Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ (Selçuklu Örneği)/Prof.Dr.A.Yuvalı
MesajGönderilme zamanı: 16.09.10, 16:14 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 15.09.10, 09:02
Mesajlar: 78
TÜRK DEVLET GELENEĞİNDE DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ (Selçuklu Örneği)

Prof. Dr., Abdulkadir YUVALI*


Erciyes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi/Kayseri

İnsanlık tarihinin hemen her döneminde din-devlet ilişkileri zaman ve zemine bağlı olarak değişiklik göstermesine rağmen, ilişkilerde aralıksız devam etmiştir. Siyasî teşekküller din ve dinlerle yakından ilgilenmişler öyle ki, gerek doğuda ve gerekse batıda devletin farklı dinî inanışta olan kendi halkları üzerine yaptıkları kıyımlar, savaşlar (Bizans İmparatorluğunun şark Hıristiyanlığına tutumu) olduğu gibi, devletlerarası savaşlarda da din faktörü etkili olmuştur. Avrupa tarihindeki 1492-1592 Yüzyıl, 1618-1648 Otuzyıl savaşlarında farklı dinî eğilimler önemli etken olmuştur.

Devleti yöneten siyasî güç veya güçler, insanın doğumundan ölümüne hatta ölümden sonraki hayatını ilgilendiren din faktörünü iktidarlarını meşrulaştırmak için en güçlü vasıta olarak görmüşlerdir. Zira hâkimiyetin kurulmasında, yönetenlerle yönetilenler arasındaki hukukî esaslar, askerlik, vergiler, eğitim-öğretim vb. konularda din, en önemli düzenleyici, meşrulaştırıcı araç olmuştur. Çünkü siyasî teşekküller (antik çağlardan beri) öncelikli olarak din ile hâkimiyetlerini kurmuşlar, sonra dâhilî ve haricî politikalarını meşrulaştırmışlardır. Bu yüzden siyasî iktidarları meşrulaştırmada bu ölçüde etkili olan din, aynı zamanda en fazla istismar edilen müesseseler arasında yer almıştır. Bize göre ilk başta tarihte dinî mücadele olarak görülen “Din Savaşları”, aslında dinle meşrulaştırılmış hâkimiyet mücadeleleri olmalıdır. Batı’nın İslâm dünyasına yönelik Haçlı seferleri bunun açık örneğidir.

Siyasî teşekküller için dâhilî yönetimde de din önemli bir meşrulaştırma vasıtası olarak görülmüştür. Zira tarih boyunca siyasî iktidarlar hâkimiyetini herkes tarafından kabul edilen değerlere dayandırmak zorundadır. Kral veya sultanlar din büyüklerinin elinden taç giyme, kılıç kuşanma vb. merasimlere bakacak olursak hanedandan sonra en fazla itibar görenler genelde din adamları olmuştur. Tarih boyunca yönetim şekli ne olursa olsun, hemen bütün devletler dinin bu özelliğinden faydalanmışlardır. Yani, siyasî iktidarlar din adamlarının manevi nüfuzlarına muhtaç olduğu gibi, din adamları da varlık ve nüfuzlarını sürdürebilmek uğruna siyasî otoritelerin gücünden faydalanmışlardır. Bu durum din-devlet ilişkilerini şekillendirmesinde esas faktör olmuştur. Zira, siyasî otoritelerin gelişmesinde, güçlenmesinde hatta siyasî ve iktisadî uygulamalarında din nasıl etkin rol oynamış ise din ve dinî müesseselerin gelişme ve varlığını devam ettirmesinde siyasî otoritelerde aynı şekilde etkin rol oynamışlardır. Batı dünyasında papaların imparatorlarla ilişkileri bunun açık örneğidir. Aynı şekilde Selçuklu-Osmanlı dönemlerinde de din en önemli sosyal kurum olarak toplumun bütün kesimlerini derinden etkilemiştir. Bilhassa Osmanlı devleti ’nin kuruluş döneminde şeyh, baba, evliya olarak adlandırılan ulu kişilerin bu özelliği Fatih Sultan Mehmet Han dönemine kadar devam etmiştir. İstanbul’un fethinden sonra ise Osmanlı padişahları otoritelerinin üstünde bir güç görmek istememişlerdir. Ayrıca, tarih boyunca büyük devlet olmanın şartlarından birisi de büyük dinleri kontrol altına almadır. (Roma, İngiltere ve Osmanlı örneğinde olduğu gibi ) Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinden sonra Roma’yı fethetme yönündeki siyasetinin temelinde de bu duygu etkili olmalıdır. Aynı şekilde XX. yüzyıl başlarında Ortadoğu’da Osmanlı İngiliz mücadelesi ile bugün ABD’nin Hıristiyanlık ve Musevilik yanında İslâmiyet’i kontrol altına alma yönünde geliştirdiği politikalar bunun açık örneği olmalıdır.

Tarih boyunca din-devlet ilişkileri, dıştan bakıldığında uyumlu görünse de karşılıklı bir üstünlük mücadelesi halinde devam etmiştir. Aslında bu çekişmeler; din ve devletten çok, din adamlarıyla devlet adamlarının karşılıklı üstünlük mücadelesi olmalıdır. Çünkü dinle devletin görevleri ve hedefleri birbirinden farklıdır. Nitekim Kutadgu Bilig’in yazarı büyük devlet adamı Yusuf Has Hacib “din dalı ile dünya dalı birbirine karşıdır. İkisi birbirine yaklaşmaz, bunların yolu birbirini keser. Dinin dünya ile birleştirilmesi güçtür, bu ikisi bir araya gelmez, bunu bilmek kâfidir, biri yaklaşırsa diğeri kaçar, ikisini birlikte tutmak isteyen yolunu şaşırır.” sözleriyle Türk hakimiyet anlayışındaki din devlet ilişkilerini açıkça ortaya koymuştur.
Türkler, tarih boyunca Asya- Avrupa merkezli çeşitli coğrafi bölgelerde yaşamışlar, çeşitli kültürlerle temas etmişler, bunun sonucu olarak da geleneksel dinleri “Gök Tanrı Dini” yanında çeşitli dinleri de kabul etmişlerdir. Bu konuda dikkatimizi çeken husus kabul etmiş oldukları dinlerin genelde tek tanrılı oluşu ve semavî nitelik taşımış olmasıdır. Bir diğer husus da dinî hayatlarında engin bir hoş görü olması Tanrının hakkının tanrıya, İnsanın hakkının da insana verilmiş olmasıdır. Bu bakımdan Türklerdeki din-devlet ilişkisi yaşadıkları yüzyıla göre ileri bir anlayışı temsil etmişlerdir. Göktürk kitabelerinde kağanların Tanrı yardımıyla kağan oldukları, güç kazandıkları ifade edilmekte, felaketlerin ve başarısızlıkların gerekçesi ise bazen cemiyetin gevşekliğine ve duyarsızlığına Bazen de kağanların yetersizliğine (iktidarsızlığına) bağlanmaktadır.

Kitabelerde;
“Tanrı güç verdiği için, babam kağanın askerleri kurt gibi imiş, düşmanları koyun gibi imiş”. Kül Tigin bengü taşı, doğu yüzü 12. satır; “Bilge kağan bengü taşı doğu yüzü, 11. satır.
“Babam kağan… tanrı buyurduğu için, devletliyi devletsiz, kağanlıyı kağansız bırakmış”. Kül Tigin bengü taşı, doğu yüzü 15. satır, Bilge kağan Bengü taşı doğu yüzü 13. satır.
“Besleyip doyurmuş olan kağanlarının sözlerini tutmadın, her yere gittin, oralarda mahvoldun, tükendin.” Kül Tigin bengü taşı güney yüzü 89. satır. Bilge kağan bengü taşı, kuzey yüzü 7. satır.
“Akılsız kağanlar tahta oturmuş, kuşkusuz… Türk halkı kurduğu devletini elinden çıkarı vermiş”. Kül Tigin bengü taşı doğu yüzü 5. satır; Bilge Kağan bengü taşı doğu yüzü 6. satır.

Türklerin geleneksel dini Göktanrı merkezli olup, tek tanrı inancı temeline dayanıyordu. Göktanrı, diğer kavimlerin semavî ilahlarında görülen ortak özellikleri taşıyor, yani olduğu gibi kudretli yüce görünmezdi ve siyasî iktidar ve hâkimiyet gücünü tanrıdan alıyordu.

Türk hakanlarına kut ve güç veren ezeli ve ebedi “bengü ve mengü” olan Göktanrı’ya tapınmak yoktu. Çünkü tanrının resmi, heykeli ve mabedi de yoktu. Bu yönüyle Göktanrı inancı, ilkçağ kavimlerinin tanrı anlayışlarından tamamen farklı olup evrensel ve semavi dinlerdeki tek tanrı anlayışına daha yakın bir düşünce söz konusu idi. Geleneksel Türk Dininin diğer bir özelliği de ölmüş atalarına saygı ve onlara kurban sunma âdeti vardı. Türkler ölen ata ve babalarının ruhlarının geride kalanlara iyilik veya kötülüklerinin dokunabileceği düşüncesiyle onlara karşı minnet, iyilik hissi, atalar kültünün temelini oluştururdu.

Göktanrı inancında tanrının ebediliği “Kadir-i mutlaklığı yanından başka bir şekle sokulamayan her yerde hazır olduğuna inanılırdı. Tanrı, insan veya her hangi bir cisim şeklinde tasvir edilmez. Bu yüzden Türk inancında hemen bütün ilkçağ toplumlarının aksine hiçbir zaman putçuluk olmamıştır. Bu yüzden Türk coğrafyasında putları muhafaza için tapınaklarda olmamış ve manevi gücün yegâne kaynağının tanrı olduğuna inanılırdı. Yani gök tanrı semavi dinler (Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’te) de olduğu gibi tek kudret ve ahiret inancına bağlı olarak ölen bir kimsenin öbür dünyaya giderken, hazırlıklı olması için, kurgan denilen mezarlarına şahsi eşyaları konurdu.

Tarihî Türk devletleri, cihanşümul (evrensel) devlet anlayışının sonucu olarak yönetimleri altındaki faklı ırk, kültür ve inanca sahip toplumları ayrı görmemişler, onların kendi inanışlarında ve kültürel özellikleri içerisinde yaşamalarına karşı olmamışlardır. Öyle ki, zaman veya zemine bağlı olarak, yer yer kendi dinleri veya dilleri yerine yönetimleri altındaki toplumun değerleri ön plana çıkmıştır. Evrensel Türk devlet anlayışı ile Göktanrı inancı arasında yakın bir bağ söz konusu olmuştur.

Türklerde hâkimiyetin kaynağı ilahi idi. Tanrı hâkimiyeti doğrudan doğruya değil, kağanlar vasıtasıyla kullanmaktaydı. Zira Türk kağanı da kendisini tanrı tarafından seçilmiş, güç ve yeteneklerler donatılmış bir insan olarak görmekteydi. Tanrının Türk hükümdarlarına vermiş olduğu yetki siyasî iktidar (kut), ülüğ, ülüş ve güç şeklinde tezahür etmiştir. Türk kağanı tanrıdan almış olduğu siyasi iktidar gücüyle yüzlerce yıl Avrasya coğrafyasında yaşayan ırkı, dili ve dinî farklı milletleri yönetmiştir. Tanrı bağışı olan bu siyasal güç dolayısıyla da “karizmatik” iktidar gündeme gelmiştir. Ayrıca Türk devlet anlayışına göre, Türk kağanı devleti töre boyunca yönetmez ise tanrı vermiş oluğu siyasi iktidarı geri alabilirdi.

Tarihi Türk devletlerinde görülen evrensel devlet anlayışında Türk devletlerinin hâkimiyet sınırı genelde dünya hâkimiyeti ile izah edilebilir. Oğuz kağan destanında “çadırımız gök, bayrağımız güneş” sözü ile evrensel devlet anlayışı ifade edilmiştir. Bu anlayışa göre nerede ve ne zaman kurulmuş olursa olsun Türk devletleri, ideal olarak dünya hâkimiyeti uğruna gittikleri hemen her yerin yerli halkına dinî, kültürel, ekonomik manada sosyal haklar vermişle, kurdukları devleti de zaman zaman birlikte yönetmişlerdir. Bu yüzden Türklerdeki evrensel devlet düşüncesi ve uygulaması “ İmparatorluk” kavramından farklıdır. Türk devletlerine imparator sıfatının verilmesini doğru olmadığını düşünüyorum. Osmanlı devlet anlayışında da öz millet ve öz vatan söz konusu olmamıştır. Çünkü Avrupa’nın, Kafkasya’nın, Karadeniz’in kuzeyi, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın insan ve malî kaynaklarının Anadolu için kullanılmış olduğu söylenebilir mi?

Türklerin İslâmla şereflenmesi hadisesi, Türk tarihinde siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel vb. yönlerden yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Konumuz olan Selçuklu Türklerinin tarihini de aynı manada görüyoruz. Zira Ötügen merkezli Türk devletleri döneminde cereyan etmiş hadiselere paralel olarak, oğuz Türkleri de tedricen batıya yönelmişlerdir. Nitekim siyasî bakımdan oğuz boyları üzerinde pek etkili olamadığını bildiğimiz “Oğuz Yabgu Devleti” Sirderya ötesinde yaşadığı sırada Kınık boyuna mensup Dukak ve beraberindeki Oğuzlar, Dukak’ın oğlu Selçuk Bey ile Karahanlı Türk Devleti’nin yönetiminde bulunan Cend şehri yöresine gelmiştir. Selçuk Bey ve oğullarının faaliyetleri sonucu adını kurucu Selçuk Bey’den almış olan Selçuklu Devleti kurulmuştur. Selçuk Bey’in torunları Tuğrul ve Çağrı Beyler kısa zamanda Maveraünnehr ve Horasan bölgelerine hâkim olmuşlardır.

XI. yüzyılda İslam dünyası; Bağdat, Mısır ve Endülüs merkezli üç hilafet merkezince temsil edilmekte olup, Bağdat merkezli Abbasi Halifeliği ile Mısır’daki Fatimi Halifeliği arasında Fatimi Halifeliği’nin lehinde gelişen siyasî mücadele söz konusuydu. Öyleki Bağdat şehri bir yandan Şiî Büveyhoğullarının kaontrolü altında olduğu gibi Fatimi Halifesi adına hareket eden aslen Oğuz Türk’ü olan Arslan Besasiri’nin de tehdit ve baskısı Sunni Abbasi Halifesini ciddî manada kıskaç altına almıştı. İşte böyle bir dönemde ortaya çıkan Selçukoğulları Bağdat Abbasi Halifeliği için bir şans olmuştur.

Tuğrul Bey, Şii Büveyhoğulları Devleti’ni ortadan kaldırıp, Bağdat ve halifelik makamına yönelik tehlikeleri bertaraf ettikten sonra 1057 yılında Bağdat şehrinde halife tarafından muhteşem bir törenle karşılanmıştır. Bu tarihî buluşmanın tarihimizdeki önemi, tarihî Türk devletlerindeki Türk Devlet Geleneği’nin din ve devletle olan özelliğinin Bağdat’ta da gündeme getirilmiş olmasıdır. Halife, Sultan Tuğrul’u “Doğu’nun ve Batı’nın sultanı olarak kılıç kuşatması, Ayrıca Halife, Sultan’a “Dinin Direği”, “Halife’nin Ortağı” gibi son derece anlamlı ve önemli unvanlarla Sultan’a hitap etti. Halife Tuğrul Bey ile yapmış olduğu yüz yüze görüşme sırasında da “Allah’ın kendisine vermiş olduğu yerlerin tamamını Sultan’ın idaresine tevdi ettiğini ve halkın hukukunun da korunmasını da ona bıraktığını” ifade etmiştir. Bu toplantı ile halifelik makamı yanında saltanat ayrı bir hukukî ve siyasî kurum olarak kabul edilmiştir. Ayrıca Halife ve Sultan’ın görev ve yetki sınırları konusunda bir değişiklik olmuştur. Böylece Selçuklu hükümdarları bütün idarî, siyasî ve askerî yetkileri uhdesinde toplamış olan İslâm dünyasının (XI. yüzyıl) lideri olurken, Halife’de; din ve ilim işlerinin en yüksek makamı, sunî İslam dünyasını tek çatı altında toplayan dinî lideri olarak görülmüştür.

Konuya Türk tarihi yönüyle bakacak olursak, İslâm öncesi Türk devletlerinin hemen tamamında ortak bir devlet geleneği yani Türk hakanı, kağan, yabgu ve beylerinin devletin idarî, askerî ve siyasî işlerini yürüttüğü, din işlerinin ise ayrı bir macerada yürütüldüğü bir sistem için Bağdat şehrinde yapılmış olan bu merasim ile konumun aslında İslamî Türk döneminde yeniden gündeme getirilmesidir. Bu uygulama ile İslam amme hukukunda çok önemli bir değişiklik meydana gelmiştir ki, Halife ve Sultan biri dinî, diğeri dünyevî olmak üzere birbirine denk iki baş kabul eden bu anlayışla Türk hükümdarı “Halifeye bağlı bir Müslüman emirî” değil, saltanatın sahibi ve dünya işlerinden sorumlu tek güç idi. Şeriat ile meşgul olan halifeler ise, kendilerine tahsis edilen gelirleri din ve ilim uğruna harcıyor, dinî ve ilmî meselelerde en yüksek makam idi. Tuğrul Bey’in Bağdat’a gelişinden önce yörede yörede siyaseten Büveyhiler, askerî bakımdan Besasiri’nin tehdidi altında sosyal, ilmî ve dinî kargaşa hüküm sürerken, yeni uygulama sonucunda, bir yanda siyasî istikrar sağlanmış, ekonomik ve sosyal hayat düzene girmiştir. Ayrıca Selçuklu sultanının şahsında yöredeki çeşitli tarikat ve mezhep mensupları ile gayr-i Müslimlerin de devlete bağlanmaları sağlanmıştır.

Tuğrul bey’in Halife ile yapmış olduğu bu andlaşma ile Türklerin İslamiyet’ten önce şuurunu taşıdıkları ve büyük ölçüde gerçekleştirmiş oldukları “Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” İslâmî Türk devrinde yeniden ortaya çıkmış, İslamın yüce değerlerini ve gücünü de hemen her zaman yanlarında hissetmiş ve kabul etmişlerdir. Bu görüşme ve andlaşma Türk-İslam tarihinde din ve devlet işlerinin ayrı makamlarca temsili yani laiklik uygulamasının bizim tarihimiz için ilk uygulaması olması bakımından son derece önemlidir. Bu yüzden laiklik anlayışını dar bir çerçeveye sokarak din ile devleti karşı karşıya getirme düşünce ve davranışının sağlıklı bir mantık ürünü olmadığı gibi tarihi realiteye de uygun düşmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş ve işleyişinde temel ilkelerin şu veya bu yabancı kaynağa bağlanmış olması düşüncesine katılmıyoruz. Başta laiklik olmak üzre, söz konusu ilkeler, Türk devlet geleneğinin çağdaş manada yorumudur. Tarihî Türk devletlerinde olduğu gibi İslamî dönem Türk devletlerinde de Sultan Tuğrul Beyin Abbasi Halifesi Kaim Biemrullah ile yapmış olduğu antlaşmanın özünde Türk devlet geleneği olarak dünden bugüne devam etmiş ve bugün yedi bağımsız Türk Cumhuriyetinin de devlet anlayışı laiklik ilkesidir.

KAYNAKLAR
Barhebraeus, (Ebu’l-Farac İbn’ül İbrî), Türkçe trc. Tarih-i Muhtasar’ud Düvel, İstanbul 1941.
Brockelman, C, Histoire des peuples et des Etats İslamiques, Paris 1940.
Çelik, Mehmet, Siyasal sistem açısından Bizans İmparatorluğunda Din-Devlet İlişkileri, (Kuruluşundan X. Yüzyıla Kadar), Elazığ 1996. El-Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Türkçe trc, Ankara 1970.
İnan, Abdulkadir, Dede Korkut Kitabı’nda Eski İnanç ve Gelenekler, Türk kültürü Araştırmaları, VI, 1969.
, Makaleler ve İncelemeler, 2. Baskı, Ankara 1987.
, Tarihte ve Bugün Şamanizm, 2. Baskı Ankara 1986.
Kafesoğlu, İbrahim, Türk Fütühat Felsefesi ve Malazgirt Muharebesi, Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 2, İstanbul
1972.
, Türk Milli Kültürü, 5. Baskı, İstanbul 1988.
Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lügat -it Türk, Neşr ve Türkçeye trc, B. Atalay, Ankara 1939-1944.
Köprülü, M. Fuad, “İslam Amme Hukukundan Ayrı Bir Türk Hukuku Yok mudur?”, Türk Tarih Kurumu Zabıtları, İstanbul 1943.
, İslam ve Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları ve Vakıf Müessesesi, İstanbul 1983.
Köymen, M. Altay, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, C.III, Ankara 1992,
, Selçuklu Devri Türk Tarihi, 2. Baskı, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, Ankara, 1968.
Mir’atü’z- Zaman fi’Tarihi’l A’yan, Neşreden: Ali Sevim, Ankara 1968.
Ögel Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, İstanbul 1971.
Öztürk, Mustafa, Tarih Felsefesi, Elazığ 1999.
Tanyu, Hikmet, İslamiyet’ten Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, İstanbul 1986.
Turan, Osman, Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihi, 11. Baskı, İstanbul 1998.
Yusuf Has Habb, Kutadgu Biliğ, Çev.Reşit Rahmeti Arat, 4. Baskı, Ankara 1989.
Yuvalı Abdulkadir, Genel Türk Tarihi, Türkistan 2004.
, Türk Devlet Geleneği, “XXI. Yüzyılda Büyük Geleneğin Devamı”, Uluslar arası Konferans, 19-20 Ekim 2001, Almatı.
, Türk Hâkimiyet anlayışının Tarihî Temelleri, Antakya 1994.

ULUSLARARASI TÜRK DÜNYASININ İSLAMİYETE KATKILARI SEMPOZYUMU Kitabı s. 71-74


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye