15. 2/el-Bakara, 65: "Nitekim içinizden Yasak Günü'nde haddi aşan kimseleri siz de biliyorsunuz. Onlara, "Maymunlardan beter olun" demiştik." (Esed: "Nitekim içinizde Sebt Günü'nün kutsallığını ihlal edenleri biliyorsunuz; bu davranışlarından ötürü onlara: "Aşağılık maymunlar gibi olun" dedik.")
Bu da mealin gerekçesi: "Lafzen: "Alçak maymunlar olun". Alçaklık vasfının maymuna değil bu sözü hak edenlere olması daha münasiptir.
(Aranot 3: İşin ilginç yanı, İslamoğlu'nun, Yahudileşme Temayülü'nde (58-9) "Aşağılık maymunlar olun!" tarzında bir ara başlık açarak İsrailoğulları'nın maymuna çevrildiğini açık bir şekilde ifade etmesidir. Acaba o günden sonra ne değişti?!)
Burada yapılan lanet makamında bir tazirdir ve bunun dilimizdeki en güzel karşılığı da budur. Müfessir Âlûsî'nin "olunuz" ifadesini bir "emir" olarak değil de "dışlama, terk ve rahmetten mahrum etme" olarak nitelemesi anılmaya değer."
Aynı konuya değinen 7/el-A'râf, 166 ayetini "Ve sonunda, kendilerine yasaklanan şeyleri işlemekteki inatçı tutumları yüzünden onlara dedik ki: "Maymundan beter olun!" şeklinde meallendirdikten sonra da "gerekçe"sinde şöyle diyor: "Lafzen: Alçak maymunlar olun!" Doğaldır ki, kaynak dildeki söyleyiş vurgusu çeviriye yansıttığımız vurgudur. Düşmanının putlarına tapacak kadar ona âşık bir toplum ancak böyle tanımlanabilirdi. Mücâhid, İsrailoğulları'nın düşmanını taklit hastalığını kastederek "ahlâken maymunlaştılar" der.
2/el-Bakara suresinin, İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkıştan sonraki macerasını anlatan ayetleri, biraz yukarıda da geçtiği gibi hep onlardan bir kısmının isyanı, cezalandırılması ve kalanların affedilmesi hadisesinin değişik şekillerde sürekli tekrarlandığını ifade ediyor. 7/el-A'râf, 103. ayetten itibaren de aynı durum söz konusu. Ancak her iki surede de bağlam teması, "nankörlük-ceza" gerilimi üzerine kuruluyken İslamoğlu, her isyanında İsrailoğulları'na Allah Teâlâ'nın verdiği cezayı –ne hikmetse– her seferinde muhtelif operasyonlarla ve ısrarla "ceza" olmaktan çıkarıyor!
Onun bu ısrarlı tavrının altında nelerin yattığını araştırmakla iştigal edecek değilim. Burada dikkat çekilmesini zaruri gördüğüm husus, bu "operasyon"un düpedüz "tahrif" olduğu ve İslamoğlu tarafından daha önce de muhtelif bağlamlarda yapıldığıdır.
Söz gelimi İslamoğlu, 2/el-Bakara, 61'e düştüğü 7 numaralı notta şöyle diyor: "Hz. Peygamber, "lanetli kavim" algısıyla sorulan bir soruyu "Allah kesinlikle herhangi bir kavmi lanetlemedi" diye cevaplar (İbn Hanbel)."
Aynı mesele Yahudileşme Temayülü'nde de geçiyor: "Rasulullah'a maymun ve domuzlar hakkında "Onlar Yahudi soyundan mı?" diye sorduk. Rasulullah (sav) de dedi ki: "Allah kesinlikle herhangi bir kavme lanet etmedi." (Seelnâ Resulallâhi (s.a.v) ani'l-kıredeti ve'l-hanâzîr e hiye min nesli'l-yehûd? Fe kâle Resulullah (s.a.v): İnnellâhe lem yel'an kavmen kattu.) Dipnotta bu metnin Arapçasını da orijinal ibaresiyle zikreden İslamoğlu, referans olarak yine Ahmed b. Hanbel'in Müsned'ini veriyor.[27]
Müsned'in ilgili yerlerini açıp bakanın dudağının uçuklamaması mümkün değil. Zira oralarda hadis, burada bittiği yerde bitmiyor ve şöyle devam ediyor: "fe mesehahum fe kâne lehum neslun hîne yühlikuhum; velâkin hâzâ halkun kâne; felemmâ ğadiballâhu ale'l-yehûd mesehahum ve ce'alehum mislehum." Bu durumda anlam (İslamoğlu'nun cümlesini devam ettirerek verirsek) şöyle olur: Allah kesinlikle herhangi bir kavme lanet etmedi ve şekillerini değiştirmedi ki, kendilerini helak ettiği zaman nesilleri devam etsin. Fakat bunlar (maymun ve domuzlar) daha önceden mevcut bulunan mahluklar idiler. Allah Yahudilere gazap edince suretlerini değiştirdi ve onlara (maymun ve domuzlara) benzetti."[28]
Efendimiz (s.a.v), İsrailoğulları'ndan bir kısmının, –üzerinde durduğumuz ayetlerin de ifadeye koyduğu gibi– maymuna ve domuza çevrildiğini açık bir şekilde haber verdiği ve İslamoğlu da bu hadise, Arapça orijinalini dipnota koyacak kadar yakından muttali olduğu halde hadisi, anlamı tam tersi istikamete çevirecek şekilde tercüme etmesi ancak iki şekilde açıklanabilir:
A. İslamoğlu bu hadisin tamamını tercüme edecek kadar Arapça bilmemektedir. Bu sebeple hadisin devamının, anlamı herhangi bir şekilde etkilemeyeceğini "tahmin ederek" böyle bir operasyon yapmıştır.
B. İslamoğlu aslında neyin ne olduğunun çok iyi farkındadır. Ancak kafasındaki kurguyu Efendimiz (s.a.v)'e "tescil ettirmek" düşüncesiyle, O'na, "söylemediği bir sözü söyletme" cüretini göstermiştir! Bu şıklardan hangisi doğru olursa olsun, İslamoğlu için gerçekten büyük bir sıkıntı söz konusudur.
2/el-Bakara'nın, "Ve onları hem ilk kuşaklar hem de sonraki nesiller için bir ibret vesikası, (taklitten) sakınanlar için de uyarıcı bir örnek kıldık" diyen bir sonraki ayeti burada bir problem olduğunu ihtar ediyor: Şayet söz konusu hitabın muhatapları maymuna çevrilmediyse, buradaki "ibretlik" ve "uyarıcı örneklik" ifadelerinden ne anlamamız lazım?
İslamoğlu'nun, 2/el-Bakara, 65'in "gerekçe"sinde, bunun "lanet makamında bir tazir" olduğunu söyleme ihtiyacı hissettiğini görmüştük. Hissetmiş hissetmesine, ama bu, işleri daha da karmaşık hale getirmekten başka bir işe yaramamış. Zira eğer onlar laneti mucip bir iş yaptıysa, niçin doğrudan "lanet" değil de, onun makamında bir "tazir"le mukabele görmüş olabilirler? Sonra işbu lanet makamlı tazir nasıl bir netice hasıl etmiştir? Buradaki tazir, lanet makamına kaim olduğuna göre, sonuçta onlar lanetlenmiş olmalıdır. Bu kez de bunun nasıl bir şey olduğu sorusu gündeme gelecektir. Bunun onlara "Beter olun" demekten daha farklı bir sonucu olmalıdır. Ama?...
Gelelim müfessir el-Âlûsî'den yapılan nakle: el-Âlûsî, ilgili ayetin tefsirinde önce "kırede" kelimesi üzerinde durur. Arkasından "hâsiîn"in açıklamasına geçer; burada, "Ayetin zahiri, onların hakiki anlamda maymuna çevrildiğini göstermektedir. Müfessirlerin çoğunluğu bu görüşü benimsemiştir. Sahih olan da budur" der ve nihayet "kûnû" (olun!) emrine gelir. Orada söylediği şudur: "İlk görüşe (onların gerçekten maymuna çevrildiğini kabul edenlerin görüşüne) göre bu emir hakiki anlamda bir emir değildir. Zira onların maymuna çevrilmesi kendi iradeleriyle olmamıştır. (Yani onlara " maymun olun" denmiş, onlar da iradelerini kullanarak kendilerini maymuna çevirmiş değillerdir.) Çünkü onlar varlıklarının mahiyetini değiştirmeye kadir değillerdir. Tam tersine, buradaki "olun" emrinden maksat, tekvinin sür'atini ifadedir. Yani onlar bu emir üzerine, herhangi bir imtina veya gecikme/bekleme söz konusu olmaksızın anında Allah Teâlâ'nın murad ettiği gibi oldular. İkinci görüşe (onların suretlerinin değil, sadece kalplerinin maymuna çevrildiğini söyleyen Mücâhid'in görüşü) göre "olun" emri, onları kendi başlarına ve yardımsız bırakıp terk etmekten mecazdır…"[29]
Görüldüğü gibi el-Âlûsî, müfessirlerin çoğunluğunun görüşünü, yani onların gerçek anlamda maymuna çevrildikleri anlamını tercih eder. İslamoğlu'nun kendisine isnad ve izafe ettiği gibi buradaki "olunuz" ifadesini "emir" olarak değil de "dışlama, terk ve rahmetten mahrum etme" olarak değerlendirmesi sadece benimsemediği ikinci/şazz görüşü izah sadedindedir. Dolayısıyla böyle bir kompozisyon içerisinde zikredilmesi onun sözünü çarpıtmaktan öte bir anlam taşımaz. Bu sadece, İslamoğlu'nun Kur'ân'a anlam ithal etme operasyonunda el-Âlûsî'nin payına düşen sipariştir! Yoksa o büyük allamenin gerek burada, gerekse 7/el-A'râf, 166 ayetinin tefsiri esnasında söyledikleri[30] ortadadır!..
Ve konuyla ilgili olarak Mücâhid'in tavrı… İsrailoğulları'ndan bir grubun maymuna çevrildiği, sahih hadislerle sabittir. 2/el-Bakara, 61'in notuyla Yahudileşme Temayülü'ndeki "operasyon"dan bahsederken dipnotta verdiğim kaynakların zikrettikleri dışında, konuyla ilgili farklı bağlamlarda gelmiş daha başka rivayetler de mevcuttur.[31] Bütün bu hadisler, Sahabe'den gelen rivayetler ve Mücâhid dışındaki Tabiun'un akvali İslamoğlu'nu ikna edememiş. Bunlar bir yanda, Mücâhid'in şazz görüşü bir yanda… Ne diyelim; li külli sâkıta lâkıta!...
Buraya kadar Kur'ân'ın ilk 65 ayetinin meallendirilişindeki problemleri söz konusu ettik. Bu faslı burada kesip, diğer başlıklardaki notları da kısaca arz etmek istiyorum.
II. Gereksiz/uygunsuz ifadelerHerhangi bir metni kaleme alırken en uygun üslubu, ifade biçimini ve kelimeyi bulmak için özel bir çaba sarf etmek, yaptığı işe saygı duyanların özel hassasiyetidir. Kaleme aldığımız metin saygıdeğer bir mercie müteveccih ise buna daha fazla dikkat ederiz. Peki bir meal yazarından bu bağlamda çok daha özel bir hassasiyet beklemek abes düşer mi? Elbette hayır.
Ama gelin görün ki, İslamoğlu, Allah Kelamı'nı Türkçe konuşanların dünyasına –hem de hayli iddialı biçimde– aktarırken zaman zaman öyle bir dille çıkıyor ki karşımıza, buna "serbest davranma" demek durumu yeterince izah eder mi, şüpheliyim.
Herkesçe müsellem olduğu üzere, dinin kendine mahsus bir dili vardır. Herhangi bir dinî metni okurken, onun hangi dine ait olduğunu, kullanılan dilden kolayca anlayabilmek sadece bir "imkân" değil, aynı zamanda bir "gereklilik"tir. Dolayısıyla dilin, özellikle de "din dili"nin olur olmaz esnetilmesi, –tabirimi mazur görün– "laçkalaştırılması", elbette din algısına da doğrudan yansıyacaktır. Bilinci oluşturan, kavram kıvamına ulaşmış kelimelerdir ve onların maruz kalacağı herhangi bir operasyon, doğrudan temsil ettikleri dünyayı hedeflemiş olacaktır…
1. 1/el-Fâtiha, 1'in 3 numaralı notunda geçen "Kul, alırken de verirken de Allah'ın gündemindedir" ifadesi bu babda ilk örneğimiz. Bir şeyler birisinin gündemindeyse, onları benzeri başka unsurlardan ayırarak özel bir ilgiyle "gündemine almış"tır. O artık o gündemle meşguldür. O gündem onun "gün"ünü de "dem"ini de meşgul ettiğinden başka hususlar "gündem dışı"dır onun için.
Oysa Allah Teâlâ'nın ezelî ve mutlak ilminin ve kudretinin taalluku bakımından var ettikleri arasında herhangi bir farklılık tasavvur etmek mümkün değildir.
2. 2/el-Bakara, 16. ayetin (12 numaralı) notu: "Kur'ân'ın dinî alana transfer ettiği satın alma, ticaret, kâr, terazi, tartı, rehin almak, ücret, ödünç, borç gibi ticari kavramlar hayli dikkat çekicidir. Bu, hakikati asrın idrakine söyletmekle açıklanabilir."
Bu arabaşlık altında sadece "uygunsuz" değil, "gereksiz" ifadeleri de konu edineceğimizden, bu örneğin zikredileceği yer tam da burası. Kur'ân'da bu kelimelerin geçtiği doğrudur. Ancak onları birer "kavram" olarak değil, mecazlı anlatım unsurları olarak görürüz. Dolayısıyla Kur'ân'ın onları "dinî alana transfer ettiği" iddiasının ayakları yere basmıyor.
Hele bunun "hakikati asrın idrakine söyletmek" olarak ifade edilmesini tebessümle karşılamamak elde değil. İslamoğlu'nun Kur'ân'ı "asrın idrakine söyletme" düşüncesinden anladığı buysa, bu kelimelerin sadece nüzul sürecini kapsayan asrın insanlarına mahsus olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Öyleyse bunların "bu asır"da ne işi olabilir?!..
7/el-A'râf, 7. ayetinde geçen "ilim" kelimesinin "bilgi arşivi", 8. ayette geçen "vezn"in "ölçme değerlendirme" şeklinde karşılanması da İslamoğlu'na göre "asrın idraki" meselesinin şümulüne giriyor olmalı! Bu olsa olsa ilahî olanın beşerîleştirilmesi, nitelik ve nicelik olarak insanı aşan varlık, olgu ve anlamların beşer ölçülerine indirgenmesidir.
3. 2/el-Bakara, 30: "Hani, senin Rabbin melaikeye "Ben yeryüzünde bir halife tayin edeceğim" dediği zaman da şöyle sormuşlardı: "Yeryüzüne fesat çıkaran ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni hamd ile tesbih ve takdis edip dururken?"
İslamoğlu burada "ce'ale" fiiline "yaratma" anlamı vermekten kaçınma ihtiyacı hissetmiş ve onun yerine eşanlamlı iki kelimeyi uygun görmüş: Tayin etmek ve atamak! Genellikle kurumsal/bürokratik bir yapı içinde üstlerin/amirlerin astları/memurları bir görevden bir başka göreve intikal ettirmesi anlamında kullandığımız bu kelimelerin, insanın dünya macerasının başlangıcı ile ne ilgisi olabilir? Allah Teâlâ Hz. Adem (a.s)'ı yoktan var etmiş, insan neslini de onun soyundan çoğaltmıştır. Bunun "atama/tayin" kelimesi ile ifade edilmesi bu bakımdan hem doğru, hem de uygun değildir. Ancak Allah Teâlâ ile mahlûkat arasında bir "astlık-üstlük ilişkisi" bulunduğunu söyleyebilen İslamoğlu gibi birisi için bunun elbette aykırı düşmeyeceği açıktır. Bkz. 39 ez-Zümer, 44'ün 5 nolu notu.
4. 2/el-Bakara 31'e düştüğü 9 numaralı notta "İnsanın şerefi Allah'ın öğrencisi olmaktan kaynaklanır" cümlesi dikkat çekiyor. Bir önceki maddede zihne davet edilen amir-memur/ast-üst ilişkisi, burada "öğretmen-öğrenci" ilişkisi olarak karşımıza çıkıyor. Oysa –Allah Teâlâ'nın insana "öğrettiği" sürekli vurgulanmakla birlikte– ne Kur'ân'da ne de Sünnet'te böyle bir izafete rastlamak mümkündür. İnsana "öğretmesi" sebebiyle Allah Teâlâ ile insan arasında "öğretmenlik-öğrencilik" ilişkisi kurmakla, öldürdükleri ile (bkz. 8/el-Enfâl, 17) Allah Teâlâ arasında –hâşâ– "katil-maktul" ilişkisi kurmak arasında sadece fiillerin mahiyeti bakımından fark vardır. Bunu da aklımızda tutarak devam edelim:
5. 2/el-Bakara, 53: "Yine doğru yolu bulmakta kılavuz edineceğinizi umarak Musa'ya hakkı batıldan ayıran kitabı verdik." Buradaki "ummak" fiili, sonucu hakkında kesin bilgi sahibi olmadığımız herhangi bir husus hakkındaki umudumuzu, zannımızı ve beklentimizi ifade eder ve münhasıran bizim gibi gayb bilgisinden mahrum bulunan varlıklar hakkında geçerlidir. Allah Teâlâ "ummaz"; "bilir", "takdir eder", "imhal eder"…
İslamoğlu'nu burada yanılgıya sevk eden, ayette geçen "le'alle" edatıdır. Bu edat, "beklenti" yanında "ta'lil", "istifham"… anlamları da ifade eder. Bu edatın Kur'ân'da geçtiği bütün yerlerde –26/eş-Şu'arâ, 129 hariç– ta'lil ifade ettiği söylenmiştir. Ala külli hal, bu edatın Allah Teâlâ hakkında "beklenti" anlamı ifade edecek şekilde kullanılması Allah Teâlâ'ya nakisa isnad etmek anlamına gelir… Dolayısıyla yukarıdaki mealin doğru şekli, "Yine doğru yolu bulmakta kılavuz edinesiniz diye…" olmalıdır.
6. 2/el-Bakara, 60: "Musa kavmini suvarmak istediği zaman…"
"Suvarmak" kelimesi İslamoğlu tarafından ayette geçen "isteskâ"ya uygun görülen karşılık. Oysa dilimizde bu kelime, yalnızca hayvanların susuzluğunu gidermek için ya suyu onların yanına veya onları suyun yanına götürme fiili için kullanılır. Dolayısıyla bu kelime insanlar hakkında kullanıldığında küçümseme, ironi, hatta hakaret anlamı ihtiva eder. İnsan ana-babasına, misafirine, hatta tanımadıklarına bir "hizmet" anlayışı ve sevap kazanma beklentisi ile su verirken, onları "suvarmış" olmaz, onlara "su ikram etmiş" olur. Buradaki söyleyiş ve duyuş inceliğini gözden kaçırdığımızda, suyla ilişkimizi ve "su gibi aziz ol" dua cümlesindeki espriyi kaybederiz. Kelimelerin kavrama dönüşmesi ilmi, deyimleşmesi de kültür ve medeniyeti işaret eder. Ama onlarla böyle fütursuzca oynarsanız, gidebileceğiniz tek yer vardır: Yabancılaşma! Kelam ilminde buna "hızlân" diyorlar!
III. Yanlış hükümler"Kur'ân'dan bir alıntı" olarak Besmele
1. 1/el-Fâtiha, 1'in başındaki Besmele'nin notunda: "Mushaf'ta Besmele, Tevbe hariç tüm surelerin başında Kur'ân'dan bir alıntı olarak yer alır."
Her ne kadar "Besmele surelerin başında teberrüken yazılmıştır, surenin ayetlerinden biri veya müstakil bir ayet değildir" diyen Malikî mezhebinin görüşüne uygun ise de, Besmele'nin başında yer aldığı her surenin ilk ayeti olduğunu söyleyen Şafiîler'in ve "her surenin başında, o sureden olmaksızın yer alan müstakil bir ayettir" diyen Hanefiler'in görüşünden sarf-ı nazar edilerek bu hükmün mealde böyle mutlak zikredilmesi isabetli değildir.
Hz. Adem'in yaratıldığı nutfe
2. 2/el-Bakara, 8'e düştüğü notta İslamoğlu şöyle diyor: "İnsan suresinin 2. âyetinde nutfe'den yaratıldığı söylenen ve türün tüm üyelerini içeren el-insan lafzı Âdem'i de kapsar."
Burada gönderme yaptığı 76/el-İnsân, 2 ayetine düştüğü notta da şunları söyler: "İnsan türüne giren herkesi kapsadığı için Âdem'in de nutfeden yaratıldığı anlaşılır (Bkz: 4:1; krş. Elmalılı)
Buradan havale edildiğimiz 4/en-Nisâ, 1'e gidiyoruz: "Ey insanlık ailesi![32] Sizi bir tek canlı varlıktan yaratan…" Buradaki "canlı varlık"a düşülen notta bu kez "nutfe", yerini "hücre"ye bırakıyor ve şöyle deniyor: "A'raf 11, Nisa 1 ve Hucurat 13 ışığında Âdem'in de kendisinden yaratıldığı ilk organik bileşiğe (hücre) delalet eder…"
Faraza bir okuyucu sadece "nutfe" ile ilgili yeri okuyup, diğerinden haberdar olmasa, Hz. Adem (a.s)'ın "yoktan" değil de, bir canlının nutfesinden yaratıldığı fikrine kapılabilecek. (Nitekim vaktiyle "çağdaş müfessirimiz" Prof. Dr. Süleyman Ateş de benzer bir yanlışa düşerek, Elmalılı'nın, Hz. Adem (a.s)'ın "başka bir canlının menisinden" yaratıldığı görüşünde olduğunu iddia etmişti.[33]) Bu son açıklamaya da muttali olsa, bu defa "nutfe" ile "hücre" arasında gidip gelecek…
Doğrusu şu ki, buradaki "nutfe"nin ne olduğu konusunda, öncesindeki ve sonrasındaki hilkat aşamaları hep birlikte değerlendirilmeden ve Hak Dini Kur'ân Dili'nin muhtelif yerlerinde bu konuda söylenenleri bütünlük içinde anlamaya çalışmadan yapılacak böyle yüzeysel değerlendirmeler, sadece bizi yanlışa sürüklemekle kalmaz, istenmeden de olsa okuyucuya haksızlık, Elmalılı merhuma zulüm, ilim ahlakına riayetsizlik yapılmış olur. Tefsirinin muhtelif yerlerinde ilgili ayetlerin izahı sadedinde hayli uzun mütalaalar serdetmiş olan müfessirimizin konuyla ilgili ifadelerini Hak Dini Kur'ân Dili'nin dipnotta zikredeceğim yerlerini dikkatle incelemek gerekir.[34]
Özetin özeti şudur: Elmalılı, buradaki "nutfe'nin, "hame-i mesnûn"[35] olduğunu, onun da "salsâl/sülâle"den oluştuğunu söyler. "Salsâl"i de, su ile karıştıktan sonra süzülüp kurumuş "tamtakır bir kuru çamur" olarak tefsir eder. İşte Hz. Adem (a.s)'ın yaratılışının başlangıcı bu "salsâl/sülâle"dir. Nutfenin oluşum kaynağı oluşu dolayısıyla "salsâl/sülâle", insan soyunun var edilişinin başlangıcı olarak da devrededir. Ancak bu kez yoktan var edilmek suretiyle değil, babanın sulbüne yerleştirilmiş olmak haysiyetiyle…
Meleklerin kıskançlığı
3. Hz. Adem (a.s)'ın, kendisine bildirilen isimleri meleklere söylemesi ile ilgili 2/el-Bakara, 33'ün meali verildikten sonra düşülen notta şöyle deniyor: "Bu ifade şöyle de yorumlanabilir: Ben insanın fesatçılığı ve kan dökücülüğü konusunda açığa vurduğunuz endişeleri bildiğim gibi, kendinizi bu makama Âdem'den daha layık görme hususunda gizlediğiniz duyguları da çok iyi bilirim."
Bu ifade, meleklerin içinde Hz. Adem (a.s)'a karşı gizliden gizliye bir "kıskançlık" duygusu barındırdıklarını anlatıyor. Oysa meleklerin, "Biz hamdinle tesbih ve seni takdis ederken…" şeklindeki mukabelesinden Hz. Adem'i kıskandıkları sonucunu çıkarmak, ancak tekellüfle mümkündür. Zira meleklerin bu mukabelesinin, yeryüzünde kan dökülüp fesat çıkarılmasına rızalarının olmadığı şeklinde anlamak daha zahir ve daha münasiptir. Zira onların insana arız olan zaaf ve nakisalarla malul olduğuna dair herhangi bir şey bilmiyoruz.
Sonuçİslamoğlu'nun kaleme aldığı mealin ilk 60 küsür ayeti hakkındaki değerlendirmelerim bu kadar yer tuttu. 6 bin küsür ayetin yaklaşık 100'de 1'i. Birçok noktayı özet geçtiğimi de belirteyim. Mealin tamamı hakkındaki değerlendirmelerin bir kitap hacmini dolduracağını söylemek abartı olmayacak…
İmam el-Mâturîdî tefsirinde, yukarıda zikri geçen "nefislerinizi öldürün" ayeti hakkında şöyle der: "Eğer ehl-i tefsir, buradaki öldürme emrinin hakiki anlamda olduğu konusunda ittifak etmiş olmasaydı, onların, nefislerini öldürmeleri konusundaki bu emri "öldürme"nin hakiki anlamına hamletmezdik…"
Bu alıntı, sadece Kur'ân'ın tefsirinde naklin ne derece belirleyici olduğunu anlamamıza yardım etmekle kalmıyor, aynı zamanda bu işle iştigal eden insanların kendi uhrevî akıbetleri konusunda taşımaları gereken endişeye de dikkatimizi çekiyor.
İslamoğlu, "Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur…" diyerek Efendimiz (s.a.v)'e, tam tersini söylediği bir sözü izafe etmenin, doğrudan doğruya Kur'ân'ın tefsiri/beyanı sadedindeki sahih rivayetlere gözlerini kapatarak ilgili ayetleri re'yine göre tercüme ve tefsir etmenin kişiyi sürükleyeceği akıbet konusunda elbette bilgi sahibidir.
Kendisine din kardeşi olarak yapabileceğim tavsiye şu:
İslam ilim tarihinin zirvesini tutan dirayet ehli simalarından İmam el-Mâturîdî'yi bir noktada durduran şey sizi durdurmuyorsa, yaptığınız işin size ve Ümmet'e hayır mı, şer mi getireceği konusunda bir daha düşünmelisiniz.
Allah Teâlâ'nın Kitabı ve Resulü'nün Sünneti konusunda yanlışa sürüklenmenizden hoşnut olmam. Elbette hepimiz beşeriz ve hatayla, nisyanla malulüz. Kur'ân meali/tefsiri yazma işiyle iştigal eden insanların, sıradan insanlardan çok daha fazla özenle, titizlikle hareket etmesi gerektiği açık. Zira burada yapılacak bir hata, kitlelere tefsir/meal yazarının kişisel hatası olarak yansımaz; Kur'ân'a mal edilir. Kim böyle bir musibetin altından kalkabilecek gücü kendinde vehmeder, işte o, gerçek anlamda helaka sürüklenmiş demektir!..
--------------------------------------------------------------------------------
[1] 56/el-Vâkı'a, 60.
[2] 6/el-En'âm, 29.
[3] 44/Duhân, 35.
[4] Bkz. 49/el-Hucurât, 13 (5 numaralı not).
[5] 5/el-Mâide, 87-8.
[6] 8/el-Enfâl, 74.
[7] 24/en-Nûr, 62.
[8] el-Buhârî, "Menâkıbu'l-Ensâr", 19. Burada Kays b. Ubâd, Mescid-i Nebi'de otururken içeriye giren bir adamı (Sahabe'den Abdullah b. Selâm (r.a)'ı) tavsif sadedinde, "Yüzünde huşu izi vardı" ifadesini kullanır.
[9] Bkz. Concordance, "h-ş-'a" md.
[10] et-Taberânî, el-Mu'cemu'l-Kebîr, XXII, 137. el-Heysemî, Mecma'u'z-Zevâd'de (I, 471) isnadının hasen olduğunu söylemiştir.
[11] et-Tirmizî, "İlim", 6.
[12] Hak Dini Kur'an Dili, V, 3428.
[13] El-Cevherî, es-Sıhâh, VI, 2402-5; İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, IV, 2491; ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, XXXVIII, 437; Asım Efendi, Kamus Tercemesi, III, 857.
[14] el-Muvatta, "Salâtu'l-Cemâ'a", 22; el-Buhârî, "Enbiyâ", 12…; Müslim, "Salât", 65…; Ebû Dâvud, "Salât", 183…; et-Tirmizî, "Vitr", 22…
[15] Konu hakkında bkz. Çıkış, XIV, 21-9.
Ayrıca şu adreslere bakılabilir:
http://www.cresourcei.org/yamsuph.html http://exodusconspiracy.blogspot.com...of-exodus.html http://members.bib-arch.org/collecti...4&ArticleID=3& http://tanakh.org/chapter_sh_14_hebrewenglish.html[16] Bkz. Hayat Kitabı Kur'an, 2/el-Bakara, 63 meali ve 5 numaralı not.
[17] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, VI, 4966; ez-Zebîdî, Tâcu'l-Arûs, XXXIV, 139-40.
[18] 20/Tâ-Hâ, 39.
[19] ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 269-70.
[20] Bkz. et-Tefsîru'l-Kebîr, III, 86-7.
[21] Kadı Abdülcebbâr, Tenzîhu'l-Kur'ân ani'l-Matâ'in, 24.
[22] Çıkış, XXXII, 26-30.
[23] Elmalılı, I, 357.
[24] el-Bahru'l-Muhît,
[25] et-Tefsîru'l-Kebîr, III, 90.
[26] el-Keşşâf, I, 271.
[27] Yahudileşme Temayülü, 36.
[28] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 395, 6, 421. Ayrıca bkz. Ebû Dâvud et-Tayâlisî, el-Müsned, I, 243; et-Taberâni, el-Mu'cemu'l-Kebîr, X, 131…
[29] el-Âlûsî, Rûhu'l-Ma'ânî, I, 283.
[30] Bkz. Rûhu'l-Ma'ânî, IX, 93.
[31] Mesela bkz. Müslim. "Kader", 32, 3; Ahmed b. Hanbel, I, 390, 433; 45…; el-Hâkim, el-Müstedrek, II, 442;
[32] Burada, "eyyuhâ" kalıbının taşıdığı "aile" yan anlamı için bkz: 2:21, not: 6" denerek yazının başlarında üzerinde durduğumuz "yanlış anlama"ya gönderme yapılıyor.
[33] Ateş, Yeniden İslama, II, 267-8.
[34] Bkz. Hak Dini Kur'an Dili, II, 1118-9; III, 1869-74; V, 3057-8; 3432-4; 1869-74.
[35] 15/el-Hicr, 26-33.
Kaynak: Rıhle Dergisi, Mart 2009