Kazak Türklerinde Defin Merasimi ve Aş Verme Geleneği
Yrd.Doç.Dr. Fatih ÜNAL*fatih2unalan@yahoo.comOrdu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü / ORDU
bilig ♦ Bahar / 2008 ♦ sayı 45: 103-130
© Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı
bilig, Bahar / 2008, sayı 45
Giriş
Gelenek ve göreneklerin oluşmasında inançlar başta olmak üzere toplumun hayat tarzı ve buna bağlı olarak gelişen toplumsal ihtiyaçlar önemli rol oynar. Defin törenleri her dönemde ve her toplumda dini inancın en belirgin husu¬siyetlerini yansıtır. Bu nedenle Kazakların defin ve aş verme geleneğini orta¬ya koyarken öncelikle bu hususa temas etmek gerekir.
Kazakların Kazak adıyla ortaya çıkışları, 15. asrın ortalarından itibarendir. Bu tarih artık Kazakların İslam inanç ve gelenekleriyle uzunca bir dönemdir ta¬nıştığı, İslam öncesi geleneklerin büyük ölçüde değişime uğradığı bir evredir1. Özellikle şehir ve kale hayatı süren, tarım ve ziraatla uğraşan yerleşik kesim¬lerde gelenek ve görenekler, cenaze defin işlemleri, daha fazla İslami tesir altında kalmakla birlikte, Kazakların büyük çoğunluğunu oluşturan konar-göçer uruğlar arasında bu tesir, daha az olmuştur. Halkın dini işleri, kendile¬rini Arap soyuna bağlayan ve zamanla bozkırda sosyal bir zümre haline ge¬len kojalar (hoca) tarafından yürütülmüştür. 16 ve 17. asırlarda Türkistan, Harezm, Buhara, Astrahan ve Kazan Türk-İslam kültür ve medeniyet merkez¬lerinin tesiriyle Kazakların siyasal ve toplumsal hayatında İslam dini, önemli bir yer edindi. Bu merkezlerden gönderilen din adamları ve tüccarlar dini canlanmada aktif rol oynadı. Ancak Kazakların büyük çoğunluğunu oluştu¬ran konar-göçerler 19. asrın sonlarına kadar İslami inanç çerçevesinde olu¬şan gelenek ve göreneklerle birlikte, eski adetlere de bağlı kalmışlardır. Başka bir ifadeyle eski gelenekleri İslami formata uyarlamaya çalışmışlardır. Bu karakter hem itikadi hem de ameli sahada kendini göstermiştir.
Kazaklarda ölen kişinin bedenen öldüğüne, ruhunun ise yaşamaya devam ettiğine inanılırdı. Ölen kişi için, “geldiği yere döndü” manasına gelen kaytıs boldı, “yeni bir hayata başladı” manasına gelen düniye saldı ve buna benzer İslam inancıyla örtüşen ifadeler kullanılır.
Eski Türk bozkır inanç sisteminin ana unsurlarından biri olan atalar kültü, İslam sonrasında dahi Kazak inanışlarında önemini korumuştur. Bilindiği üzere eski Türk inancında da ruhun ebediliğine inanılırdı. Ruh (kut) beden¬den çıkınca, ölüm vaki olur, bu yüzden ölmüş büyüklere ta‛zim edilir, atala¬rın ruhlarına adaklar adanır, kurbanlar kesilirdi. Atalara saygı “baba hukuku¬nun” inanç sahasındaki belirtisi idi. Asya Hunları, Tabgaçlar, Göktürkler çok defa kutsal mağaralar önünde atalarının ruhlarına kurban sunarlar, atalara ait hatıraları kutsal sayarlardı (Kafesoğlu 1989: 291). Onların inancında kai¬natın yaratıcısı Tanrı “Teñgri” ebedidir. Türklerin hayatı ile ilgilenen ulu bir varlıktır. Onun iradesiyle zafere ulaşılır, iradesine uymayanlar cezalandırılır. O bağışlar, bitkiyi canlandırır. Ölüm onun iradesine bağlıdır. Her şeyi bilir, her şeye kadirdir. Manevi gücün tek kaynağı olan Tanrı, maddi semada ayrı bir manevi kudrettir (Kafesoğlu 1989: 295-296).
İslam sonrasında konar-göçer Kazaklar arasında Tanrı inancı ve ataların ruhlarına ta‛zim, İslami inanışla bir arada devam etmiştir. “Tanrı” lafzı “Al¬lah” lafzıyla, “din” lafzı ise “ruh” ile birlikte düşünülmüştür. Bu sentez halkın dilinde “teñgri-alla” (Tanrı-Allah) , “din-arvak” (din-ervah) biçiminde kendini göstermiştir. Kazaklar “ata-babaya” yani ecdada ta‛zim ederek ve sığınarak, berekete, mutluluğa, mal ve mülklerinin güvene kavuşacağına inanmışlardır (Kazak SSR 1983: 375). Hayvanlarına hastalık gibi herhangi bir zarar geldi-ğinde atalarının mezarları başına götürülerek onlardan şifa, medet ummuş-lardır. Atalarının ruhlarının kendi soylarından gelenleri koruduğuna inanıla-rak, sportif müsabakalarda, çoğunlukla da muharebelerde, cephede öne atılma veya kuşatmayı yarma esnasında, milleti gayrete getirmek, harp düze¬ni sağlamak maksadıyla uran2 adlandırılan ecdadın adını haykırmışlardır (Minjanulı 1984: 34-49). “Yedi atanın bilinmesi”, Kazak desturunun ana unsurlarından biri olmuştur. Bu suretle her bir Kazak yedi atasını bilmek zorundadır.
Manevi kuvvet tasavvur edilen tabiat kuvvetleri “jer-ana” (yer ana), “su-ana” (su ana) eski Türk kavimlerinde olduğu gibi Kazaklar arasında da kutsal sayı-lırdı. Her şeyi temizleyeceğine inanılan ateş yine kutsaldı. Yaylaya çıkarken iki büyük ateş yakılır ve göç kervanı, koyun ve sığır sürüleri bu iki ateşin arasından geçirilirdi (Kazak SSR 1983: 376-377). Kutsal sayılan bu unsurlar halk inançlarında da kendini göstermiştir. Ateşte bir müddet tutulan koyun kürek kemiğinin sıçramasına göre fala bakılırken, çeşitli dualar okunması da ihmal edilmemiştir. Özellikle kadınlar yeni çadıra ilk girişlerinde veya ilk ço¬cukları doğduğu zaman ateş önünde eğilip ateşin üzerine yağ parçaları at¬maya devam etmişlerdir (Radloff 1994: 256-257). Kazaklar arasında Şama-nizm’in tesirleri, İslam sonrasında dahi gelecekten haber veren cin-baksılar kanalıyla halk arasında varlığını sürdürmüştür. Kumalak veya bal (fal) açma¬ya dini-İslami kılıf giydirilerek bu işle uğraşanlar keramet sahibi olarak gö-rülmüştür.
19. asrın ikinci yarısından sonra Kazaklar arasından İslam inanç ve itikadında önemli ilerlemeler kaydedildi. Özellikle Kuzey illerinden Tara ve Tobol’dan gelen Tatar eğitimciler, Kazak bozkırlarında ciddi manada modern dini eği¬tim faaliyetlerine başladı. İslam dininin öğretilmesinin yanı sıra, okuma-yazma alanında da büyük gayret gösterildi. Kazan tüccarları, Kazaklar ara-sında İslamı yayma faaliyetleri yürüttüğü gibi, Kazak gençleri de Kazan, Ufa gibi merkezlerde bulunan Tatar medreselerinde eğitim gördü. Gerçek İslamın yaygınlaşmasıyla birlikte dine bağlı geleneklerde de önemli değişimler ya¬şandı. Kazakların, özellikle geleneksel defin ve aş törenlerinde bu değişim dikkati çeker.
Aş (As) /Yog Töreni
Uçsuz bucaksız geniş bozkırlarda asırlarca konar-göçer yaşayan Kazak Türk¬leri için bayram ve törenler dini, toplumsal ve hatta siyasal ihtiyaçların gide¬rildiği bir buluşmadır. Bu gibi vesilelerle, birbirinden uzak mesafelerde konar-göçer hayat süren insanlar bir araya gelir, hal-hatır sorulur, bozkırda meyda¬na gelen gelişmelerden birbirini haberdar eder, talepler dile getirilir, uruğlararası anlaşmazlıklar, çetin davalar burada çözülür. Dini veya toplum¬sal tören ve bayramlar vesilesiyle verilen ziyafetlerde düşkünler, fakir fukara, biçare insanlar, yolcular yer içer. Bu törenlerin ihtişamı, ölen kişinin devlet ve toplum katındaki konumuna, makam ve mevkiine bağlıdır. Ölen kişi töre3 sülalesinden biri ise veyahut bu zümreye mensup olmayıp yine toplum ka¬tında saygınlığı olan biy/bî4 veya batır5 ise törenler daha muhteşem bir şekil-de organize edilir.
Kazakların en büyük hanlarından olan Ablay Han’a verilen aş, hem mü¬kemmel organize edilmesi hem de törenin sonunda yapılan at yarışlarında dereceye giren 40 ata ödül (bayge) verilmesi bakımından en muhteşemi kabul edilir (Kurbanali 1910:671). Kazak sultanlarından Barak Töre için verilen aş, uzun süre halk arasında yad edilmiş, Kazak bozkırlarının her ya¬nında bu tören hakkında destanlar söylenmiştir. XIX. yüzyıldaki meşhur aş törenlerinden biri, Çümekey uruğundan zengin birinin ölümü üzerine yapıl-mıştır. Bu aş, Çikli uruğundan Kötibar Biy ile Tama uruğu zenginlerinden Maman bay arasında çıkan kavga münasebetiyle meşhur olmuştur. Argın uruğu halk ozanlarından Yusuf Bey bu aş töreni hakkında “Ayman-Çolpan” adlı bir şiir yazmıştır (İnan 1986: 194). Argın uruğundan Kazıbek Biy’e ve Nayman uruğundan Narınbay Kuttubay Biy’e yapılan aş törenleri, son dere¬ce muhteşem olması dolayısıyla, Kazak bozkırlarında, yıllarca dilden dile dolaşmıştır (Kurbanali 1910: 491). Küçük Orda Kazaklarının bağımsızlık mücadelesi önderlerinden Sırım Batır’ın aş töreni de bunlar arasında sayılır.
Eski Türklerde ölümle ilgili tüm tören, ziyafet ve kutlamaların ortak adı olan yog/yoğ kelimesinin karşılığı, Kazaklarda as şeklinde devam etmiş, yog keli¬mesi ise ölünün ardından yakılan ağıt/mersiyenin adı olan yogtav/joktav kelimesiyle Kazak dilinde varlığını muhafaza etmiştir. Moğolcaya djok şeklin¬de geçen ve “yemek, şenlik” anlamında olan yog terimine ve bundan türe¬yen yogla, yogçı kelimelerine ilk defa Orhun yazıtlarında rastlanmaktadır (İnan 1986: 192). Divanü Lûgat-it-Türk’de (1999: 143) yog, “matem, yas, ölü gömüldükten sonra üç veya yedi güne kadar verilen yemek” diye izah edilmektedir. Yine Divanü Lûgat-it-Türk’te (1999: 309) yogladı kelimesi, “ol ölügge yogladi” (o, ölü için yemek verdi) şeklinde açıklanmaktadır. Kutadgu Bilig’de (1979:549) yog, “yas, matem” anlamında kullanılmıştır.
Kazaklarda cenaze defin işlemlerine, ölüyü ahirete yolcu etme manasına gelen “meyit uzatuv” denir. Ölünün ardından yapılan tören, ölünün geride bıraktığı aile fertleri, akrabaları ve kendi uruğu için hem madden hem de manen büyük bir güç gösterisi ve gurur kaynağıdır. Bu törenler, ecdada, ataya olan yüksek saygı dolayısıyla önemli bir vazife addedilmiştir. Kazaklar için zenginliğin, mal ve servetin ihtişamının sergilenmesinde bu gibi törenler birer vesiledir. Fakirliğin bir utanç kaynağı sayıldığı Kazak toplumunda “ölüm zenginin malını saçar, fakirin eteğini açar” atasözü, bu noktada manidardır.
Kazaklarda aş vermek, yani cenaze törenleri ve şölenler tertip etmek, yaygın ve muteber tutulan eski bir gelenektir. Şölenleri, içip-eğlenmek şeklinde an¬lamamak lazımdır. Bu şölenler, sportif müsabakalara dayalı olup, genelde at üzerinde yapılır ve aynı zamanda bozkırda her an ortaya çıkabilecek bir sa¬vaş hazırlığı mahiyetindedir. Aş törenleri, Kazaklar arasında, özellikle 18. ve 19. asırlarda son derece yaygınlaşmıştır. Hastalık ve ölüm anından itibaren ölüyle ilgili işlemlerin her aşamasında bozkır çevresinde oluşan eski inanç ve yaşam tarzının izleri görülür. Ölü çadırı kurulması, bu geleneklerden biridir.
Ak Çadır Kurulması “Ak Üy Tigüv”
Kazaklarda ölüm vukuu bulduğunda ilk olarak ölen kişi adına ak üy “ak çadır” kurulur (Kurbanali 1910: 492.) Cenaze çadırı veya ölü çadırı diyebile-ceğimiz bu uygulama, Hunlarda, Tu-kiularda, Kitanlarda, Kumanlarda ve Moğollarda da mevcuttu. Moğollarda ölü evi, ölen hanların kutsal ruhlarına ayrılan gösterişli bir çadır anlamına geliyordu. Dini ayinlerin yapılması için ölünün hayatta iken oturduğu çadır veya bunun yerine geçici bir ölü evi kurulduğu bilinmektedir (Roux 2001: 280, 292). Çin kaynaklarına dayana¬rak verilen bilgilerde Göktürklerde bu geleneğin mevcut olduğu görülmekte¬dir. Tan sülalesi tarihinde, Göktürklerin ölüyü çadıra koydukları, ölünün oğulları, torunları, erkek, kadın, başka akrabasının atlar ve koyunlar keserek bu çadırın önüne serdikleri, ölü çadırının etrafında, at üzerinde yedi defa dolaştıkları zikredilir (İnan 1986: 177). IX. Yüzyıl Oğuz boylarının defin töre¬ni hakkında bilgi veren İbn Fadlan (1995: 40), onlardan biri hastalanırsa, uzak bir yere çadır dikip hastayı oraya koyduklarını, o kişinin iyileşinceye yahut ölünceye kadar o çadırda kaldığını nakleder. Ölü çadırı, Urenha-Tuba’larda da vardır. Tuba’lar, biri ölürse derhal başka bir çadıra çıkarıp keçe veya deri ile örterler (İnan 1986: 183). Kubbeli Türk çadırını andıran İslam dünyasındaki klasik türbe geleneğinin, Türklerin İslam öncesindeki bu uygulamasının bir uzantısı olduğu düşünülebilir.
Kazaklar bu geleneği devam ettirerek, ölü için özel çadır kurmaya özen gös-termişlerdir. Çadırın rengi konusunda, eski Türklerle ilgili kayıtlarda açıklık olmamakla birlikte, Kazaklarda beyaz keçeden olduğu kesindir. Ölünün gi-yim-kuşamı, hayatta iken kullandığı araç-gereçleri, silah ve eyer takımları vb. nesi varsa, her şeyi bu çadırda sergilenir, çocuklarında ve akrabalarında bulunan kıymetli eşyaları dahi bu eve konur, aşın sonuna kadar burada özenle muhafaza edilirdi. Büyük aşın sonuna kadar taziyeler burada kabul edilir, ağıtlar “joktav” burada yakılırdı.
Ölüm gerçekleştiğinde ilk olarak ölünün yüzü kıbleye çevrilerek yatırılır, yü¬züne temiz bir örtü serildikten sonra etrafı perdeyle çevrilir (Mınjan 1994: 392-393). Türklerde, İslam öncesi devirlerde ölü, yılın belirli günlerinde def-nedilirdi. Göktürklerde defin merasimi için yaprak dökümü veya ağaçların yapraklanması zamanı beklenirdi (Rasonyi 1993: 27). İlkbaharda ölenleri sonbaharda, otların ve yaprakların sarardığı zaman, kışın veya güzün ölenleri ise çiçekler açtığı zaman gömerlerdi (İnan 1986: 177-178). İslam sonrasında, ölünün uzun süre bekletilmesi geleneği sona erdi. Kazaklarda ölü çadırının kurulmasından hemen sonra etrafa cenaze için haber salınır ve bu duyurma işine, zamanla sözlü edebi unsurlardan biri haline gelen yestirtuv denir. Ge¬leneklere göre cenaze, uzaktaki akraba ve dostların haberdar edilmesi için 1-3 gün bekletilir. Bu günlerde yakın akrabaları çıra yakıp, ölü çadırında, ölünün yanında nöbet tutar (Mınjan 1994: 392-393). Haberi alan yakın dost ve akrabaları hemen atlanarak gelir ve ölen kişi, töre sülalesinden ise haynam, alelade halktan biri ise bavrım hitabıyla aile bireyleriyle görüşür, kucaklaşır, baş sağlığı diler. Daha sonra cenaze işlemleri için gerekli olan kefen ve diğer cenaze araç-gereçleri hazırlanır ve bu arada fidyesinin verilmesi ihmal edil¬mez. Fidye, dokuz üzerinden verilir. Mollalara Kuran-ı Kerim hatmetmeleri için emir verilir. Hatim yapan kişilere, yerine göre at veya deve hediye edilir (Kurbanali 1910: 492). Bu işler tamamlandıktan sonra ölünün yıkanması işlemine geçilir. Cenaze, yıkama işlemini bilen aile bireyleri ya da mollalar tarafından, çadırın içerisinde, perdeyle çekilen kısımda yıkanır. Bunun ardın-dan “ahiret kebin” diye adlandırılan ak kefene sarılır. Kefenlenen cenaze, son olarak ak keçeye ya da kilim veya halıya sarılarak defnedilecek mekana böy¬le götürülür. Kullanılan bu kilim veya halılar definden sonra mescide hibe edilir. Ölünün yıkanması ve kefenlenmesi, İslam öncesinde de Türklerde gelenekti6. İslam geleneklerindeki gibi ölüyü yıkama, kefenleme ve cenaze namazı işlemleri, Kazak Türklerinde de uygulandı.
Davir Yürütme/Iskat Çıkarma
Kazaklarda, İslam toplumlarından farklı olarak, ölünün yıkanması ve kefen-lenmesinden hemen sonra, daha ölü çadırdan çıkarılmadan önce yapılan davir ve ıskat işlemi vardır ki, bu uygulamada, eski inançların izleri görülür. İslam geleneklerinden önce Kazaklar, ölü çadırının eşiğine, ala iple bağlı 9 tane at getirerek dini tören yaparlar, ölen kişinin günahlarının bunlara geçe-ceğine inanırlardı. Daha sonra bu atları kabir başına götürerek kurban eder¬lerdi. Ölen kişinin çok sevdiği atı da kesilip başı kabre konurdu. Ayrıca Türk bozkır kavimlerinde olduğu gibi yeniden hayata döneceği inancıyla değerli eşyaları, mızrağı, sadağı, kılıcı, eyer takımı, giyecek ve yiyecekleri, ölü ile birlikte kabre konurdu. İslami gelenek ve göreneklerin güçlenmesiyle birlikte ölü çadırı etrafında ayin yapılan ve kabir başına götürülerek kurban edilen atların yerini diğer hayvanlar da almaya başladı. Bu hayvanlar kabir başında kurban edilmeyerek bu defa, davir yürüten mollalara ve fakir-fukaraya veril¬meye başlandı (Kazak SSR 1983: 377). Davir yürütme işlemi şöyle yapılırdı: Kurban edilecek hayvanlar, yine eski gelenekte olduğu gibi ala iple bağlanıp, çadırın önüne getirilir. Bu işle vazifeli kişi, mal bağlanan ala ipi tutup, ıskat denilen, ölünün bir yıllık yerine getirilmeyen oruç, namaz ve daha başka farzlarının yerine getirilmesi sorumluluğunu üzerine alması için ölünün ya¬nında oturan mollaya tutturur. Molla “kabul ettim” diyerek ipi alıp tekrar verir. Ölen kişinin yaşı kadar bu işlem tekrar edilir. Davir yürütme olarak adlandırılan bu uygulama, bülûğ çağına gelmemiş kişiler için yapılmazdı. Bu mal, işlemin sonunda mollalara ve fakir fukaraya verilir. Davir ve ıskat bittikten sonra ölü evden çıkarılır ve İslami usüllere göre cenaze namazı kılınır.
Cenaze namazından sonra cenaze, kazılmış olan kabir başına getirilir. Eğer ölünün defnedileceği yer uzakta ise, ölü, devenin sırtına konarak yüzüne kilim örtülerek götürülür. Ölü yakınları tarafından kabre konan cenazenin başı güney, ayağı kuzey, yüzü kıble istikametine getirilir ve üzeri tahta ile kapatılır. Kabir başında olanların tamamı, usulen ölünün üzerine bir parça toprak atar ve üzeri toprakla örtülür (Mınjan 1994: 392-393). Mezar başında okunan Kur’an-ı Kerim’den sonra ölü çadırına dönülür. Cenazeye katılanlara çeşitli ikramlarda bulunulur.
Kara Bağlama “Kara Turgızuv”
Kazaklarda yas alametlerinden ilki, ölü çadırına kara bağlamadır. Kara ve ak renklerinin her ikisi de Türklerde matem alametleri arasında göze çarpar. Dede Korkut hikayelerinde Beyrek’in anası, ak perçemlidir. “Ak perçemli anası ağladı, gözünün yaşını döktü”. Kızkardeşi ise karalar giyinmiştir. “Yedi kız kardeşi ak çıkardılar, kara elbiseler giydiler. Beyrek’in nişanlısı kara giydi, ak çıkardı” (İnan 1986: 196). Kazaklarda ölü çadırının ak olması, ölen kişinin eşinin ak bürkey (beyaz börk) bağlaması, erkek evlatların ak belbev (beyaz kuşak) kuşanmaları, tertemiz ve onurlu bir hayatın sona erdiği anlamını taşır. Bununla birlikte Kazaklarda yas alameti, umumiyetle kara’dır.
Ölüyü defnettikten sonra ölünün çocukları ve yakınları toplanarak, ölü çadı-rının eşiğine matem alameti olarak sırık veya mızrak üzerine üç köşeli kara kumaş veya keçeden kara adlandırılan bir alem bağlar ve Kazaklarda buna kara turgızuv denir (Kurbanali 1910: 492; Kazak SSR 1983: 378). Karalı üy tabiri, Kazak Türkçesi’nde ölü evini ifade eder. Kara bağlamak Türk topluluk¬larında eski bir gelenektir. İdil Bulgarları’nın defin töreninden haber veren İbn Fadlan (1995: 67), ölünün çadırı kapısına gelerek müthiş ve vahşi sesler¬le ağladıklarını, kölelerin kendilerini kamçı ile döve döve feryat ettiklerini ve ölünün çadırına bayrak astıklarını nakleder. İdil Bulgarları, iki sene dolunca, çadırın kapısı üzerine astıkları bu bayrağı indirip saçlarını keserler (İnan 1986: 188). Yaslı çadırın üzerine bayrak asmak adeti, Oğuzlarda da mevcut¬tu. Dede Korkut hikayelerinden Beybörek hikayesinde “karalu, göklü otağ” zikredilmektedir. Bu ifade, Oğuzlar’da, yaslı çadırın üzerine kara ve gök bay¬rak asıldığının işaretidir (İnan 1986: 196). Moğollara seyahat eden Carpini (2000: 41), Moğollarda ölümcül hastalığa tutulan kişinin çadırına kara keçe¬ye sarılı bir mızrak saplanarak hastanın tecrit edildiğini söyler. Abdülkadir İnan (1986: 196), kendi müşahedelerinde, Kırgız-Kazakların yas alameti olarak sadece şehitler için ak bayrak çektiklerini nakleder.
Kazak Türklerinde ölen kişi, eğer alelade halktan ve genç biri ise kızıl renkli, yaşlı ise ak, orta yaşta ise bir tarafı kara bir tarafı kızıl renkli alem bağlanır (Kurbanali 1910: 492; Mınjan 1994: 394-395). Töre sülalesi için alem bağ-lama farklıdır. Onlarda bu adet, tuğ itibariyle yapılır. Kızıl tuğluk töreye öldüklerinde dahi kızıltuğ, ak tuğluk töreye aktuğ, kök tuğluk töreye köktuğ dikerler. Yaşlısı, genci için durum aynıdır. Ölü için dikilen alem hangi renkten olursa olsun musibet, bela, kara gün işareti olarak “kara” diye tabir edilir (Kurbanali 1910: 492).
Kara’yı erkekler, çadırın eşiğine itina ile diktikten sonra, onun tertip ve düze¬ni ile kızlar ilgilenir. Matem alameti olarak kara turgızuv’un sebeplerinden birisi, aş vermenin başlangıcı ve işareti sayılır. Kara köterdi sözü ise aş verme yükümlülüğünü gösterir. Ölünün yakınları sıcağı sıcağına kara turgızuv’a karar vermez ise, daha sonraları aş vermelerine pek rastlanmaz. Bunun için ölünün kederli yakınları, namının yürümesi için vakit kaybetmeden karar vermek durumundadır. Kara bağlamanın sebeplerinden diğeri ise, işareti görenlerin fatiha okumanın şart olduğu bilinciyle gelip Kur’an okuması, açlı-ğını, susuzluğunu gidermesi ve bütün bunların ölünün ruhuna ulaşacağı inancıdır (Kurbanali 1910: 492-493). Kazaklar arasında ölü çıkan ev, bu işaretten dolayı “karalı üy” adlandırılır ve “karnı acıkan karalı çadıra gitsin” sözü, bu yüzden söylenir.
Gelen giden ziyaretçiler karalı üyde karşılanır ve uğurlanır. Aynı uruğa (boy) mensup, bölümşelerin (alt boylar), avılların (obalar) tamamı, evinden ölü çıkan aileyi yalnız bırakmaz, göç vakti birlikte konar, birlikte göçerler (Kurbanali 1910: 494). Ölümün 7. günü “yedisi” verilir. O gün cenazeyi yıkayan kişilere elbise ve kumaş dağıtılır. 18. asır Kazak biylerinin en büyük¬lerinden Tölebi’nin ölümünün yedisini, yakın dostu Şapıraştı Kazıbek şöyle anlatır: “Ben Töle Ağa’nın ölümüne yetişemedim. Yedisine ancak yetişebil-dim. Biy’in (Tölebi) balalarının hepsi benden büyüktü. Dokuz oğlu bellerine ak belbev (kuşak) sarmış, ellerine asalarını alıp, saf halinde duruyordu. Bun¬dan başka Senkibay’ın, Şoybek’in evlatları olmalı asaya dayanarak ağlamak-ta olan kişiler bir hayli fazla. Bağıra çağıra ağlayan kız ve gelinlerin sayısı da az değil. Yaşına yetip öldüğü içinmidir nedir, ağlama ve gülmeler karışıktı” (Şapıraştı 1993: 247-248). Ölümün üzerinden kırk gün geçtikten sonra “kır-kı”, bir yıl dolduğunda ise ileriki kısımlarda ayrıntılı vereceğimiz büyük aş ve şölenler tertip edilir.
Ağlama Geleneği
Eski Kazak geleneklerinde ölünün ardından aşının verilmesine kadar matem tutulurdu. Kazaklarda ölen kişinin karısı cenaze evden çıkarılırken ağlar ve elini yüzünü yolardı. Yıl boyunca karalar bağlar, başına ise onurlu bir ölüme izafeten ak bürkey (beyaz börk) takardı (Mınjan 1994: 394-395). Ölü çıkan hane halkı, üzüntü ve acılarının tezahürü olarak “cüzi caralı, üyi garalı” (yüzü yaralı, evi karalı) şeklinde tasvir edilirdi.
Ölünün ardından ağlama, feryat etme, parçalanma bütün Türk kavimlerinde ortak bir ögedir. Orhon yazıtlarında Kültegin ve Bilge Kağan’a yapılan ma¬tem törenlerinden, Göktürklerin yas tutarken saçlarını, kulaklarını kestikleri, feryat ederek ağladıkları anlaşılmaktadır (İnan 1986: 196). İbn Fadlan (1995: 67), İdil Bulgarları’nda ölünün arkasından kadınların değil erkeklerin ağladı-ğını nakleder. Bulgarlarda, “bir adam öldüğü gün, erkekler gelip ölenin kub¬beli çadırının kapısında dururlar. En çirkin, en vahşi bir şekilde bağırarak ağlamaya başlarlar”. Yine eski Oğuzların yas adetleri, Dede Korkut hikayele¬rinde tafsilatlı anlatılmıştır. “Beyrek’in babası kaba sarığını kaldırıp yere vur¬du. Çekti yakasını yırttı. Oğul oğul diyerek ağladı, inledi. Ak perçemli anası ağladı, gözünün yaşını döktü. Acı tırnaklarıyla, ak yüzünü parçaladı, al yana¬ğını çekti yırttı. Simsiyah saçını yoldu. Kızı, gelini kas kas gülmez oldu” (İnan 1986: 196). Ağlama ve ağıt yakma, Moğollarda da vardı. Moğollara seyahat eden Rubruk (2001: 42), Moğollardan biri öldüğünde, ona hıçkırıklarla ağla-yarak ağıt yaktıklarını zikreder. Radlof (1994: 271), Kazaklarda ölüyü gören kadın ve akrabalarının ulumaya benzer bir sesle ağlamaya başladıklarını, kadınların iğnelerle yüzlerini parçaladıklarını, saçlarını yolduklarını nakleder. Kazak ve Kırgızlarda ölünün ardından matem tutmanın en belirgin özelliği, Kazaklar arasında joktav/coktav adlandırılan ağıt yakma geleneğidir.
Ağıt Yakma “Joktav”
Eski Türkçe’de sağu veya sav, matemname, mersiye veya halk arasında ağıt olarak bilinen ölü ile, ölümle ilgili söz veya şiirlere, Kazaklar arasında joktav/yogtav denir. Joktav kelime olarak eski Türklerde ölümle ilgili tüm tören, ziyafet ve kutlamaların ortak adı olan yog/yuğ kelimesinden türemiştir. Ancak Kazaklarda bu kelime, sadece ağıtı karşılar. Kazaklarda çadırın eşiğine bağlanan kara, obanın erkekleri tarafından itina ile dikildikten sonra, joktav olarak adlandırılan ağıt yakma faslı başlar (Kurbanali 1910: 493). Joktav, ölü yakınlarının üzüntü, keder dolayısıyla rasgele yakınıp sızlanarak ağlamasın-dan farklı olarak, belirli bir edebi üslûp, kural ve kaidelerle ortaya konan, sanat değeri olan edebi üründür. Büyük kişiler için eskiden mezar taşları üzerine belirli bir edebi formatta yazılan bu ağıtlar, günümüzde bir edebiyat türü olarak gelişmiştir.
Ölünün ardından yakılan ağıt geleneği, Türklerde tarihin derinliklerine kadar gitmektedir. Avrupa Hun hükümdarı Attila’nın cenaze töreni tasvir edilirken, ozanlar ve savaşçıların, Hun dilinde ağıtlar söylediğinden bahsedilmektedir. “Muncuk’un oğlu Attila, en kahraman milletlerin efendisi. Sen İskitya ve Germanya’ya sahip olduğun gibi, sayısız şehirleri de zaptettin. Her iki Roma imparatorluğunu da korkutarak kendine diz çöktürdün. Onlardan yıllık vergi aldın. Kaderin bütün bunları yaptıktan sonra düşmanların hıyanetinden ya¬hut yarasından değil, halkının arasında hiçbir acı duymadan öldün” (Ahmetbeyoğlu 2001: 106). Yine Alp Er Tunga ağıdı, en eski Türk ağıtların-dandır. “Alp Er Tonga öldi mü, Isız ajun kaldı mu, Ödlek öçin aldı mu, Emdi yürek yırtılur, Ödlek yarağ küzetti, Oğrı tuzak uzattı, Beğler beğin azıttı, Kaç-sa kalı kurtulur” (Kaya 1999: 256). Kırgız destanı Manas’ta ağıt geleneği görülür. Köketay’ın ölümü üzerine Köketay Han’ın anası karalar giyer, eşi Gülayım, altmış kadınla birlikte ağıt söyler (Kaya 1999: 250). Bunun gibi hemen bütün Türk topluluklarında ağıt yakma geleneği mevcut olup, bu geleneğe günümüzde de sıklıkla rastlanır. Günümüzde Anadolu’nun çeşitli yörelerinde ağıt geleneği canlı olarak yaşamaktadır.
Kazaklarda joktav, ölen kişinin eşi ve çoğunlukla da yetişkin kızları ve gelinle¬ri tarafından, bazen de meşhur akınlar tarafından söylenir ve ölümün birinci yıl dönümüne kadar devam ederdi. Erkek çocuk veya kız ölmüş ise anaları tarafından, eğer ölen kadın ise varsa büyük kızı, yoksa yakın kadın akrabala¬rından biri bu vazifeyi üstlenir (Radloff 1994: 271). Anadolu’nun muhtelif yörelerinde de bu kurala uyulduğu görülmektedir. “Erzurum ildir bunun, Meyvesi baldır bunun, Anası yok ağlaya, Bacısı lâldır bunun” (Kaya 1999: 252).
Kazaklarda erkeklerden ancak meşhur akınlar, halk arasında tanınmış şahsi-yetler için joktav çıkarır. 18. asır Kazak ozanlarından Umbetey’in Bögembay Batır’ın ölümüne ithaf ettiği Joktav’da, Bögembay’ın Jongarlarla savaşlarda-ki kahramanlıkları dile getirilmiştir (Kazak SSR 1982: 204). Buhar Jırav’ın Ablay Han için Joktav’ı (29 sayfa), Kaz Davıstı Kazıbek Biy’i kızı Kamka’nın joktav’ı (21 sayfa), Abayulı Abiş’i eşi Magış’ın Joktav’ı (125 sayfa), Kazaklar arasında seçkin Joktavlar arasındadır (Kenjeahmetulı 1994: 56). Kazaklar arasında ölen kişilerin ardından joktav çıkaran ve Joktav’şı adlandırılan özel kişilerin olduğu da bilinmektedir (Kazak Tili 1979: 71).
Joktav’da; ölünün güzel meziyetleri, bahadırlığı, hatipliği, erdemleri, zenginlik ve beyliği ne kadar güzel huyları varsa bunlar birer birer sıralanır. Onunla aynı zamanı paylaşmış maruf ve meşhur kişiler, ağıtta yad edilir (Kurbanali 1910: 493-494). Kişinin hayatındaki önemli hadiselerin tamamı, joktav’da dile getirilir. Adetlere göre ağıt, gün doğarken ve gün batarken olmak üzere günde iki kez söylenir (Mınjan 1994: 394-395). Joktav sözleri oldukça tesirli olup, kişinin bilinen hayatını naklettiğinden dolayı dinleyenleri adeta hıçkırık-lara boğar. Radloff’un (1994: 272-273) naklettiği Sultan Batır bek, adında bir Kazağın Balgın adındaki kızı öldüğü zaman kızın anası şu joktav’ı yakmış-tır. “Yedi yaşına gelince Kur’an verdim, okusun diye mollaya gönderdim, Ardında ablası yok, bacısı yok, Bir tanemi kocaya niçin verdim. Ak keçi geli¬yor bak yavrusuna, Süt veriyor ak memeden yavrusuna, Yanıma gel ikimiz de ağlayalım, Gider belki tanrının da kulağına. Döjön boyundan halk geçiyor, Bir kat şapandan soğuk geçiyor, Ah ben ağlamayayım da kim ağlasın, Balgın’ın şimdi artık ışığı sönüyor”.
Ölü yakınlarının taziye ziyaretlerinde, göç vakti yol güzergahında herhangi bir oba görüldüğünde veya konaklayacak yere ulaşıldığında, yine ağıt yak¬maya başlanır (Kurbanali 1910: 494). Taziyeye gelenler ölü çadırına alınır. Burada yaşlı kadınlar, başlarında uzun başlık, gelinler savkele (Kazak kızları-nın düğünde giydikleri dantela ve madeni süslerle tezyin edilmiş sivri bir gelin başlığı) giymiş olarak bir saf, genç kızlar da kendi kıyafetlerini giyinmiş olarak başka bir saf tutarak daimi bir surette joktav’a devam ederler. Gelen¬ler bu ağıtları büyük bir huşû ile dinledikten sonra ölünün yakınları ah çekip ağlar. Joktav bittikten sonra Kur’an okunur (Kurbanali 1910: 496).
Ters Motif ve Davranışlar
Matem alameti olarak eski Türklerde yoğ/aş törenlerinde, ölüm sonrası haya¬tın, yaşanan hayatın tersi olacağı inancıyla sergilenen ters motif ve davranış-lar, Kazak Türklerinin geleneklerinde de göze çarpar. Bu matem alameti, İslam öncesi inanç ve geleneklerin, İslam sonrasındaki bir uzantısıdır. Rasonyi (1993: 28), Türklerin ve yurt kuran Macarların, ölü ile birlikte meza¬ra konan eşyalarının mezara tersine konduğunu söyler ve bunun Şamanizmle ilgisi olduğunu belirtir. 1063’de vefat eden Sultan Tuğrul’a yapı-lan yas töreninde, törene katılanlar, atlarının eyerlerini ters çevirmişlerdir (Kaya 1999: 251). Bu adet XIV. yüzyılda Anadolu’da Sinop yöresi Türkle¬rinde İbn Batuta tarafından şöyle tespit edilmiştir. “Sinop’a vusulümüzden dört gün sonra Emir İbrahim’in validesini teşyi ettim. Oğlu dahi başı açık ve piyade olarak revan oldu. Umerâ ve memâlik başı açık oldukları halde cena¬zede bulundular. Lakin kadı ile hatip ve fukahâ libaslarını ters giymekle be¬raber başlarını açmayıp amâme yerine serlerine siyah yünden birer mendil sardılar” (İnan 1986: 199). Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Nitekim II. Murat’ın ölüm töreninde, törene katılanların atlarının eyerlerini ters çevirdik¬leri (Kaya 1999: 252), Yavuz Sultan Selim’in yeğeni Süleyman Bey’in cena¬ze töreninde, yine atların eyerlerinin ters çevrildiği müşahede edilmiştir (Sü¬mer 1992: 299).
Bu davranış, Kazaklarda da görülmektedir. Kırgız-Kazakların bazı boyları, joktav söylerken yüzleri duvara bakar, yani ters oturarak söyler (İnan 1986: 199). Ölü çıkan evin genç kızları, matem döneminde, göç esnasında tumaklarını (av derisinden çoğunlukla da kara kuzu derisinden veya samur kürkünden yapılan üzeri kumaşla örtülü, sivri uçlu ve kulaklıklı, kışın giyilen başlık) tersinden giyerler (Kurbanali 1910: 494). Yine ölen kişinin en sevdiği atının kuyruğu kesilerek, üzerine eyer takımı ters çevrilerek yerleştirilir ve aşının verilmesine kadar bu tutum devam ettirilir.
Günümüzde Anadolu’nun çeşitli yörelerinde halen bu geleneklere rastlanır. Kars yöresinde ölüye ağlayan kadınların döğünmeleri, saçlarını kesmeleri ve elbiselerini ters giymeleri, yaşayan bir gelenektir (Kaya 1999: 254). Kerkük Türklerinde bir delikanlı sevdiğine kavuşamadan ölürse, cenazesinde onun en sevdiği türkü tersinden çalınır. Kerküklüler bu adeti, “Tez yuğun, tez kal-dırın, mehterim terse çaldırın” manisiyle ifade eder. Yine Anadolu’da hoyrat¬ların tersinden çalınması geleneği vardır.
Fatiha “Bata” Meclisi
Kazaklarda İslamiyet sonrası oluşan cenazeyle ilgili dini geleneklerden birisi de bata meclisi kurulmasıdır. Bata sözü, fatiha sözünden bozulmuş bir keli¬medir. Bata, ölünün ardından okunan Kur’an ve yapılan duadır. Ancak bu toplantıda ölü adına tertip edilen ziyafet, daha ön plandadır. Ölümün ardın-dan yakın akrabalar ve civar avıllardaki kişiler, bata okumak için ne zaman geleceklerini ölü evine önceden haber verirler. Belirlenen günde kımız tulum¬larını ve kurbanlık hayvanlarını yanlarına alarak bütün avıl halkı ile birlikte ölü evine gelirler. Ölü çıkan ev de bataya gelecek kişileri önceden bildiklerin¬den, buna göre tüm avıl halkı ile birlikte karşılamaya hazırlanırlar (Kazak Ahvalinden 1907: 39-41). Adetlere göre bataya gelecek kişilerin getirdiği hayvanlar, ölü evine kalır. Konaklar için ölü evinde et hazırlanır. Yakılan ağıtların ardından bata meclisinde oluşan hüzünlü hava, yerini sükûnete, ardından neşeye bırakarak ziyafet kısmına geçilir (Kazak Ahvalinden 1907: 39-41).
Atın Dul Bırakılması “At Tuldav”
Türkler arasında çok yaygın olan yas alametlerinden biri de, ölünün hayatta iken bindiği atın kuyruğunun kesilmesidir. At kuyruğu, Türkler arasında ev¬de, otağda, atın boynunda, mezarda, başta, savaşta ise yiğidin mızrağında semboldü. Yiğidin atı, onun en yakın bir eşi gibi görülüyordu. Eri ölen at, erin karısı gibi dul kalmış oluyor ve bu, kuyruk kesme yoluyla sembolleştiril-miş oluyordu. Altaylarda yapılan kazılarda Pazırık mezarından çıkarılan donmuş atların kuyruklarının kesik olması, bu geleneğin ne kadar eskiye dayandığını gözler önüne sermektedir (İnan 1986: 199).
Tiyan-şan Kırgızları, ölünün hayatta iken bindiği atın kuyruğunu kesip, meza¬rın üzerine diktikleri bir sırığa bağlarlar. Eski Oğuzlar; İslam dininin kabulün¬den çok sonra bile bu adete riayet etmişlerdir. Dede Korkut hikayelerinin kahramanları, son vasiyetlerinde şöyle der: “Akboz atımın kuyruğunu kesiniz … ak çıkarıp kara giyiniz”. Beyrek’in ölümünden sonra “Akboz atın kuyru-ğunu kestiler. Kırk elli yiğit kara giyip gök sarındılar”. “Tul at” kelimesi Çağatayca’da “savaşta binmek için hazırlanan at” anlamını ifade eder. Çetin sa¬vaşlara girmek üzere hazırlanan savaşçı erler, atlarının kuyruklarını kesip tuğ yapmak suretiyle kendilerinin fedai olduklarını, kendilerini ölüme adadıkları-nı ilan ederler (İnan 1986: 198). 1063’de vefat eden Sultan Tuğrul’a yapılan yas töreninde, törene katılanların atlarının kuyruğu kesiktir (Kaya 1999: 251). Malazgirt savaşından önce Alparslan’ın atının kuyruğunu kesmesi, kendisini şehitliğe adadığını gösteriyordu (Ögel 2000: 197). Osmanlı gele¬neklerinde de buna rastlanmaktadır. Nitekim Fatih Sultan Mehmet’in padi-şahlığı sırasında babası II. Murad’ın ölümü üzerine törene katılanlar, atlarının kuyruklarını kesmişler, eyerlerini ters çevirdikleri gibi, yaylarını kırıp tabutun üzerine koymuşlardır (Kaya 1999: 252). Yine Yavuz Selim’in yeğeni Süley¬man Bey 1513’de Mısır’da vefat etmiş ve cenaze töreninde, tabutunun önünde kuyrukları kesilmiş, eyerleri ters çevrilmiş olan atları götürülmüş, kırılmış olan yayları ile sarığı da tabutunun üzerine konmuştur (Sümer 1992: 299).
Bu gelenek Kazak Türklerinde yakın döneme kadar devam edegelmiştir. Kazaklarda ölen kişinin yedisinde verilen ziyafetten sonra ölünün hayatta iken bindiği en sevdiği atlardan bir-iki tanesinin kuyruğu ve yelesi kesilir. Kuyruğu kesilen atın üzerine eyer takımı ters çevrilerek yerleştirilir. Onun üzerine de ölünün elbiseleri ve malakay şapkası yerleştirildikten sonra yular sapı ile ölü çadırına getirilerek bağlanır. Joktav eşliğinde atın kuyruğu kesilir (Radloff 1994: 227). Kazaklarda bu adete atı dul bırakmak manasında tuldav denir. At kuyruğunu kesmek, ölümü çağırmak, ölüme davet çıkarmak mana¬sına geldiği için Kazaklar arasında sebepsiz yere birinin atının kuyruğunu kesmesi şiddetle yasaklanmış ve bu gibi durumlarda ağır cezalar getirilmiştir. Tullanan bu ata artık hiç kimse binemez (Kurbanali 1910: 493). Göç vakti geldiğinde ölen kişinin kızları tumaklarını dışından giyerler ve karayı ellerine alarak tullanan atı sürerler. Boyun diğer kızları da bunlara eşlik ederek göç kervanının en önünde yollarına devam ederler. Onların arkasından hatunlar, ölünün devesini sürerek yakınlarından oluşan bir grupla onları takip ederler (Kurbanali 1910: 494). Yaslı göç kafilesi, yol güzergahında rastladığı her obanın yanından geçerken tullanan atı süren hanımlar ve kızlar, hıçkırıklarla ağlar. Aş verme işlemi tamamlandıktan sonra en son olarak tullanan bu at, kesilir. Bu esnada ölen kişinin karısı ve çocukları, atla son defa vedalaşır. Bu atın kesilmesi, aşın sona erdiği anlamına gelir. Bundan sonra başka bir hay¬van kesilmesi yasaktır. En son kesilen bu atın eti, toplumun önde gelen kişile¬rine ikram edilir (Kurbanali 1910: 497). Aş sona erdikten sonra tullanan atın başı, dört tırnağı ve derisi, ölünün mezarına götürülerek bırakılır (Kazak SSR 1983: 378).
Mezara Kümbet “Kümbez/Beyit” Yapılması
Ölümün birinci yıl dönümüne kadar taziyeler ve taziyenin icapları yerine getiri¬lir. Bu esnada ölünün defnedildiği mola adlandırılan mezar üzerine eski Türk geleneklerinde olduğu gibi taştan oba yapılır. Kazaklarda buna kümbez, zîrat, kesene veya ev manasına gelen ve Arapça bir kelime olan beyit de denir.
Ölünün mezarına türbe yapılması, Türklerde eski bir gelenektir. Göktürkler, saygın kişilerin mezarı üstüne toprak yığarak kurgan yapardı. Çin sınırların-dan Macaristan’a kadar uzanan bozkır yolu boyunca bu kurganlar sıralanır. Mezara kahraman ölünün hayatta iken öldürdüğü düşmanların balbal7 (kamennaya baba/taş nine) adı verilen taştan yontma tasvirleri dikilir. Bu gelenek, Oğuzlarda da vardır. İbn Fadlan (1995: 40)’ın naklettiğine göre, eğer ölen kişi sağlığında düşman öldürmüş kahraman biri ise, öldürdüğü insanların sayıları kadar ağaçtan suret yontup bunların kabrinin üzerine diki¬lirler. İbn Faldan, Oğuzların, “Bunlar onun hizmetçileridir. Cennette ona hizmet edecekler” dediklerini nakleder.
XI-XIII. asrın başlarında İslâmi usülde defin gelenekleri, Kazakistan’ın güneyi ve Yedisu’da geniş olarak yaygınlaşmıştır. Buna mukabil bu dönemde şehir halkı arasında dahi eski geleneklerin izleri, arkeolojik materyallere bakarak anlaşılmaktadır (Kazakistan Tarihi 1996: 481-482).
Kazak toplumunda saygın kişilerin kabri taştan, yuvarlak veya kenarlı korgan şeklinde inşa edilir ve uçlarına köşe yerleştirilir. Meşhur kişilere, bütün halk toplanarak, taş tuğladan minareli, gösterişli kümbetler de inşa eder. Böyle korganların içi, ölen kişinin diğer akrabalarının da defnedilmesine uygun olarak geniştir (Mınjan 1994: 394).
Bu türbelerin ihtişamı, ölen kişinin toplum ve devlet katındaki derecesiyle doğrudan ilgilidir. 18. asrın ilk yarısında Rus hakimiyetini tanıyan meşhur Kazak hanlarından Ebulhayır öldüğü zaman yakınlarının, Han’ın şanına yakışır büyük bir türbe yapılması hususundaki çabaları, Ruslarla, Küçük Cüz Kazakları arasında sorun yaşanmasına sebep olmuştur. Neticede, istenildiği kadar ihtişamlı olmasa da türbenin yapılmasına Rus idaresi razı olmuş ve sorun halledilmiştir. Ebulhayır’a yapılan türbe, kare biçiminde ve kemerlidir (Yorulmaz 2005: 396-397). 15-17. asırlarda ölen Kazak hanlarından, sultan¬larından bazıları, Altınorda hanlarının defnedildiği Sarayşik8 (Saraycık)’e ve bazıları da Türkistan şehrindeki Hoca Ahmet Yesevi türbesine defnedilmiş-lerdir. Bunlardan Kasım Han’ın ve Janibek Han’ın türbeleri Sarayşik’tedir. Kazak Hanları, Türkistan’da, türbeler ve dini muhtevalı imaretler yaptırdı. 17. asırda Kazak Hanlarından Esim Han ve Jangir Han’ın Türkistan’daki kabirleri üzerine türbeler dikilmiştir (Kazak SSR 1983: 321). Bu türbeler, kumbetli imaretler şeklindedir. Yine Karabatır, Töretam, Şekniyaz türbeleri,
Karatav eteklerindeki kabirlere yerleştirilen imaretler bu şekildedir. Sırderya civarındaki Karmakşı-Ata türbesi kümbetli, birbirine denk uzunlukta altı köşe¬lidir. Orta Kazakistan’ın Ulıtav civarındaki türbeler çok köşeli ve yüksekçe inşa edilen mozole biçimindedir. Türbelerde şavaş, avlanma gibi ölen kişinin hayatından kesitleri ihtiva eden şekil ve motiflere rastlanır. Jezkazgan civa¬rındaki türbelerin birinde, ölen savaşçı at binip, kılıç kuşanmış halde resme-dilmiştir. Yem nehri sahasında, Kulsarı türbesinin yüzeyine işlenen oyma motifler, Sırderya’nın, Talas civarının, Şu Havzasının boyundaki anıtlardaki duvar resimleri, içindeki eşya, araç ve gereçleriyle birlikte keçe çadırı ve Ka¬zakların yaşamından örnekler yansıtmaktadır (Kazak SSR 1983: 334).
Han ve sultanlardan başka şöhretli Kazak komutanlarından bazılarının da Türkistan’a defnedildiği görülmektedir. 18. asrın meşhur komutanlarından Bögembay Batır Arka’da Silti boyunda öldüğü halde cesedi Türkistan’a geti¬rilerek Yesevi türbesi yanına defnedilmiştir (Şapıraştı 1993: 385). Mezar yeri, eski Türk ve daha çok Moğol geleneklerinde olduğu gibi Kazaklarda da ba¬zen gizli tutulur. Özellikle savaşlarda çok düşman kanı döken batırların ölü¬münde buna rastlanır. Nitekim 18. asırda Kalmıklara karşı savaşlarda büyük şöhret kazanan Kabanbay Batır’ın gömüldüğü yer, şaibelidir. Gömüldüğü yerin Arka’da Sarıbel mıntıkasında olduğu bilinmekle birlikte, tam yeri tespit edilememiştir. Çağdaşı Şapıraştı bununla ilgili olarak şöyle der: “Kabanbay hayatında pek çok kimseyle hasım oldu, düşmanlarını öldürdü. Bu yüzden mezarında rahat bırakılması için, ölüsünün yattığı yeri belirsiz bıraktırdı” (Şapıraştı 1993: 385).
Kümbet yapıldıktan sonra küçük bir aş verilir ve bunun adına at yarışları tertip edilir. Kazaklar bunu beyit aşı, kümbet başında icra edilmesinden olsa gerek beyit başı diye adlandırırlar (Kurbanali 1910: 495). Bu ziyafetin ardın-dan ulu aşla ilgili hazırlıklara geçilir.
Aş Vermek “As Beruv”
Defin töreniyle ve ölüler kültüyle bağlı en eski ve ibtidai törenlerden biri, ölü aşı denilen törendir. Günümüzde ölüleri anma törenleri, eski devirlerde ölüle¬re aş verme töreninin tekamül etmiş şeklidir. Ölü aşı töreninin en ilkel şekli, yakın zamana kadar Tayga ormanlarında kalmış olan Şamanist boylarda görülmüştür. İbtidai devirlerde aş, doğrudan doğruya ölüye sunulmuş kur-banlardır ki, bununla onların zararlarından kurtulmak istenirdi. Altay ve Yenisey Şamanist boylarında defnin 3.,7., 20., 40. günlerinde ve 6. ayında ölüye aş verme törenleri yapılır (İnan 1986: 189-190). Yapılan kazılarda elde edilen bulgular, ölenle birlikte mezara ölünün kıymetli eşyalarının yanı sıra yiyecek-içecekler de sunulduğunu göstermiştir. Carpini (2000: 42), Moğolla¬rın, ölü gömme adeti ve mezarlarından bahsederken “böyle bir soylu otağın içinde oturmuş vaziyette önünde bir masa, masa üstünde bir kase dolusu et ve bir testi kımız, bir kısrak veya yavrusu, bir at, eğer ve üzengileri ile birlikte gömülür” der. Pazırık’ta bulunan dört ayaklı taş masalar bunu teyit etmekte¬dir (Roux 2001: 284). Kumanların, mezarlarından bahseden Rubruk (2001: 42-43), Kumanların, mezarlarının üzerine bir tepe yaptıklarını ve bunun üze¬rine, doğu yönüne dönük ve karnının üzerinde elinde bir kase olan heykel diktiklerini nakleder ve “bir cenazede 16 at postunu, mezarın etrafındaki 4 kazık arasında astıklarını gördüm. Ayrıca buna içmek için at sütü (kımız) ve yemek için et ilave ettiler” der. Oğuz boylarının defin töreninden bahseden İbn Fadlan (1995: 40), ölünün mezara yerleştirilmesini anlatırken, eline nebiz (içecek) dolu tahta kadeh tutturduklarını, önüne de nebiz dolu bir tahta kap koyduklarını söyler. Ölüye aş verme ile ilgili eski Türk gelenekleri, sembolik manada da olsa, 18. asır Kazak Türklerinin mezarlarında resmedilmiştir. Kazak hanlarından Ebulhayır’ın mezarının üstündeki kubbeye çakılmış bir mızrak ile mezarın kubbesine asılmış kaşık, kase, at kuyruğu, darı çıkını ve daha başka eşyaların bulunduğu bilinmektedir (Yorulmaz 2005:397).
Eski devirlerde doğrudan ölüye sunulan aş, sonraları kurban sunmak, daha sonraları ölünün ruhunun da iştirak ettiği tasavvur edilen ziyafetler tertip ederek kurbanlar kesmek şeklini almıştır. Aş/yog töreni, Göktürklerde, ölü¬mün birinci yıl dönümüne rastlayan yaz aylarında yapılırdı. Oğuzlar Anado¬lu’ya geldikten sonra da bu geleneklerini sürdürmüşlerdir. Oğuz kahramanla¬rı ölürken “ak-boz atımı boğazlayıp aşım veriniz” diye vasiyet ediyorlardı (İnan 1986: 193). Bu şekilde aş töreninin yapıldığı yerlere, hatıra olarak anıtlar dikildiği malumdur. Orhun anıtlarının bulunduğu mekanın, yog/aş törenlerinin yapıldığı mekanlar olduğu tahmin edilmektedir (İnan 1986: 193). Aş verilen yere anıt dikme geleneğine Kazaklarda da rastlanmıştır. 1920’de Jayık nehri boylarında konar-göçer Cağalbaylı uruğunun yaylala¬rında, A.İnan (1986: 194) tarafından bu gelenek müşahede edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda Batı cephesinde ölen bir Kazak Türkü’nün aşının verildiği yere, ölünün akrabaları tarafından toprak yığını üzerine kitabe dikilmiştir.
Eski Türklerdeki aş/yog törenlerinin en mütekamil şekline, yakın dönemlere kadar Kazak Türklerinde müşahede edilmekteydi. Kazaklarda bu törenin en üst noktası şölen havası içerisinde tertip edilen ve as olarak adlandırılan ziya¬fet ve bunun sonunda yapılan başta at yarışları bayge olmak üzere spor mü¬sabakalarıyla taçlandırılırdı.
Kümbetin yapılması ve beyit aşının verilmesinden sonra ulu aşın hazırlıkları-na başlanır, obanın ileri gelenleri bir araya gelerek, en büyük aşın yani ulu aşın tertip ve düzenini burada görüşürler. Davete ne kadar kişinin çağrılaca-ğı, ne kadar kurban kesileceği, kaç tane çadır kurulacağı, ocağın nerede ve hangi su başında yakılacağı bu toplantıda belirlenir (Kurbanali 1910: 495). Ulu aş, genellikle 3-4 gün, bazen daha da uzun sürerdi.
İlk olarak savun aytuv adlandırılan davet yapılır. Sav sözü Divanü Lûgat-it-Türk (1999: 154)’de söz, haber, salık, mektup, bundan türeyen savçı kelime¬si ise elçi şeklinde izah edilmektedir. Bu söz Kazaklarda yaklaşık aynı mana¬da olup, aşa davet etmeye savun aytuv denir. Büyük aşlarda davet edilenle¬rin sayısı 15 bin kişiye kadar çıkar. Davete çağırma işleminde aile, uruğ bağ-ları gibi toplumsal özellikler aranmaz. Her kesimden insanlar davet edilir. Büyük şahsiyetlerin, hanların, sultanların ölümünde ise ülke genelinde davet¬ler yapılır (Tayjanova 1995: 197). Bu gelenek eski Türklerde devlet merasi¬mi, bazen milletlerarası bir buluşma şeklindedir. Eski Türklerde hakan ve büyük kahramanların aş törenine, hakimiyeti altındaki bütün ülkelerden uluslar iştirak ederdi. Orhun yazıtlarında, kuzey ülkelerinden Kıtaylar, Tatabiler, güneyden Tibetliler, Batıdan Soğdlılar, Farslar, Buharalılar, Türgişler, Çinliler bu törenlere katılmıştır (İnan 1986: 193). Manas destanın-da zikredildiği gibi, Han Kökütey aşında Semerkantlılar, Kırımlılar, Oğuzhan ili, İt ili, mağaralarda ve ormanlarda yaşayan avcı kabileler, hatta Ruslar, Çinliler, Kalmıklar gibi başka dinden kavimler dahi davet edilmişlerdir (İnan 1986: 194-195).
Aş merasiminin başlayacağı tarihten birkaç ay, hatta bir yıl öncesinden davet edilecek kişilere, aşın hangi tarihte, nerede yapılacağı, at yarışlarında dereceye gireceklere verilecek ödül (bayge) duyurulurdu. Buna Kazaklar da -yukarıda da ifade ettiğimiz gibi- eski Türkçe’deki sav sözünden gelen savun aytuv denir. Davet edilenler, aşın başlamasından evvel katılıp-katılamayacaklarını kesin olarak bildirirler. Katılacağını bildirenler, aynı zamanda aşın kurallarına göre hareket edeceklerine ve herhangi bir huzursuzluğa meydan vermeyeceklerine dair söz verirler. Zira aşlar, bozkırda tertip edilen en ihtişamlı kurultaylar dere¬cesinde olduğu için organizasyon da o muhteşemlikte olmalı ve aynı zamanda yerli ve yabancı hasımlar tarafından sabote edilmesine fırsat verilmemelidir.
Aş törenine, özellikle hanedan mensuplarının defin merasimine yapılan da¬vete icabet etmek, eski Türklerde hakimiyetin tanınması olarak da telakki edilmiş, icabet edilmediği hallerde davetliler düşman sayılmıştır. Bu davetler-deki tehditkar ifadeler, bu hususu göstermektedir. Manas destanı, Han Kökütey aşından bahsederken, Han Kökütey’in oğlu, aşa gelmeyecek olanla¬rı şu ifadelerle tehdit etmiştir: “Bu aşıma gelmezse, Görünmesin gözüme, Darılmasın Sözüme, Güzel çadırlarını yağma edeceğim, Oğullarını esir, kızla-rını cariye yapacağım” (İnan 1986: 194-195).
Bu davet şekli, yani savun aytuv, Kazaklarda daha basit bir davet şeklinde¬dir. Kazaklar, büyük aşlarda, diğer Kazak ordalarının ileri gelenlerini ve Kırgız uruğlarını davet ederler. Kazak Hanlarına tertip edilen aşlardan en büyüğü ve muhteşemi sayılan Ablay Han aşında her üç Kazak Ordası bulunmuş ve Kazak boyları ve uruğlarının ittifakını sergilemesi bakımından bu aş, gövde gösterisine dönüşmüştür. Kazaklarda aşa davet yapıldıktan sonra yarış atı sahipleri, bu süre içinde, atlarının bakımını ve yarışa hazır hale getirilmesini sağlar. Belirlenen gün geldiğinde aşı veren aile, aş verilecek mekana yerleşir. Aş verilecek bölgede bu süre içerisinde aş veren obanın ve onun yakınlarının dışında kalan obalar konaklayamaz. Burasının genellikle açık alanlar, ırmak ve nehir sahilleri ya da dağların arasındaki geniş düzlükler olmasına özen gösterilir. Bu mekana yerleştikten sonra çadırlar kurulur, atlar bağlanarak sağılmaya başlanır ve kımızlar hazırlanır. Çadırlar kurulur. Ocaklar kazılarak et pişirilecek kazanlar yerleştirilir. Küçük aşlarda konaklar için 40-50 çadır, büyük aşlarda 100, 200 belki 300 ve daha fazla çadır kurulup, gelen davetli¬ler karşılanmaya başlanır (Kurbanali 1910: 495). Küçük Orda batırlarından Sırım’a yapılan aşta, davetliler için birkaç yüz çadır kurulduğu, 2000 at, 2500 koyun kesildiği ve 5000 şelek kımız içildiği bilinmektedir (Materialı 1940: 15). Meyka nehrinin kuzeyinde Atabek adında bir Kazak’ın babası için verdi-ği aşa katılan Radloff (1994: 274), davetliler için 100’e yakın yurt/çadır ku¬rulduğundan, yurtların hepsinin ak keçeden yapılmış ve içerisi de işlemeli halı ve keçelerle örtülmüş olduğundan bahseder. Aşın ilk gününden itibaren konaklar akın akın gelmeye başlar. Her uruğ, gelenek ve göreneklere uygun şekilde, yani batırları, pehlivanları, yarış atları, ozan ve şairleri ve hatta aşta kurban edeceği hayvanlarını da yanına alarak davete iştirak eder (Kenjeahmetulı 1994: 41).
Davet edilenler, kendi oba büyüklerinin önderliğinde, ilk olarak kara bağ-lanmış olan ak çadıra yani ölü çadırına girip Kur’an okur, dua ederler. Ar-dından konukların dinlenmesi için kendileri için özel hazırlanmış çadırlarına götürülür. Burada kımız ve çay ikram edilir. Kımız ikram etmek çok eski bir gelenek olduğu halde, çay ikramı, 19. asrın ortalarına doğru gelenek haline gelmiştir (Kurbanali 1910: 496).
Aş için kesilecek hayvanların kesimine başlamadan bir gün önce, ocak aşı yapılır. Ocak aşı adına küçük çapta bir at yarışı olan, 1,2-2 km mesafede ve üç yaşından büyük atların koşulduğu kunan bayge müsabakası organize edilir. Sonraki gün hayvanlar kesilir ve etler, özel hazırlanan çadıra taşınır (Kurbanali 1910: 496). Radloff’ta (1994: 274) yukarıda söz konusu olan aşta, hayvanların kesimiyle 400-500 kişinin meşgul olduğu, kazanların ya¬nında dağlar kadar et yığıldığı ve 30 at ile 150 koyun kesildiği nakledilir. Burada bir taraftan kesime devam edilir bir taraftan pişirilen etler ve özenle hazırlanan büyük kımız tulumları, konaklara dağıtılır. Gözlemlerinde “Burası karışık bir manzara arz ediyordu” diye nakleden Radloff (1994: 274), asır-lardır devam eden geleneklerin ve oluşan büyük tecrübenin farkında olmasa gerek. Zira büyük aşların organizesinde, tertip ve düzenin sağlanmasına en ince ayrıntısına kadar büyük bir titizlikle dikkat edilirdi. İlk olarak çadırın birinden başlayarak düzenli bir şekilde tabak dağıtma işlemi yapılır, tabak dağıtma işi belirli bir düzen içerisinde gerçekleştirilirdi. Bu işle vazifelendirilen ve tabakçı diye adlandırılan kişiler, konakların kaldığı çadırları tek tek dolaşa¬rak, her çadırda kaç kişinin olduğunu ve ne kadar tabağa ihtiyaç olduğunu önceden tespit ederler. Bunu yaparken çadırın kapısına nöbetçi dikilir. Nö¬betçi, sayım esnasında çadıra giriş ve çıkışları kontrol ederek sayımın sağlıklı yapılmasını sağlar. Cemiyetin ileri gelenlerine, itibar sahibi kişilere kuş tabak verilir. Konuklar için kurulan çadır ile aşhane arasındaki mesafe, genelde uzak olur ve bu yüzden tabaklar atla taşınır. Tabakçılar, o gün en güzel kıya-fetlerini giyerler. En iyi atlarına biner ve gümüş eyer takımlarını kuşanırlar (Kurbanali 1910: 496). Önlerinde başkanları olur ve onun kılavuzluğunda, düzenli bir şekilde tespit ve dağıtım işleri yapılır. Başkanlarının arkasında aydavşı adlandırılan kişi yer alır. Tabakların dağıtımında karışıklık yaşanma-ması için bir de gözetçi adlandırılan görevli bulunur. Bu şekilde aş verme işlemi bir kaç gün devam eder. Aş verme işlemi tamamlandıktan sonra en son tullanan at kesilir. Bu atın kesilmesi, aşın sona erdiği anlamına gelir. Bundan sonra başka bir hayvan kesilmesi yasaktır. Tullanan at kesildiği sıra-da kadınlar ve kızlar feryadı basar. En son kesilen bu atın eti, toplumun önde gelen kişilerine ikram edilir (Kurbanali 1910: 497). Ziyafette en yüksek dere¬celi misafir tör olarak adlandırılan şeref yerine oturur ve ziyafet sahibinin akrabalarından biri, ev sahipliği vazifesini görür. Misafirlere Kazakların gele¬neksel yemeği olan beşparmak, kımız ve ayran sunulur. Her yerde neşeli bir hava hüküm sürmeye başlar. Geceleri sıra sıra ateşler yakılır, yurtlarda ve açık alanlarda sohbetler, şakalaşmalar olur. Şairler, ozanlar şiir okur ve var-lıklı insanlar tarafından bu kişilere hediyeler verilir. Aşın son günü, başta at yarışları olmak üzere çeşitli sportif müsabakalara sahne olur. Bayge, bu mü¬sabakaların ortak adıdır.