Sufiforum.com

2009'da başlayan SUFİFORUM'da İslam; İslam Tasavvuf Geleneği ile ilgili her türlü güncel ya da 'eskimez' konular yer almaktadır. İçerik yenilemeleri tasavvuf.name sitesinden sürdürülmektedir. ALLAH YÂR OLSUN.

Giriş |  Kayıt




Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 
Yazar Mesaj
 Mesaj Başlığı: Osmanlının Yıkılışında Tekke ve Zaviyelerin Rolü Var mıydı ?
MesajGönderilme zamanı: 20.03.12, 11:13 #mesajın linki (?)
Çevrimdışı

Kayıt: 27.08.09, 16:40
Mesajlar: 44
Osmanlının Yıkılışında Tekke ve Zaviyelerin Rolü Var mıydı ?
Yusuf Mehmet Bahadır

Bir Hastalığımız ve Yok etme Meylimiz Üzerine

Aslında yüzyıllardır yapa geldiğimiz bir yanlışımız, daha doğrusu hastalığımızdan biri de; genel kabul görmüş doğrularımızı tek, ve mutlak doğrular olarak algılamamız olmuştur. Ve bu doğruyu da; gerek devlet eliyle sistemli bir şekilde, gerekse bireysel bazda topluma tek, ve mutlak doğrular olarak dayatmamız olmuştur.

Bu zihniyete göre doğrumuz tek doğru ve mutlak doğru, yanlışımız da tek yanlış ya da mutlak yanlıştır. Bu hastalık ve yanlışımızın manası; araştırma ve geliştirmenin önüne set çekmektir ve toplumsal olarak her alanda durağanlaşmanın adıdır. Bu zihniyetin var olduğu toplumlar araştırma, inceleme ve gelişmenin öncüsü olamazlar. Hemen her konuda ilim, fikir, düşünce bazında olduğu gibi sosyal, siyasal, ekonomik, askeri, hukuk, vs…alanda da durağanlaşma dönemine girilir ki bu çok tehlikeli bir dönemdir. Bu hastalığın yan etkileri de vardır. Mesela önyargılarımız, argüman ve slogan bazlı düşüncelerimiz, kıymeti kendinden menkul değerlerimiz bu anlayışın birer yan ürünleridir..

Böylesi zihniyet, araştırma, geliştirme ve sorgulama yoksunu oldukları için menfi gördükleri bir şeyi ıslah etme yoluna gitmektense, yasaklama ya da yok etme eğilimi içine girerler. Günümüzde de hala öyle değil mi? Demek ki hastalık hala devam ediyor. Baskıcı ve otoriter devletlerde de görülen bu uygulamalar ayrı bir konu başlığı altında incelenebilir.

Genel anlamda Osmanlının duraklama dönemi diye tabir edilen bu dönem belki de böyle bir hastalığın ve durağanlaşmanın bir sonucuydu. Tabi ki mesele bu kadar basit değil. Avrupa ve dünyada hızlı gelişen fikir akımlarına, alternatif fikirler ve doğru çözümler sunamadı Osmanlı. Batının hakimiyeti karşısında, batıya benzeyebilme refleksini gösterebilmiştir sadece. Üstelik halk için halka rağmen klişesiyle yakın tarihteki devrimler ve yenilenmeler, toplumun fikir ve düşünce dağarcığından uzak, toplumsal acı ve tecrübelerden doğmayıp, tepeden indirme bir zihniyetle gerçekleşmiştir.

Çok iddialı sözler söylemek istemem ama;

Bir hastalığımıza teşhis koyabilmek ve bu hastalığın biz de bıraktığı tahribatı resmetmektir amacım.

Şimdi, bu bağlamda bir mevzuyu dile getirmek isterim.

Osmanlının yıkılışında medrese ve zaviyelerin rolü var mıydı? Hakikaten bir sorun varsa Medrese ve zaviyeler neden ıslah yoluna gidilmedi de (Geldikleri gibi gitmediler konulu yazımızda belirttiğimiz ve cevabını verdiğimiz gibi) bir çoğu dükkana, meyhane ve barlara çevrildi? Mederese ve zaviyeleri kökünden kazımakla bir başka deyişle İster Lozan’ın şartları deyin, ister otorite sahibi üst kurumların kendi normlarını halka diktesi deyin kültür ve mirasımızı reddetmekle neler kaybettik hiç düşündünüz mü? Lozanın galipleri (Yabancı devletler) ne olur ne olmaz diyerek, bu manevi kurumları kapattırmış olabilirler miydi? Asıl yaman soru şudur ki; Bu manevi kurumların; kapatılmasında, toplumsal bir değişim gösteremeyen, durağanlaşan müslümanların sorumluluğu var mıdır? Yoksa kader adaletiyle tecelli mi ediyordu ?

Öncelikle bu kurumların mahiyetinin ne olduğuna, nasıl bir görevi inşa ediyorlardı ona bakmak gerekiyor .

Nitekim 1925′teki Tekke ve Zaviye’lerin kapatılmasıyla birlikte, din ve din eğitimi tatil edilmiştir. 1930′de ise din, eğitim müfredatında tamamen çıkarılmıştır. Din ve inancın fert, aile ve toplum hayatından tamamen silinmesi için gereken her şey yapılmıştır. (Polemiğe yer vermemek için, din eğitimine karşı olmadığımı, ancak zorunlu din eğitimine ve bunun dikte ettirilmesine karşı olduğumu belirtmek isterim.)

Evet medreseler akli ve şer’i ilimlerin talim edildiği yerlerdi. O hem aklı, hem kalbi, hem de vicdanı kanatlandırdığı günlerde asli vazifesini eda ediyordu.

Zaviyeler ise Peygamber Efendimizin (S.A.V) ruhani hayatlarının temsil edildiği mukaddes Allah evleriydi. Bu evlerde Allah anıldı, tefekküre giden kapılar aralandı. Kalp delindi. Allahın varlığına oradan menfezler açıldı.

Bu iki kurumun milleti İslamiyeye katkıları inkar edilemez. Bu kurumlar daha sonra yıkılan bir dünyanın enkazı altında kaldılar. Ya da koca bir dünya onların külleri altında kaldı. Bazılarının iddia ettiği gibi, bu iki kurum yıkılmamızı hazırlayan etkenler değildi, aksine medrese ve zaviyeler ne zaman yıkıldı millet de o zaman yıkılmıştır. Bizim esas problemimiz Osmanlının yıkılışı değil, ruh planındaki çöküşümüzdü.

Raşid Halifeler, Efendimizin (S.A.V) ilk açtığı medresede (Mescid-i Nebevi) ders görmüş, ilk ve en büyük çıraklarıdır. Bu medreselerde tefsir, hadis, fıkhın yanında ilmi dersler de veriliyordu. Kainat, eşya ve hadiseler didik dik ediliyordu.

Rönesans nasıl ki Avrupa’da eşya ve hadiselerin hallaç edildiği aydınlama dönemidir, bizim rönesansımız da Peygamber Efendimizle başlamış, Raşid halifelerle geliştirilmiş ve Peygamberden dört asır sonra birdenbire hızlı, derin ve amudi bir şekilde devam etmiştir.

Düşünün İbni Sina ve Biruni gibi kimseler daha Hicri 4-5. asrında yetişmişlerdir.

İslam büyükleri öyle kitaplar yazmışlar, öyle eserler ortaya koymuşlardır ki, kendilerinden sonra Avrupa’nın üniversitelerinde asırlarca okutulmuştur. Avrupalı büyük ölçüde rönesans ve sanayi devrimini bu eserlere borçludur. Dünyaya hakimiyetini, bu eserlerden istifade de bulmuştur. Özellikle tıp alanında İbni Sina, Razi ve Zehravi gibi bilginlerin eserleri, Batının ilmi yapılanmasının oluşmasında büyük etkenleri olmuştur.

Günümüzde bin bir iddia ve şatafatla ortaya atılan eserlerin ve kitapların hangi biri, asırlarca ve de kıymetinden bir şey kaybetmeden üniversitelerde okutulmuş ya da elden ele dolaşarak insanlığa sunulmuştur ?

Oysa İbni Sina, tam sekiz asır, Zehravi tam bin sene Batıda otorite kabul edildi.

Nizamülmülk medreseleri de çok büyük hizmetler vermiş, özellikle Gazzali’nin getirdiği ruh ve mana temsil edilmiştir. Diğer taraftan da çağın ilimleri takip edilmiştir.

Akıllar fen ve tekniğe ait ilimlerle, kalpler ise dini ilimlerle nurlandırılmıştır. Kalp ve akıl izdivacından İbni Sinalar, Zehraviler, Battaniler, Raziler, Biruniler yetişiyordu.

Bunlardan her biri kendi sahasında ilmi araştırmaları ve buluşlarıyla başı çekiyordu. Kimisi astronomiyi geliştiriyor, kimisi fizik kuralları koyuyor, kimisi de matematikte yedi kat integral problemleri çözüyordu. Kimisi de dünyanın çevresini ölçmeye çalışıyor ve dünyanın güneş etrafında döndüğünü tespit ediyordu ki Galileo ve Copernik’in yedi göbek dedesi henüz mevcut değildi. Batı ve dünya vahşetler içinde yüzerken, bizim aydınlık dünyamızda hidrolik sistemlerle çalışan araçlardan, saatlere, oradan da ilkel robotlara kadar, son asırlarda tanıyabildiğimiz teknolojik eserler, o dönem adi eserler olarak teşhir ediliyordu.

Diyarbakırlı Ebul-İz El Cezeri, 800 sene önce hidrolik sistemle çalışan pek çok otomatik eser ortaya koymuştu. Ta o zamanlar biz yaptığımız robot atlara hareket verirken, Batı dünyası saatin işleme keyfiyetinden uzak “Acaba içinde cin mi var ?” diyordu.

İşte medreseler böylesi, çağının ilerisinde ve ötesinde kurumlardı. Şu anki mevcut üniversitelerimize bakınca, insanın hayıflanmaması mümkün değil. İlim yuvaları olması gereken kurumlar ideoloji yuvaları olduysa, orada öğrenim gören öğrenciler üniversiteye; daha kolay ve daha refah bir hayat arzusuyla gidiyorsa bu kurumlar çağının gerisine düşmeye mahkumdur.

Gönül kahramanı Yunus Emre ne güzel söylüyor

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.

diyerek sanki geçmişten ötelere ve bizlere mi sesleniyor acaba? Kimsenin alınmasını istemem ama bu sözleri öncelikle kendime muhatap alıyorum.

Bunun yanında insanları maddi alemden alıp, manevi boyutlarda derinleştiren, farklı boyutlarda ve farklı frekans iklimlerinde dolaştıran tekke ve zaviyelerde de durum daha bir başkaydı. O zamanlar tasavvuf ehlinden öyle kimseler vardır ki; nazarları zaman ve mekanın en karanlık noktalarına kadar varabiliyordu. Bunlar içinde öyleleri vardı ki ; “Ben bir lahza Peygamber Efendimizi görmezsem mahvolurum” diyordu. “Yakaza halinde efendimizi 75 defa gördüm” diyeni de vardı.

Bunlardan Muhyiddin İbni Arabi 4.Muradın Revan seferinin 6 ay süreceğini isim vererek ve yine Abdülaziz’in kollarının kesilmek suretiyle katledileceğini asırlar öncesinden haber veriyordu.

Tekke ve medreseler iç içe geçmiş birlikte, insanın ruhunda, ilminde, aklında ve irfanında kemale ermenin sırlarını ve kamil insan olmanın yöntemlerini gösteriyordu.

Öyle bir gün geliyor ki; bu muhteşem devir kapanıyor. Medrese artık yeni bir şey verme, yeni bir şey bulma yerine eskilerin nakliyle meşgul olmaya başlıyor. Mesela Battani, İbni Sina ne dediler diye onlara şerhler, haşiyeler yapmakla yetiniliyor. Düşünce ve fikir doğmuyor. Tabi böyle bir medreseden de artık ne Gazzali çıkıyor ne de Battani çıkıyor. Yazımızın başında belirttiğimiz durağanlaşma hastalığı baş gösterince gerçek ilim adamları da yetişmiyor. Ufkumuz kararıyor, yolumuz tıkanıyor. Her taraf bir kara delik halini alıyor ve bu kara delikler milleti yutuveriyor.

Bugün tarihin önünde her şeyin hakkını vermek mecburiyetindeyiz. Tekke ve medreseler 10-12 asır İslam alemini ve Osmanlıyı ayakta tutan dinamiklerdi. Bilmem ki Osmanlının yıkılış döneminde Tekke ve medreseler aynı seviyede miydi? İslamı Milliyeyi bunlar mı temsil ediyordu? Yoksa sadece eskilerin yerini, onların kerametlerini söyleyerek teselli bulan insanlar mı almıştı ?

Günümüzde birçoğumuzun zihniyetini yansıtır biçimde; din, sadece gerektiğinde çantadan çıkarılabilen ve çoğu zaman gerekmediğinde de rafa kaldırılabilen bir meta gibi algılanıyorsa, maneviyattan yoksun üniversitelerimiz (medreselerimiz) ideoloji yuvaları, dedikodu yuvaları olmuş ise, kutsal mabedlerimiz (tekke, zaviyelerimiz) merasim yerlerimiz olmuş ise bu iş zaten çoktan bitmiştir.

Dinin ruhuyla, insanla bütünleşmeyen medrese, medrese olmadığı gibi tekke de tekke değildir. Adı ne olursa olsun ilim yapmayı bırakıp, dedikodu ve ideolojilerle uğraşan her müessese içten içe çökmüş demektir. Mektep ve medrese sosyal hayatın temelidir. Temeli çökmüş bir binanında yıkılması da mukadderdir. O temel sağlamlaştırılmadıkça devletin ayakta durması mümkün olmamıştır. Osmanlıda da bu olmuştur.

Yani Medrese ve tekkeler Osmanlıyı yıkan unsurlar değil, aksine Osmanlıyı ayakta tutan manevi dinamikler olmuştur. Ne zaman ki onlar yıkıldı (ve tedbir maksatlı Batının dayatmasıyla kaldırıldı) onlara dayalı olan Osmanlı da yıkıldı.

Geriye temeli çok da sağlam olmayan, paranoyalarla, korku ve vehimlerle yaşayan, küçük ve zayıf, kendisiyle, kültür ve medeniyetiyle, özüyle kavgalı, darbelerle yola getirilen muassır ve medeni bir TC kaldı.

Bu acı fakat gayet tabii bir neticedir .

Kuran “Bir toplum kendini değiştirmedikçe, Allah onları değiştirmez “ buyurmaktadır.

Galiba kader adaletiyle tecelli ediyor. Bize de ders almak düşüyor. Yanılıyor muyum ?

http://www.derindusunce.org/2009/02/17/ ... var-miydi/


Başa Dön
 Profil Özel mesaj gönder  
 
Eskiden itibaren mesajları göster:  Sırala  
Yeni başlık gönder Başlığa cevap ver  [ 1 mesaj ] 

Tüm zamanlar UTC + 2 saat


Kimler çevrimiçi

Bu forumu gezen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 2 misafir


Bu foruma yeni başlıklar gönderemezsiniz
Bu forumdaki başlıklara cevap veremezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı düzenleyemezsiniz
Bu forumdaki mesajlarınızı silemezsiniz

Geçiş yap:  
   Powered by phpBB © 2000, 2002, 2005, 2007 phpBB Group

Türkçe çeviri: phpBB Türkiye