Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: SEYDİ ALİ REİS'in Seyahat Notları
MesajGönderilme zamanı: 31.12.08, 09:52 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
SEYDİ ALİ REİS'İN HATIRALARI

Kaynak : Hayat Tarih Mecmuası. Sayı : 8 - 11 (1966)
Nakleden ve Notlar Ekleyen: YILMAZ ÖZTUNA


16. yüzyılın büyük denizcilerinden biri de Seydî - Ali Reis'tir. Gerek babası, gerek büyük babası bahriye müsteşarı olan bu denizci çocuğu, 1498 yıllarına doğru İstanbul'da doğdu. 1522 Rodos fethine deniz subayı olarak katıldı. Kapdân-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa'nın yanında yetişti. Kendisini çok takdir eden Barbaros, cihan tarihinin en büyük deniz vuruşmalarından biri olan 1538 Preveze savaşında, Türk Donanması'nın sol kanat amiralliğini Seydî-Ali Reis'e verdi. Az zamanda Kanunî Sultan Süleyman'ın da dikkatini çekti. Kanunî, İran seferine çıkarken müşavir olarak onu da yanına aldı. Asrının en büyük hükümdarı olan Kanunî, bu bilgin, şair, güzel konuşan ve zeki amiralden çok hoşlanıyor, sık sık sohbet etmek üzere otağına çağırıyordu. Gene bir gün Haleb'de konuşurlarken, Kanunî, kendisini Hind Okyanusu amiralliğine getirmek istediğini bildirdi. Seydî-Ali Reis'e yeni görevi 6 aralık 1553 günü resmen tevcih edildi. Bu sırada 55 - 56 yaşlarında olması lâzım gelen Türk denizcisi, ertesi gün Haleb'den hareket etti. 58 günde Bağdat yoluyla Basra'ya geldi. Bu limanda bulunan 15 kadırgadan müteşekkil Türk savaş filosunu alarak denize açıldı.

Basra Körfezi'nden çıkıp Aden Körfezi'ne girmek üzereyken, 9 Ağustos 1554 günü 25 kadırgadan ibaret Portekiz donanması ile karşılaştı. Vuruşmada Portekizlilerin bir kadırgası batınca düşman, Türk filosunun önünden çekildi. 25 ağustosta Seydî - Ali Reis, Aden Körfezi'nden Umman Denizi'ne geçmişti. 34 kadırgadan müteşekkil daha büyük bir Portekiz donanması ile karşılaştı. Türklerin iki mislinden fazla olan düşmanla dehşetli bir deniz savaşı başladı. 18 saat aralıksız devam eden savaş sonunda, Türklerin 7 ve Portekizlilerin 6 kadırgası battı. İki tarafın forsalarında da kürek çekecek güç ve topçularda top ateşleyecek takat kalmadı. Türkleri yok edemeyeceklerini anlayan kral naibi Afonso dö Noronha'nın oğlu Don Fernando'nun komutasındaki Portekizliler, geri çekildiler.

On bir kadırgası kalan Seydî - Ali Reis, birkaç gün sonra da “tufan-ı fil” denen korkunç bir Hind Okyanusu tayfunu ile karşılaştı. Biraz da dalgaların esiri olan Türk filosu, güneydoğuya doğru yol alarak, Hindistan kıyılarına vardı. 3 kadırga da burada karaya vurdu. Geri kalan ve onarılması az zaman içinde mümkün olmayan 8 kadırgayı Seydî - Ali Reis, toplarıyla beraber, Türkiye'nin öteden beri desteklediği Gucarat Sultanlığı'na verdi. İstanbul'a dönünce hükümete göstermek üzere bir makbuz aldı.

Seydî-Ali Reis, hayatta kalan levendlerinin çoğunu da Gucarat sultanlığı hizmetine verdi. Esasen yarım yüzyıldan beri bu Müslüman Hind devletinin amiralleri ve topçu generalleri hep Osmanlı Türk'ü idi. Seydî - Ali, 50 levendiyle Hindistan'a daldı. Aylarca süren bir seyahatten sonra, Hindistan Türk imparatorluğunun başkenti olan Agra'ya vardı. Timuroğlu Hümâyûn Şah, Türkleri sevinçle karşıladı. Babur Şah'ın oğlu olan bu hükümdar. Türk amiraline vezirlik bile teklif etti. Ancak Hümâyûn, 26 ocak 1556 günü, kütüphanesinin üst raflarından bir kitap almak üzere tırmandığı merdivenden düşerek 48 yaşında öldü. Seydi - Ali ile 50 levendine gene yolculuk görünmüştü.

Türk denizcileri, 15 ay sürecek yeni seyahatlerine başladılar. Agra'dan Delhi'ye, oradan Lâhûr'a ve Kabil'e geldiler. Afganistan'dan Türkistan'a geçtiler. Semerkand, Buhara ve Hıyve'den İran'a indiler. Meşhed'den, İran Türk imparatorluğunun başkenti olan Kazvîn'e vardılar. Şah Tahmasb tarafından kabul edilen Seydî -Ali Reis, Şah İsmail'in oğlu ve yeryüzünün Kanunî'den sonra gelen en kudretli hükümdarı olan Safevî imparatorundan da iltifat gördü. Tebriz'den Türkiye topraklarına girdi. Bağdat - Musul - Diyarbakır- Ankara yoluyla İstanbul'a geldi. Fakat Kanunî, Edirne'deydi. 1 mayıs 1557'de Galata'daki konağına inen Seydî-Ali Reis, bir hafta sonra Edirne’ye vardı. Kanunî Sultan Süleyman'a Haleb'de veda etmesinin üzerinden tam 3 yıl, 5 ay geçmişti.

Denizcilere büyük zaafı olan Kanunî, Seydi-Ali Reis'i birçok defalar kabul ederek bütün macerasını dinledi ve bu seyahatini kaleme almasını emretti. Seydî-Ali Reis, Kanunî’ye, Türkistan Hakanı ve Gucarat Şâhı'ndan Hind racalarına kadar büyüklü küçüklü hükümdarlardan 30 kadar mektup getirmişti. Bunların kimi iktisadî veya askerî yardım istiyor, kimi dostluk ve kulluk arz edîyordu. Bundan sonra Seydî-Ali Reis, 1560 Cerbe savaşına katıldı. Preveze'den sonra Türklerin tarihleri boyunca kazandıkları en büyük deniz zaferi olan bu savaşta da amirallik etti. 1563 yılının ocak ayında, takriben 65 yaşında, Galata'daki devrinin denizci, bilgin ve şairlerinin toplantı yeri olan büyük konağında huzur, şan ve şeref içinde öldü.

Seydî - Ali Reis, en az amiralliği derecesinde coğrafya, matematik ve astronomi bilgini olmakla ünlüdür. Ayrıca şair olarak da devrinde büyük şöhret yapmıştır. Büyük Türk astronomu Ali Kuşçu'nun Fâtih'in emriyle yazdığı Fethiye adlı ünlü astronomi kitabını Farsça'dan Türkçe'ye çevirmiştir. “Mir'ât-ı Kainat” adında bir matematik kitabı yazmıştır. Fakat dünyaca meşhur eserleri “Muhit” adlı deniz coğrafyasına ait kitabıyla Hindistan gezisini anlatan “Mir’atu’l Memalik” (Ülkelerin Aynası)’idir. Bu eserler, Türk amiralini XVI. yüzyılın en büyük bilginlerinden biri derecesine ulaştırmaktadır. Seydi - Ali Reis'in bu kitapları Almanca'ya, İngilizce'ye, Fransızca'ya, Özbekçe'ye, İtalyanca'ya çevrilerek birçok defalar basılmıştır.

Hayat Tarih Mecmuası, “Barbaros'un Hatıraları” ve “Mimar Sinan'ın Hâtıraları”ndan sonra, gene Türk Asrı denen XVI. asra ait çok namlı bir Türk büyüğünün hâtıralarını takdim etmektedir. Mir'atu'l-Memalik adını taşıyan Seydî - Ali Reis’in hâtıralarında, XVI. asır Türk dünyası içinde büyük bir seyahatin bütün meraklı safhalarını okuyacaksınız. Eserin dili, bazı yerlerde sadeleştirilerek bugünün okuyucusu için anlaşılması mümkün kılınmış, fakat büyük bir bilgin, edip ve şair olan Türk amiralinin üslûbuna müdahale edilmemiştir.

Yılmaz ÖZTUNA


***

Kitabıma mevcudu yokluktan vücuda getirilen Allahü azîmüşşânın adıyla başlıyorum.

Yaratıp â'lemi Hak verdi şeref
Cümleden âdemi kıldı eşref
Hakk'ı ey dil arayıp seyyah ol
Mâ'rifet bahrine var mellâh ol


Sonra, âlemlerin mahabbeti uğruna yaratıldığı peygamberimizin kutlu ismini anıyorum.

Eyledi nefs bizi gark-ı günâh
Kıl şefâ'at, ede rahmet Allah
Himmet et rûz-i haşır'dâ yârın
Yüzümüz ak ola olmaya siyah


İslâm padişahına dua etmek de her mü'min için lâzım ve vaciptir. Bilhassa cihanın sultanlarının sultânı, zemin ve zamanın hakanı, şevkette İskender'e, haşmette Feridun'a, adalette Nûşirevân'a, himmette Hâtem'e, savlette Kayser'e, devlette Dârâ'ya benzeyen, zamanımızın sâhib - kıranı, Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ın ömrünü Cenâb-ı Hak uzun kılsın, saltanatı kıyamete kadar devam etsin!

Du'âm oldur Şeh-î Rûm'un (1) İlâhî
Saadet birle geçsin sâl-ü mâhı
Anın ferman - beri hâkaanı Çin'in
Mutıy'î Hind-ü Sind'in pâdşâhı


BU KİTABI TELİF ETMEMİN SEBEBİ

Cihanın hakanı olan Sultan Süleyman Han, İran seferine çıkmak üzere kışı Haleb şehrinde geçiriyorlardı (2). Bu sırada beni ansızın Mısır kapdanlığına (3) tayin buyurdular. Vazifem, Basra limanında bulunan Mısır donanmasını alıp Süveyş limanına getirmekti. Basra'da yatan 15 parça kadırgayı Hind denizlerinden aşırıp Mısır'a götürecektim. İşte bu vazife, büyük bir maceraya sebep oldu ve aklıma bile getirmediğim seyahatlere zemin hazırladı. Bu seyahatleri, «Mîrâtu'l - Memâlik» adını verdiğim bu kitapta anlattım.

Her kişi ister koya â'lemde ad
Hayr ile tâ kim kılaalar ânı yâd
Sergüzeştim ben dahî zikr etdiğim
Bir du'â île anılmakdır murâd

Yine deryây-ı mihnet eyledi çüş
Mevc-i gam başdan aşıp etdi hurûş
Dehr edip âfkâre kînesini
Garka kasd eldi ten sefinesini


İran seferine çıkmak üzere İstanbul'dan ayrılan Sultan Süleyman Han'ın maiyetlerinde ben de vardım. Bursa Yenişehri'nde iken ramazan bayramı hulul etti. Padişahımızın bayramını tebrik edenler arasında bulundum. Oradan, Orduy-ı Hümâyûn ile beraber Seyitgazi kasabasına geldik. Daha sonra Konya'ya vasıl olduk. Mevlânâ Celâleddin Rûmî Hazretleri'nin türbelerini ziyaret ettik. Oradan Kayseri'ye vardık. Başlıca Şeyh Evhadüddin Kirmanı, Şeyh Burhâneddin Muhakkik, Şeyh Bahâeddin - zade, Şeyh İbrahim Aksarâyî ve Dâvûd-ı Kaysarî türbeleri ziyaret edildi. Haleb'e gelince de Peygamber Dâvûd ve Peygamber Zekerîyâ'mn makamlarına yüz sürdük. Peygamberimizin ashabından Sâd Ensârî ve Saîd Ensârî de Haleb'de gömülüdür. Mübarek Kurban Bayramını, Saâdetlü Padişah Hazretleri ile bu şehirde geçirdik.

Hind kapdanı Pîrî Reis arkadaşım, birkaç yıl önce 30 parça harb gemisiyle Süveyş'ten ayrılmıştı. Bu 30 parça, baştarda, kadırga, kalite ve kalyon nevinden teknelerdi. Pîrî Bey, Kızıldeniz'i cenuba doğru inmeye başladı. Arabistan'da Cidde limanına uğradı. Yemen kıyılarını gezdi. Bâbülmendeb Boğazı'ndân Hind denizlerine çıktı. Umman ülkesinde Maskat kalesi önüne geldi. Kaleyi bir müddetten beri ellerinde bulunduran Portekizlilerden fethetti. Hürmüz Boğazı'na girdi. Boğaz üzerinde bulunan Hürmüz adasındaki Portekizlileri kovdu. Basra'ya vasıl oldu. Basra'ya gelir gelmez, Hindistan'ın Diu limanından kalkan büyük Portekiz donanmasının yolunu kesmek üzere geldiğini haber aldı. Ağır ganimetle yüklü gemilerini Basra'da bıraktı. Üç parça gemiyle Süveyş'e dönmek üzere acele Basra'dan ayrıldı. Bahreyn adaları civarında bir kadırgası karaya vurup parçalandı, iki kadırga ile Süveyş'e döndü. Basra beylerbeyisi Kubad Paşa, bahriye sancak beylerinden Ali Bey'e, Basra limanında yatan donanmayı Süveyş'e götürmesini teklif ettiyse de Ali Bey, bu tehlikeli vazifeyi kabul etmedi ve karadan Kahire'ye gitti. Bunun üzerine donanma, Basra'da kaldı ve ekseri gemiler bakımsızlığa uğradı. Bu durum İstanbul'a bildirilince Dîvân-ı Hümâyûn, Basra Körfezi üzerinde Katıfy sancak beyi olup yeni bir vazife almak üzere Basra'da bekleyen derya beylerinden Murad Reis'e, donanmayı Sûveyş'e getirmek emrini verdi.

Murad Reis, bir kadırga, iki barça ve beş kalyonu Basra'da bıraktı. Bir kadırga da Basra'da yatarken kaza yangınıyla mahvolmuştu. Geri kalan 15 kadırga ve 2 barça, Murad Reis'in idaresinde Basra'dan ayrıldı. Ancak Hürmüz Boğazı'ndan Hind denizlerine çıkılırken büyük Portekiz donanması bastırdı. Kaptanlardan Süleyman ve Receb Reisler - ki gayetle değerli denizcilerdi - şehit düştü. Gemileri ve topları zarar gören, efradından birçoğu yaralanan Murad Bey, İran'ın Lâristan kıyılarına geldi. Bir gemisini de Portekiz kâfirine kaptırdı, Basra'ya döndü. Bu vaziyette Süveyş'e gidemeyeceğini Basra beylerbeyisi olan paşaya bildirdi.

Ben, denizci bir ailenin çocuğuyum. Padişahımız Sultan Süleyman Han'ı da 30 yıldan fazla bir zamandan beri tanıyordum. Rodos fethinde, gemide beraber maiyetlerinde bulunmak şerefini kazanmıştım (4). Bilhassa Barbaros Hayreddin Paşa'nın yanında yıllarca gezdim ve tecrübemi arttırdım. Riyaziyeye dair birkaç eser de telif ettim. Gerek baba, gerek ana tarafım denizcidir, İstanbul'un Fethi'nden beri Galata tersanesi kethudâlığı (5) benim büyük babalarımın ve babamın elindeydi. Haleb'de iken Sultan Süleyman Han, Basra'da yatan gemilerin hâlinden bahsederken, bu vazifeyi bana vermek istedi. Fermanlarını alır almaz, 961 yılının ilk günü olan l muharremde (6) Haleb'den Basra'ya doğru hareket ettim. Fırat'ı geçip Urfa şehrine geldim. Makam-ı İbrahim'e yüz sürdüm. Nusaybin yoluyla Musul'a vardım. Yûnus Nebî, Circîs Nebî ve diğer makamları ziyaret ettim. Tekrît'e, oradan Sâmerrâ'ya uğradım, imam Hâdî ve imam Askerî'nin türbelerine vardım. Bağdad'a vasıl oldum.

Yûşâ Nebî'yi, Imâm-ı âzam Ebû-Hanîfe'yi, imam Musa Kâzım'ı, imam Muhammed Takıyy'i, Şeyh Abdülkadir Geylânî'yi, Cüneyd Bağdâdî'yi, Mâruf Kerhî'yi, Şeyh Şiblî'yi, Serî'i Sakatî'yi, Hallâc-ı Mansûr'u, Behlûl Dîvâne’yi, Şeyh Şihâbüddin Sühreverdî'yi ve diğer din büyüklerini ziyaret ettim. Dicle'den sonra bir defa daha Fırat'ı geçtim. Kerbelâ'ya vardım. Seyyidü's-Sühedâ Hazret-i Hüseyin’in makamına yüz sürdüm. Çöl yoluyla Necef'e geldim. Hazret-i Ali'yi ziyaret edip Kûfe'ye vardım. Zülkifl Nebî ve Harun'un makamlarını ziyaret ettim. Tekrar Fırat'ı geçip Hille'ye geldim, imam Muhammed Mehdî'nin, Hazret-i Ali'nin kardeşi Akıyl'in makamlarını gezdim. Gene Fırat’ı bir köprüden geçtim.Bağdad’a döndüm. Gemiye binip Dicle üzerinden Basra yolunu tuttum. Medâin harabelerinde Tak-ı Kisrâ'yı ve Kasr-ı Şâh'ı gördüm. Amare ve Vasıt yoluyla Şattularab'a girdim. Safer ayının son günü Basra'ya vâsıl oldum (7).

BASRA'DA GÖRDÜKLERİM
Ertesi gün, Basra beylerbeyisi (8) Mustafa Paşa'yı ziyaret ettim. Padişahın fermanını gösterince, limanda yatan 15 parça kadırgayı bana teslim etti. Mümkün olan onarmaları yapıp tekneleri kalafatladım.

Kapdanlarla görüşüp tanıştım. Bunları yapmak ve mevsim rüzgârlarını beklemek için 5 ay Basra'da kaldım.

Bu arada Basra'da yatan büyükleri, Hasan Basrî'yi, Talha'yı, Zübeyr'i, Enes bin Mâlik'i, Abdurrahman bin Avf'ı, Mescid-i Ali'yi ziyaret ettim. Bu sırada kötü bir rüya gördüm. Fakat levendlerimin manevî kuvvetini kırmamak için rüyayı kimseye anlatmadım. Gerçekten Mustafa Paşa, Hüveyze kalesini fethetmek için sefere çıktı. Beş kadırga ile ben de beraber gittim. Ancak kale alınamadı ve 100'den fazla yarar levendim şehid oldu. Bir yandan da gördüğüm rüyanın bu vak'a ile gerçekleştiğini sandım ama, öyle değilmiş. Daha çok çekeceğim varmış.

Olacak nesne olur çâr-u nâ-çâr
Gerek sen gönlünü pek tut gerek dar (9)


Şerif adında birisini, Hürmüz Boğazı'na kadar gönderip keşfettirdim. Birkaç parça Portekiz gemisinden başka bir şey olmadığı, büyük Portekiz donanmasının çok uzaklarda bulunduğu haberini getirdi. Bunun üzerine Mustafa Paşa'ya veda ettim ve kaptanlara hareket emrini verdim.

DİYÂR-I HÜRMÜZ'DE VAKI' OLAN HAVADİSİ BEYÂN EDER

Şabân ayının ilk günü Basra'dan ayrıldım (10). Şattu'1-Arab üzerinde Abadan limanından Basra Körfezi'ne çıktım. Fars kıyılarından ilerledikten sonra körfezi garbe doğru geçip Lahsâ kıyılarına ve Katıyf limanına geldim. Oradan Bahreyn adalarına vardım. Katıyf ve Bahreyn sancak beyi Murad Reis'le görüştüm. Portekiz donanmasının Umman Denizi'nden uzak olduğunu söyledi. Bahreyn adalarında deniz gayetle sığdır ve derya altında tatlı su kaynaklan vardır. Dalgıçlar, tulumlarla dalıp bu tatlı suyu doldururlar. Murad Reis bana da ikram etti. Gayetle lâtif ve soğuk bir su idi. Zaten bu adalara Arapça'da «Bahreyn» yani «iki derya» denmesine sebep, derya altında başka bir derya hâlinde tatlı su kaynamasıdır. Oradan şimdi «Kays Adası» denen eski adıyla “Hürmüz Adası”na vasıl oldum.

Nihayet Hürmüz Boğazı'nı geçip Basra Körfezi'nden çıktım. Rehberim Şerif’i, eline bir mektup vererek Basra'ya geri gönderdim; Mustafa Paşa'ya, Hürmüz Boğazı'nı selâmetle geçtiğimizi yazdım. Ramazanın 10. günü (11) uzaktan Portekiz kâfirinin 4 karaka, 3 kalyon, 6 karavele, 12 çekdiriden ibaret 25 parça donanması gözüktü. Büyük ve bakımlı teknelerdi. Tenteleri fora ettirip demir aldırdım. Toplan atışa hazırlattım. Hazret-i Hakk’ın inayetine sığınıp bizim iki mislimiz olan düşmanla muharebeye karar verdim. Sancakları açtırdım. Gülbank çekilip top ve tüfek ateşi başladı. Bir düşman kalyonuna top güllesi dokunup helak oldu; deryanın dibini boyladı.

Gaalibâ görmedi çesm-î encüm
Bu kadar hâdise-î uzmâyı
Bilmezim kim nice tâ'bîr edeyim
Sana bu vâkı'a-î kübrâyı (12)


Muharebe yatsı zamanına dek sürdü. Muhkem ceng oldu. Fenerler yakıldı. Kâfir amirali yaklaşan geceden korktu. Hürmüz canibine doğru firara başladı. Gece kuvvetli rüzgâr çıktı. Sahili takip ediyordum. Yolumuza revân olduk. Birkaç gün sonra Umman ülkesinin limanlarından Sohâr'a vardık. Mübarek ramazanın 26. günü -ki Kadir Gecesi'dir- (13) alesseher Maskat limanı göründü. Limanda Portekiz kâfirinin 12 barça ve 22 çekdiriden ibaret 34 parçalık donanması yatıyordu.
Düşman, iki mislimizden fazlaydı. Bundan cesaret alıp yelkenlerini de açarak, çala kürek üzerimize gelmeye başladı. Başlarında Gorna Dürek oğlu Kuvve vardı ki, Portekiz kâfirinin gayet namlı bir amirali idi. Babası, Portekiz'in bütün Hind denizleri için kral naibi idi. Dehşetli bir top, tüfek ve ok atışı başladı. Bazı gemiler birbirine yanaşıp kılıç kılıca vuruşma da oldu. Bir kadırgam, kumbara ile yanıp battı.

Taşları güllükleri kim yağdırır
Her biri deryada döküntü olur (14)


Ancak kadırgamı batıran kâfir barçasını da ben yakıp batırdım. Sonra kâfirin 5 kadırga ve 5 barçasını daha batırdım. Bir barçası da ağır yara alıp kaçarken battı. Bu suretle 34 kâfir gemisinin 12'si helak oldu.

Ancak benim gemilerim de çeşitli yaralar aldı ve pek çok şehit verdim, îki tarafın forsasında kürek çekmeye takat kalmadı. Topçuların tâkatları tak oldu. Kadırgaların sandalları ve demirleri, daha iyi hareket edebilmek için kasten deryâya bırakıldı. Kaptanlarımdan Alemşâh Reis ve Kara Mustafa ve Kalafat Memi ve Mustafa Bey ile 200 levend şehit düştü. Kürekçilerden çoğu öldü, yaralandı veya sahile can attı. Kâfir donanmasında da vaziyet aynıydı. Netice alamayacağımız için, birbirimizden uzaklaştık. Ben, Umman sahillerinden kürekçi yazmaya çalıştım. Yerli Araplardan gemilerimi tamir için hayli yardım gördüm. Muharebe bittiği zaman derya yüzü, merhum Barbaros Hayreddin Paşa ile Andrea Doria'ya karşı yaptığımız Preveze cenginde (15) olduğu gibi, insan ve gemi leşleriyle dolmuştu. Şimale doğru Umman Denizi'nde yol almaya başladım, İran'ın Mekrân kıyılarına yaklaşıyordum. Bin türlü belâ ve mihnetle sahile eriştim. Bender-i Şehbâ limanına girdim. Kadırgalarımda bir yudum içecek su kalmamıştı. Hemen karaya su aramaya çıktım. Bol su yüklendim. Levendlerim taze can buldular. Kurban Bayramı'nı bu limanda oldukça neş'e ile idrâk ettik (16).

Oradan Belûcistan kıyısında “Givâder” nam bendere geldik. Belûçlar'ın hükümdarı Melik Dînâr oğlu Melik Celâleddin idi. Givâder valisi kadırgama gelip Saâdetlü Padişah Hazretleri'ne hükümdarının tazimlerini bildirdi. Osmanlı donanması Hürmüz Boğazı'ndan her çıkışta Belûcistan Meliki, 50 - 60 kayık dolusu erzak gönderip Cihan Padişahı'na kulluk arz ederdi. Hemen Givâder limanına girdiğimi Melik'e bir mektupla bildirdim. Yarar kılavuzlar ve erzak gönderip Saâdetlü Padişah Hazretleri'ne itaat ve inkıyâd üzre olduğunu gösterdi.

DİYÂR-I HİND'DE VÂKI' OLAN HAVADİSİ BEYÂN EDER

Givâder'den ayrılıp Hind Okyanusu'na çıktım. Yemen yoluyla Mısır'a gitmek için müsait rüzgâr bekliyordum. Umman kıyılarına yeniden yaklaşmıştım ki “tûfân-ı fîl” denen müthiş kasırga koptu. Kasırganın esiri olup sürüklenmeye başladık.

Bir bahre düştü keşti-î dil yok kenâre hiç
Bir bâdbûni rast değil rûzgâre hiç (17)


Rüzgâr kafiyen göz açtırmıyordu. Atlas Okyanusu'nda olan fırtınalar, bunun yanında bir zerre bile değildi. Dağlar gibi dalgalar kadırgaları aşıp geçiyordu. Gündüzler geceden fark edilmiyor, tekneler gayetle zebûn oluyordu. Güvertedeki eşya deryaya dökülüyordu. Allah'ın kazasına rıza gösterip rüzgâra tâbi olduk.

Düşme engîn-i gama fırtına çokdur savulur
Sâkin-î fülk-i rızâ ol görününce karalar


***

Ey gönül gel düşme gam girdabına deryâ-dil ol
Bir-iki gün olsun savursun böyle kalmaz rüzgâr


Bu minval üzre 10 gün miktarı sürüklendik. Korkunç med ve cezirler yapan deryanın rengi beyaza maildi. Derya üzerinde yılan balıklan, dev gibi kaplumbağalar yüzüyordu. Karaya yakın olduğumuz anlaşılmıştı.

Filhakika Sind sahilleri göründü. Amma kıyıya yanaşmak gayetle tehlikeliydi. Beş kulaç su bile yoktu. Nihayet Allah'ın inayetiyle cezir zamanı erişti, rüzgâr dindi. Münasip bir yer bulup sahile yaklaştık. Ertesi sabah mayna edip kıyıya çıktık. Sind sahillerini cenuba doğru inip Gucarât ülkesinde Diyu benderi Önünde gözüktük. Ancak burası, Portekiz kâfirinin Hindistan sahillerinde elinde tuttuğu birkaç limandan biriydi. Fazla yaklaşmaktan havf ettim; zira kaleden top ateşi açabilirlerdi. Rüzgâr gittikçe arttı. Gemilerin dümenleri zapt edilemez hâle geldi. Güverte üzerinde adam duramaz, kadırgaların bir ucundan öbür ucuna gitmek mümkün olamaz vaziyetteydik. Güya Kıyâmet'ten bir gündü. Kamaralarda oturamıyor, ambara iniyorduk. Sahil çok yakın olduğu için karaya vurmaktan korkuyordum. Sık sık önümüze döküntüler çıkıyor, çarpmamak için büyük gayret sarf ediyorduk. Hepimiz sıcaktan üryan denecek kılıktaydık. Levendlerin kimi varil, kimi tulum hazırlayıp birbirleriyle helâlleşiyorlar, bu vaziyet gözlerimi yaşartıyordu. Kadırgamda birkaç kölem vardı. Hepsini âzâd edip helâlleştim. Bu hengâmeden kurtulursam, fakirlere 100 filori bağışlamayı (18) adadım. Dümenleri kırılan kadırgalar vardı. Teknelerde çatlaklar olup su alıyorlardı. Gucarât kıyılarında Demen limanına yaklaşıyorduk, îki mil miktarı yaklaşınca hikmet-i Huda hava açıldı. Rüzgâr dindi. Ancak şiddetli yağmur yağıyordu. Zira Hind diyarının yağmur mevsimiydi. Kadırgalarımın hâli perişandı. Çoğunun hareket edebilmesi için, uzun boylu onarılmaya ihtiyacı vardı. Çok malzeme kaybetmiştik. Pusula ve saatlerimizin bir kısmı işlemez haldeydi. Ancak ümidimi kesmiş değildim.

Aftabî doğa devlet güneşi bir gün ola
Hak Teâlâ kulunu kahr ile daim kıramaz (19)


Tek tesellim, levendlerimden hiçbirini kaybetmeksizin, bu vartayı atlatmış olmamızdı.

DİYÂR-I GUCARAT'DA VÂKI' OLAN AHVALİ BEYÂN EDER

Helak olan kadırgaların toplarını çıkardım. Gucarât şahı Sultan Ahmed'in Demen valisi Melik Esed'e teslim ettim. Gucarât Şahı, Saâdetlü Padişah Hazret-leri'ne inkıyâd ve itaat üzre olduğunu bildirdi. Portekiz kâfirini Hind sularından uzaklaştırmak için Sultan Süleyman Han'ın donanma göndermesini rica ediyordu (20). Bu mealde bir mektubu, Cihan Hakanı'na verilmek üzere bana teslim etti. Bu sıralarda Melik Esed, Portekiz donanmasının bizim Demen'e girdiğimizi haber aldığını, üzerime gelmek üzere olduğunu bildirdi. Bunun üzerine Demen'in az şimalindeki Suret limanına sığınmaya karar verdim. Ancak adamlarımın çoğunu Melik Esed'e bıraktım. Yürüyecek halde olan kadırgalarımı alıp hareket ettim.

“Suyu bardakta” demişler “gemiyi kâğıtta”
Bizden evvel bu cihan seyrin eden ehl-i vukuf
Â'lem-î berri koyup bahr havasında yılan
Bu-Ali (21) îse anın aklına idrâkine yuf (22)


Bin türlü belâ ile Suret limanına vardık. Suret valisi Hamza Ağa geldi. Gucarât sultanı Ahmed Şâh'ın Vezîr-i âzamı Imâdülmülk'ten bir nâme getirmişti. Ezcümle Portekiz kâfirinin beni ve levendlerimi yakalamaya azmettiğini, gafil olmamamızı yazıyordu. Süret'te halk bizi çok iyi karşıladı. Gemilerimiz bendere girer girmez büyük tezahürat yaptılar. Kayıplarımızdan dolayı bizi teselli ettiler. Filhakika maruz kaldığımız şiddette bir fırtınanın pek uzun yıllardan beri görülmemiş olduğunu herkes ittifakla beyan etti. Şimdiye kadar Osmanlı ülkesinden Süret limanına hiç bir korsan, yani derya ilminde mahir bir kaptan (23) gelmemişti. Mercûdur ki, înşâ'Allaahü'r - Rahman, an - karîbü'z - zaman Vilâyet-i Gucarât, Memâlik-i Osmaniye'ye ilhak olunur. Böylece Hind limanları da küffâr-ı hâksârın elinden halâs olur. Az gayretle bu iş mümkündür. Zira Gucarât sultanlığında dahilî işler Bahâdır Şâh'ın vefatından sonra karmakarışık hâle gelmiştir.

Süret'e gelir gelmez, Portekiz kâfirinin 87 parçadan müteşekkil Hind denizleri donanmasının bizi yakalamak niyetiyle yaklaştığını öğrendim. Bunun üzerine karaya çıktım. Tabyalar kazdırdım. Yerli halktan gönüllüler alıp müdafaaya hazırlandım. Portekizliler karaya çıktı, îki ay müddetle ceng edildi. Ancak teslim olmadık. Bazı anlar helakime ramak kalmıştı. Ancak Cenâb-ı Hak korudu. Gucarât sultanı aleyhinde olan bazı hainler, kâfire yardım ediyorlardı. Hattâ bana yardım eden Müslüman yerli halkı para dağıtarak kandırdılar. Bunların yanımdan ayrılması üzerine vaziyetim büsbütün kötüleşti. Ancak Gucarât Şâhı'nın bizzat Süret'e yaklaşması üzerine Portekizliler defolup gittiler. Şah, Süret'e gelmeyip payitahtı olan Ahmedâbâd'a döndü. Ancak gönderdiği asker şehre girdi. Ben de, Süret kalesini müdafaa eden Hüseyin Ağa da rahat nefes aldık. Zira Hind kıt'ası içine kaçmaktan başka çarem kalmamıştı.

Portekiz kâfiri, beni yakalamaktan gene ümit kesmedi. Hudâvend Han'a elçi gönderip: “Bizim sizinle cengimiz yoktur, maksadımız Mısır Kapdânı'dır” dedi. Ancak Hudâvend Han, bizi teslim etmeyeceğini söyleyip elçiyi savdı. Elçi dönerken, levendlerim pala çalmak istediler; fakat mani oldum.

Hele derd-û belâya sabr edelim
Görelim â'kibet Huda n'eyler (24)


Kadırgalarımdan birinde forsa olan bir kâfir kaçmış, Portekiz elçisinin gemisine sığınıp hakkımızda malûmat vermişti. Gece olunca levendlerim kâfir gemisini basıp forsayı yakaladılar. Kadırgama getirilip asıldı.

Buraları gayetle acayip memleketlerdi. “Târî ağacı” demekle maruf bir çeşit hurma ağacı vardı. Budaklarının ucunu delince rakı renginde bir su akardı. Güneşin hararetiyle bu su az zamanda bir acayip şarap olurdu. Her ağacın dibi bir meyhane gibiydi. Halk, buralarda içip eğlenirdi. Ağızlarını budakların deliğine dayayıp sarhoş olurlardı. Onun için bu diyar askeri gayetle serkeş ve kavgacıydı. Bu sıralarda “Yağmur” adında Türk ellerinden gelip buraya yerleşmiş bir asker Mısır Çerkesleri'nden olan kumandanı Hüseyin Ağa'ya gece yatsıdan sonra hançer çekip öldürmek istedi. Levendlerim karşı koyunca içlerinde Hacı Memi adlı yiğidi öldürdü; Hüseyin Ağa'ya da iki darbe vurdu ama öldüremedi. Yağmur'u yakalattım; idam edilmesi için emir verdim. Gerçi buraları başka bir padişahın ülkesiydi; bir ihtilâf çıkartmamak için böyle davranmamam lâzım geldiği düşünülebilirdi. Ancak Cihan Padişahı olan hükümdarımız, cümle Müslüman hükümdarlarının üstündedir. Hükmünün her yerde geçmesi icab eder. Bir de haddini bilmeyenlere gözdağı vermek şarttı. Nitekim Yağmur'u idam ettirince, ortalıkta bir sükûnet hâkim oldu.

Artık kırık dökük teknelerle denize açılmak, hele Hind denizlerini geçip Basra'ya veya Mısır'a gitmek de imkansızlaşmıştı. Zira Portekiz kâfiri yolumuzu gözlüyor ve denize açılmamızı bekliyordu. Karadan seyahat şıkkını tercih etmeye mecburdum.

Be-deryâ der-menâfî' bî-şumarest
Eğer hâhî selâmet der-kenârest (25)


Seret kalesinde Hudâvend Han'a kadırgaları, topları, diğer silâhları ve teçhizatıyla beraber teslim ettim. Gerek Hudâvend Han'dan, gerek Adil Han'dan, teslim ettiklerim için makbuzlar aldım, İstanbul'a dönünce benden kadırgaların hesabını sorarlardı. Başta Mustafa Ağa ve Ali Ağa nam yarar zabitler olmak üzere beraberimde yalnız 50 levend aldım. Diğerlerini Gurarat sultanlığı hizmetine bıraktım. Bunlar, bekâr gönüllülerdi. Memleketlerinde aileleri olanlar benimle geliyorlardı. Muharremin ilk günü idi ki, Gucarat sultanlığının taht şehri olan Ahmedâbâd'a hareket ettim. Çampaner yoluyla Hind ülkelerinin içerilerine doğru daldım, öyle ormanlardan geçtik ki, ağaçlarının ucu güya semaya değerdi. Bir kanadının ucundan diğer kanadının ucu 14 karış gelen yarasalar gördük. Bir tek ağaçta o kadar yarasa vardı ki, sayılması imkânsızdı. “Tuba ağacı” denen ulu ağaçlar vardı ki, gölgelerinde bin adam barınabilirdi. Papağanların haddi hesabı yoktu. Fakat en çok görünen hayvan maymunlardı. Bir yerde konakladığımız zaman, binlerce maymun etrafımızı çeviriyordu. Bu minval üzere Mahmûdâbâd'a, on beş gün sonra da Gucârat'ın merkezi olan Ahmedâbâd'a geldik. Şah'ın huzuruna çıktım. Sonra Vezîr-i âzam îmâdülmülk ve diğer hanlarla görüştüm. Sultan Ahmed, bana çok iltifat etti ve pek değerli hediyeler verdi. Hediyelerin başlıcaları bir at, bir katar deve ve bol miktarda paraydı.


(1) Şeh-i Rûm = Roma İmparatoru, Osmanlı padişahlarının Fâtih'ten beri takındıkları unvanlardan biri. «Rûm», «Anadolu, Türkiye», manalarına da gelmektedir. Yıldırım Bâyezid'in takındığı «Sultân-ı Iklîm-i Rûm» unvanı ve Mevlâna hakkında kullanılan «Mollay-ı Rûm» bu manadadır.
(2) Kanunî, «Nahcivân Seferi» denen 12. sefer-i hümâyûnuna çıkmak üzere mevsimi beklemek için, 8 kasım 1553'ten 9 nisan 1554''e kadar 5 ay, l gün Haleb'de kalmıştır. 1548-49 kışını da vaktiyle Haleb'de geçirmişti.
(3) Mısır veya Süveyş veya Hind kapdanlığı, kapdân-ı deryaya değil, doğrudan doğruya Dîvân-ı Hümâyûn'a (imparatorluk hükümeti) bağlı bir amirallikti. Kızıldeniz, Umman Denizi, Aden Körfezi, Basra Körfezi, Hind Okyanuyu, bu amiralliğe ait denizlerdi. Seydi - Ali Reis, Murad Reis'in yerine, 6 Aralık 1553'de bu mühim göreve getirilmiştir.
4) 1522.
5) Bahriye müsteşarlığı makamı.
6) 7 aralık 1553.
7) 3 şubat 1554. Demek Haleb'den Basra'ya 1 ay, 27 günde gelmiş. Ancak tarihî yerleri ziyaret edebilmek için yolu bilhassa uzatmıştır.
(8) Güney Irak, Kuveyt, Lahsâ, Necd, Bahreyn, Katar ve Ummânu'l - Mütesâlih'i içine alan Türk eyaletinin umumî valisi.
(9) Beyit Şeyhî'nindir.
(10) 2 temmuz 1554. Basra'da 4 ay, 27 gün kaldığı anlaşılır.
(11) 10 Ağustos 1554. Hürmüz deniz muharebesi. Basra'dan ayrılalı l ay, 9 gün olmuştur.
(12) Kıt'a, Mesihî'nindir (sahiplerini işaret etmediğimiz diğer bütün şiirler, müellif Seydi - Ali Reis'e aittir).
(13) 26 ağustos 1554. Maskat deniz muharebesi. Hürmüz - Maskat yolunun 16 günde geçilebildiği anlaşılır (seyahat bir atlastan takip edilerek okunursa daha iyi olur).
(14) Denizci şairlerden, ve Seydi - Ali Reis'in arkadaşlarından “Yetim” mahlaslı Ali Çelebi'nin ki, 2000 beyitlik bir “Barbaros – Nâme” yazmıştır.
(15) Preveze'de Seydî - Ali Reis, Türk donanmasının sol kanadına kumanda ediyordu ve 40 yaşlarındaydı. Maskot muharebesi, Preveze'den tam 15 yıl, 10 ay, 28 gün sonradır ve Seydî -Ali Reis 56 yaşlarındadır.
(16) 6 Kasım 1554. Maskot muharebesinden 3 ay, 11 gün sonra.
(17) Yetîm'în beyitleri.
(18) Bugünkü rayice göre takriben 30.000 TL.
(19) Âftâbî'nin.
(20) 16 yıl önce 1538'de Kanunî, Vedr Süleyman Paşa'yı, büyük bir donanma ile Gucarât Sultanı'na göndermişti.
(21) İbni Sina.
(22) Yetım'in kıt’ası.
(23) Seydî - Ali Reis'in bu açıklaması, o çağda «korsan» ın hangi manada kullanıldığını göstermek bakımından ilgi çekicidir.
(24) Necati'nin.
(25) Her ne kadar denizde sonsuz menfaatler varsa da, eğer selâmet istersen, kıyıdadır. Şeyh Sadî'nin ünlü beyti.

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: SEYDİ ALİ REİS'in Seyahat Notları
MesajGönderilme zamanı: 31.12.08, 09:59 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
HİNDİSTAN MACERALARIM

ÖZET: Kanunî devrinin en büyük amirallerinden olan Seydi - Ali Reis, Umman Denizi'nde Portekizlilerle savaştıktan sonra Hind Okyanusu'na açılır. Burada şiddetli bir kasırgaya yakalanan filo birçok kayıplar vererek Hindistan'ın batısındaki Gucarat kıyılarına varır. Gucarat Şahı, Sultan Süleyman'a yazdığı bir mektubu Seydi - Ali Reîs'e verir. Şah bu mektupta padişahın emirlerinde olduğunu bildirmekte ve Portekizlileri Hind sularından uzaklaştırmak için donanma göndermesini istemektedir. Ancak kadırgalarının çoğunu kaybeden Seydi - Ali Reis, deniz yolu ile yurda dönemeyeceğini anladığı için seyahatine karadan devam etmeye karar verir ve yanına 50 levend alarak Ahmedâbâd'a hareket eder.

AHMEDÂBÂD yakınlarında Çerkeş'e gittik. Şeyh Ahmed Mağrıbî'nin merkadini ziyaret ettik. Bir gün Ahmedâbâd'’da Gucarat sultanlığının Sadrâzamı Imâdülmülk'ün sarayındayken Portekiz elçisi geldi. Benim kendilerine teslim edilmem imasında bulununca îmâdülmülk:

— Biz pâdşâh-ı Rûm (1) olan Sultan Süleyman'a muhtacız, diye elçinin konuşmasını kesti. Gemilerimizi limanlarına kabul etmezse, bizim halimiz harap olur. Bu bir yana, İslâm padişahıdır, halîfedir. Onun kapdanını bizden istemek yakışık almaz.

Bu muhavereden çok kızdım ve elçiye dönüp:

— Bre kâfir, dedim; bizi bozgun donanma ile buldunuz. İnşâ'Allahü'r - Rahman en yakın zamanda padşâh-ı cihan olan Sultan Süleyman Han'ın devletinde Hürmüz değil, Diu limanı bile size kalmaz!

Deniz yüzünde yürürüz
Düşmanı arar buluruz
Öcümüz komaz alırız
Bize «Hayreddin'li» derler (2)


Portekiz elçisi: «Şimdiden sonra Hind limanlarından kuş uçurmayız» deyip beni eninde sonunda yakalayacaklarını anlatmak istedi.

— Deryadan gitmek lâzım değil, dedim; inşâ'Allah, Hakk-ı Taâlâ nasîb ederse karadan varmak bana daha kolaydır. Karadan dönebileceğimi Portekiz elçisi aklına bile getirmemişti. Bu cevabım üzerine nutka kaadir olamayıp meclisten def olup gitti. Birkaç gün sonra Gucarat Sultanı Ahmed Şah, bana büyük bir tahsisatla Burûc valiliğini teklif etti. Teşekkür ettim. Fakat dönmek kararında olduğumu bildirdim. «Külliyen Gucarat'ı verseniz durmak muhaldir» dedim.

RAÇPUT TEHLİKESİ
Doğru karar verip vermemek endişesiyle o gece uykuya daldım. Rüyamda Hz. Ali'yi gördüm. “Havf çekme, Hazret-i Hak seninle biledir!” buyurdular. Müsterih olarak, inşirah içinde uyandım. Vakıayı levendlerime anlattım. Cümlesi sevindiler. Tekrar padişahın huzuruna varıp hareket için ruhsatını rica ettim. Sultan Süleyman Han Hazretleri'ne hürmetlerini söylememi isteyip izin verdi.

Şimale doğru yapacağımız seyahatte en büyük tehlike Raçputlar'dı. Hindu olan bu kavim, süvari ve gayetle muharip ve çapulcuydu. Bu taraflarda “bat” denen bir Hindu kastı vardı ki, gayetle itibarlı bir sınıftı. Hindu dininden olanlar, bu sınıfa hürmet ve riayete mecburdu. Raçput ülkelerinden geçen yolcular, bu bat’ların sayesinde sağ salim yollarına devam edebilirlerdi. Batlar, muayyen bir para karşılığında yolculara ve kervanlara kılavuzluk ederlerdi. Raçputlar yolcuların veya kervanın yolunu kesse, bat’lar, hançerlerini çıkarıp göğüslerine dayarlar: “Biz kefil olmuşken kervana zarar ederseniz kendimizi helak ederiz” derlerdi. Bir bat'ın ölümüne sebep olma Hindular nazarında azîm günah olduğu için, Raçput atlıları çekilip giderlerdi. Hattâ Raçput çapulcularına söz geçiremeyen bir kaç bat, hakikaten intihar etmiş. Zira böyle yapmazlarsa bir daha zerrece itibarları kalmazmış. Bir bat'ın ölümüne sebebiyet veren Raçput, kadınları ve kızları dahil bütün ailesiyle beraber, Raçput beyleri tarafından yok edilirmiş.

Ben de yanıma iki tane bat aldım. 15 safer günü Ahmedâbâd'dan ayrıldım. Bu, kara yoluyla Anadolu'ya seyahatin ilk merhalesiydi. 5 günde Peten şehrine geldik. Şeyh Nizâm'ın türbesini ziyaret ettik. Peten'de Şîr Han ile Musa Han, Râdnapûr valisi Belûc Han'a karşı sefere hazırlanıyorlardı. Bizim de kendileriyle cenge gitmemizi teklif ettiler. “Biz kimseye muavenet için gelmedik, kendi yolumuza gideriz; elimizde padişahınızın fermanı vardır” deyip teklifini reddettim (3).

Peten'den çıktığımız beşinci günü Râdnapûr'a geldik. Mahmud Han ile görüştüm. O şehirde kalmamız için ısrar etti. Reddettim. Fakat büyük vaatlerle üç levendimi ayarttı ve hizmetine aldı. Rahat yolculuk edebilmemiz için elimize senetler verdi. Bir deve kervanı kiralayıp Raçputistan'ın kenarından geçtim. Burada Gucarat sultanlığının hududu bitiyordu. Hindistan'ın Sind ülkesine erişmek üzereydik.

VİLÂYET-İ SİND'DE VÂKI' OLAN SERGÜZEŞTİ BEYÂN EDER

Râdnapûr'dan rebîülevvel'in ilk günü ayrılmıştık. Aynı ayın 10. günü Pârger şehrine geldik. Refakatimizdeki iki bat'ı azad edip yollamıştım. Burası bir Raçput şehriydi. Onun için emniyette değildik. Bir miktar hediye verip tehlikeyi atlattım. Hemen ertesi gün şehri terk ettim. Ancak uzakta sayılarını bin kadar tahmin ettiğim bir Raçput atlı alayı vardı. Hemen develeri çökerttim. Derhal tüfek ateşi açtırdım. Hindu kâfiri tüfek bilmediği için korktu. Taarruza geçmekten vazgeçti. Levendlerimden birini gönderdim: “Biz ceng için gelmedik” dedirttim. Bir miktar bac verip yolumuza revân olduk. Çöl başlıyordu. On beş günde Tar çölünü geçtik. Vânke şehrine vardık. Burası, Sind'in Raçput serhaddinde ilk şehriydi. Beş günde Cûna ve sonra Bağ-ı Feth şehirlerine geldik.

Sind ülkesi, Agra'da oturan Timoruğlu Hümâyûn Şah'a tâbidir. Ülkenin merkezi Tette şehridir. Valisi Muhammed İsa Bey Tarhan'dır. Ancak ülkenin bir kısmı, Mirza Mahmud Bey Kökeltaş'ın (4) elindeydi. Kökeltaş'ın merkezi Bekker şehriydi. Kökeltaş, İsa Bey Tarhan'dan önceki Sind valisi Şah-Hüseyin Argun Bey'in adamıydı. Hüseyin Bey'le, İsa Bey'in arası açıktı. Biz Sind'e varır varmaz Hüseyin Bey beni davet etti. Rebîülâhır'ın ilk günü buluşup görüştük. Çok ikram etti. Hümâyun Şah'ın hizmetine girmemi, Şâh'a rica edip, Lâhür eyaletini benim için isteyeceğini söyledi. Lûtfuna teşekkür ettim. Fakat Sultan Süleyman Han'ın hizmetinde olduğumu, kabul edemeyeceğimi bildirdim. Bunun üzerine Sultan Süleyman'a bir mektup yazıp İstanbul'a dönünce vermemi rica etti. Sind'in büyük şeyhlerinden Şeyh Abdülvehhâb'ı ziyaret edip görüştüm. Duasını aldım.

Şeyh Mîrek'in ve Şeyh Cemal'in kabirlerini de ziyaret ettim, İsa Bey Tarhan'la Hüseyin Bey Argun'un arasını bulup barıştırdım. Ancak bu arada Cemâziyelevvel'in onuncu günü ihtiyar Hüseyin Bey öldü. Halk, hatunu tarafından zehirlendiği rivayetine inandı.

Er isen avratâ inanma ahi
Avrat âl atdı enbiyâya dahi (5)


Hüseyin Bey, Argun hanedanının (6) son ferdiydi. Bir kızı vardı ki, Hümâyûn Şah'ın kardeşiyle evliydi. Oğlu yoktu. Mahmud Bey Kökeltaş, merhumun servetini üç müsavi kısma ayırdı. Birini dul hatununa, birini hocasına verdi; birini de İsa Bey'e gönderdi. Ben de önce Sind nehri üzerinden gemiyle, sonra karadan Tette'den Bekker'e gitmek istedim. Ancak Kökeltaş'la Tarhanlar arasında ceng vardı; yollar kapalıydı, İsa Bey Tarhan, Kökeltaş'ın üzerine 10.000 asker ve 80 pare gemi göndermişti. Bu vaziyette fazla gidemedim ve gerisin geriye dönmeyi evlâ gördüm. Başka bir yolu tecrübe ettim. Nihayet İsa Bey'i buldum ve kendisiyle görüştüm. Çok ikram etti. Kökeltaş'la cenge nihayet vermesini rica ettim. Sulh yapıldı. Isa Bey Tarhan dedi ki:

— Bir kaç gün burada misafirim olarak kalın. Oğlum Salih Bey'i bu yakınlarda Hümâyûn Şâh'a göndereceğim. Beraber gidersiniz.

Kabul etmedim. Hemen hareket etmek istediğimi söyledim. Zira İsa Bey, Mahmud Bey'in hizmetine girerim diye korkuyor, diğer taraftan da beni razı edip hizmetine almak istiyordu. Agra'ya gideceğimi ve sadakatini Hümâyûn Şâh'a bildireceğimi söyleyince, bana yedi pare nehir gemisi tahsis etti. Sultan Süleyman Han Hazretleri'ne sunulmak üzere bir de nâme verdi. Bu minval üzere yola koyulduk.

Sind nehri üzerinden şimale doğru ilerlemeye başladık. Vahşî bir nehirdi. Kıyılarında parslar dolaşıyordu. Seyâvân - Pâtri - Dübele yoluyla Bekker'e vardık. Mahmud Kökeltaş ve merhum Hüseyin Bey'in veziri Molla Yârî ile görüştüm. Mahmud Bey de Hümâyûn Şâh'a sadakatini bildirmemi rica etti. Bir kaç gün kaldım. Mahmud Bey'in ziyafetlerinde bulundum. Çağatay lehçesiyle iki gazel yazıp Mahmud Bey'e verdim, gayetle zevk buldu (7). Şah - Hüseyin'in ölümü için de bir tarih kıt'ası söyledim. Mahmud Bey Kökeltaş'tan da Sultan Süleyman için bir nâme alıp veda ettim. Giderken bana dedi ki:

— Hemen şimale gitmeyiniz. Kandehâr yolunda Özbek emirlerinden Haydar Sultan oğlu Bahâdır Sultan nice bin adamıyla yolları kesmiştir. Şimdiki halde ol canibe gidilmez. Size bir miktar adam koşup Lâhûr yoluna gönderelim.

KORKUNÇ ÇÖL!

Bu minval üzre bir ay Bekker'de kalmıştık. Hareketimden önce validemi rüyamda gördüm. Bana “Hazret-i Fâtıma'yı düşümde gördüm; senin sıhhatle gelmeni bana müjde kıldı” dedi. Yolculuğumuz rahat başladı. Mahmud Kökeltaş bana bir yahşi at, bir katar deve, bir çadır, bir şâmyâne yani sâyebân ve yol harçlığı vermişti. Yanımıza da 250 nefer süvari koşmuştu ki, yolda başımız belâya girmesin. Hümâyûn Padişah'a yazdığı nâme de bendeydi. Böylece şabânın ortasında yola koyulduk. Sultanpur yoluyla beş günde Mav kalesine geldik. Cengelistandan geçerek yolu kısaltmak mümkündü ama, cengeller içinde vahşî bir Hindu kavmi olan Cetler vardı. Çöl yolunu tercih ettik. Fakat suyumuz bitti. Kuyulara vardıksa da, hepsi kuruydu. Sam yeli de esiyordu. Bazı adamlar samdan ve susuzluktan ölüm hâline vardılar. Bunun üzerine çöl yolundan vazgeçtim. Gerisin geri dönüp çölden çıktık. Gayet belâlı bir çöldü. Serçe büyüklüğünde karıncalar geziyordu. Mav kalesine avdet ettik. Ancak yanımdaki 250 Sindli asker, cengellerden geçmeye korkuyorlardı. Kendilerine müessir söz söyledim. Yanımızda tüfek olduğunu, Hindûlar'ın tüfek ateşine karşı koyamayacaklarını anlattım. Bin belâ ile cengelistandan geçmeye razı oldular. 10 günde cengelleri geçtik. Uç şehrine geldik. Şeyh İbrahim ile konuştum. Şeyh Cemâlî ve Şeyh Celâlî'nin makamlarını ziyaret ettim. Mübarek ramazanın ilk günü şehirden ayrıldım.

Sind ülkesini bitirip Pencâb'a yaklaşırken, 250 Sindli'ye ruhsat verdim. Gene levendlerimle baş başa kaldım. Artarda bir çok ırmakları sal üzerinde geçtik. Bir yerde 500 kadar Cet'e tesadüf ettik. Tüfek ateşi açınca havf edip çekildiler. Ramazan'ın 15. günü Multân şehrine vardık.

DlYAR-I HİNDÛSTÂN'DA VAKI OLAN SERGÜZEŞTİ BEYAN EDER

Multân'da, Şeyh Bahâüddin Zekerîya Şeyh Rüknüddin, Şeyh Sadrüddin'in makamlarını ziyaret ettim. Şeyh Muhammed Râcû ile görüşüp duasını aldım. Multân beylerbeyisi Mirza Hasan'ın sarayına gittim. Kendisiyle görüştüm, iznini aldım. Şimâl-i şarkîye doğru Lâhûr yolunu tuttum. Lâhûr'da Şeyh Hâmid'le görüştüm. Şevvâl'in başıydı. Şehirde bir ay kadar kaldım. Ahval karışıktı. Eskiden bu taraflara hâkim olan Afganlarla onların yerine geçen Türkler arasında rekabet vardı; zaman zaman ceng ediyorlardı.

Sultanpur yoluyla Fîrûzşâh'a geldim. Lâhûr-Delhi yolunu 20 günde aldım. Zulkaade ayı sonunda Delhi'ye vardım. Delhi, eskiden beri Hindistan'ın taht şehriydi. Ancak Hümâyûn Şah ve babası Bâbur Şah çok defa daha cenupta Agra şehrinde oturuyorlardı. Ben geldiğimde Hümâyûn Padişah, Delhi'deydi. Gelişim derhal kendisine bildirilmiş. Büyük bir merasimle karşılandım. Böyle bir şeyi ümit etmiyordum. Hümâyûn Şah, beni Sultan Süleyman Han Hazretleri'nin elçisi addediyordu. .Binlerce asker, 400 fil, birçok mirza ve emir, başta sadrâzam olmak üzere beni karşıladılar. Altıma süslü bir at çekip sırtıma üst üste iki hıl'at geçirdiler. O akşam Sadrâzam'ın (8) büyük ziyafetinde bulundum. Bir çok hediyeler aldım. Birkaç gün sonra Hümâyûn Şâh'ın (9) huzuruna çıktım.

Hümâyûn Padişah beni uzun müddet , alıkoydu. Kendisine Çağatay Türkçesi ile yazdığım 3 beyitli bir tarih kıt'ası ile beşer beyitli iki gazel sundum (10). Kendisi de şairdi (11). Gayetle hazzetti. Seyahat için ruhsat talep ettim. Rıza göstermedi. Hârçe pergenesinin gelirini bana tahsis etti. Levendlerimden her birine yılda 100.000 akça gelirli tımarlar verdi (12). Bu ihsanları kabul etmeye mecbur oldum. Hiç olmazsa bir yıl kalmaklığım için o kadar ısrar etti ki, reddedemezdim. Dedim ki:

— Saâdetlü Padişah'ın emr-i şerifi ile deryaya çıkıp küffâr-ı hâksâr ile ceng edip ve tufan ile diyâr-ı Hind'e düşüp benim der-i devlete varmam lâzımdır ki, küffâr-ı hâksânn ahvâli Devletlû Padi-şah'a malûm olsun. Mercûdur ki Vilâyet-i Gucarât küffar elinden halâs ola!

Hümâyun Şah:

— Padişah Hazretleri'ne elçi irsal edip senin özrün arz olunur, şeklinde cevap verdi.
— Bunu ihtiyar etmek ihtimal değildir; zira ankastin bu vilâyete gelip elçi göndertmiş olurum.
— Bir yıl dahi bunda bizimle ol! Zaten üç ay yağmur vaktidir. Yollar geçilmek mümkün değildir.

Öyle oldu. Delhi'de kaldım. Padişahla edebî ve ilmî bir çok mübahasede bulundum. Riyaziye ve heyete de meraklıydı. Bu mevzularda görüştük. Bir çok şiir söyledim. Sind'den getirdiğim nâmeleri sundum. Ora ahvali hakkında şifahen de malûmat arz ettim. Ayrıca şahsen, Sind'in bir kısmını elinde tutan Mahmud Bey Kökeltaş'tan iltifatını esirgememesini rica ettim. Hümâyûn Şah, Mahmud Bey'in valiliğini tanıdığına dair perçe vurulmuş bir nâme gönderdi. Gerek Mahmud Beyden, gerek veziri Molla yârî'den aldığım teşekkür mektuplarından, tavassutumun çok makbule geçmiş olduğunu anladım (13).

EN BÜYÜK PADÎŞAH: SULTAN SÜLEYMAN

Hümâyûn Şâh'a Çağatayca yazılmış bir gazel daha sundum. Türlü istihsanlar etti. Bana “ İkinci Mîr Ali Şîr Nevâî ” diye hitap buyurup iltifatlar eyledi. Bunun üzerine iki gazel daha sundum (14). Hep “ Kâtibî ” mahlasını kullanıyordum. Az zamanda şair olduğum duyuldu. Bir kat daha itibar kazandım. Devletin büyükleri davet eder, ziyaretime gelirlerdi. Hümâyûn Şâh'ın yakınlarından Abdurrahman Bey adlı şair bir genç vardı. Onunla karşılıklı şiir söylerdik. Bu münasebetle iki Çağatayca gazel daha yazdım (14).

Hümâyûn Şah ile görüşmediğim hemen hiç bir gün yoktu. Bir gün Şah, çetin bir sual sordu:

— Hindistan mı büyüktür, Vilâyet-i Rûm mu?
— Padişahım, «Rûm» dan maksat yalnız Anadolu ise, Hindistan çok daha büyüktür. Amma maksadınız Sultân-ı Rûm olan Süleyman Han Hazretleri'nin bütün ülkeleri ise, Hindistan bu ülkelerin onda birinden küçüktür.
— Maksadım padişahına tâbi olan cümle memleketlerdir.
— Padişahıma ait olan ülkelere hiç bir devirde hiç bir hükümdar sahip olamamıştır, İskender'in devleti bile daha küçüktü. Zaten İskender'in devleti, kendi fütuhatıdır. Bilirsiniz ki çok genç yaşta ölmüştür. O kadar kısa seneler içinde zaten dünyanın her tarafına gidemezdi. Zira arzın tulü 180 derece ve hatt-ı üstüvâdan arzı 66 derecedir. Mesahası dört bin kere 668,670 fersahtır. Bir tek kişinin bütün rub'ı meskûna hâkim olması muhaldir. Onun için İskender'in dünyayı ele geçirdiği bir efsaneden ibarettir.
— Padişahının yedi iklimde de topraklan var mıdır?
— Belî sultanım, vardır. Birinci iklimden Yemen'e, ikinciden Mekke'ye, üçüncüden Mısır'a, dördüncüden Haleb'e, beşinciden İstanbul'a, altıncıdan Kırım'a, yedinciden Budin'e, hâkimdir (15). Yedi iklimin her birinde padişahımın beylerbeyileri ve kadıları vardır. Mekke ve Medine Sultanı (16) sıfatıyla padişahımın adı, hâkimiyeti altında bulunmayan memleketlerde bile hutbelerde anılır. Çin Müslümanları cuma namazı hutbesini Sultan Süleyman'ın adına okurlar. Çin Fağfuru bile, cihan'ın en büyük hükümdarının Sultan Süleyman olduğunu bilir.

— Kırım ülkesi Sultan Süleyman'ın mıdır?
— Belî padişahım, onundur. Kırım Han'ına saltanatı saâdetlû padişah verir.
— Kırım Hanı'nı hutbe sahibi hükümdar diye bilirdim.
— Padişahım, Sultan Süleyman'ın Kırım Hanı gibi sâhib-i hutbe ve sâhib-i sikke nice hükümdar kulları vardır.

Hümâyûn Şah, padişahım hakkındaki bu sözlerime kızmadı (17); bilâkis padişahıma bağlılığımı beğendi ve Sultan Süleyman'a dualar etti. Bir gün kendisiyle Delhi'yi geziyorduk. Şeyh Kutbüddin Pîr-i Delhi, Şeyh Nizâm Velî, Şeyh Ferîd ve Mir Husrev Dehlevî'nin makamlarını ziyaret ettik. Emîr Husrev'in mezarı başında Hümâyûn Şah'la şiir bahsine daldık. Emîr Husrev, en büyük şairlerdendi. Birçok şiirini padişahla karşılıklı okuduk ve onun şiirlerine benzetilerek söylenmiş beyitleri andık. Ben de o anda irticalen Husrev'in bir matla'ına nazire şeklinde Farsça bir beyit söyledim. Gerçi Husrev' in bir matla'ına nazîre söylemek benim için küstahlık sayılabilirdi. Ancak, beyit, hemen içime doğmuştu ve şüphesiz büyük şairin ruhaniyetinin verdiği ilhamın eseriydi. Hümâyûn Şah da beğendi.

Böylece aylar geçti. Padişah sohbetiyle gerçi hoş günler yaşıyordum. Ama aklım memleketimdeydi. Hümâyûn Şah'a doğrudan doğruya gitmek istediğimi bildiremedim. O derece iltifat ediyordu ki, ayıp olurdu. Yakınlarından Şahin Bey'e padişahtan gitmem için izin istemesi hakkında tavassutunu rica ettim. Vatan hasretini dile getiren iki Çağatayca gazel de yazıp padişaha gönderdim. Hümâyûn Şah, gazellerden maksadımı anladı. Fakat hemen izin vermedi. Çok rica ettiysem de daha bir müddet kalmamı istedi. Nihayet bir gün iki Çağatayca gazel daha yazıp padişaha takdim ettim ve vatan hasretinin son dereceyi bulduğunu anlatmaya çalıştım.

HÜMÂYÛN ŞAH'IN ÖLÜMÜ

Hümâyûn Şah, halime merhamet ve şefkat etti. Ruhsat, inayet eyledi. At, hıl'at ve elime bir ferman verdi. Harekete hazırlanıyordum ki, cuma günü akşam namazı vaktinde veda etmek için huzurlarına çıktım. Ezan okunmaya başlayınca, âdetleri üzere hürmeten diz çöküp zemine oturdular. Sonra bir kitap bulmak için kütüphanelerinin merdivenlerine çıkarlarken başları döndü, merdivenden düştüler. Mübarek başları yaralandı ve kol kemikleri kırıldı. Alem birbirine girdi. Haber hızla şehre ve memlekete yayıldı, îleri gelenler “padişah elhamdülillah hoş-hâldir” diye tebliğ neşrettilerse de tesiri olmadı. Fakirlere sadakalar dağıtıldı. Ancak kazanın üçüncü günü Hümâyûn Şah, dâr-ı fenâ'dan dâr-ı bakaa'ya intikal buyurdular (18).

Veliahd olan Ekber Mirza, Sadrâzam Bayram Han'la beraber Delhi dışında bulunuyordu. Saraydan Eşik Ağası hemen yola çıkarıldı.

Delhi Sarayı'nda büyük telâş oldu. Herkes “ahvâlimiz nice olur?” diyordu. Zira Ekber Şah, henüz çocuktu. Hümâyûn Şâh'ın ölümü henüz ilân edilmemişti, ileri gelenlere dedim ki:

— Merhum ve mağfur Sultan Selim Han aleyhi'r'rahmeti ve'l-gufrân Hazretleri irtihâl ettikte marhum vezîr-i âzam Pîrî Paşa envâ-i tedbirler edip padişahın vefatını halka duyurmadı. Sultan Süleyman gelinceye kadar halk vaziyete agâh olmadı. Siz dahi bir tedarik edin ki, Hümâyûn Şâh'ın oğluna haber varıncaya kadar kimse ahvâle vâkıf olmıya!

Dediğim gibi yaptılar. Padişah hayattaymış gibi divan şöleni tertip edildi. Emirlere hassa ölüşü dağıtıldı. Âdet üzre mansıblar tevcih edildi. “Padişah Çâr-Bâğ'a gider!” deyü at hazırlandı. Sonra “hava hoş olmadı” denilip güya padişah gitmekten vazgeçti. Ertesi gün halka «görünüş'tür» diye ilân edildi. Güya Hümâyûn Şah divan yapacaktı. Müneccimler «sâat-i hûb değildir!» deyip görünüşü tehir ettiler (19). Ancak asker sabırsızlanıyor ve tereddüt ediyordu. Sarayda Hümâyûn Şâh'a benzer bir Molla Bîkesî vardı. Ama boyu biraz kısaydı. Onu padişah gibi giydirip tahta oturttular. Yüzünü gözünü de biraz sardılar, «padişah yaralanmıştır» dediler. Taht, nehre karşıydı. Halk, akın akın nehrin ötesinden geçip padişahı taht üzre gördü. Mehter vuruldu. Tabibe, güya padişahı tedavi ettiği için hıl'at giydirildi.

Ertesi gün, sarayda ileri gelenlere veda ettim. Rebîülevvelin ortasında Delhi'den Lâhûr'a geldim. Panipat yoluyla Kurnâl'e vardım. Geçtiğim her yerde soranlara: «Padişah sağdır» diyordum. Serhind - Maçura - Bâcvâre yoluyla Sultanpur'a vardım. Nehri geçtim. Rebîülâhır'ın evvelinde (20) tekrar Lâhûr'a döndüm. Zira Celâleddin Ekber Mirza, Lâhûr yakınlarında padişah ilân olunmuştu. Lâhûr beylerbeyisi hareketimi önledi; “padişahtan emir geldi, bir ferd Kandehar'a gidemez!” dedi.

EKBER ŞÂH'IN HUZURUNDA

Ekber Şâh'ın Sadrâzam Bayram Han' la beraber bulunduğunu Mânkût kalesine gidip huzura çıktım. Genç padişahı tebrik ettim. Bayram Han: “Fetret zamanıdır, bir kaç gün burada bizimle kalın; isterseniz büsbütün kalın, Hindistan'ın hangi vilâyetini isterseniz size vereyim” dedi. Gene yoldan alıkonulmak ihtimaliyle korktum. Merhum Hümâyûn Şâh'ın, hareketime izin veren fermanını çıkarıp gösterdim. Bir Çağatayca gazelle bir kıt'a yazıp Bayram Han'a sundum; hâlimi arz ettim. Ekber Şâh'ın huzuruna da çıktım. Babasının fermanını görünce hareketime rıza gösterdi. Lâhûr'a geldim.

Rebîülâhır ortasında Lâhûr'dan hareket ettim. Nihayet Sind nehrini de geçip Pencâb'tan çıktık.

(1) “Roma İmparatoru” ve “Türkiye İmparatoru” manalarına gelen bu sıfat, Osmanoğulları'nın unvanlarından biridir.
(2) Seydi - Ali Reis'in hece vezniyle halk şiiri tarzında yazdığı bu «semaî» herhalde o zamanlar türkü şeklinde levendlerin dilinden düşmüyordu. «Hayreddin'li» kelimesiyle Barbaros ocağına bağlılık ifade ediliyor.
(3) Burada Seydi-Ali Reis, Çağatay lehçesiyle yazdığı 5 beyitli bir gazeli dercetmis. Bilgin amiralin Türkçe'nin Osmanlı (Türkiye) lehçesinden sonra gelen en mühim lehçesi olan Çağatay şivesini de çok iyi bildiğini ileride göreceğiz. Hindistan Türkleri, Orta Asya'dan geldikleri için, bu lehçe ile konuşurlardı. Ancak Hindistan'da, Anadolu'dan gelmiş ve yüksek mevkiler işgal eden bir kaç bin Osmanlı Türkü de vardı.
(4) «Gönüldaş» kelimesinin Çağatay Türkçesi’ndeki telâffuzu.
(5) Akşemseddin - zade Hamdullah Hamdi Çelebî'nin Yûsuf-u Züleyhâ'sından.
(6) Argunlar, İlhanlılar'ın bir dalıdır. Şah Hüseyin Argun Bey, Cengiz'in 22. ve Olcaytu İlhan'ın 17. kuşaktan torunudur. Argunlar, Timuroğulları'na tâbi olarak 47 yıl Kandehâr'da ve 77 yıl Sind'de hüküm sürmüşlerdir.
(7) Beşer beyitli bu iki gazeli Seydi - Ali, eserine dercetmiştir.
(8) Büyük asker ve devlet adamı Bayram Han Karakoyunlu ki, Türkçe şiir divanıyla aynı zamanda mühim bir şair sayılır.
(9) Timur'un 6. kuşaktan torunu ve Bâbur Şah'ın oğludur.
(10) Bu şiirler esere dercedilmiştir.
(11) Türkçe şiir divanı vardır.
(12) Sayıları bir kaç yüz bin, en iyimser tahminle bir milyonu geçmeyen bir Türk kitlesi, yüz milyonluk Hindistan kıt'asını IX. yüzyıldan beri ellerinde tutuyorlardı. Orta Asya'dan ve arada bir Anadolu'dan gelen Türklere çok büyük ihtiyaç vardı.
(13) Burada Seydî - Ali Reis, Çağatay Türkçesi ile yazılmış her iki mektubun suretini dercetmistir.
(14) Bütün bu gazeller esere dercedilmiştir.
(15) O zamanın coğrafyasında dünya, güneyden kuzeye doğru «iklim» denen 7 kuşağa ayrılırdı.
(16) Halife.
17) Hümâyûn Şah, Osmanlı ve Safevî hükümdarlarından sonra dünyanın üçüncü büyük devlet başkanıydı.
(18) 26 Ocak 1556. Babası Bâbur gibi 48 yaşında ölmüştür.
(19) Hindistan Timuroğulları'nın divanda halka ve ileri gelenlere görünmesine «görünüş» denir.
(20) 13 şubat 1556.

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: SEYDİ ALİ REİS'in Seyahat Notları
MesajGönderilme zamanı: 31.12.08, 10:02 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
TÜRKİSTAN TOPRAKLARI

MÜBAREK cemâdelevvelin ilk günü Kabil'e doğru yola çıktık. Yolumuzun üzerinde tüfekle silâhlanmış binlerce Afgan vardı. Bunların arasından bir mesele çıkarmadan geçmek nazik bir işti. Bir belâya çatmadan Afganların arasından geçtik. Peşâver şehrine geldik. Hayber Geçidi'ni aştık. Dağlarda iki gergedana tesadüf ettik. Her biri birer küçük fil kadardı. Alınlarında birer boynuzları vardı. Boynuzların uzunluğu iki karıştı, Afrika gergedanlarının boynuzları daha uzundur. Bu minval üzere Zâbulistân'ın taht şehri olan Kâbil'e ulaştık. Hümâyûn Şah’ın oğulları ve Ekber Şâh'ın kardeşleri olan Muhammed Hakim ve Ferruhfal Mirzalar'ın huzuruna çıktım, îkisi de küçük birer çocuktu. Ülkeyi bu mirzalar namına idare eden Mün'im Han'la görüştüm. Hepsi Hümâyûn Padişah merhumun fermanlarını görüp hürmette kusur etmediler. Kabil, bir letafetli şehirdi. Etrafı karlı dağlarla çevrilmişti. Akar sulu çayır ve bağlarla doluydu. Halkı zarif ve eğlenceye düşkündü. Saz ve söze müptelâ, şen insanlardı. Bu manzara bile bizi teşhir için kâfi değildi. Gözümüzde vatan tütüyordu. Mün'im Han:

— Yollarda kar vardır; bu halde Hinduküş dağlarını aşamazsınız; birkaç gün tevakkuf edin! diye bizi alıkoymaya çalıştıysa da fayda vermedi. Gene yola koyulduk. Sarp geçitlerden atlarımızı bin bir müşkülle aşırdık. Mün'im Han'ın refakatimize verdiği 300 adamın çok hizmeti geçti. Kâbil'den cemadelâhıranın başlarında ayrılmıştık. Karabağ yoluyla Hindûküş dağlarını aştık.

BEDAHŞAN VE HUTTALAN'DA VAKI' OLAN AHVALİ BEYÂN EDER

Receb'in ilk günü Enderâb şehrine vardık. Bedahşân ülkesine geçtik. Talikan şehrine konduk. Timuroğullan'ndan Süleyman - Şah ve oğlu İbrahim Mirzalarla görüştüm. Süleyman - Şah Mirza, beni lâtif bir bağda kabul etti. Şiire meraklıydı. Kendisine iki yeni Çağatayca gazelimi takdim ettim. Hadsiz lûtuflarda bulunup gönlümü aldı. Belh'e gitmek istediğimi söyledim. Belh'te Cengizoğullan'ndan Pîr-Muhammed Han'la Barak Han'ın savaştığını bildirdi:

— Ol yollar muhataralıdır, dedi; Pîr-Muhammed Han'ın küçük kardeşleri kazak, yani âsi olmuşlardır. Kunduz ve Termîz cânibleri fetret içredir. Amma Bedahşân - Huttalân yolu emindir; ol cânibden varın!

Süleyman-Şah Mirza, bana at ve hıl'at ihsan etti. Elime Huttalân valili Cihangir Ali Han'a yazılmış bir nâme verdi. Bu zatın kız kardeşi, Süleyman - Şah Mirza ile evliydi. Mirza'nın bir hemşiresi de merhum Hümâyûn Şâh'ın zevcesiydi. Süleyman Şah'ın oğlu İbrahim Mirza, Hümâyûn Şâh'ın bir kızıyla nişanlıydı.

Süleyman - Şah Mirza ile oğlu İbrahim Mirza'ya veda ettim. Bedahşân'ın merkezi olan Kişm şehrine geldim. Burada merhum Hümâyûn Padişah'ın güzel bir bahçesi vardı. Ziyaret ettim. Kal'a-i Zafer yoluyla Rüstân şehrine geldik; oradan AmuDeryâ'yı yani Ceyhun nehrini aştık. Huttalân ülkesine girdik. Mîr Seyyid Ali Hemedânî burada gömülüydü. Türbesini ziyaret ettim. Oradan Gûlâbe şehrine geldim. Cihangir Ali Han'la görüştüm. Süleyman-Şah Mirza'nın mektubunu verdim. Han, yanıma 15 adam kattı. Çârsû’ya gelince bu adamlara icazet verdim.

TURAN – ZEMİN’DE VAKI’ OLAN AHVALÎ BEYAN EDER

Böylece Turan ülkesine yani Mâverâünnehr'e ayak bastık. Bâzâr-ı Nev yoluyla Çarşamba kasabasına vardık. Hoca Yâkub Çerhî'nin türbesini ziyaret ettik. Oradan Çaganiyan, diğer ismiyle Hisâr-ı Şâdmân'a vardık. Özbek emirlerinden ve Cengizoğulları'ndan Timur Sultanla görüştüm. Oradan Şehr-i Sebz veya Keş şehrine geldik. Bu güzel şehir Timur'un doğum yeri olarak meşhurdur.

Bu şehirde Hâşim Sultan'ı ziyaret ettim, iznini alıp yola çıktım. Semerkand yolundaki geçidi bin belâ ile geçtik. Sabânın ilk günlerinde Semerkand göründü. Cennet gibi bir şehirdi. Barak Han'ın huzuruna çıktım. Bazı hediyeler takdim ettim. O da bana bir at ve hıl'atler inayet etti. Pâdşâh-ı Alempenâh Sultan Süleyman Han Hazretleri'nin bu yakınlarda Barak Han'a elçi gönderdiğini ve bir Miktar tüfekçi ve topçu yolladığını öğrendim. Tahta geçince «Nevruz Ahmed Han» adını alan Barak Han, amcasının oğlu Abdüllâtif Han'ın yerine geçmişti. Amma Belh'te Pîr - Muhammed Han, Barak Han'ın padişahlığını tanımamıştı. Pîr - Muhammed, Barak Han'ın amcasının torunuydu. Onun için Turan ülkeleri, tam bir kardeş savaşı içindeydi. Bu durumda Sultan Süleyman'ın yardım için yolladığı topçular tüfenkçiler, başlarında Ahmed Çavuş olduğu halde Semerkand'dan ayrıldılar. Taşkent - Buhara - Harzem yoluyla İstanbul’a gittiler. Ancak birkaç Osmanlı zabiti, Semerkand'da kaldı. Müşkül durumda olan Barak Han, bir vilâyet valiliğiyle hizmetine girmemi teklif etti. Sultan Süleyman'ın beni beklediğini söyledim. Esasen Barak Han'ın Türkistan'daki hâkimiyetinin sonu şüpheliydi. Tahtını amca oğullarına kaptırması bir zaman meseleydi. Yanında çok az asker kalmıştı. Ancak Sultan Süleyman'dan yardım dileğini iletmeyi kabul ettim.

Ahmed Yesevî'nin torunlarından olan Sadr-ı Alem ve diğer şeyhlerle görüştüm, Han'ın, Sultan Süleyman'a inkıyad itaat üzre olduğunu bildiren nâmesini aldım. Şehrin tarihî yerlerini ziyaret ettim. Bir gün Barak Han:

- Gezdiğin şehirlerden hangisi en güzeldir? buyurdu.

Necati'nin:

Dil ser-î kûyin koyup etmez Behişt'i arzu
Her kişîye kendi şehri yeğ gelir Bağdâd'dan


beytiyle cevap verdim. Barak Han zevk etti Birkaç gün sonra Han'a veda ettim, Mübarek ramazanın beşinci günü yola revan olduk. “Kal'a” denmekle maruf şehre vasıl olup oradan Kermine'ye geldik. Zerefşân ırmağını geçip Gacduvân'a vardık. Hâce Abdülhâlik Gacduvaânî ziyaret olundu. Pül-i Rıbât yoluyla Buhârâ'ya gitmek istiyordum. Ancak Buhara hâkimi Seyyid - Burhan'la Harzem hâkimi arasında ceng vardı. Yollar çok karışıktı. Her iki taraf da, karşı tarafa yardım etmemden çekiniyordu. Elimde Barak Han'ın yarlığı vardı. Bunu gösterip, Osmanlı ülkesine gitmekten.gayri emelim olmadığını anlatmaya çalışıyordum.

Nihayet Buhârâ'ya vardık. Şehirde kargaşalık vardı. Seyyid - Burhan'ın yanında 40 kadar Osmanlı gördüm. Bu hengâmede üç yoldaşım can verdi. Ben de serseri bir okla yaralandım. Hattâ beni Harzemliler’in adamı sanıp üzerime kılıç üşürdüler. Parçalanmak üzereydim ki, Seyyid- Burhan’ın hizmetindeki Osmanlılardan birkaçı beni tanıdı. Hemen hamle edip kurtardılar. Hatır sorup Seyyid - Burhan Han'ın huzuruna götürdüler. Çok yakışıklı bir delikanlıydı. Beni kucaklayarak uğradığım muameleden dolayı pek samimî şekilde özür diledi:

— Ceng üzre geldiniz, dedi; malûm meseldir: Kuru yanında yaş dahi yanar!

Yanıma Cengizoğulları'ndan iki emîri kattı. Kemâl-i riâyetle levendlerimle beraber köprüden geçirtti. Ancak Harzemliler iki levendimi daha yaraladılar. On kadar atımı, bazı silâh ve malzememi de yağmaladılar. Seyyid - Burhan, tutsak olan iki levendimi kurtardı ve birkaç at verdi. Fakat yağma edilen tüfeklerimi vermeye kadir olmadı. Seyyid - Burhan Han, müşkül vaziyetteydi. Akşam olunca âdeta yakama yapışıp:

— Dünyâ ve âhırette atam ol, dedi; bu vilâyet Saâdetlu Padişah'ındır. Sana Buhara şehrini vereyim. Sultan Süleyman nâmına zaptet.
— Eğer külliyen Mâverâünnehr'i bana verseler, dedim; bu vilâyetlerde kalmak müyesser değildir. Ama sana olan cefâyı Sultan Süleyman'a arz ederim. Padişah Hazretleri canibinden envâ-i inayetler zuhura gelip mercûdur ki, bu diyarlarda hanlık sana nasîb ola!

Seyyid - Burhan Han, bir ziyafet verdi. Çok lûtuflar etti. Bu minval üzre 15 gün Buhârâ'da eğlendik. Teklifi üzerine Çağatayca bir gazel yazıp hediye ettim. Zikr- olan gazelden, ziyade zevk alıp inayetler eyledi. Fakat iyi silâha çok ihtiyacı vardı. Osmanlı ülkesinden getirdiğim demir tüfekleri istedi. Bilmecburiye teslim ettim. Yerine, Türkistan'da yapılan bakır tüfeklerden 40 adet verdi. Bir at, iki değerli kitap ve sair hediyeler ihsan etti. Gitmek tedarikinde bulundum. Buhârâ'da Hâce Bahâeddin Nakşbend'inki başta olmak üzere şeyh makamlarını ve Emir İsmail Sâmânî'nin türbesini ziyaret ettim. Yola çıktım. Amu-Deryâ'yı sallarla geçtim. Şevvalin ilk günlerinde Cârcûy şehrine geldim. Amu-Deryâ'yı şimal-i garbî'ye doğru çıkarak Harzem'e yaklaşıyorduk. Karakum Çölü'nün eteklerinden geçerken aslanların hücumuna uğradık. Bu belâyı da defedip Çârçû'dan Hıyve'ye on beş günde geldik.

VÎLAYET-İ HARZEM'DE VE DEŞT-İ KIPÇAK'DA VAKI' OLAN AHVALÎ BEYAN EDER

Şevval sonlarında Hıyve'den ayrıldık. Beş günde Harzem ülkesinin taht şehri olan Ürgenç'e geldik ki, bu şehre «Harzem» de deniyordu. Burada Cengizoğulları'ndan Dost - Muhammed Han saltanat sürüyordu. Huzuruna çıktım. Beni kardeşi yanında olduğu halde kabul etti. Necmeddin Kübrâ başta olmak üzere birçok şeyh türbesi ziyaret olundu. Bu sırada büyük mutasavvıflardan Şeyh Abdüllatif öldü. Bu münasebetle bir tarih kıt'ası söyledim. Dost - Muhammed Han'ın amcası Akatay Han ve oğlu Hacı - Muhammed Sultanla da görüştüm. Her ikisinden kitaplar aldım. Bu münasebetle Çağatay lehçesinde 7 beyitti bir gazel söyledim. Zulkaade ayının ilk günü Ürgenç'ten ayrıldım. Bir aydan ziyade Deşt-i Kıpçak'ta seyahat ettik. Güz zamanıydı. Çölde nebatattan bir habbe ve sudan bir katre yoktu. Bin mihnetle Saraycık kasabasına geldik. Üç Osmanlı'ya tesadüf ettim. Hazar deryasının şimalinden geçmek niyetiyle bu kadar yolu ve meşakkati göze almıştım. Ancak Saraycık'tan Hazar'ı şimalden geçmenin çok mahzurlu olduğu söylendi. Ruslar ve onlarla işbirliği yapan Nogaylar yol kesiyor ve ellerine geçirdiklerini öldürüyorlardı. Barak Han'ın Sultan Süleyman Han Hazretleri'ne gönderdiği elçi, nâçar cenuptan İran yoluyla İstanbul'a gideceğini bana bildirdi. Ben de kısa bir tereddütten sonra şimal yolunu terk edip İran yoluyla Anadolu'ya geçmeye karar verdim. Bu münasebetle bir gazel söyledim. Elden ne gelirdi? Gerisin geriye cenuba inmeye mecburduk.

Ürgenç'e dönüldü. Tekrar Dost - Muhammed Han'ın huzuruna çıktım:

— Ne cânibten gitmek meram edinirsiniz? deyü sual eyledikte:
— Kasdimiz, dedim; Meşhed-i Horasan'dan Irâk-ı Acem yoluyla Irâk-ı Arab'a yani Bağdad'a varmaktır!

— Burada tevakkuf edin, diye cevap verdi Han; baharda Mangıt taifesi çekilip gider, şimal yolu açılır. Yalnız başına Ruslar yolunuzu kesmeye cesaret edemezler. Buradan Bağdad hayli mesafedir.

Bir at daha ihsan alıp yola koyuldum. Bahara kadar beklemektense İran yolunu ihtiyar eylemek evlâ göründü. Zaten Hazar deryasını şimalden aşsak bile Kafkasları geçmek bir mesele olacaktı. İran yolu daha tehlikesizdi. Şu anda Şah ile Pâdşâh-ı Cihan Hazretleri sulh üzereydiler. Dost - Muhammed Bey her ne kadar:

— Şîî Türkmen beyleri sizi sağ ve salim Şâh'a eriştirmezler, diye ihtar ettiyse de, ben Cenâb-ı Hakk'ın inayetine güveniyordum.

Dahi yol bulmadım olup nâ-çâr
Uğradım bi'z- zaruri âhır-ı kâr


Zaruretler, mahzurları ortadan kaldırmak icap ederdi. Deve kervanıyla yolculuk ediyorduk. Ürgenç'ten bu son ayrılışımız zulhiccenin ilk gününe rastlıyordu.

VÎLÂYET-Î HORASANDA VÂKI' OLAN SERGÜZEŞTİ BEYÂN EDER

Hakk'ın inayetiyle gene Amu - Deryâ'yı geçtik. Yol üzre Cengizoğulları'ndan Mahmud ve Pulad Sultanlar'la görüştüm. Biri Dürün, diğeri Bâğvây şehirlerindeydi. Nesâ'ya vardık. Burada Dost - Muhammed Han'ın amca oğlu Ali Sultanla mülakat ettim. Bu sultanların hepsi Süleyman Han Hazretleri'ne kulluklarını bildirdiler. Bundan sonra Turan'dan İran'a, Türkistan' dan Horasan'a, Cengizoğulları'nın topraklarından Safevî Şahları'nın topraklarına geçtim. Horasan'da Meşhed yakınlarında Tûs şehrine vardım.

Firdevsî, Tûs'ta gömülüydü. Mezarını ziyaret ettim. 964 senesinin ilk günü (1) Meşhed şehrine vardım, imam Musa Rızâ Hazretleri'nin muhteşem meşhedlerini ziyaret ettim. Fakirlere sadaka dağıttım. Şah Tahmasb'ın kardeşi Behrâm Mirza'nın oğlu İbrahim Mirza, Meşhed'de vali ve Horasan'a hâkimdi. Şâh'ın oğlu Süleyman Mirza da buradaydı. Her iki mirzayı ve vezirleri Gökçe Halife'yi ziyaret ettim. Bir ziyafet verip beni ve levendlerimi ağırladılar. Elime Şâh'a hitaben nâme verdiler. Ziyafetin ortasında Gökçe Halife:

— Hazret-i Ali mi uludur, dedi; yoksa Ebû-Bekr, Ömer ve Osman Hazerâtı mı?

Bu Safevîler gayetle mutaassıp Şii oldukları için, bu suale dosdoğru cevap vermek müşküldü. Nasreddin Hoca'nın bir hikâyesini anlatarak ve 7 beyitli bir gazelimi okuyarak geçiştirdim. Bir de kıt'a söyledim. Bu suretle bir belâya çatmadan ellerinden halâs oldum. Gazi Bey adında bir zalim, Mirzalar'a varıp:

— Bu miktar Osmanlı'yı Şâh'a göndermek münasip değildir; bunlar yanlarına verilen askerlerimizi yolda katledip bir canibe çıkıp giderler, ihtimaldir ki bunlar, Sultan Süleyman'ın bizim aleyhimize Barak Han'a yolladığı Osmanlılardır. Yanlarında pek çok nâme vardır. Nâmeleri yoklamadan koyup göndermek asla caiz değildir, deyü fitneler saçıyordu.
Mirzalar, bu sözlere kandılar. Ziyafetin ertesi günü sabah vakti, zırhlar kuşanmış yüz kadar asker bizi uyandırdı. Hepimizi tevkif ettiler. Beni iki hizmetkârımla Gökçe Halîfe'nin sarayına kapadılar, levendlerimin her birini ayrı ayn hapsettiler. Mallarımızı sayıp emanet aldılar.

Bu kış gününde böyle bir felâkete uğramak çok acıydı. Kitaplarım ve birçok hükümdarın Sultan Süleyman'a yazdığı mektuplar, bizzat İbrahim Mirza'ya gönderildi. Levendlerim hayatlarından meyus oldular. «Sabr ile koruk helva olur» meseline uymaktan başka bir çare yoktu. Levendlerimi zincire vurmuşlardı. Bana zincir takmadılar ama, geceli gündüzlü kapımda beş Safevî askeri nöbet tutuyordu. Hapiste bir gazelle 18 beyitli bir mesnevi (2) yazdım.

Tevkif ve hapsedilmemiz, Meşhed şehrinde çok kötü karşılandı. Halk söylenmeye başladı, ileri gelenler İbrahim Mirza'ya çıkıp, Şah ile Sultan Süleyman arasında sulh olduğunu, salıverilmemiz icap ittiğini söyledi. Ben de Mirza'ya üç gazel yazıp gönderdim (2). Bunun üzerine Mirza, Şâh'ın bu hareketini iyi karşılamayacağını düşünüp havfetti. Birkaç günlük bir hapisten sonra muharremin mübarek onuncu günü bizi âzâd eyledi. Eşyamızı geri verdi. Bir ziyafet edip hatırımı almaya çalıştı. Nâmelerin hepsini geri almıştım. Ancak nedense dört parça çok kıymetli kitabımı vermediler. Hindistan ve Türkistan hükümdarlarından aldığım hıl'atlerin bazıları da kayboldu. Muharremin on beşinde Meşhed'den ayrıldık. Şâh'ın bir zevcesiyle kardeşi Behram Mirza'nın bir zevcesi de bizimle beraber Meşhed'den İmâm'ı ziyaretten dönüyorlardı. Bu hanımlar yolda bana çok iltifatlar edip Meşhed'de maruz kaldığım muameleyi unutturmaya çalıştılar. Kazvîn'de Şâh'a lehimde şehadette bulundular.

Meşhed'den çıktığımızın ertesi günü Nişâbûr'a geldik. Büyük şair Attâr burada gömülüydü; ziyaret olundu. Şehrin valisi Kemal Ağa'yla görüştüm. Sebzevâr'da bazı reziller tasallut etmeye teşebbüs ettilerse de, ellerinden kurtulduk.

IRAK-I ACEMDE VÂKI' OLAN AHVÂLİ BEYÂN EDER

Günlerden bir gün Vilâyet-i Irâk-ı Acem'e kadem bastık. Demâvend Dağı eteklerinden yani Mâzenderân canibinden Bistâm'a geldik. İmam Muhammed İftah, Şeyh Bâyezîd-i Bistâmî ve Şeyh Ebu'l - Hasan Hırkaanî ziyaret olundu. Ertesi gün yola girdik. Dâmgan'a geldik. 0l gece yoldaşlardan Ramazan Bölükbaşı, Şeyh Bâyezîd-i Bistâmî ve kırk dervişini rüyada görmüş. Ramazan Bölükbaşı, sâlih ve mütedeyyin bir zabitimdi.


(1) 4 Kasım 1556.
(2) Bütün zikredilen şiirler esere dercedilmiştir; biz nakletmeye lüzum görmedik.

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
 Mesaj Başlığı: Re: SEYDİ ALİ REİS'in Seyahat Notları
MesajGönderilme zamanı: 31.12.08, 10:05 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı
Kullanıcı avatarı

Kayıt: 14.12.08, 12:14
Mesajlar: 1108
İSTANBUL'A DÖNÜŞ

ÖZET: Umman Denizi’nde yakalandığı şiddetli bir fırtınada gemilerini kaybeden Seydi Ali Reis, kara yolu ile İstanbul'a dönmeye karar verir. Hindistan, Afganistan, Türkistan topraklarında çeşitli maceralar geçirdikten sonra İran'a ulaşırlar. Burada Dâmgan'da kaldıkları ilk gece, Seydî - Ali Reis'in zabitlerinden Ramazan Bölükbaşı, rüyasında Şeyh Bâyezid-i Bistâmî'yi görür.

RÜYASINDA Şeyh'in: “Dua edelim ki Mîr Seydî - Ali yoldaşları ile sağ ve salim vatanına vara” dediğini anlattı. Dâmgan'da imam - zade Cafer'in türbesi ziyaret olundu. Sonra Semnân'a geldik. Şeyh Alâüddevle Semnânî'nin türbesini ziyaret ettik. Ertesi gün alesseher göçüldü. Yolda levendlerime dedim ki:

— Hergiz bir kimse sizden ziyade sefer etmiş değildir.

Bu minval üzere konuşarak yolumuza devam ediyorduk. Levendlerime sabır nasihat ediyordum. Zira Şiiler’in tasallutundan ve bed muamelesinden sıkılıyorlardı. Bîr hadise çıkartmaksızın Safevî ülkesinden çıkıp gitmek lâzımdı. Ben bu ülkedeki kadar mezheplerine taassupla bağlı insanlar görmedim. Hep Şîî mezhebinin üstünlüğünden lâf açıp bizi kışkırtmak istiyorlardı.

Nihayet bir gün Rey (1) şehrine geldik. İmam Abdülazîm'i, Hazret-i Hüseyin’in zevcesi Bîbî Şehribân'ı ziyaret ettik. Şah’ın oğlu Muhammed Hudâbende Mirza (2) ve Kurçıbaşı Sevindik Âğa ile görüştüm. Şah, evvelce oğlu İsmail Mirza'yı Kazvin’den Horasan'a göndermiş. Horasan'da bulunan Hudâbende Mirza'yı da Kazvîn'e çağırmış. Zira İsmail Mirza'nın Horasanda Şâh'ın hoşuna gitmeyen hareketleri zâhir olmuş. Bu işte görülen emirlerden biri de Şâh'ın emriyle Horasan'da katledilmiş. Ben Muhammed Hudâbende Mirza'yı, Horasan'da Herât'a hareket etmek üzereyken gördüm. Hakkımda çok lûtufkâr davrandı; Sultan Süleyman'a tazimlerini bildirdi ve bir miktar rencide olan hatırımı okşadı. Mirza ile görüştüğümün ertesi günü Rey'den hareket ettik. Horasan'da: hareketimizden bir buçuk ay geçmişti ki safer ayının son günü, Safevî devletimi taht şehri olan Kazvîn'e vardık.

İRAN ŞAHIYLA BERABER

Geldiğimiz, Şah Tahmasb'a (3) arz olundu. Şah, benim ve maiyetimden hiç kimsenin şehre girmesine müsaade etmedi.

Kazvîn civarında “Sebzegirân” demekle mâruf bir yere gönderdi. Vezîr-i âzam Masum Bey'in divan beyi Mahmud Bey'e, bize nezaret etmek vazifesi verildi. Şâh'ın eşik ağası geldi. Teker teker isimlerimizi, sıfatlarımızı, hattâ atlarımızın sayısını yazıp gitti. Şah, bu kadarla da kalmadı. Horasan'daki vekili olan Gökçe Halife ile muavini Mir Münşî'yi: “Bunları niçün mukaddema bana arzetmeden gönderdiniz?” deyü azletti. Bütün bu belâları fırsat bilen Ali Bey adında bir Safevî emîri, bana Yasavul Pîr-Ali'yi gönderip, bizi kurtarmak için rüşvet istedi. “Bu miktar zaman gurbet çeken kişilerde nakdiye olmaz!” diyerek geri gönderdim. Kur'an'dan bir âyet okuyup Cenâb-ı Hakk'ın inayetine sığındım.

Bu sırada Şah, üzerimde bulunan muhtelif hükümdarlara ait mektupları mütalâa etmiş. Hattâ yanımda taşıdığım kitaplara bakmış. Bizimle Horasan'dan gelen Şâh'ın hatunu ile Behrâm Mirza'nın hatunu da bizim için: “Mazlumlardır, cümlesinin yollarda ahvâline vâkıf olduk” deyü şehadet etmişler. Ben de 6 kıt'alı bir murabba yazıp Şâh'a gönderdim. Şah, şiirimi okuyunca, vezîr-i âzami Masum Han'a: “Yarın sen davet edip ziyafet eyle, öbür gün biz ziyafet edelim ve müjde haberin ver; hangi yolu maksûd ediniyorsa gönderelim,” demiş.

Filvaki ertesi gün serbest bırakıldık ve Masum Han'ın sarayına gittik. Mükellefi bir ziyafet ve ruhsat haberini verdi:

— İstanbul'a elçimiz gitmek üzeredir, dedi; eğer Azerbaycan, yani Tebriz ve Van yoluyla gitmek caiz olursa ankarîb gidilmek mukarrerdir.
— Kış günleridir, dedim; ol yol takat getirmez. Bağdad. yolun ihsan edin!
— Talebiniz Şâh'a arz olunur, deyü cevap verdi.

Ertesi gün Şâh'ın huzuruna çıktım. Ziyafete alıkoydu. Hayli konuştuk. Bilhassa şiir üzerinde mübahase ettik. Hilemiz ve hud'amız olmadığına, memleketimize gitmekten başka bir emel peşinde koşmadığımıza iyiden iyiye inandı. Bizi Horasan' dan Kazvîn'e yolladığı için azlettiği İbrahim Mirza'nın vekili Gökçe Halife ile Mîr Münşî'yi mansıblarına iade eyledi. Bana bir at ve iki hıl'at ve bir çadır ve birçok elbise ihsan etti. Levendlerimnden ikisine ikişer hıl'at ve beş yoldaşıma da birer hıl’at verdi. Saâdetlû Pâdşâh-ı Alempenâh Hazretleri'ne nihayet derece ıhlâs ve muhabbet ar zetti. Kemal mertebe sulha inkıyâd üzre olduğunu bildirmemi istedi.

PADİŞAHLARIN HAZİNESİ SİLAHTIR

Birkaç gün sonra Şah Tahmasb, beni bir ziyafete daha davet etti. Bu defa ki ziyafet saltanat çadırındaydı. Sırf ihtişamıyla aklınca gözlerimi kamaştırmak ve zenginlik derecesini Sultan Süleyman'a söylemem için tertip edilmişti. Filhakika her taraf en âlâ kumaşlarla döşenmişti. Yerlere altın iplikle işlenmiş halılar yayılmıştı. Ziyafette yanımda oturan Şâh'ın musahibi Hasan Bey: “Bütün bunlar bir küllî hazinedir” dedi. Ben:

— Padişahlarda hazine, altın ve gümüşle silâhtır; bu makuuleler hazine değildir! dedim. Mebhût olup cevaba kaadir olmadı.

Daha bir ay hareketime ruhsat verilmedi. Şah Tahmasb daha birkaç defa davet etti. Bir keresinde:

— Padişahınız Barak Han'a muavenet için Türkistan'a 300 zabit göndermiş, deyip içini döktü. Ben hakıyr dahi:

— Onlar Barak Han'a size karşı muavenet için irsal olunmuş değildir. Şahım, dedim; eğer muavenet için irsal olunmuş olsalar 300 miktarı gönderilmez, ordu sevk edilirdi!

Zahiren sözüme inanmış göründü. Bir defasında mecliste Şâh'ın büyük ulemâsından Mir İbrahim vardı. Bu zat bana dedi ki:

— Ulemânızın bizi tekfir etmesine bâis nedir?
— Peygamberimizin ashabına küfredilir diye işitiriz, deyü cevâb eyledim; muteber kitaplarda, ashaba küfredenin kâfir olduğu yazılıdır.
— İmâm-ı âzam Ebû - Hanîfe'ye göre söylediğiniz gibidir. Ancak imam Şafiî'ye göre ashaba küfreden kâfir olmaz, sadece günaha girer.
— Diyelim ki İmam Şafiî'ye göre ashaba küfretmek dinden çıkmak değildir. Fakat biz, Hazret-i Aişe'ye bile küfredildiğini duyarız. Hazret-i Aişe söylediğiniz gibi ahlâksız olsa, Hazret-i Peygamber onu hoş gördüğü için, doğrudan doğruya Peygamber'e küfredilmiş olur. Peygamber'e küfreden kavim de, açıkça dinden sapıtmıştır, mürteddir, Müslüman değildir, katilleri helâl, malları gazilere mubahtır.
— Her kim Hazret-i Aişe'ye ahlâksızlık isnad etse, bizim katımızda dahi kâfirdir. Amma Aişe'ye mahabbetimiz yoktur. Zira Hazret-i Ali'ye muhalefet etmiştir!

EN GÜZEL ŞEHİR: İSTANBUL

Bu minval üzre hayli konuştuk. Şah da mükâlemeye karışıp:

— Cihanım, birçok yerine seyahat kıldın, dedi; gördüğün memleketlerde en çok hangi şehri beğendin?

Gezip seyreyledim her şehrini gerçi bu dünyânın
Nazirin görmedim hergiz Sitanbûl-û Kalâtâ'nın


beytiyle cevap verdim. Şah:

— İstanbul gerçekten güzel şehirmiş derler, dedi; Osmanlı memâlikinde beylerbeyilerin ve sancak beylerinin dirlikleri ne miktardır?
— Her beylerbeyinin ve sancak beyinin dirliği, idare ettiği vilâyetin ehemmiyetine göredir. Mısır ve Budin ve Rumeli ve Anadolu ve Diyâr-ı Bekr ve Bağdad ve Yemen ve Cezayir beylerbeyilerinin dirlikleri çoktur. Bu beylerbeyilerin herbirinin hükmettiği leşker, bir devletin askeri miktarıncadır. Diğer beylerbeyilerin ve sancak beylerinin dirlikleri de, askerlerinin adedine göredir. Osmanlı devletinin diğer Müslüman devletlerden farkı şudur ki, leşkerin hepsi, padişahın askeridir. En büyük beylerbeyinin dahi şahsına mahsus bir tek askeri yoktur. Halbuki diğer Müslüman memleketlerde şehzadelerin ve emirlerin şahıslarına bağlı askerler, hattâ ordular vardır (4). Bir beylerbeyinin Saâdetlü Padişah'ın emr-i şeriflerinden zerre miktar ayrılmasına imkân ve ihtimal yoktur.

Bu sohbetten sonra Şâh'a:

Â'şık isen hûn-i gam yemekten ey dil lezzet al
Â'rif isen câm-ı mey nuş? eyleyip bir halet al

Bî-bakaadır mâl-i dünyâya gönül meyleyleme
Kıssa-î Kaarûn'u var gûf eyle andan ibret al

Almağa can nakdini minnet mi eylersin bana
Kıl tekellüm bir nefes benden anî bî-minnet al

Ruhm edip ben nâ-tüvânâ girdi gamzen zahmına
Ey tabîbim bari gel nakd-î hayatî ücret al

Gezme Mecnun gibi dağlarda abes ey kûhken
Aşk vadisinde sâkird ol bana bir san'at al


Yâri görsem ölmeden kâr etdi hasret canıma
Cehd edip ey haste-dil dest-i ecelden mühlet al

Şübhe yok hubbü'l-vatan îmândandır Kâtibi
Hâlini arz eyleyip Şâh-î keremden ruhsat al


gazelimi okuyup izin istedim. Şah, gayet hazzedip hoş-hâl olup ruhsat verdi. Saâdetlü Padişah Hazretleri'nin Cenâb-ı Celâlet - meâbları'na kitabet yazdı. Kemal mertebe arz-ı ihlâs etti. Hayli muhabbetler gösterdi. Hasan Bey’le biraderi Nazar Bey'i bir miktar adamla yanıma koştu. Tekrar hıl'at verdi. Kazvîn'de mübarek makamlar da ziyaret edildi. Rebîülâhırın ilk günlerinde Kazvîn'den ayrıldık (5).

Sultaniye yakınlarında Ebher şehrine geldik. Burada Ahî Evrân'ın oğlu Pîr-Hasan'ın türbesini ziyaret ettik. Oradan Dergüzin'e ve andan Hemedân'a vardık. Burada Aynülkuzât-ı Hemedânî'yi, Pîr Ebu'lAlâyı, Hazret-i Peygamber'in sancakdârını ziyaret edip ruhlarına fatihalar okuduk. Sâdâbâd'a geldik. Burada Safevîler'in serhad beylerinden Peykoğlu Hasan Bey’le görüştüm. Beni bir ziyafete davet etti.

Nihâvend şehrine gelerek Lûristan'a ayak bastık. Bîsütûn dağına vardık. Burada imam Kasım'ı ziyaret ettik. Oradan “Veyselkaranî” denen kasabaya ulaştık. Kasr-ı Şîrîn yoluyla Kürdistan vilâyetine eristik. Kal'a-i Zencîr'e vardığımızda hava gayet muhalifti. Halk, “hümâ” denen kuşun göründüğünü iddia ediyor, kimi bunun uğurundan, kimi uğursuzluğundan bahsediyordu. Bu kuş hakkında türlü türlü şeyler anlatıyorlardı.

Burada maiyetime tayin olunan Nazar Bey'e ruhsat verdim, gitti. Ertesi sabah güneş doğarken hareket ettik. “Dokuz ölüm” dedikleri nehirden geçtik. Şehribân yoluyla Bağdad'a yaklaştık. Bağdad'da beylerbeyi Hızır Paşa ile görüştüm. Bu kadar sergüzeştten sonra Osmanlı memleketlerine ayak bastığım için beni tebrik etti ve envai riâyetler gösterdi.

BAKIYYE-İ AHVALİ BEYAN EDER

Cemâziyelevvelin ilk günlerinde (6) Bağdad'dan ayrıldık. Dicle'yi sallarla geçtik, Hindistan yolculuğumun başında Bağdad'a uğrarken ziyaret ettiğim din ve tarihi makamları tekrar gördüm. Tekrît yoluyla Musul'a geldim. Cizre'den Nusaybin'e vasıl oldum. Mardin'e uğrayıp Diyâr-ı Bekr'in merkezi Amid şehrine ulaştım. Beylerbeyi İskender Paşa'yla görüştüm. Vâkı' olan sergüzeştimi hayretle dinleyip taaccüb etti:

— Size olan hâdise kimseye olmamıştır, dedi; sizin gördüğünüz memleketleri ve acayiplikleri, kimse düşünde bile görmemiştir.

Gezdiğim ülkelerin hükümdarları ve askerî kuvvetleri hakkında malumat rica etti. Ne anlatsam daha fazla tafsilât istiyordu. Sonunda:

— Anlaşılır ki, dedi; rûy-i zeminde ne Osmanlı devletine muadil bir devlet, ne Pâdşâh-ı Alempenâh Hazretleri'ne adil olur bir padişah vardır!

Pâdşâh-î Rûm'a nisbet şâh olanlar Hak budur
Bir kişi belkî hababdâ pâdşâh olmakdürür


beytimi okuyarak cevap verdim. Osmanlı askeri hakkında da:

Mağrib-û Maşrık'da Rûm'un leşkerî meşhurdur
Kande azm eylerse onlar daima mansûndur


beytini söyledim. Hemen Cenâb-ı Hak, Kıyâmet gününe kadar devletimizi mâmur ve askerimizi mansûr-u muzaffer eylesin! Âdâsı mahkûr ve zâr-ü hakıyr-übî-mıkdâr ola! Âmîn, bi-hürmeti Seyyidi'l-Mürselîn!

İskender Paşa, benim öldüğüm haberinin bütün Osmanlı ülkelerinde yayıldığını da bildirdi. Hattâ Mısır kapdanlığına Rodos sancağı beyi Kurdoğlu'nu tayin etmişler, İskender Paşa'ya son yazdığım şu muhammes'i okuyarak sohbete son verdim:

Rağbet eder mi â'şık olanlar bu haneye
Sayd olma dama ey gönül aldanma daneye
Sahm-î kaza bilirsin erişir nişaneye
Çekmek belâ vü mihneti â'lemde yâ neye
Gördün zamane uymadı uy sen zamaneye

Baş eğme dehre izzet içün olma mübtezel
Elvermese zamane sakın eyleme cedel
Pendim kabul eyle benim sözüm esle gel
Bir kişiye nasîb gelir bûdürür mesel
Gördün zamane uymadı uy sen zamaneye

Ney gibi inlesen n'ola her dem edip figan
Kaanûn edindi kaddini çeng etmeyi cihan
Güç eylemi usûle gözet dâiren hemân
Gördün senin teranene raks eylemez zaman
Gördün zamane uymadı uy sen zamaneye

Dünyâ senin imiş tutalım n'eylesen gerek
Â'kıl odur ki yok yere hare etmiye emek
Sanma muradın üzre döner dâima felek
Gûş et nasihatim hele benden sana demek
Gördün zamane uymadı uy sen zamaneye

Yazmış ne kim mukarrer ise levha çün kalem
Elbette başa gelse gerek yazılan rakam
Şad olma izzet île fena gelse çekme gam
Ey Kâtibi cihanda nedir çektiğin elem
Gördün zamane uymadı, uy sen zamaneye

Gucarât'ı Osmanlı devletine ilhak etmek arzusu hatırımdan asla çıkmıyor, Lâmiî'nin şu kıt'asını kendi kendime tekrarlıyordum:

Senin gitmez başından bu havalar
Dimağın cümle toprak dolmayınca
Bu sergerdanlığın pâyânı yokdur
Vücûdun serteser hâk olmayınca


SULTAN SÜLEYMAN HAN’IN HUZURUNDA

Amid'den Ergani'ye geldim. Zülkifl Nebî'nin makamını ziyaret ettim. Harput yoluyla Malatya'ya vardım. Seydî - Gazi'nin makamına yüz sürdüm. Sivas'a geldim Beylerbeyi Âli Paşa ile görüştüm. Abdülvehhab Gazi'nin makamım gezdim. Türbedarı olan Ali Baba ile sohbet ettim, duasını aldım. Hacıbektaş kasabasına vardım Hacı Bektaş Velî ve Balım Sultan'ın türbelerini ziyaret ettim. Kırşehir'de Ahî Evrân ve Aşık Paşa'nın makamlarında fatiha okudum. Kızılırmak'ı Çâşnigîr Köprüsü'nden geçtim. Ankara'ya vasıl oldum Hacı Bayram Veli'yi ziyaret ettim. Anadolu Beylerbeyisi Cenabi Paşa buradaydı Onunla da görüştüm. Beypazarı yoluyla Bolu'ya ve oradan Mudurnu'ya geldim Göynük'te Şeyh Akşemseddin Hazretlerini ziyaret ettim. Taraklı Yenicesi'nden Geyve'ye burada bir köprüden Sakarya’ya geçtim. Ağaçdenizi ve Sapanca yoluyla İzmit'e vasıl oldum. Burada, Hindistan'dan beri ilk defa deniz görüp şad oldum. Nebî Hâce'yi ziyaret ettim.

Üsküdar'a gelip Boğaz'ı geçtim. Pây-i Taht-ı Cihan olan Mahrûsa-i İstanbul'a vardım. Selâmetle seyahatimi tamamladığım için Cenâb-ı Hakk'a şükürler ettim. Mihnetler, elemler ve maceralar son bulmuştu. 964 recebinin başlarında (7) Galata'daki konağıma indim. Padişah Hazretleri'nin Edirne'de olduklarını haber aldım. Hemen ertesi günü hareket ettim. Edirne'ye geldim. Sultan Süleyman Han Hazretleri, geldiğimi öğrenir öğrenmez beni huzûr-ı saadetlerine kabul buyurdular. Mübarek ellerini öptüm. Artık Çağatay Türkçesi'ne iyiden iyiye alıştığım için hemen o lehçede 5 beyitli bir gazel söyledim.

Saâdetlü Pâdşâh-ı Alempenâh Hazretleri'nin inayetlerine ve ihsanlarına mazhar oldum. Vezirlerle de teker teker görüştüm. Ve hepsinin iltifatlarıyla sevindim. Bilhassa Vezîr-i âzam Rüstem Paşa Hazretleri çok lütfettiler. Çektiğim meşakkate binaen günde 80 akça (8) maaş ihsan olundu. Benimle bunca cefa çeken zabitlerimin maaşlarına günde 8'er akça zam yapıldı. Sair levendlerime günde 6'şar akça terakki verildi. Hepimizin 4 yıllık güzeşte maaşlarımız def’aten ödendi.

Receb ayının son günlerinde Sultan Süleyman Han Hazretleri, saadetle Edirne'den İstanbul'u teşrif buyurdular.

Yâ İlâhi cümlemizi eyledin dünyâda şâd
Âhıret'de dâhi eyle rahmetinle ber-murâd


beytini söyleyerek İstanbul'a geldim.

Bu kıssadan ashâb-ı ibrete ve erbâb-ı hıbrete hisse oldur ki, kişi olmaz havalara ve uzun sevdalara yeltenmeyip “el-kanâ’atü kenzi lâ-yefnâ” (9) mefhûmu ile â'mil olup sükûn üzre ola. İttifak takdîr-i Rabbani ve hükm-i bî-tagayyür-i Sübhânî birle, diyâr-ı gurbete düşüp vatandan dür ve meskenden mehcûr olup deryây-ı meşakkatte zâr-ü hayran ve girdâb-ı belâda bî-hânmân olup vâdî-i mihnetde sergerdân ve bevâdî-i gurbetde nâlân-u giryân iken “hubbü'l-vatan mine'1-îmân” (10) muktezâsınca ârzûy-i vatan edip kendü diyarına azm-ü Pâdşâh-ı İslâm'ın nî'meti hakkın bilip âstâne-i sa'âdetine yüz sürmeye kasd-ü cezm eylese, bilâcerem ol kimsene yanında kalmayıp, maksûdu Hak - Sübhânehu ve Ta'alâ katında hâsıl ve az müddetde pek çok makaasıdına vâsıl olup, dünyâ vü âhıret'de yüz aklılıkların tahsil edip beyne'n-nâs makbul ve memdûh vü ebvâb-ı makaasıdı meftûh olmak mukarrerdir (11). Bu kitaba, Galata beldesinde 964 senesi şehr-i şâbânü'l-muazzamının ilk günlerinde (12) başlandı ve 965 saferi ortalarında (13) tamamlandı.

***

(1) Şimdi Tahran'ın bir banliyösüdür.
(2) 1577-87 arasında Safeviler’den 4. İran şahı olarak saltanat sürmüştür. Büyük Şah Abbas’ın babasıdır.
(3) Bu sırada Kanunî'den sonra dünyanın en kudretli hükümdarıdır.
(4) Seydî - Ali Reis, diğer Müslüman devletlerin feodal bünyesiyle Osmanlı devletinin merkeziyetçiliğini mukayese ederek, Osmanlı sisteminin üstünlüğünün en mühim noktalarından birine parmak basmaktadır.
(5) 1557 şubatı ortaları.
(6) 1557 mart ortaları.
(7) 1557 mayısının ilk günleri.
(8) Bugünkü satın alma gücü aşağı yukarı 960 TL kadardır.
(9) “Kanaat, tükenmez bir hazinedir”.
(10) “Vatan sevgisi, imandan gelir” (yani imanı olmayanlarda vatan sevgin bulunmaz).
(11) Son paragrafı, amiralin nesir üslûbundan örnek vermek için aynen aldık.
(12) 1557 haziranının ilk günleri.
(13) Takriben 7 aralık 1557, Seydi - Ali Reis'in bu eserini 6 ayda kaleme aldığı anlaşılır.

Bugünkü dile nakleden ve notlar ekleyen:
YILMAZ ÖZTUNA

_________________
" Hayrlar feth olsun ; şerler def olsun !..."


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 4 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 3 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
cron
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye