Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: TASAVVUF ve MUHALİFLERİ
MesajGönderilme zamanı: 12.01.10, 15:27 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 24.04.09, 13:19
Mesajlar: 55
TASAVVUF VE MUHALİFLERİ:

UYGULAMALAR ÜZERİNDEKİ YANSIMALAR, MİHNELER, DÖNÜŞÜMLER

Josef Van ESS

Çeviren: Zafer Erginli


Üç Kalender dervişi kapıyı çaldığında, öyle görünüyordu ki Şehrâzâd, öyküsünü kesmek üzeredir. Ne olacak acaba? Evde çılgınca bir âlem gerçekleşiyordu; üç genç hanımefendi ve içeri aldıkları bir bekçiden ibaret bir kaç kişi keyifli vakit geçiriyordu. Şimdi de, kendilerine derviş süsü veren sakalsız, bıyıkları bile olmayan, kulaklarına, hatta belki de cinsel organlarına halkalar takılı, kaba elbiseler ve sivri şapkalar giymiş,[1] genç ve fakat uzun bir yolculuğun ardından yorulmuş olmalarına rağmen enerjik olan bu postnişinler. ‘...ve Şehrâzâd söken şafağın farkına vardığında, söylemesine izin verilen sonu getirdi.’ Şimdi meydana gelmesini bekleyeceğimiz şey, dizi’nin*** gelecek bölümlerinde Sultan Şehriyâr’a mutlu, şehvet ve suç dolu rüyalar hediye etmek için dinleyicilerin iştahını kabartacak olayların anlatılmasıdır. Fakat televizyon dizisinin aksine hikâye sürer ve tamamen farklı bir hal alır. İlk sürpriz: Üç adamın içeri girmesine izin verilir. Bu adamların yabancı oldukları doğrudur, bu yüzden misafir olarak muamele görmeleri normal bir durumdur. Fakat bir hankâha ya da bir camiye de gidebilirlerdi. Yolcular, her zaman için uzanıp yatabilecekleri, hatta yıkanıp temizlenebilecekleri bir yer bulabilirlerdi. Bunun tek engeli vardı: Bu adamları hiç kimse orada görmek istemiyordu. Bunlar, dindar Müslümanların bir araya gelmek isteyebilecekleri cinsten insanlar değildi. Öyleyse hanımlar onları neden içeri alıyorlar? Belki de azıcık meraklı olmaları yüzünden gerektiği kadar ihtiyatlı davranmadıklarındandır. Fakat bütün bunları hızla ikinci bir sürpriz izliyordu: Bu üç kuşku uyandırıcı insan naziktirler. Metnin bize anlattığına göre onlar, ‘Müslüman selâmı verir ve saygılarını sunarlar’.[2] [22] Oysa Kalenderler genel olarak hayli vahşî davranışlarıyla tanınırdı. Fakat bu örnekte farklılar ve şu an cereyan eden olay daha önceki çılgınca âlemin daha şiddetlisinden başka bir şey değildir. Üstelik, onlardan her biri doğal olarak kendinden söz eder ve sonunda her üçünün de birer prens olduğu anlaşılır. Böylelikle bu sıcak karşılanış, nihayet uygun bir takdimle pekişmiştir. Her şeye rağmen meçhul misafirler kılık kıyafetleriyle uyum içindedirler. Bekçinin sarhoş olduğunu anladıklarında, onun sözde kendi cinslerinden, pejmürde, fakat neşeli bir Bağdatlı Kalender olduğu sonucuna varırlar ve şarap içmeye koyulurlar. Def, ud, İran arpı gibi müzik aletlerine sarıldıklarında sanat konusundaki yeteneklerini sergilerler; hanımlarla birlikte şarkı söylerler. Yalnızca gözlerden uzak bir evde gerçekleştirilebilecek türden bir eğlence: Çünkü müziğe fakihlerin ekseriyeti tarafından karşı çıkılmaktaydı.

Kısa bir süre sonra aynı kılık ve kıyafet içinde olan ve bu yüzden zengin bir tüccar olduğu sanılan Halife Harun Reşid gruba katılınca, bütün bu olayların ikinci/sekizinci yüzyılda vuku bulduğunu anlıyoruz. Gerçekte hikâyede toplum tasvir edilmiştir, gösterilen örneklerse gerçekte Memluk dönemi Mısırı’na aittir.[3] O sıralarda Kalenderî dervişleri hâlihazırda İran sınırının ötesine yayılmış, ancak yedinci/on üçüncü yüzyılda her yerde rastlanabilen bir olgu haline gelmişti. Halen tuhaf karşılanıyorlardı. Memluk sultanı Melik Nâsır onları normal kılık kıyafeti giymeye icbar etmişti.[4] Bunlar sosyal davranış kalıplarını zorlayan gruplar olarak tanınıyorlardı, bu sebeple hikâyemiz onları şarap içerken ve müzik çalarken tasvir edebilir. Bekçi de bunun tadını çıkarır, hatta toplumda normal sayılmayan bir şekilde bir kadın topluluğu arasında sarhoş olur. Ancak prens olan dervişler hakkında bize herhangi bir şey anlatılmıyor. Fakat bekçi eninde sonunda soğukkanlılığını yitirir; hanımların bu insanları neden içeri aldıklarını anlayamaz, Kalenderler onu kendileri gibi biri saydıklarında öfkelenir. Şu bir gerçektir ki, fırsatını bulduğunda alışılmış olarak kabul ettiği ahlâk ilkelerini bir kenara atmakta tereddüt etmez. Fakat sonuç olarak anlıyoruz ki, bu ilkelerin geçerliliği hakkında en ufak bir kuşkusu bile yoktur. Bize anlatıldığına göre o bekârdır. Bu, sefahatın dehşet uyandıran görünümünü açıklamaya yardımcı olur. [23] Onun görüşüne göre ahlâkî kalıpları tepe taklak eden insanlara, yani Kalenderlere güvenilmez. “Eğer onlar kalabalık bir şehre girerlerse” der, “orayı ıssız hale getirir.”[5] O, sıradan halkın sağlam ve güvenilir tutumunu temsil etmektedir.

Peki ya hanımlara ne demeli? Onlar da kendi tarzları içerisinde oldukça muhafazakârdırlar. Bu tür âlemler yapmaktan hoşlanırlar, ama sadece katı bir burjuva toplumunda iyi bir izlenim uyandıracak kadar. Kıssacının bize anlattığına göre onlar bâkiredirler ve öyle de kalırlar.[6] Biraz eğlenceye düşkündürler, ama evlenme çağı geldiğinde iyi bir evlilik yapabilmeyi de arzu ederler. Yeni misafirlerle karşı karşıya geldiklerinde meraklanırlar, ancak bekçi içeride olduğundan, namuslarıyla ilgili bir bedel ödemek zorunda kalmayacaklarını bilirler. Dervişler, kışkırtıcı özel elbiseleri içinde burjuvayı hayrete düşüren (épater le bourgeouis) bir oyun oynadıklarında, bunun bir oyundan başka bir şey olmadığını düşünürler. Bu sebepten tehlikeli olanı geçici bir burjuva hevesine indirgeyerek estetik hale getirmeyi becerebilirler. Bizim neslin bazı pop müzik türleriyle ilgilenmekten hoşlandığı bir şekilde hatırımıza gelir. Mesela Gangsta-Rap bunun en güzel örneği sayılabilir. “Varoşları evine çağır.”

Aslında tüm bunlar gerçek değil edebiyattır.[7] Kendisini belli eden bir kurguyu Bin Bir Gece Masalları’ndan daha belirgin olarak nerede bulabiliriz? Üstelik, bizim Bin Bir Gece Masalları’mız, kaçınılmaz olarak Memluk Mısırı’ndaki Arap kıssacıları tarafından anlatılmış değildir. Muhsin Mehdî bize hikâyenin karmaşık tarihini, on sekizinci yüzyıl Fransası’yla, on dokuzuncu yüzyıl İngiltere ve İngiliz Hindistanı’nın aydın halkı arasında hüküm süren güçlü oryantalist eğilimlere bağlı olarak maruz kaldığı sürekli ilaveleri ve uğradığı muazzam değişiklikleri açıklamıştı.[8] Arapça orijinalinde üç Kalender “Müslüman selâmı” vermez,[9] sadece “teşekkür [24] ederler” (şekerû),[10] bekçinin, “kalabalık bir şehri ıssız bir yere” çevireceklerini düşünmesi,[11] onların Kalenderî olmalarından dolayı değil, her birinin bir gözünü kaybetmiş olmaları yüzünden Deccal’in kötü alâmetini hatırlaması sebebiyledir .[12] Bununla beraber bütün bunların hiçbiri amacımıza temel teşkil etmez. Örneğimizdeki ekleme ve değişiklikler yalnızca orijinal metnin kastettiği vurgunun altını çizer. Kabul edilmelidir ki, bizim olayları tasvir yoluyla sadece kurgudan söz ediyor oluşumuz, bizi bu edebiyatı tasdik etmekten hiçbir şekilde alıkoymaz, en azından bir algı gerçeğini ifade eder. Hikâyeden öğrendiğimiz, anlatan kişinin kimi davranışlarla ilgili tepkileri ve sosyal şablonları nasıl algıladığıdır.

Bu açıdan bakıldığında, Kalenderîler kesinlikle acayip kişiler olarak görünmektedir, fakat onlar sapık olmadıkları gibi, gerçek bir tehlike de değildir. Eğer yazar, dinleyicileri karşısında sûfîleri şeytan gibi göstermeye kendini mecbur hissetseydi, başka bir dekor kullanacaktı. Aslında tasavvuf resme dahil edilmez, manevî boyut bütünüyle karanlık içinde tutulmaktadır. Tabii ki kıssacının, Kalenderîleri gerçekte Kalenderî olarak değil, hükümdar olarak tasvir etmek istediğini de hatırda tutmalıyız. Fakat o an için, hikâyenin bu unsuru henüz su yüzüne çıkmış değildir. Şundan kesinlikle emin olabiliriz ki, o dinleyicilerinin beklediklerinden, yani alışılmadık bir hayat tarzına karşı bir taşlamadan başka hiçbir şey amaçlamamaktadır. Hikâyesindeki bu kişiler, normal bir insandan beklenenin aksine evlenmezlerdi. Mal mülk biriktirmez, sadakayla geçinirlerdi. Bu tutum, öfkeli kelâmcıların tahrîmü’l-mekâsib diye adlandırdıkları ticarî faaliyetlerin tümden lânetlenmesi olgusunun köklerini içinde taşıyordu.[13] Belirli bir yerde ikamet etmiyor, bulundukları yere sürekli yabancı kalıyorlardı. İslâm’ın zorlayıcı emirlerine uyma konusunda gevşektiler. Bu yönden Gazâlî’nin sıradan halk tarafından bile anlaşılabilecek bir tarzda Farsça olarak kaleme aldığı bir risalesinde veryansın ettiği ehl-i ibâhaya dahildiler.[14] Onlar, günahtan çok riyâdan korktukları için hatalarını gizleme gayreti içinde değildiler. Bu bağlamda Melâmetiyye geleneği içinde bulunuyorlardı, [25] gerçi bu ikinciler Şeriat’ın emirlerini titizlikle yerine getirmekteydiler.[15]

Her şeyden önemlisi, onların alışılmadık kıyafetleri vardı. Görüldüğü gibi, sonraları sembolleşen sakalın o zamanlar henüz seçkin dindarlığın sembolü haline gelmediği doğrudur. Bilakis bazen uzun sakal bir ahmaklık alameti olarak anlaşılmıştır.[16] Fakat bıyık son derece normaldir ve bir kaç meşhur hadis, zühdü göstermek için bıyığın nasıl kısaltılacağını tarif etmiştir.[17] Saç, Haricîler’in tercih ettikleri gibi kısaltılabilirdi, fakat tüm saçı tamamen tıraş etmek kesinlikle çok fazlaydı. Dehşet ağır ve derindi. Ardında bir kışkırtmadan çok daha fazlası görünüyordu: Kalenderî dervişleri yüzlerinin bütün güzelliğini tamamen açığa vurmak istiyorlardı.[18] Çünkü Tanrı, Adem’i “‘alâ sûratihi” yani “kendi sûretinde” yaratmıştı, anlaşılabileceği gibi kendisi güzel olduğundan güzelliği seviyordu.[19] Fakat çoğu insanın bu mantığın farkında olmadığını, bu düşünceyi bilseler bile ciddiye almayacaklarını rahatlıkla tahmin edebiliriz: Onlar hiçbir zaman kılsız olarak tanımlanmamış olan Tanrı’yı sakalsız olarak düşünmüşlerdi.[20]

O zamanki bütün bu saldırıların tamamı teolojik olduğu kadar sosyaldir. Fakat bu durum zıtlığı kışkırtmaya yeterli miydi? Tuhaf karşılama vardı, dehşet ve sessiz bir hoşnutsuzluk vardı, ama kesin muhalefet için genellikle daha fazlasına ihtiyaç duyarız: Bir nüfuz mücadelesine. Bununla beraber, sûfîler uzun bir zaman pek fazla nüfuz sahibi olamadılar ve genel olarak kabul edilmiş dindarlık sınırları içinde kaldılar. Bu, ilk düşmanlarının neden yakın çevreleri –yani zühdü farklı bir tarzda yorumlayan kişiler– arasında bulunduğunun gerekçesi olabilir. Üçüncü/dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında sûfîler, ilk olarak yasal kovuşturmayla tehdit ediliyorlardı. Ebu Hüseyin Nûrî ve Bağdat’taki çevresini kastediyorum. Düşmanlık eden Gulâm Halil denen adam, ne bir fakih, ne de sanıldığı gibi Hanbelî idi. Kendisi bilakis Kitâbü’l-İnkıta‘İlallah adlı bir eser yazmış olan bir zahiddi. İbn Hanbel’in ölümünden kısa bir süre sonra, o sıralarda Hanbelî [26] ekolünün, var olduğu oranda nüfuzunun yayılmadığı Basra’dan gelmişti. Fakat Muvaffak’ın annesi tarafından himaye edildiği saray çevresine girmeyi başardı. Artık popüler bir vaiz olarak yüksek sosyeteyi etki altına alabilirdi. Bu rolü oynayan ilk kişi o olmayacaktı; benzer bir nüfuz Harun Reşid’in karısı Zübeyde’nin desteğini kazanan Horasanlı Mansur b. Ammar tarafından da kullanılmış, hatta bizzat halife tarafından da kabul görmüştü.[21] Her iki şahsın da vaazları kayıt altına alınmış ve yazılı olarak yaygınlaştırılmıştı. Gulâm Halil’in vaazları Kitabü’l-Mevâiz adını taşıyan bir kitapta toplanmıştı. Öldüğünde Bağdat esnafı dükkânlarını kapatmıştı.

Fakat onu bu kadar öfkelendiren neydi? Sarayda sûfîlerden kaynaklanan herhangi bir rekabetten dolayı endişelenecek hiçbir sebep de yoktu. Belki sıradan halk arasında böyle yapmayı gerektirecek daha çok sebep vardı. Onun rahat vermediği bu insanların çoğu zengin değildi. Bu durum Nûrî’nin davasında çok açıktır, ama onun, ismine göre hüküm verebilirsek bir ayakkabı tamircisi olan Harrâz konusunda da samimi olduğu görülür. Toplam yetmiş beş kişi muhtesib tarafından kara listeye dahil edilmiş ve mübaşir tarafından çağrılmıştı. Oldukça yeni olan bir hareket için hatırı sayılır bir rakamdı bu. Buna karşılık Cüneyd rahatsız edilmedi, başka bir sosyal gruba mensuptu ve kendisine fakih süsü verebilmişti. Gulâm Halil, büyük değer verdiği Hasan el-Basrî’nin, Basra’da Abdülvâhid b. Zeyd yönetiminde daha duygusal, daha belirsiz bir hale gelmiş olan zühd anlayışını tam olarak gerçekleştirdi. Abdülvâhid b. Zeyd, yaydığı hadîsü’l-ışk’ı Hasan Basrî’ye atfetmişti. Bir süre sonra yine Basra kökenli olup da Bağdat’a geçen Muhâsibî, Hasan’ın geleneği içinde kalmakla birlikte, yeni eğilimlerden uzak durmadı. Bu, o zamanlar Bağdat’ta kamu oyu oluşturmak için yapılan bir nüfuz mücadelesi miydi? Bilmiyoruz.

Hatta Gulâm Halil’in mihnede esas aldığı temel noktayı da bilmiyoruz. Tamamı efsane niteliğinde ve oldukça geç dönemlere ait olan sûfî kaynaklar, bize yoğun sevgi anlamına gelen ışk kavramına yapılmış olan saldırıları anlatırlar. Acaba temel nokta, onu rahatsız eden ve mehabbe terimine benzemeyen bu terim miydi, yoksa onunla bağlantılı gördüğü sosyal hareket mi? Sûfîlerin sohbetleri, erkekler gibi kadınlara da açıktı. İşittiğimize göre kıskançlıktan dolayı Gulâm Halil’i harekete geçmeye teşvik eden de o sohbetlere katılan bir kadındı. Hâlihazırda elimizde bulunan Kitâbü Şerhi’s-Sünne adlı eserinde (ne manidar bir isim!) diyor ki: “Sevgi ve iştiyaka çağıran ve [27] kadınlarla baş başa kalmaktan hoşlanan topluluklardan sakın!”[22] Peygamber’in ashâbından birini delil göstererek gönderdiği raporda şu açıklamayı yapmıştı: “Bir erkek çocuğunu öpen kişiye Allah lânet etsin. Fakat o çocuğu kucaklarsa ateşten bir kırbaçla dövülecektir. Onunla cinsel ilişkide bulunursa, cehenneme gidecektir.”[23] Gulâm Halil bir ahlâkçıydı. İbn Hanbel’in talebeleri arasında sayılmamasına rağmen, kitabında Malik b. Enes ve diğerlerinin yanı sıra ondan da saygıyla söz eder, onların zühdünün ve şiddetli coşkularının izinden gider. Onu bir fundamentalist olarak adlandırabiliriz. Hayat tarzlarını bilebildiği kadarıyla sahâbeyi izlerdi. Ashâbın her bakımdan İslâm’ın hakkını verdiğini söylerdi. Hiç kimse asla Kur’an’ın dışına çıkamaz, Allah hakkında ancak kendisinin Kutsal Kitap’ta bildirdiği kadar konuşabiliriz. Onun nasılı ve niçini hakkında düşünmek zararlıdır.[24]

Benzer sebeplerle Muhâsibî, Hanbelîlerin iftirasına maruz kalmıştı. Naklettiklerine göre bir düğün sırasında kendisi parmaklıkların arasından kadınları seyretmeye çalışmış ve başı demir çubukların arasına takılıvermişti. Bu davranışından dolayı kendisinden hesap sorulduğunda ise cennetteki hurileri hayal etmek istediğini söylemişti.[25] Bu, bize Abdülvâhid b. Zeyd’i tekrar hatırlatıyor; müritleri hurilerle buluşmak için gece çöle gitmişlerdi.[26]

Muhâsibî’ye karşı beslenen kuşkular, İbn Hanbel’in kendi sözlerinde de ifadesini bulmuştu: “Başını eğmesinden dolayı ona aldanma! O kötü bir adamdır. Onu denemedikçe tanıyamazsın. Onunla konuşma, ona itibar etme. Gerçekten bidatçı olsa bile Hz. Peygamber’den hadis rivayet eden birinin sohbetlerine devam eder misin? Hayır! Ona ne saygı göster, ne de teveccüh!”[27] İşte ilk defa karşılaştığımız karakteristik ifade; bidat, yeni usul (innovation). Öyle görünüyor ki, İbn Hanbel’e yakın duranların çoğu bile Muhâsibî’ye ve onun yaklaşımlarına saygı duyuyordu. [28] Fakat müfrit talebeleri üstatlarını anladıklarını düşünmüşlerdi. Onun görüşlerini ölçecek bir ölçü, yani nebevî sünnet vardı ve bu ölçüye göre o, iyi kategorisine girmiyordu.

[1] EI, “Kalandar”, IV, 472b. Gezgin dervişler olgusunun son yıllardaki genel bir tahlili için bk. A. T. Karamustafa, God’s Unruly Friends, Salt Lake City 1994.

*** Metnin İngilizce aslında kullanılan soap opera ifadesiyle, televiyonlarda uzun yıllar süren dizilerle Bin Bir Gece Masalları arasında bir benzetme yapıldığı için, burada dizi kelimesi tercih edilmiştir.

[2] Alf Layla wa-layla, Almanca tercüme E. Littmann, Die Erzählungen aus den Tausendundein Nähten, I-VI, Wiesbaden 1953, I, 109 vd.; İngilizce tercüme R. F. Burton, The Book of the Thousand Nights and a Night, I-XII, London 1984, I, 86 vd.

[3] bk. Emil Homerin, “Sufis and their Detractors in Mamluk Egypt. A Survey of Protagonists and Institutional Settings”, Islamic Mysticism Contested, s. 225-247.

[4] bk. EI, “Kalandariyya”, IV, 473b.

[5] Burton, age, 95.

[6] Litmann, age, 110.

[7] Hikâyenin son yıllarda ele alındığı eserler: Sandra Naddaff, Arabesques. Narrative Structure and the Aesthetics of Repetition in the 1001 Nights, Evanston 1991; André Miquel, Les Dames de Bagdad, Paris 1991. Her iki yazar da analizlerinde farklı vurgular yapmışlardır. David Pinault ise hikâyeyle hiç ilgilenmez. bk. David Pinault, Story-Telling Techniques in the Arabian Nights, Leiden 1992.

[8] M. Mahdi, The Thousand and One Nights, From the Earliest known Sources, I-III, Leiden 1994. Bu çalışmanın I. ve II. ciltleri, Galland tarafından 1704-1706 yılları arasında yayınlanan Fransızca tercümenin ilk yedi cildi için kullanılan Süryanice yazma nüshanın bir neşrini de içerir.

[9] bk. 2 no. lu dipnot.

[10] Mahdi, age, I, 137, 1. 15; Mehdi’nin metninin tercümesi için bk. H. Haddawy, The Arabian Nights, London 1990, 76 vd.

[11] bk. 5 no. lu dipnot.

[12] Mahdi, age, I, 146, 1. 5 s. Haddawy, age, 85. Aynı zamanda on altıncı yüzyıl, Karamustafa’nın belirttiği gibi Giovan Antonio Menavino tarafından yazılmıştır. Karamustafa, age, 7.

[13] bk. Van Ess, Theologie und Gesellschaft im 2. und 3. Jahrhundert Hidschra, I-VI, Berlin 1991-1997, III, 132; II, 547.

[14] Otto Pretzl, Die Streitschrift des Gazâlî gegen die Ibâhâya, Sitz.-Ber. Bayer, Ak. Wiss., Phil.-Hist. Abt., Jg. 1933, Heft 7.

[15] EI, IV, 473a; krş. Fritz Meier, Abû Sa‘îd-i Abû’l-Hayr, Leiden 1976, 494 vd.; Richard Gramlich, Die schiitischen Derwischorden Persiens, I, 74 vd. Bilhassa Hâksâr konusu.

[16] H. Ritter, Das meer der seele, Mensch, welt und Gott in den geschichten des Farîduddîn ‘Attâr, Leiden 1955, 343.

[17] Theologie und Gesellschaft, II, 385 vd.

[18] EI, IV, 474a.

[19] krş. Meier, Abû Sa‘îd, 503 vd.; Theologie und Gesellschaft, IV, 377 vd.

[20] Theologie und Gesellschaft, IV, 381 vd.

[21] Theologie und Gesellschaft, III, 102 vd.

[22] bk. Louis Massignon, Recueil de textes inédits concernant l’histoire de la mystique en pays d’Islam, Paris 1929, 213 vd.

[23] Zehebî, Mîzânü’l-i’tidâl, nşr. Ali Muhammed Bîcâvî, I-IV, Kahire 1963, I, 142, 1. 6 vd.

[24] krş. Theologie und Gesellschaft, IX, 282 vd. Gerhard Böwering, “Early Sufism between Persecution and Heresy”, Islamic Mysticism Contested, s. 45-67. Ayrıca bk. Christopher Melchert, “The Transition from Ascetism to Mystcism at the Middle of the Ninth Century C. E.”, Studia Islamica, I, XXXIII, (1996), 64 vd.

[25] Theologie und Gesellschaft, IV, 199.

[26] age, II, 98.

[27] İbn Ebî Ya’lâ, Tabakâtü’l-hanâbile, nşr. Muhammed Hâmid el-Fîkî, I-II, Kahire 1952, I, 234, 1. 2 vd. Benim konuyla ilgili şu eserime de bakılabilir: Gedankanwelt des Hârith al-Muhâsibî, Bonn 1961, s. 9 vd., 29.


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye