasûlullah’a sorunca, Rasûl “Sorulan kişi sorandan bunun hakkında daha bilgili değildir.” diye cevap verdi. Ayrıca Cebrail, Rasûlullah’a namaz kılma keyfiyetini öğretti. Her namaz vaktinin başlangıcında ve sonunda ikişer defa gelip kıldı. Böylece namazın beş vaktinin başlangıçlarını ve sonlarını öğretti. Rekatların sayısını da öğretti. Bunlar, Rasûl’ün icadı değildi. Bunu aklından çıkartmadı. Sabah namazının farzı iki rekat, öğlenin farzı dört, ikindi dört, akşam üç ve yatsı dört rekattır. Niçin böyledir?! Halbuki böyle sayılar Kur’an’da geçmedi…

Sahabe, bir şey hakkında itiraz ettikleri zaman, vahyden olup olmadığını soruyorlardı. Bu genellikle ahkâmı uygulamakla ilgili olup uslûplarda oluyordu. Rasûlullah (s.a.v), fikir beyan ediyor veya bir amelin hükmünü gösteriyordu. Allah ve Rasûlü, her konunun hükmünü (düşüncesini) gösteriyorlardı. Ayrıca her hükmün (düşüncenin) uygulama keyfiyetini (metodunu) gösteriyordu. Sahabe, bu uslûpları görünce görüşlerini aktarıyorlardı. Fakat, vahyden bir uslûp gelip gelmediğini soruyorlardı. Bu meseleler savaş, fen ve ilimle ilgili konular oluyordu. Bunlardan uygun olanı seçmek gerekir.

BAZI ÖRNEK MESELELER:

Bedir suyunun arkasında konakladılar. El-Habab b. El-Munzir adlı bir sahabe Rasûl’e şöyle sordu: “Bu konaklama Allah’tan bir vahiyle mi gerçekleşti? O zaman ne ileri gideriz ne de geri döneriz. Yoksa, görüş gösterme, harp sanatı ve hile kurma meselesi midir?”
Rasûlullah (s.a.v); “Hayır, görüş gösterme, harp sanatı ve hile kurma meselesidir.”
El-Habab; “Öyleyse bu konaklama uygun değil. Suyun önüne gidip düşmanların sudan içmelerini engelleyelim.”
Rasûlullah (s.a.v) bu görüşü kabul etti ve uyguladı.

Bu vakıa, stratejik uslûplarla ilgilidir. Rasûlullah (s.a.v), bunu kabul edince, bizim için şerî delildir ki, stratejik uslûplarda doğru görüş kabul edilir. Bu, şûra konusunu açıklar. Çünkü Allahû Teâlâ: “Onlarla işlerde danış.” (Ali İmran:159) buyuruyor. Fakat bu, mücmeldir; detayları açıklanmadı. Rasûlullah (s.a.v), böylece bu vakıada şûranın detaylarının bir kısmını göstermiş oldu. Onun için, “Rasûlullah (s.a.v) önce içtihad etti, sonra bir sahabe onu düzeltti” denilemez. Burada, içtihad yoktur. Ancak, şûrayı uygulamak vardır. Çünkü Allah Rasûlü’ne; “Onlarla işlerde danış” dedi.

Rasûlullah (s.a.v), Hendek Vakıasında sahabeleriyle danıştı. Salman El-Farisi (r.a) hendek kazmak görüşünü gösterdi. Rasûlullah (s.a.v), hemen onu kabul etti ve bu işi yaptı. Böylece, stratejik uslûplarda şûra yapılıp doğru olan görüş kabul edilir.

Hurma ağaçlarının aşılanması konusunda, Rasûlullah (s.a.v)’in bu ilmi konuda görüş söyleyerek bunun yapılmasını neyh etti. Hurma ağaçları meyve vermeyince Rasûlullah (s.a.v) şöyle dedi: “İşte, bu hususlar dünya işlerinizdir. Siz bunları daha iyi bilirsiniz.” Rasûlullah (s.a.v), böyle yapıp söylemekle müslümanlara bir şey öğretmek istedi. İlmi konular, insanların görüşüne bırakılır. Bunda doğru söyleyen kişinin görüşü geçerlidir.

Uhud Savaşında,Rasûlullah’ın görüşü Medine’de düşmanlarla karşılaşmaktı; Rasûlullah (s.a.v) müslümanlara danıştı, çoğunluk Medine’nin dışına çıkıp düşmanlarla karşılaşmayı istedi. Rasûlullah (s.a.v) görüşünden vazgeçip çoğunluğa uydu, hatta müslümanlar Rasûlullah (s.a.v) kendi görüşünden vazgeçip kendi görüşlerine uyduğunu görünce, kendi görüşlerinden vazgeçerek Rasûl’ün görüşüne uymak istediler. Rasûlullah (s.a.v), bunu kabul etmedi, onların görüşüne uyup orduyu düşmanlarla karşılaşmak için Medine’nin dışına çıkarttı, Uhud mevkiinde konakladı.

Bu hâdise incelenirse, içtihad konusu görülmez. Çünkü Cihad, Medine’nin içinde de, dışında da olur. Bu konu müslümanlar, işlerine uygun olanı yaparlar, işin menfaatini gözetmeye çalışırlar, işin menfaatı hususunda çoğunluk görüşüne uyulur. Hangisi daha faydalı; Medine’de savaşmak yoksa dışında mı savaşmak? İşte, Rasûlullah’ın o vakıada davranışı delil oldu.

Hudeybiye Vakıasında Rasûlullah (s.a.v) Kureyş’le belli bir müddet için sulh (barış) yapmak istedi, anlaşma yaptı. Müslümanların çoğu buna itiraz ettiler. Hatta Ömer (r.a) da itiraz etti. Fakat Rasûlullah (s.a.v), bunun vahyden olduğunu açıklayınca müslümanlar sustular.

İşte, Rasûlullah (s.a.v)’in yukarıda geçen vakıalardaki tutum ve hareketleri örnektir. Raşid Halifeler de böyle davrandılar. Böylece stratejik uslûplar, ilmi ve fenni konularda doğru görüş kabul edilir, çoğunluğa bakılmaz. İşin menfaatı konusunda çoğunluğa uyulur, doğru olup olmadığına bakılmaz. Bir mesele için şerî hüküm benimsemek isteniyorsa çoğunluğa bakılmaz, şerî delilin kuvvetliliğine ve sağlamlığına bakılır. Bunların hepsi şûra için Rasûlullah’ın gösterdiği detaylardır.

Bazı kişiler; Bedir esirleri, ölen münafıklar üzerine cenaze namazı kılmak, savaşa gitmek istemeyene izin verme ve bir âmâya yüzünü asmak ve buna benzer meselelerin Rasûl’ün birer içtihadları olduğunu zannederler.

Bedir esirleri meselesinde; Rasûlullah (s.a.v) Bedir Vakıasında hemen esirleri alalım mı, yoksa çok katl (öldürme) işi gerçekleştikten sonra mı esirleri alalım, diye sahabelere danıştı. Çünkü iki şerî hüküm vardı. Bunlar daha önce nazil olmuştu. Hemen esirler alınabilir ve çok öldürme işi gerçekleştikten sonra alınabilir. Fakat, bu vakıada hangi hüküm daha uygun veya hangisi daha evlâ, seçme konusu var. Ebu Bekir (r.a)’ın görüşü; hemen esirleri alalım. Ömer (r.a)’ın görüşü; önce çok öldürme işi yapalım sonra esirleri alalım. Rasûlullah (s.a.v), Ebu Bekir’in görüşünü uygun gördü ve onu uyguladı. Bunun akabinde, Allahû Teâlâ şu ayeti indirdi:
“Yeryüzünde savaşırken düşmanı yere sermeden esir almak hiç bir Peygamber’e yaraşmaz.” (Enfal:67)

Burada, Rasûlullah (s.a.v) içtihad etti sonra Allah onu düzeltti, konusu yoktur. Çünkü, içtihad hükmü bilinmeyen hususun hükmünü şerî delillerden çıkartma meselesidir. Burada, bu mesele hakkında şerî hükümler biliniyor. Fakat, bu vakıa için hangisi daha uygun veya hangisi daha evlâdır seçme meselesidir. Rasûlullah (s.a.v), daha uygun olanı veya daha evlâ olanı seçmeyebilir. Bizim için, bu şerî mesele oldu ki o daha evlâ ve daha uygun olanı arayıp seçmektir. Şu var ki Rasûlullah (s.a.v), bundan sonra bir çok vakıalarda çok öldürme işi yapmadan esirler aldı. Allahû Teâlâ, Rasûlü’ne bunu daha evlâ olup olmadığına hakkında ayetle indirmedi. Öyleyse, diğer vakıalarda esir alınabilir ve evlâ olan da oydu. Ve sadece Bedir Vakıasında önce esirleri almak daha uygun veya daha evlâ değildi. Çünkü o, kafirlerle ilk önce savaştı. Orada kafirleri korkutmak gerekirdi.

Ölen münafıklar üzerine cenaze namazı kılma meselesine gelince; Rasûlullah (s.a.v) onların üzerine cenaze namazı kılıyordu. Münafık Abdullah b. Ubey ölünce Ömer (r.a), ölen münafıklar üzerine Rasûl’ün namaz kılmasına itiraz etti. Bunun akabinde Allahû Teâlâ şu ayeti indirdi:
“Onlardan (münafıklardan) kim ölürse onun üzerine cenaze namazı kılma, onun kabri başında durma (cenazeye katılma). Onlar; Allah ve Rasûlü’nü kabul etmiyorlar, kafir oldular. Ayrıca fasık (dinden çıkmış) olarak öldüler.” (Tevbe:84)

Burada da Rasûlullah içtihad yapıp yanıldı ve Allah onu düzeltti, konusu yoktur. Çünkü, daha önce onların cenaze namazlarını kılıyordu. Bu vakıadan sonra yasaklandı.

İçki meselesi de böyle değildi. Bir vakıadan sonra Ömer (r.a) Rasûl’e gelip içki konusunu şikayet etti, Allah’ın bunu haram kılmasını diledi. Allahû Teâlâ, bir ayet indirip içkiyi haram kıldı.

Tebuk Vakıasında ise; bazı kişiler savaşa gitmemek için bahane göstererek Rasûlullah’tan izin istemeye geldiler. Rasûlullah onlara izin verdi. Allahû Teâlâ, şu ayeti indirdi:
“Allah, seni affetsin, doğru söyleyenler sana açıkça belli oluncaya ve yalan söyleyenleri de bilinceye kadar niçin onlara izin verdin?” (Tevbe:43)
Burada da içtihad yoktur. Sadece bir vakıa için daha evlâ olanı seçme konusu vardır. Tebuk Vakıası Rasûlullah’ın hayatında son savaştı. Daha önce, izin verme müsaadesiyle ilgili ayet nazil olmuştu. Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Bazı işleri için senden izin istedikleri zaman onlardan dilediğine izin ver.” (Nur:62)

Buna göre, Rasûlullah (s.a.v) istediği zaman istediği kimseye izin veriyordu. Tebuk Vakıasında bunu uygulayınca Allahû Teâlâ daha evlâ olanın onlara izin vermemek olduğunu Rasûl’e bildirdi.

Bir âmâ’ya (kör’e) yüzünü asma vakıasında da içtihad yoktur. Rasûlullah (s.a.v) herkese tebliğ etmekle emr olundu; bununla ilgili bir çok ayet vardır. Rasûlullah (s.a.v) Kureyş’in liderlerine tebliğ ederken kör bir adam geldi, Rasûlullah’tan İslâm’ı öğrenmek istedi. Rasûlullah (s.a.v) o anda başkalarıyla konuşuyordu ve bunların müslüman olmalarını diliyordu. O anda kör adamın gelmesi Rasûlullah’ı rahatsız etti. Onun için Rasûlullah (s.a.v), yüzünü (suratını) astı. Allahû Teâlâ Rasûl’ün durumunu şöyle gösteriyor:
“Surat astı ve yüz çevirdi. Kendisine o kör geldi diye. Nereden bilirsin belki o temizlenip arınacak? Yahut o öğüt alacaktı da o öğüt kendisine yarar sağlayacaktı. Kendisini zengin görüp tenezzül etmeyene gelince, işte sen ona yöneliyorsun. Oysa onun arınmasından sana ne? Fakat koşarak sana gelen, Allah’tan korkarak gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır bu, (Kur’an) bir hatırlatmadır, dileyen onu düşünüp öğüt alır.”(Abese:1-12)

Burada da içtihad konusu yoktur. Allahû Teâlâ, Rasûlü’ne, “Bu Kur’an bir hatırlatmadır, dileyen onu düşünüp kabul eder, ondan dolayı kör adamı da ihmal etme. Bu adam o kibirli kişilerden daha efdal (iyi) olabilir. İşte burada daha evlâ olan bu kör adama öğretmektir; durum ne olursa olsun” diye bildirdi.

İşte, bu vakıalarda, Rasûlullah’ın içtihad yaptığına dair herhangi bir işaret yoktur. Bu da, şeriatça ve aklen doğru değildir. Çünkü, o vahye muhataptır. Bu vahy ya Allah’tan lafız ve mana olan Kur’an olur, ya da mana Allah’tan, lafız, amel ve susma Rasûlullah’tan olur ve buna Sünnet denilir. Zaten, hükmü bilinmeyen yeni husus hakkında Rasûlullah (s.a.v) hiç bir şey demiyordu, vahy bekliyordu. Ya ayet gelirdi ya da rüya görür yahut da ilham edilirdi.

Müçtehid olsaydı, hükmü bilinmeyen husus için içtihad yapardı. Meselâ, bir kişi gelip karısının bir adamla zina yaptığını gördüğünü söyledi, kendisinden başka şahid yoktu. Zira, zina için dört şahid gerekir. Hatta, yalnız bir kişi şahid olursa zina iftirasında bulunma cezasını alır. Buna rağmen, karısı zina yapmış olup kendisinden başka şahid bulamayan kocanın iftira eden olup olmadığı ve hükmü ne olduğu hakkında Rasûlullah (s.a.v) vahyden haber bekledi. Allah, bununla ilgili ayetler indirdi.

Yine bir kadın Rasûlullah’a gelip bir meselenin hükmünü tartıştı. Bu mesele; kocası kendisine “Sen benim anam gibisin.” demişti. Rasûlullah (s.a.v) vahyden hüküm bekledi ve öyle cevap verdi.

Rasûlullah (s.a.v) müçtehid olsaydı bu meseleleri düşünüp bir hüküm verirdi. Fakat, kendisi öyle değildi. O (s.a.v) vahyden haber bekler, ya ayet nazil olur, ya rüya görür ya da kendisine ilham edilirdi.

Rasûlullah (s.a.v); “Bir kadınla evlenmeyle emr edildiğim zaman onu Cebrail bana rüyamda gösterir.” derdi. Bunun için Hz. Muhammed (s.a.v) İslâm’dan önce evlâtlık edindiği Zeyd’in karısı olan Zeyneb’le kocası boşadıktan sonra evleneceğine dair rüya gördü. Rasûlullah bu rüyayı kimseye anlatamadı, çok çekindi. Çünkü, Zeyd onun evlâtlığı idi, kimse evlâtlığının yani oğlunun boşanmış karısıyla evlenemezdi. Büyük ayıptı. Fakat Allahû Teâlâ evlât edinmeyi haram kılmak istedi ve artık evlâtlık edilenlerin gerçek evlâtlar olmadığını da göstermek istedi. Bu işi Rasûl’ü üzerinde uygulamak istedi. Kur’an bu konuya şöyle değindi:
“Allah’ın açığa vuracağı şeyi (daha önce gördüğün rüyayı) içinde gizliyorsun. İnsanlardan çekiniyorsun. Oysa asıl kendisinden çekinilmeye lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki bundan böyle evlâtlıkları, kadınlarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir sakınca olmasın.” (Ahzab:37)

Rasûlullah’ın şahsi adetlerine gelince; müslümanlar ona uymak zorunda değildirler. Yürüyüş, oturuş, kalkış şekilleri ve buna benzer hususlar, Rasûlullah’ın şahsi adetlerindendir. Bunları uygulamak için kimseye emir vermedi ve kimseyi teşvik etmedi.

Böylece, Rasûlullah’ın sözü, ameli ve bir şeye karşı susması olan Sünnet’in, Allah’tan vahy olduğu kesinleşir, bunda herhangi bir şüphe yoktur. Ayetler bunu kesin şekilde gösterdi. Bu ayetleri başka şekilde te’vil etmek büyük günahtır. Ayetler aynen olduğu gibi anlaşılmalıdır.

Bazı kişiler, “Sünnet Rasûl’ün bir içtihadı olup Rasûl yanılınca Allah onu düzeltiyordu, ona rağmen biz Rasûl’e uyarız. Çünkü Allah bizden ona uymamızı istedi.” derler. Öyleyse niye Allah, Rasûl’e uymayı zorunlu kıldı?! Rasûl’ün Sünneti’nin bir özelliği var demek ki, işte bu özellik Sünnet’in vahy olmasıdır.

İçtihad olsaydı, bu Sünnet’e uymayı zorunlu kılmazdı. Rasûl ile diğer müçtehidler arasında fark olmayacaktı. Nitekim, içtihad yeni şeylerde yani hükmü bilinmeyen şeylerde olur. Rasûlullah’ın yeni şeylerin hükmünü vahyden beklediği görüldü.

Bazıları, “Öyleyse niye Buhari filan hadisleri almadı, niye Müslim filan hadisleri almadı, bir müçtehid bir takım hadisleri kabul ediyorken, aynı hadisler başka bir müçtehid tarafından reddediliyor?” diye sorarlar ve kafalarına göre hemen cevap verirler. “Demek ki Sünnet vahy değildir.” derler.

Buna cevap, her imam ve her müçtehidin hadisleri kabul etme hususunda bir yolu vardır. Bu yolla hadisi kabul ediyorlar ve bunu yaparlarken zann-i galiple yapıyorlar. Diyorlar ki, bu hadisin sahih olduğu zannıma galiptir. Yani, bu vahydir, diye zannıma galiptir. Onun için bu hadislere zan-i delil denildi. Fakat, mütevatir derecesine ulaşınca, o hadis kesin delil olur. Böylece, Buhari bir hadisin sahih olduğu veya vahy olduğu zannına galip gelince kabul ediyordu. Diğer imam ve müçtehidler de öyle hareket ettiler. Çünkü, Rasûlullah (s.a.v) hayatında tek kişinin rivayeti (haber-i ahad) veya (zanni delil) kabul edildi. Sahabeler onunla amel ettiler. Fakat, rivayet edenler güvenilir (fasık olmayan) kişiler olmalıdır. Fasık olanın rivayeti kabul edilmez. Kur’an’da buna işaret edildi:
“Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın.” (Hucurat:6)Öyleyse fasık olmayan bir kişi bize haber getirirse onu kabul edeceğiz demektir. Allahû Teâlâ tek rivayetin kabul edileceğini gösteriyor bu ayette. Fakat bu rivayet fasık olmayan kişinin rivayeti olmalıdır.

Onun için; imamlar ve müçtehidler, hadisleri rivayet eden kişilerin hallerini inceliyorlardı. Yalan söyleyen kişi veya töhmetli (suçlu) kişi veya bid’at sahibi veya günah işleyen (fasık) kişi veya cahil olan kişinin rivayeti kabul edilmiyor. Çünkü, bu kişi güvenilir sayılmaz.

Yine başka hususlar var; kişinin hafızasıyla (zabt etmekle) ilgilidir. Bunlarda beş husustur, şunlardır: Büyük hata işlemek, büyük gaflete düşmek, evhamlı olmak, ezberliliğin çok kötü olması ve güvenilir kişilerin rivayetlerine muhalefet etmesidir. Bir kişinin bunlardan bir hali varsa onun rivayeti kabul edilmez. Çünkü, güvenilir ve iyi zabteden kişi olması lazımdır. Yine, gizli ve aşikâr hali bilinmeyen kişinin rivayeti de kabul edilmez. Buna göre, hadis kabul edilir veya reddedilirken onun vahy olup olmadığına zann-ı galipin gerçekleşmesi gerekir.

Özetle; Sünnet Kur’an gibi şeriatın bir kaynağıdır. Bir şey hakkında şerî hüküm göstermek istiyorsak bunlara döneriz. İcmaı sahabe ise, Sünnet’e dayanır. Sahabelerin İcmaı, Rasûlullah’ın bir sözü veya fiili veya bir susmasını ortaya çıkartır. Şerî kıyas da, Kur’an ve Sünnet’e dayanır. Kur’an’da ve Sünnet’teki illetler (teşri etmenin sebebi) olunca kıyas yapılır. Şeriatı Rasûlullah’ın şu sözünde gösterdiği gibi kabul etmeliyiz; “Bana Kur’an verildi ve onun benzeri verildi.” Onun için, şeriat hususunda Kur’an ile Sünnet arasında ayrım yapılmaz.

Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
“Allah’ı ve Rasûlleri’ni inkâr edip de Allah ile Rasulleri’nin arasını ayırmak isteyen, ‘bir kısmına inanırız, bir kısmını reddederiz’ diyenler ve bunları arasında bir yol tutmak isteyenler, işte onlar gerçekten kafir olanlardır.”(Nisa:150-151)

Kur’an ve Sünnet, düşünce ve siyaset kaynağıdır. Kafirler, Kur’an’la ve Sünnet’le savaşırken İslâm ümmetini fikirsiz bir ümmet haline getirmek istiyorlar ki böylece, ona Kıyamet Günü’ne kadar hakim olsunlar. Onun için, Kur’an’ı ve Sünnet’i ortadan kaldırmak istiyorlar. Fakat, kafirler, Kur’an’la fazla uğraşmalarına rağmen müslümanların Kur’an’a güvenlerini sarsamıyorlar. Bu nedenle kafirler, Sünnet ile uğraşıyorlar, müslümanların Sünnete güvenini sarsmak istiyorlar.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye